Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken - 3

Somut özgüllük olmadan tek başına düzene başvurmak boşa kürek çekmektir; öte yandan gerçeklikte ya da bilinç karşısında kendini hiçbir zaman kanıtlayamayan normların yayılmasına başvurmak da aynı derecede boştur. Nesnel ve bağlayıcı bir düzen düşüncesi insanlara dayatılmaktadır, çünkü onlara göre çok eksiklidir, içsel olarak ve insanlar karşısında kendini kanıtlamadıkça hiçbir iddiası yoktur. Fakat kültür endüstrisinin hiçbir ürünü böyle bir işe girişmez. İnsanların beynine çakmaya çabaladığı düzen kavramları daima statükonun kavramları olmuştur. Onları kabul edenlerin gözünde hiçbir anlamları kalmasa bile, sorgulanmaz, çözümlenmez, diyalektik olmayan bir şekilde varsayılmış olarak kalırlar.

Kantçı buyruğun aksine, kültür endüstrisinin kategorik buyruğu artık özgürlükle hiçbir ortak yana sahip değildir. Şöyle der: Neye uyacağınız belirtilmemiş olsa dahi uyacaksınız; gücüne ve her an her yerdeliğine bir refleks olarak, herkesin, öyle ya da böyle düşündüğü şeye, öyle ya da böyle varolana uyum sağlayacaksınız.

Kültür endüstrisinin ideolojisi o kadar güçlüdür ki bilincin yerini uygitsincilik almıştır. Kültür endüstrisinden fışkıran düzen hiçbir zaman olduğunu iddia ettiği şeyle ya da insanların gerçek çıkarlarıyla karşı karşıya konmaz. Düzen kendi başına iyi değildir. Ancak iyi bir düzen iyi olabilir. Kültür endüstrisinin bunu bilmezden gelmesi ve düzeni kendi başına göklere çıkarması, aktardığı mesajların yetersizliğini ve yanlışlığını da beraberinde getirir. Kafası karışmışlara yol gösterme iddiasıyla onları aldatarak mevcut çatışmaların yerine sahte çatışmalar koyar.

Onların çatışmalarını sadece görünüşte, gerçek yaşamlarında çok zor uygulanabilecek biçimlerde çözer. Kültür endüstrisinin ürünlerinde insanlar ancak zarar görmeden kurtulacaklarsa başları derde girer ve genelde onları kurtaran da hayırsever bir kolektifin temsilcileri olur; ondan sonra boş bir ahenk oluşur, daha başlangıçta çıkarıyla taleplerinin uzlaşmaz olduğu anlaşılan çoğunlukla uzlaştırılır. Kültür endüstrisi bu amaçla, kavramsal olmayan alanlarda bile formüller geliştirmiş ve örneğin hafif müziği ortaya çıkarmıştır. Burada da insan bir karmaşaya düşer, ritmik sorunlar yaşar ve bu sorunlar anında basit bir temponun zaferiyle çözülür gider.

Fakat kültür endüstrisinin savunucuları bile insanlar için nesnel ve asıl olarak yanlış olanın, aynı zamanda öznel anlamda iyi ve doğru olamayacağı konusunda Platon'a karşı çıkamazlar. Kültür endüstrisinin uydurmaları ne mutlu bir hayatın, ne de ahlaki sorumluluğa götüren yeni bir sanatın rehberi olabilir, onlar ancak, büyük çıkar çevreleri tarafından çizilen çizgiden çıkmamaları için insanlara öğüt vermeye yarayabilir. Yaygınlaştırmaya çalıştığı uzlaşma görünmez, şeffaf olmayan bir yetkeyi güçlendirir.

Kültür endüstrisi asıl anlamı ve mantığı değil de faydası bakımından, gerçeklikteki konumu ve ortada bulunan iddiaları açısından değerlendirilecek olursa; dikkatler onun daima başvurduğu fayda konusuna yöneltilecek olursa, yapacağı etkinin potansiyelinin iki kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Ama bu potansiyel, gücün yoğunlaşması sayesinde, çağdaş toplumun güçsüz bireylerinin mahkûm olduğu tanıtım ve insan zayıflıklarının sömürülmesinde yatar. Bu bireylerin bilinci daha da geriler. Bazı alaycı ABD'li film yapımcılarının on bir yaşındakileri de göz önüne alarak film çekmek durumunda olduklarını söylemeleri bir rastlantı değil. Ellerinde olsaydı, böyle yaparak yetişkinleri de on bir yaşına indirmek için canlarını verebilirlerdi.

Kültür endüstrisinin tekil bir ürününün geriletici etkilerini açıkça ortaya koyan sağlam bir araştırmanın henüz yapılmadığı doğrudur. Ancak, yaratıcı düşünmeyle düzenlenen bir araştırmanın, sermaye gruplarının rahatını kaçıracak sonuçlara ulaşacağına hiç kuşku yok. Ne olursa olsun, damlayan suyun zamanla taşı deleceğini tereddüt etmeden söyleyebiliriz, özellikle de kitleleri saran kültür endüstrisi sisteminin, sapmalara giderek daha az hoşgörü gösterdiğini ve hiç durmadan aynı davranış kalıpları üzerinden hareket ettiğini düşünecek olursak.

Ancak ve ancak bilinçaltının derinliklerindeki güvensizlik, sanatla görgül gerçeklik arasındaki farkın kitlelerin ruhsal doğasındaki son kalıntısı, neden uzun zamandır dünyayı kültür endüstrisi tarafından kurulduğu biçimiyle algılamadıklarını ve kabullenmediklerini açıklayabilir. Kültür endüstrisinin verdiği mesajlar iddia edildiği kadar zararsız olsa bile –ki pek çok durumda zararlı oldukları açıktır, örneğin aydınları tipik karakterlerle temsil ederek onlara yönelik antipropagandaya katkı sağlayan filmler– bu mesajlarla öne çıkardığı görüşlerin zararlı olduğu açıktır. Bir astrolog herhangi bir günde okuyucularına dikkatli araba kullanmalarını tavsiye ederse, bunun gerçekten de kimseye zararı olmaz, fakat bunun altında yatan, her gün geçerli olan ve tam da bu yüzden belli bir günde özellikle tekrarlanması aptalca görünen bir tavsiyenin doğrulanması için yıldızlara bakmak gerektiği gibi sersemletici bir fikir, alabildiğine zararlıdır.

İnsanın bağımlılaşması ve köleleşmesi, yani kültür endüstrisinin yok edici etkisi, ABD'de yapılan bir programda halktan bir kişinin, insanlar ünlü karakterleri taklit ederlerse çağımız sorunlarının yok olacağı yönündeki görüşünden daha iyi bir biçimde tarif edilemezdi. Kültür endüstrisi, ikiyüzlüce önüne geçtiği mutluluktan insanları uzaklaştırmak için aldatıcı bir memnuniyet duygusunu devreye sokmakta, dünyanın tam da kültür endüstrisinin istediği gibi olduğu fikriyle bir refah havası yaratmaktadır.

Kültür endüstrisinin asıl etkisi aydınlanma karşıtlığında kendini göstermektedir ve doğa üstündeki gittikçe artan teknik egemenlik olarak aydınlanma, Horkheimer'la benim daha önce de yazdığımız gibi, kitleleri aldatma haline gelmekte, bilinci zincire vurma yöntemine dönüşmektedir. Kendi başlarına bilinçli olarak yargılayan ve karar veren özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önünde bir engel olarak durmaktadır. Böyle bireyler, güçlenmek ve gelişmek için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik toplumun olmazsa olmaz önkoşuludur.

Eğer kitleler sırf kitlelere dönüştükleri için hakir görülüyorsa, şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, onları kitlelere dönüştürüp küçük düşürme, devrin üretim güçleri ne kadarına izin veriyorsa o kadar olgunlaşmalarını sağlamak için, özgürleşmelerini engelleme konusunda kültür endüstrisinin rolü çok büyüktür.


Kaynak: Cogito Sayı: 36 Yaz 2003

1 - 2 - 3

Altrüizm, Kant ve Rasyonelizasyon

Ayn Rand

Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa, emin olabilirsiniz ki karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir “ideal” değil, bir rasyonelizasyondur.

Modern tarihte Kant’ın felsefesi, her tür temel felsefi kötülüğün sistematik bir rasyonelizasyonudur. Kant’ın sırf “görünüşler”den ibaret bir “fenomensel” dünya olarak kabul ettiği bu dünyayı, metafiziken aşağı ilan etmesi; realiteye karşı duyulan bir nefretin rasyonelizasyonudur.Aklın realiteyi algılamaya muktedir olmadığı, sadece “görünüşler”le uğraşabildiği nosyonu, akla karşı duyulan nefretin rasyonelizasyonudur; bu nosyon aynı zamanda, çok derin bir epistemolojik egaliteryenizmin rasyonelizasyonudur: Kant realiteyi, “idealist” rüya erbabının etrafında nafile uğraşlarda bulundukları ıvır zıvıra eşit bir statüye indirger: Realitedeki aklı, bu tür insanların zihni durumuna eşit bir statüye indirger. “Numensel” dünyanın yani, hakkında duyum yapılmayan, deney yapılmayan, fakat yinede her nasılsa var olduğu iddia edilen ve içinde “başlı başına şeyler”i bulunduran uyduruk dünyanın metafizik üstünlüğü ise, duyguların üstünlüğünün rasyonelizasyonudur: yani, duyguların, bilinmezi bazı gayri-kabil-i-tarif araçlarla bilme gücüne sahip olduğu inancının rasyonelizasyonudur.

Şeylerin sadece insanın kendi bilincince algılanabildiğinden, başka hiçbir tür bilinçce algılanamadığından şikayet, bugüne kadar yazılı olarak itiraf edilmiş, en derin tip sosyal metafizikçilik rasyonelizasyonudur.Bu davranışları hakkında sürekli olarak başkalarının ne düşündüğü endişesi altında işkence çeken ve hangi başkalarına uyması gerektiği konusunda kaldığı kararsızlıkla ıstırabı ağırlaşan bir insanın iniltisidir.Hiçbir bilinçce işlenmemiş, “başlı başına şeyler” algılama arzusu, otomatik bilgilenme arzusunun, Alim-i Mutlak olma arzusunun, bilgilenme gayretinden ve sorumluluğundan kaçma arzusunun rasyonelizasyonudur. “Görev”in başlı başına bir ahlak emri haline getirilmesi, insanın kendisini, faydalananları belirsiz bir “görev” anlayışına feda etmesi gerektiği nosyonu; sizin maneviyatınızı kırıp ihtiraslarınızı, başarılarınızı, kendinize saygı ve güveninizi, yeryüzündeki hayattan zevk alma kapasitenizi terkettirmekten duyduğu sadistçe zevkin iğrenç ifadesiyle size göz kırpan yobaz, münzevi bir keşiş imajının rasyonelizasyonudur. Vs. Bunlar Kant felsefesinin bazı ana hatları.

Şunu gözlemlemek mümkün: Felsefe tarihi, fikirlerin birey bir insanın zihnindeki işleyişinin yavaş çekimle, makrokozmik bir perdede yeniden üretilmesinden ibarettir.Yanlış öncülleri kabul etmiş bir insan onları bir gün reddetmekte serbesttir; ama bunu yapana kadar, bu öncüller zihninde sessiz kalmazlar; kendi bilinçli katılımı olmasa da, gelişip nihai sonuçlarına varırlar.Benzer bir süreç kültürde de meydana gelir: Eğer etkili bir filozofun yanlış öncülleri çürütülmezse; takipçilerinden oluşan nesiller - kültürün bilinçaltı olarak davranarak- o öncülleri nihai sonuçlarına götürürler.

Kant (“kategoriler”in kollektif olarak “fenomensel” bir dünya yaratması olarak) objektif yerine kollektifi ikame ettikten sonra, bir sonraki adım Hegel’in felsefesi oldu ki; bu felsefe sübjektivizmin rasyonelizasyonudur; “fenomensel” yani maddi dünyada mutlak bir devletin kaba kuvvetini tesis etmek suretiyle, “numensel” yani gayri maddi bir dünya yaratacak hırslı bir elitin iktidar şehvetinin rasyonelizasyonudur. O elitin dışındakilerin böyle bir geleceğe itaat etmesine veya onu kabul etmesine pek güvenilemeyeceğinden , bir sonraki adım Pragmatizm oldu ki, bu felsefe, prensiplerden ve gelecekten kurtulmak isteyen somutla sınırlı , anın - menziliyle- sınırlı, anti- kavramsal zihniyetlerin rasyonelizasyonudur.

Bugün, Linguistik Analiz felsefesi vardır ki, bu felsefe, tek tek kelimeler üzerinde odaklanabilen fakat onları cümleler, paragraflar veya felsefi sistemler halinde bütünleştirmekten aciz olan, ama yine de filozof olmak isteyen insanların zihniyetlerinin rasyonelizasyonudur.Ve Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) felsefesi vardır ki, bu felsefe rasyonelizasyon kibarlığından dahi sarfı nazar ederek Kant’ı sek olarak alır ve duyguların bilinmez, anlaşılmaz, kavranmaz, mide bulandırıcı bir gayri-dünyadaki üstünlüğünü ilan eder.

Şunu gözlemleyin: Farklılıklarına rağmen, bütün bu felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonunun tek başına en zengin kaynağıdır.Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için sınırsız bir örgü sağlar. Altrüizm, Nazi Almanya’sındaki ve Sovyetler Birliği’ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş yağmacılığının; “kamu yararına” hizmet etmeye çalışan politikacıların iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşcılarınca sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin rasyonelizasyonu olmuştur.

Felsefi rasyonelizasyonların ortaya çıkarılması her zaman kolay olmaz.Bazıları öyle karmaşıktır ki masum bir insan, içine düştüğü entelektüel kargaşada, söylenenlere kanıp felç olabilir. Modern felsefeyle ilk defa karşılaşan çoğu insan “Biliyorum ki bu söylenenler yanlış, ama bunu ispatlayamam.Burada bir şeyin yanlış olduğunu biliyorum, ama onu çözmek için zaman ve gayret sarfetmeyi gereksiz buluyorum” düşüncesiyle, bu felsefeyi bir kenara atıp ondan kaçmak hatasını işler.Böyle bir tavrın tehlikesi şuradadır: Kant’ın “kategoriler”ini ve onun “numensel” dünyasını filan unutmuş olabilirsiniz, ama bir gün müthiş bir seçim yapmak durumunun sizde yarattığı baskı altında, sorumluluktan kaçmak veya namussuzca bir karar vermek için baştan çıkmak üzere olduğunuz bir anda; içsel kuvvetinizin, kendinize güveninizin, cesaretinizin tamamına ihtiyacınız olduğu bir anda; kendinizi şunu söylerken bulursunuz: “Neyin doğru olduğunu nasıl bileceğim?Hiç kimse bunu bilmez. Hiç kimse, hiçbir şeyden emin olamaz.” İşte Kant’ ın sizden bütün istediği budur.

Kant gibi bir düşünür sizden, ona tam olarak inanmanızı istemez:Bütün istediği onu delil yetersizliğinden beraat ettirmenizdir.Bilir ki sizin kendi bilinçaltınız, O’ nun istediği şeyin gerisini tamamlayacaktır.Korktuğu şey sizin bilinçli zihninizdir.Teorilerinin anlamını bir kere kavradığınızda; bu teoriler parlak gün ışığında giyilmiş bir hortlak maskesi haline gelecekler ve sizi tehdit etme gücünü hemen yitireceklerdir.

Felsefi tahkikata girişecek bir insan “açık zihniyet” sahibi olunması gerektiğini tavsiye eden tehlikeli klişeyi terketmelidir. ”Açık zihniyet” çok müphem bir terimdir ve gerçekte bir anti kavramdır.Bu terim genellikle fikirlere objektif , önyargısız bir yaklaşım anlamında alınır, ama sürekli septisizme(şüpheciliğe) yani, hiçbir sağlam kanaate sahip olmamaya ve önerilen her şeye düşünülebilirlik, akla yatkınlık statüsü bahşetmeye bir çağrı olarak kullanılır. “Kapalı zihniyet” ise genellikle desteksiz varsayımlara, moda klişelere, kabilesel önyargılara, duygulara sıkı sıkıya sarılmış, fikirlerden, argümanlardan, olgulardan ve mantıktan etkilenmeyen bir insanın tavrı anlamında alınır. Fakat bu “kapalı” bir zihin değil pasif bir zihindir. Bu zihin düşünme veya yargılama pratiğini terketmiş (veya bu pratiği hiç kazanmamış) olduğundan herhangi bir şeyin nazarı itibare alması isteğini bir tehdit olarak gören zihindir.

Objektifliğin ve felsefi incelemenin önşartı “açık bir zihin” değil aktif bir zihindir.Fikirlerini incelemeye ama onları eleştirel olarak incelemeye muktedir ve buna içten istekli bir zihindir.

Aktif bir zihin, hakikate ve yalana eşit statü tanımaz; tarafsızlığın ve belirsizliğin oluşturduğu durağan bir boşlukta ebediyen gezinip durmaz; yargılama sorumluluğunu yüklenebilmiş olduğundan, gerekli gözlemlerini, araştırmalarını ve kavramlaştırmalarını yaparak sağlam kanaatlere varır ve onları muhafaza eder. Aktif bir zihin kanaatlerini ispatlamaya muktedir olduğundan kanaatlerini saldırılara karşı göğüslerken onlara sarsılmaz bir katiyet kazandırır.Kör inançlardan, yaklaşıklıklardan,kaçışlardan ve korkulardan oluşan hiçbir lekenin kirletmediği bir katiyet...

Aktif bir zihne sahip olursanız ( sağduyusal rasyonellikten yola çıkmış olduğunuzu varsayarak ) kanaatlerinize her meydan okuyuşun tabiatı üzerine yaptığınız tahkikatın kanaatlerinizi daha güçlendirdiğini; yanlış teorilerin bilinçli, akıllı bir süreç sonucu reddedilmesinin, doğru olanları daha sarihleştirmeye ve geliştirmeye yardımcı olduğunu ideolojik düşmanlarımızın, kendi iktidarsızlıklarını defalarca teşhir ederek sizi yenilmez kılacağını keşfedeceksiniz.

Mamafih; eski yanlışların her yeni türünü tahkik etmek için zihninizi ebediyen açık tutmak zorunda da değilsiniz. Keşfedeceksiniz ki bunlar, bazı felsefi aslilere yapılan saldırılardan ibarettir ve felsefedeki (dolayısıyla insanlık tarihindeki) bütün muazzam savaş, bu aslilerin savunulması veya tahribi etrafında ceryan eder.Verili bir teorinin bu asliler karşısındaki tavrını bir bakışta anlamayı öğreneceksiniz;çünkü hangi açıdan eski veya yeni olsun verili bir saldırırının çelişkilerden ve çalıntı kavramlardan oluştuğunu bileceksiniz(ve ispatlamaya muktedir olacaksınız).

Bu aslileri bir kere daha hatırlamakta yarar var. Fakat onları inanç olarak (veya yarı kavranmış yaklaşıklıklar ve boşlukta gezen soyutlamalar olarak) kabul ederek kestirmeden gitmeye teşebbüs etmeyin. Bu yol, temel bir çelişki olur ve bir yere götürmez.

Asliler şunlardır: Metafizikte Kimlik Kanunu; epistemolojide aklın üstünlüğünü;ahlakta rasyonel egoizm;politikada birey hakları (yani yeryüzünde henüz tam gerçekleşmemiş bir politik sistemi) ve estetikte metafizik değerler.

Bu aslilerin, sizin mutlaklarınız haline geldiği güne eriştiğiniz zaman; hayatınızdan ve yeryüzünden başka bir yer olmayan Cennet’ e girmiş olacaksınız. Hiç değilse psikolojik olarak girmiş olacaksınız ki; bu, oraya bir gün fiziken girebilmenizin bir ön şartıdır.

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 1

Felsefe târihi içinde felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler göreli olarak yakın bir zamandan beri sıklıkla dile getirilmekte. Acabâ gerçekten de Felsefe’nin sonu mu geldi? Bu soruya şöyle bir cevap arayalım; ancak öncelikle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin bu görüşlerine şöyle bir bakalım:

*

Bildiğim kadarıyla ilk defâ Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini savunmuştu. Hegel’e göre felsefenin asıl görevi hakîkatin ne olduğunu serimlemekti(!?). Hegel’in dilinde hakîkat mutlağın bilgisiydi. Mutlak ise bir süreçti, yaşamın kendisi; yâni o, sâbit bir şey değildi. Mutlağa dışarıdan bakan bir tanrı yoktu. Kendisi bir süreç olan mutlak, idenin tin olarak kendi bilincine varma süreciydi. Bu süreç ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir ve bu sistemde kullanılan kavramların birbirleri arasında belirli bir içsel zorunluluğun bulunması gerekirdi. Böylelikle bir kavramdan başka hangi kavrama geçildiği gösterilir ve bu sistemi oluşturmada kullanılan her bir kavramın hesâbı verilmiş olurdu.

İmdi Hegel’in sistemi kapalı bir sistemdir ve bu sisteme dışarıdan müdahâle eden bir unsur da yoktur. Bu sistemde yer alan tüm öğeler birer aşamadır ve Hegel bunları kullanarak hiçbir öğeyi ve ilkeyi dışta bırakmaksızın hakîkati serimlemeye çalışır. Bunu yaparken de her tek olayın nedenlerini veya sonuçlarını değil; her tek olayın olup bitmesini ve tam da o şekilde olup bitmesini sağlayan ilkeleri açıklamaya çalışır, bu ilkeler hakîkati serimleyen ilkelerdir.

Hegel’e göre hakîkati oluşturan her bir parçanın tek başına bir anlamı yoktur; parça ancak bütün içinde anlam kazanır ve böylelikle sistem bilimsel bir hâle gelir. Parça bütünden ayrı olarak ele alındığında kavranılmış olmaz. Bütünün kendisi organizmayı andıran kompleks bir yapıdadır. İmdi bütünden ayrı olarak ele alınan bir şey salt bir soyutlama olarak kalacaktır. Böylelikle felsefe hakîkatin iç gelişiminin açığa vurulmasını sağlar(!?) ki bu da sistem aracılığıyla nesnelerin düşüncede görülmesi demeye gelir(!?). Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir ve mutlağın ne olduğunu kavramaya ve ortaya koymaya çalışır(!?).

İmdi felsefe ile bilim koparılamaz bir ilgi içindedir: Hegel’in dilinde felsefe bir bilimdir; bütün bilimlerin üzerinde bir bilim. Bilim de kavramları kapalı bir şekilde zorunluluk ilişkileri içinde açıklama işidir(!?). Kavramlar arasındaki içsel zorunluluk sistem kurmaya olanak tanır ve sistem kavramlar arasındaki bağlantıları ortaya koyarak olan bitenin dayandığı ilkeleri açıklar. (Mantık Bilimi 17. önerme) Felsefenin bu açıklamayı yapması vârolanı kavramasıyla mümkündür ve Hegel’in dilinde vârolan akıldır(!?). Hegel’e göre ancak bunun kavranılmasının ardından mutlağın bilgisi ortaya konabilir ve Hegel salt kendi sisteminde bu bilginin ortaya konabileceğine inanır; hakîkati ortaya koyduğunu, felsefeyi içinde bulunduğunu düşündüğü çöküşten kurtardığını(!?) ve “felsefesi”yle kendinden önceki filozofları aştığını savunur.

Böylelikle Hegel kendi sistemiyle her türlü gelişimin yasasını ortaya koyduğunu iddiâ eder, bundan sonra artık ortaya yeni bir yasa konmayacak olduğunu belirterek kendisinden sonraki dönemlerde ancak bu yasalar arasındaki ilişkilerin kullanılmasıyla onlara bir dizi önemsiz eklenti yapılacağını ve onlar arasındaki ilişkilerin ancak daha detaylı bir serimlemesinin gerçekleştirileceğini savunur.

*

On dokuzuncu yüzyılda Hegel sonrası dönemde, felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler kimi zaman düşük kimi zaman da yüksek bir sesle dile getirildi. Söz gelişi Marks ile Engels felsefenin teorik sorunlarla uğraşmak yerine salt pratik sorunlarla uğraşması gerektiği görüşünü bayraklarken Batı felsefesi târihinin bu geleneksel uğraşısını sona erdirmeyi amaçlamışlardı. Nietzsche ise bu geleneğin hemen tüm filozoflarına savaş açmış ve “çekiçle felsefe yapmak” mottosu altında bu geleneği yıkarak bunun sonunu getirmeye çalışmıştı.

*

Almanya’da bunlar olup biterken Fransa’da da felsefenin sonunun geldiğini yollu görüşler ileri sürenler vardı: Comte’a göre hem insan zihni hem de târih zorunluklu olarak üç hâl yasasına göre işliyordu; nitekim bu yasa içinde zorunluklu olarak aşılması gereken üç aşama vardı, bu aşamalar: teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşama. Teolojik aşamada, tüm olup bitenler tanrısal nedenlere dayandırılırdı. Metafizik aşamada ise bunlar metafizik kavramlarla(!?) açıklanmaya çalışılırdı. Bu iki aşamada da olguların dayandığı ilk nedenler araştırılır; ancak pozitif aşamada ise bu ilk nedenlere ulaşma arzusu bir tarafa bırakılır ve salt olgular arasındaki ilişkilerle uğraşılırdı.

İmdi Comte’a göre insanlık artık pozitif aşamada yaşamaktadır. Bu aşamada artık anlaşılmıştır ki doğada ancak yasalar vardır ve doğayı konu edinen bilimlerde ilk nedenler arayışına girişmek saçmadır, bu yapılsa bile zâten bilinemez. Önermeler ancak olgulara göndermede bulunduğunda anlamlıdır ve ancak bu ilişkiler bilinebilir. (bkz: Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları; syf: 32-59) Böylelikle Comte’un bu empirist tavrı felsefenin tâ öteden beri ilk nedenlerle uğraştığını düşünmesi nedeniyle onu da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmeye götürür. Comte’a göre artık geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı, onun yerine bilimlerle ilgilenilmeli ve tüm bilimler de pozitif bilimler temelinde ele alınmalıdır(!?).

*

Almanya ve Fransa’da bunlar olup biterken İngiltere ve Amerika’da ise şu gelişmeler ortaya çıkar: Comte’un bu empirist tavrını Mill oldukça yerinde bulur ve bu tavır üzerine yeni bir bilimsel(!?) uğraş geliştirir: psikolojinin henüz emekleme dönemlerinde Mill bu empirist tavırla deneysel psikolojinin kurulmasını sağlar. Bu bilim başka her türlü etkinliğe bir temel oluşturacak(!?) ve geleneksel felsefenin(!?) de sonunu getirecekti(!?).

İngiltere’de Mill’in bu empirist tavrı yeniden gündeme getirmesi Amerika’da Peirce ve James’te ise geleneksel felsefeye(!?) ilişkin çok ciddî bir eleştiri ortaya çıkarttı: Peirce’a göre bir kavramın anlamı o kavramın uygulamadaki etkileriyle anlaşılır ki bunu sağlayan yöntem pragmacı yöntemdir. Bir kavramın anlamını anlayabilmek için onun olgular arasında kurulacak hangi ilişkiye en iyi uyduğunu belirtmemiz gerekir. Belirli bir nesneye yönelen herhangi bir düşünceye açıklık kazandırabilmek için de yine o nesnenin uygulamada ne gibi etkileri olduğunu, ondan ne gibi duyumlar elde edinilebileceğini ve ona ne gibi tepkiler göstermeye hazır olduğumuzu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla kavramların anlamlarını anlamak için belirli bir sezgiyle iş görmek veya kavramsal çözümleme yapmak yersiz ve yanlıştır. Bir kavramın uygulamadaki etkilerine bakılarak anlamı tespit edilemiyorsa şâyet o kavram anlamsızdır. Geleneksel felsefe(!?) bu anlamsız kavramlarla doludur ve bunlar bir tarafa bırakılmalıdır. (bkz: Celâl Türer, Charles S. Peirce’ün Pragmatik Felsefesi; syf: 31-93)

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 2

James ise pragmacılığı doğruluk sorunuyla ilgisinde düşünür ve yeni bir doğruluk ölçütü ortaya koyar. Bu ölçüte göre doğruluk nesnelere ilişkin bir özellik değildir, o elâstikîdir ve bizim doğrulukla ilgilenmemizin nedeni de bize sağladığı faydadan gelir. Geleneksel felsefedeki(!?) metafizik tartışmalar(!?) ise hiçbir fayda sağlamaz(!?); imdi bunlar bir tarafa bırakılmalıdır(!?). Bu yöntemle, metafizik tartışmalara(!?) yol açan kavramların pratik sonuçlarına bakıldığında şâyet uygulamada bir değişiklik ortaya çıkarmıyorlarsa bir ve aynı oldukları anlaşılacaktır. Hem üstelik pratik sonuçları hesâba katılarak düşünüldüğünde birçok felsefe tartışmasının(!?) boş olduğu(!?) da ortaya çıkacaktır(!?).

İmdi James’e göre felsefenin görevi olgularda herhangi bir değişiklik yaratmayacak şu ya da bu görüşü ortaya atmak değil; şu ya da bu görüşün doğru diye kabûl edilmesi hâlinde kişilerin yaşamlarında ne gibi değişikliklerle karşılaşacaklarını açığa çıkartmaktır. Nitekim bu yöntemi kullananlar bâzı filozofların bir yığın köklü alışkanlıklarına sırtını çevirecektir(!?); söz gelişi birtakım aşırı soyutlamalar yapmak, empirik bakımdan yetersizlik taşıyan sözcüksel çözümlemelere girişmek, a priori nedenler öğretileri geliştirmek, keyfî ilkelerle örüntülenmiş serimlemeler yapmak, kapalı sistem kurmaya çalışmak, herşeyin mutlak olanının kaynağını bulmuş gibi görünmek bunlardan birkaçı.

James’e göre bu yöntemle herhangi bir özel sonuca varılmaz; adı üstünde bu bir yöntemdir zâten. Bu yöntemin asıl önemi ise felsefenin doğal yapısını(!?) büyük oranda değiştirmesinden gelir(!?). İmdi bu yöntemle iş görüldüğünde artık bilim ile metafizik yakınlaşacak ve elele çalışacaktır. Böylelikle geleneksel felsefenin(!?) de ipi çekilecektir. Metafiziğin son derece ilkel olan araştırma yöntemi; yâni birtakım kavramları fetiş hâline getirip onlara dayanan kapalı araştırma yöntemi de terk edilecektir. Metafizikte fetiş hâline getirilen kavramlar; örneğin tanrı, madde, us, mutlak vb. kavramlar filozofların büyülü sözcükleriydi(!?). Filozoflar onlara bir kez sâhip olduklarında sanki tüm evrenin kendisine de sâhip olabileceklerine inanıyordu(!?). Oysa ki pragmacı yöntem göstermektedir ki bunların uygulamada neye karşılık geldiği belirlenemediği için herhangi bir anlamı yoktur(!?). (bkz: James, Pragmacılığın Anlamı; syf: 91-107)

*

Mill’den Peirce ve James’e, onlardan da Wittgenstein ve bâzı müritlerine geçen bu empirist tavır yirminci yüzyılın ilk yarısından biraz önce Viyana Okulunun da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmesine neden oldu. Nitekim bu okula göre de Wittgenstein, Tractatus’ta felsefe sorunlarının(!?) anlamsız olduğunu(!?) göstermiş(!?), belirli bir etkinlik olarak felsefenin vârolmaya devâm etmesinin olanaklı koşulunu bu etkinliğin mantıksal çözümleme olmasına bağlamıştı:

Wittgenstein, Tractatus’ta dilin doğasını ve vârolma koşulunu, bu çerçeve içinde de felsefe sorunlarını(!?) dert ediniyordu. Bu sorunların gerçek kaynağını göstererek(!?) aşılmasını sağlamaya çalışıyor(!?), geleneksel felsefenin(!?) sonunu getiriyordu(!?). İmdi Wittgenstein’a göre felsefe sorunları(!?) dilin mantığının yanlış kullanılmasından kaynaklanıyordu(!?). Wittgenstein düşüncelerin dile getirilişine sınır çizmeye çalışıyor, hakkında konuşulamayanın konusunda susmayı öğütlüyordu. (bkz: Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus; Önsöz, syf: 9-11) Ancak kendisi tüm kitap boyunca hakkında konuşulamayanın konusunda konuşarak “metafizik” yapıyordu. Ne var ki ona göre bu bir istisnâydı: Tractatus’u üzerine çıkıldıktan sonra bir tarafa atılması gereken bir merdivene benzetiyor, dünyânın doğru bir biçimde görülmesinin olanaklı tek koşulunun bu merdivenin üzerine çıkılıp onun devrilmesinde yattığına inanıyordu. (Tractatus 6.54) Bu aynı zamanda da felsefenin sonuydu.

Tractatus’ta ortaya koyduklarına bakılırsa dünyâ içinde herşey nasılsa öyledir (Tractatus 1); imdi olması gereken diye bir şey yoktur, gerekir’li önermeler aşkındır; olması gereken betimlenemez. Dolayısıyla etik ve estetik aşkındır. Metafizik önermeler(!?) aşkın olmalarından ötürü anlamsızdır. Nitekim düşünceler olguların resmidir, olması gerekenlerin değil. İmdi düşünce olguların mantıksal tasarımıdır ve mantıksız hiçbir şey düşünemeyiz. Bu nedenle Wittgenstein’ın dilinde mantık düşünmenin veya dilin dayandığı formları imler, mantık bir öğreti değil; dünyânın bir ayna tasarımıdır. (Tractatus 6.13) Mantığın sınırları dünyânın sınırıdır, mantık dünyâyı doldurur. Böylelikle Wittgenstein, Tractatus’ta “dil temeline dayanan bir ontoloji yapar; yâni o, ontos ile varlık ile logos’u bir araya getirir. Wittgenstein’ın mantığı dünyâya ilgisiz bir şey değil, tersine o dünyâyı sımsıkı sarar, tıpkı Herakleitos’un “logos”u gibi.” (Ömer Nâci Soykan, Felsefe ve Dil; syf: 40) İmdi bu mantık anlayışı onu mantığın sınırları olduğunu düşündürmeye zorlar: aksi taktirde hiçbir şeyin mantıksız olmayacağına inanır. Bunu anlamak için gerekli deneyimi de birşeyin böyle böyle olduğunun değil; olduğunun deneyimi olduğunu düşünür ve bunun gerçekte bir deneyim olmadığına inanır, mantığın bütün deneyimlerden önce geldiğini savunur; ne var ki bu, mantığın dünyâdan önce olduğu anlamına gelmez: dünyâ var ve mantık var.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 3

Wittgenstein’ın dil ile dünyâ arasında kurduğu bu ilişki ona felsefenin tâ öteden beri ortaya koyduğunu düşündüğü metafizik önermeler(!?) karşısında susmak gerektiğini söyletir: Wittgenstein’ın dilinde felsefe bir öğreti değil; bir etkinliktir, amacı: önermelerin mantıksal çözümlemesini yaparak onları açık bir hâle getirmektir; imdi bir felsefe yapıtında salt bu tür çözümlemelerle karşılaşmamız gerekir; nitekim bu etkinlik bulanık ve kaypak dile getirilişleri sınırlandırır, onlara bir sınır çizer (Tractatus 4.112). Geleneksel felsefe(!?) metinlerinde karşılaşılan metafizik önermeler(!?) anlamsızdır. Bu anlamsızlık onların “saçma sapan” oluşlarından değil; belirli bir olgu bağlamına karşılık gelmemesinden ve bu nedenle şu ya da bu şekilde doğru ya da yanlış değerini taşıyamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla etik ve estetik alanlarında ortaya konanların tamâmı anlamsızdır ve bu konularda susmak gerekir. (Tractatus 7)

*

Bu adımdan sonra yapılacak olan şeyi de müritleri Ayer ile Reichenbach ortaya koyar: felsefe yapıtları ateşe atılıp yakılmalıdır(!?): Wittgenstein’ın önde gelen müritlerinden biri olan Ayer mantıksal olguculuğu Dil, Doğruluk ve Mantık’la İngiltere’ye taşır. Ayer de tıpkı Wittgenstein gibi felsefeyi mantıksal çözümleme etkinliği olarak görür(!?); ancak ona özel bir görev yükler: Ayer’in dilinde felsefe yapmak bilimin içine karışmış olan bilim dışı öğeleri dışarıya atmak(!?) ve bilimler içindeki tutarsızlıkları ortadan kaldırmaktır(!?) ki buna daha sonraları bilimsel felsefe diyeceklerdi. İmdi Ayer’e göre filozofların geleneksel tartışmaları verimsiz ve gereksizdir(!?) ve bunu da mantıksal çözümleme yöntemi gösterir(!?). Nitekim bunlara bir son vermenin en sağlam yolu felsefî araştırmaların özünü; yâni mantıksal çözümleme yöntemini(!?) ortaya koymaktan geçer(!?). (bkz: Ayer, Dil, Doğruluk ve Mantık; syf: 11)

Böylelikle Ayer felsefî önermelerin(!?) olgusal değil; ancak dilsel önermeler olduğunu; yâni tanımları ya da tanımların biçimsel sonuçlarını serimlediğini(!?) iddiâ ederek mantığın felsefenin aracı değil; felsefenin mantığın bir bölümü olduğunu savunur (syf: 34-5). Bu bölüm Ayer’in gözünde o kadar önemlidir ki bunun ihmâl edilmesi durumunda tıpkı metafizikçiler gibi dilbilgisi kurallarına aldanılacağını ve bir dizi yanlış uslamlamaya gidileceğini(!?) düşünür; başka deyişle metafizikçiler de aslında anlamsız şeyler yazmayı kasıtlı olarak seçmemiş(!?); ancak bu öneme dikkat etmedikleri için(!?) bir dizi uslamlama yanlışı yapmış(!?) (syf: 23). Oysa ki Ayer bu tür yanlışlardan(!?) sakınıldığında(!?) felsefenin amacının metafizik dedüktif bir dizge kurmak olmadığının gün yüzüne çıkacağına inanır (syf: 24).

İmdi Ayer’e göre felsefe; yâni mantıksal çözümleme yöntemi(!?) felsefî sorunları(!?) çözümleyip hangilerinin gerçek bir sorun hangilerinin de sözde sorun olduğunu göstermede onsuz olunmaz bir öneme sâhiptir(!?).

Reichenbach ise Bilimsel Felsefenin Doğuşu’na Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nden alıntı yaparak başlar ve geleneksel felsefenin(!?) tüm sorunlarına ve açmazlarına işâret ederek(!?) bilimsel felsefenin doğuşuyla birlikte geleneksel felsefenin(!?) de artık sonunun geldiğini iddiâ eder: imdi Reichenbach’a göre tâ Platon’dan Kant’a kadar uzanan rasyonalist felsefenin dayanakları on sekizinci yüzyıldan îtîbâren yıkılmıştır; nitekim rasyonalist filozof, argümanını iki bin yıl süresince su götürmez doğru sayılan geometrinin belli bir yorumu üzerine kurdu: bu yorum geometriyi hem saf aklın bir ürünü hem de fizik dünyâyı betimleyici saymadır. Oysa ki on sekizinci yüzyıldan sonra bilimler hızla ilerlemiş(!?) ve mutlak sayılan doğruların aslında hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmıştır. İmdi geometri ve fizik alanında a priori akılyürütmelerle gerçekleştirilen kavrayışlara yer yoktur ve bu temeller model alınarak felsefede hiçbir şey yapılamaz. (bkz: Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu; syf: 98-110) Bu bakımdan geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı ve mantıksal çözümleme etkinliği olarak bu felsefeyle iş görülmelidir(!?). Bu yolla karmaşık dile getirişlerin mantık bakımından çözümlemesi hatâ payı en aza indirgenerek gerçekleştirilecek ve böylelikle bilimsel sorunların hem dile getirilmesi hem de belirli bir çözüme bağlanması olanaklı olduğu ölçüde en büyük başarıyla sağlanacaktır. (syf: 164)

*

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında post-modernizmin yükselişe geçmesiyle birlikte bu konuda sürdürülegelen tartışmalara da yeni bir boyut kazandırıldı: Kıtâ Avrupa’da iki dünyâ savaşının ve yükselen ırkçılığın etkisiyle büyük bunalımlar ortaya çıktı; bunlar dolayımsız olarak entellektüel alanlara da sıçradı. Kant gibi bir filozofu ortaya çıkartan Almanların Yahudilere yaptıkları, Aydınlanma’nın o üç idesinin (eşitlik-özgürlük-kardeşlik) ayaklar altına alınmasına neden olmuş ve dolayısıyla Aydınlanma’nın sunduğu insan modelini geçersiz kılmıştı. Bu dönemlerde yaşamın boşunalığı, yalnızlığın kaçınılmazlığı vb. görüşler gittikçe yayılıyor, şu “fırlatılmışlık felsefesi” yaygınlık kazanıyordu. İşte böyle bir artalanda Fransız post-yapısalcıları da yıkılan ideâllerin sunduğu modelleri alt üst etmek için iş başına geçti. Geleneksel felsefenin(!?) sonunu ilân etme işi de bu kez onlara düştü(!?).

Bu dönemlerde adı en fazla ön plâna çıka(rtıla)n filozof kuşkusuz Derrida’ydı. Kendisi yeni bir dil ve anlam kuramı ortaya koyarak geleneğin dil ve anlam kuramına bir dizi eleştiri yöneltti. Bu işi yaparken geleneksel felsefede(!?) kullanılan yöntemden farklı olarak edebiyat metinleri üzerinde çalışarak görüşlerini ortaya koydu, Saussure’dan etkilenerek bir göstergenin dâimâ başka bir göstereni gösterdiğini savundu ve göstergeler arasındaki bu bağın nedensiz bir bağ olduğunu iddiâ etti. Daha da ileri giderek gösteren ile gösterilen arasındaki ayrımı ortadan kaldırdı ve her bir şeyin aslında belirli bir gösterge olduğunu savundu. Böylelikle dil oyununu dinleyenin pasif olduğu bir oyundan çıkartıp aktif olduğu bir oyuna dönüştürdü, konuşana ve yazana verilen önemin de dinleyene ve okuyana verilmesi gerektiğini savundu.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 4

Böylelikle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin bu görüşlerini şöyle bir gözden geçirmiş olduk. İmdi bu görüşlerin yarattığı tartışmalardan ortaya çıkan sonuç şudur ki bu tartışmalara konu olan “felsefe”den hep farklı şeyler anlaşılıyor ve hep o anlaşılan şeyin sonunun geldiği iddiâ ediliyor. Şöyle ki:

Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini iddiâ ediyordu. Bundan sonra yapılacak bir şey kalmamıştı; çünkü felsefenin görevi hakîkati ortaya koymaktı, hakîkat mutlağın bilgisiydi ve Hegel mutlağın bilgisini ortaya koymuştu(!?). İmdi biz de felsefeden eğer Hegel’in anladığı şeyi anlarsak doğal olarak Felsefe’nin sonunun geldiğine îtirâz edemeyiz; ne var ki Felsefe gerçekten de Hegel’in anladığı türden bir etkinlik midir?

Marksistler teoria yerine praksisi koymakta bir an bile tereddüt etmezler. Bunu yaparken de felsefenin daha fazla politikleştirilmesini sağlamaya çalışırlar. Onlara göre felsefe yaşam karşısında ezik düşen insanların yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya çalışmalıdır, bunu yapacak olan şey de teoria değil; praksistir. Pekî ama içinde teorianın olmadığı bir Felsefe’nin bunları yapabilmesi gerçekten de mümkün müdür; hem üstelik teoriasız bir Felsefe olanaklı mıdır?

Comte’a göre de pozitif felsefe geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirecekti. Pozitif felsefe de üç hâl yasasının zorunlu bir sonucuydu, hem insan zihni hem de târih bu yasaya tâbi olduğu gibi düşün dünyâsında da yine bu yasa geçerliydi. Gerçekten de insanlık erken dönemlerden îtîbâren, tüm olup bitenleri açıklamak için teolojik nitelikte bir iş yapmış, sonra da “metafizik” nitelikte bir iş. Örneğin ilk çağlarda bu gibi açıklamalarda kullanılan tanrılar ilerleyen dönemlerde yerlerini arkhe, apeiron, logos vb. kavramlara bırakmış. Bu bakımdan Aydınlanma pozitif aşamayı imler; çünkü Hume’dan îtîbâren bu ilk nedenler arayışına bir son verildi. Ne var ki Aydınlanma’nın hemen ardından Alman İdealist Okulu tekrardan ilk nedenler arayışına girdi. Nitekim Fichte bu ilk nedeni mutlak ben’de, Schelling mutlak ayrımlaşmamışlıkta, Hegel ise mutlak tinde buldu. Dolayısıyla henüz Aydınlanma’nın hemen ardından Comte’un “metafizik aşaması”na geri dönüldü; bu bakımdan Comte’un bu ilerleme görüşü geçersiz kılınmış oluyor. Hem üstelik geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğine inandığı şu “pozitif felsefe”sinin dayandığı kabûllerin de birer mesnetsiz sav olduğu ortaya çıkıyor. Öte yandan bunlara dayanarak Felsefe’nin sonunun geldiğini iddiâ etmek ise düpedüz sofistik bir yanılsamadır.

James’in felsefe ve doğruluk sorunu hakkındaki görüşleri ise başlı başına bir sorun: her filozof önünde sonunda ortaya bir bilgi koyar ve kendisinden de bu bilginin hesâbını vermesi beklenir. Felsefe’de doğruluk hakkında en yaygın kabûl görmüş anlayış, hakkında belirli bir şey söylenen belirli bir nesne ile bu söylenenin uygunluğudur. Ben de bu doğruluk anlayışına katılmaktayım ve hem Felsefe’de hem de günlük hayatta söylenen bir şeyin doğru olup olmadığını sınamak için o şeyi hakkında olduğu nesneye geri götürdüğümüz -geri götürmemiz gerektiği- görüşündeyim. Söz gelişi bir kimse ‘cebimde 10 YTL var’ demiş olsun. Şu hâlde bu kimsenin söylediğinin doğru olup olmadığını sınamak için yapmamız gereken nedir? Tabiî ki cebine bakmaktır. Ne var ki bu örnek için James’i konuşturursak bize şunu der: ‘eğer o kişi cebinde 10 YTL olduğu düşüncesinden büyük bir haz alıyorsa bu durumda cebinde bu paranın gerçekten de olup olmadığının bir önemi yoktur.’ İmdi bu sakat düşüncenin nelere yol açabileceğini uzun uzadıya tartışmaya sanırım gerek yok. Ancak bu doğruluk anlayışının bırakınız geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğini(!?) savunmayı, bununla hiçbir konuda hiçbir iş yapılamaz.

Öte yandan James’e göre felsefenin görevi olgularda herhangi bir değişiklik yaratmayacak şu ya da bu görüşü ortaya atmak değil; şu ya da bu görüşün doğru diye kabûl edilmesi hâlinde kişilerin yaşamlarında ne gibi değişikliklerle karşılaşacaklarını açığa çıkartmaktı. Ne var ki bu tür bir iş yapmak niçin Felsefe’ye özgü bir iş olsun? Nitekim bir kimse geleneksel felsefede(!?) olduğu türden başka bir iş yapacak olursa ve bu işi yaparken, yaptığı işin adının felsefe olmasını istiyorsa şâyet ancak Felsefe’ye özgü bir iş yapmak durumundadır; yâni ancak filozofların yapabileceği türden bir iş. Fakat James’in felsefeye yüklediği ödevi yerine getirmek için hiç de filozof olmak gerekmiyor. Ancak burada asıl sorun: Felsefe’nin gerçekten de böyle bir görevi olup olmadığı sorunudur ki James’in bu soruya vereceği cevap da mesnetsiz kalmaya mahkûmdur; çünkü o zâten doğruluğun olanağını ortadan kaldırmaktadır. Hem üstelik sonunun geldiğini iddiâ ettiği felsefede(!?) kavram fetişizmi olduğu yollu görüşünü temellendirmesi istenseydi bu durumda James de nesneye geri dönmek durumunda kalırdı ki bu da onu kendi doğruluk anlayışının dışına sürüklerdi. İmdi bu da önemli bir çelişki.

Felsefenin aslında mantıksal çözümleme etkinliği olduğunu iddiâ edenlerin (Wittgenstein ve Viyana Okulu) ortaya koydukları da yine nesnesine uygun değil. Onlar da kafalarındaki “felsefe” tasarımını Felsefe’nin üzerine ödev olarak yüklüyor. Böyle yapmalarının bir nedenini şurada görebiliriz: bunların akıl hocası Russell’a göre felsefe bilimlerin dölyatağıdır. İmdi bilimler henüz olgunlaşmaya başlamadan önce felsefenin içindeydi, Yeni Çağ’la birlikte olgunlaşmaya başladıkça birer özerk disiplin hâline geldiler. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise bu kopuş süreci artık felsefeye âit hiçbir bilim bırakmadı. Oysa ki felsefeye ancak mantıksal çözümleme yöntemi âit olabilirdi; üstelik bu yöntem felsefeye âit olan aslî unsurdu; hattâ felsefenin kendisi. Nitekim felsefenin sonunun geldiği yollu görüş geleneksel felsefenin(!?) sonu olmak bakımından bu özerkleşme sürecinin sonunun geldiğini söylüyordu. Felsefe târihi boyunca yapılagelen spekülâtif argümantasyonlar(!?) da mantıksal çözümleme yöntemiyle süzgeçten geçirildiklerinde bunların aslında tamâmen keyfî çıkarımlara dayandığı görülecek ve onların yerine bilimsel düşünüş(!?) geçecekti. İmdi Russell’ın felsefeye âit kalan tek unsurun salt mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu savunması (da) Wittgenstein ve Viyana Okulu üzerinde derin etkiler yarattı. Ne var ki Russell’ın bu görüşünün bir kısmı târihsel bakımdan doğru olsa da bu görüş tam olarak doğru değildir: ilk çağlarda henüz Felsefe ile bilimler arasında herhangi bir ayrımlaşmanın ortaya çıkmamış olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Felsefe’ye âit olan tek unsurun ve hattâ Felsefe’nin kendisinin mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Felsefe yapmak deyimiyle karşılaştığımız her yerde şu ya da bu şekilde mantıksal çözümleme yöntemiyle yapılan bir işe rastlamayabilmekteyiz. İmdi bu durumda verdiği tanım realiteye uygun düşmemiş oluyor. Aslında Russell da bunun farkındaydı; ancak bu, onun için bir sorun değildi; çünkü şimdiye kadarki filozofların yaptığı iş zâten spekülâtif argümantasyonlar(!?) geliştirmekten başka bir şey değildi(!?) ve bunların artık bir tarafa bırakılmasının zamânı gelmişti(!?). Ne var ki bu da doğru değildir; çünkü Russell’ın felsefe yapmaktan ve dolayısıyla Felsefe’nin kendisinden anladığı şey zâten nesnesine uygun değildir. Kezâ aynı yanlışlar Ayer ve Reichenbach tarafından da yapılmıştır.

Fransız post-yapısalcılarının ortaya koydukları ise özellikle de dil felsefesi alanında bir dizi epistemolojik sorun yaratmakta ve bunları da uzun uzadıya ele almak lâzım. Ancak bu noktada şu kadarını söyleyeyim ki geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirmek(!?) Felsefe’nin sonunu getirmez. Hem üstelik geleneğin dil ve anlam kuramına karşı çıkıp da yerine ne getirdiklerine baktığımızda da yine bir dizi mesnetsiz görüşle karşılaşıyoruz.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 5

Sonuç: bu tartışmalarda Felsefe’nin aslında ne olduğu ve felsefe yapmak deyimiyle aslında ne kastedildiği hep gözden kaçırılmış ve bu nedenle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürülmüş. Oysa ki Felsefe’nin aslında ne olduğuna ve felsefe yapanların aslında ne yapmakta olduğuna baktığımızda şunu görürüz ki Felsefe bir nelik araştırması etkinliğidir. İmdi Felsefe’nin bir nelik araştırması etkinliği olduğundan başka türlü bir şey olduğunu iddiâ edenler bu iddiâlarını mesnetsiz kalmaya mahkûm edecektir. Nitekim elimize hangi Felsefe yapıtını alırsak alalım onda belki ilineksel olarak mantıksal çözümleme yöntemine (de) rastlayabiliriz; fakat onda temelde yapılan işin nelik araştırması olduğunu görmemiz gecikmez. İmdi örneğin Platon’un Politeia’sından Heidegger’in Varlık ve Zaman’ına varıncaya kadar tüm Felsefe yapıtları nelik araştırmalarıyla doludur. Nelik araştırması yapma işi filozof için; felsefî düşünme yöntemini seçenler için kaçınılmazdır. Çünkü hangi felsefî tartışma söz konusu olursa olsun bu tartışmada belirli bir çözüme ulaşılmak isteniyorsa şâyet bu tartışmaya konu olan objenin neliğine bakmak kaçınılmazdır ve filozof da bunun ayırdında olan kimsedir. Örneğin “Bilgi olanaklı mıdır, değil midir?” tartışmasında belirli bir çözüme ulaşmak için öncelikle bilginin neliğine bakmak gerekir. Veya örneğin “İnsan özgür müdür, değil midir?” tartışmasında belirli bir çözüme ulaşmak için de öncelikle insanın ve özgürlüğün neliğine bakmak gerekir. Dolayısıyla içinde felsefî tartışmaların yer aldığı yapıtların ortak özelliği: nelik araştırmaları içermeleridir. Bu saptama bize şunu gösterir ki aslında geleneksel felsefe diye bir şey yoktur; nitekim olamaz da. Bir yapıtta nelik araştırmaları ya yapılıyordur ya da yapılmıyordur. Bu bakımdan Platon’un Politeia’sı ile Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı arasında hiçbir fark yoktur; dolayısıyla Platon’u geleneksel felsefenin içinde Heidegger’i de modern felsefenin içinde tasnif etmenin haklı bir gerekçesi de yoktur.

İmdi felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenler eğer nesnesine uygun bir felsefe tanımıyla iş görmüş olsalardı bu ortaya koyduklarının ne kadar anlamsız olduğunu da göreceklerdi. Ancak bu noktada bana şöyle bir karşı çıkış yapılabilir: iki bin beş yüz yıldır neliği araştırılıp da ortaya konamamış bir şey kalmadı; yâni felsefenin sonunun gelmiş olması aslında “felsefe”den anlaşılan şeylerin sonunun gelmesinden değil; neliği araştırılacak bir objenin artık olmamasından kaynaklanıyor; nitekim Hegel’in de dediği gibi ‘güneşin altında söylenmedik bir şey yok’. Ne var ki bana böyle bir karşı çıkışta bulunabilecek olanlar şunu görememektedir: değişen çağların değişen ve başkalaşan yaşam koşulları Felsefe’de neliği araştırılacak olan objelerin de değişmesine neden olmaktadır. Örneğin Aristoteles’in terörün neliğine ilişkin bir görüşü (de) yoktur; nitekim terör ilk defâ Fransız Devriminin yarattığı toplumsal kargaşa ortamı içinde ortaya çıkan bir fenomendir. Öte yandan bugün îtîbârîyle terörün ne olduğu hakkında ortaya konanlar dialektik türden birçok aykırılık yaratmaktadır. İmdi bu aykırılıkların çözümlenmesi demek terörün neliğini dillendirmek demeye gelir ki bu da ancak Felsefe aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bu da şu anlama gelir: Felsefe’nin sonu; yâni felsefe tartışmalarının ve bu tartışmalara konu olan objelerin herhangi bir anlamda sonu gelmiş değildir. Nitekim ilerleyen çağlarda ortaya çıkabilecek bu gibi sorunlar karşısında bu gibi görevler her defâsında Felsefe’ye düşecektir. İşte bu tür farklılıklar Felsefe etkinliğine dinamiklik kazandırır. Bu nedenlerle şunu çok rahat bir biçimde söyleyebilirim: Felsefe’nin sonu geldi demek dünyâ üzerinde insan türünün sonu geldi demeye gelir. İnsanlık var olmaya devâm ettiği sürece Felsefe etkinliğinin sonu da gelmeyecektir.

İmdi bu söylediklerim ile felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin söyledikleri arasında ortaya çıkan dialektik aykırılıkların nedeni de felsefeden anladığımız şeylerin farklı olmasından kaynaklanıyor; aslına bakarsanız Felsefe’nin -birileri karşı çıksa da- bir nelik araştırması etkinliği olduğu gerçeğinin görülememesinden ve bu araştırmaların yapısı hakkında bilinenlerin eksik olmasından kaynaklanıyor.

***

KAYNAK: Gün Dönümü I; Amor Fati’den

1 - 2 - 3 - 4 - 5
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP