Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken - 1

Theodor Adorno

Çeviren: Bülent O. Doğan

Kültür endüstrisi terimi yanılmıyorsam ilk defa 1947'de, Amsterdam'da Horkheimer'la birlikte yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği'nde kullanıldı.

Müsveddelerde “kitle kültürü” terimini kullanmıştık. Fakat daha sonra, yandaşlarının işine gelecek yorumları dışarıda bırakmak amacıyla kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini kullanmayı uygun bulduk; ne de olsa onun, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu olduğunu ortaya atabilirler, onu popüler sanatın çağdaş formu sayabilirlerdi ki bu ikincisinin kültür endüstrisinden kesin olarak ayırt edilmesi gerekir. Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir.

Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur.

Binyıllardır ayrı duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Yüksek sanatın önemi, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük sanatın önemi de, (toplumsal denetim kusursuz olmadığı sürece) içinde barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayatılan medeni sınırlamalarla yok edilmektedir. Böylece, kültür endüstrisi yöneltilmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinçaltını yönlendiriyor olmasına rağmen, kitleler birincil değil, ikincil role düşerler ve hesaplanabilir nesneler, makinenin tali parçaları olurlar. Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil, aksine nesnedir. Özellikle kültür endüstrisi için biçimlendirilmiş olan kitle iletişim araçları terimi, vurguyu nispeten zararsız bir alana kaydırmakta çok işe yaramıştır. Gerçekte ne öncelikle kitlelerle, ne de iletişim tekniklerinin gelişimiyle bir ilgisi vardır, aksine onları dolduran ruhla, sahiplerinin sesiyle ilişkilidir. Kültür endüstrisi kitlelerle ilişkisini kötüye kullanarak, verili ve değişmez sayılan bir zihniyeti çoğaltmaya ve güçlendirmeye çalışır. Her ne kadar kültür endüstrisi kitlelere uyum sağlamadan varolamayacak olsa da, kitleler onun ölçütü değil ideolojisidir.

Brecht ve Suhrkamp'ın otuz yıl önce ifade ettiği gibi, endüstrinin kültürel malları, özgül içerikleri ve yapılarındaki uyuma göre değil, piyasada gerçekleşen değerlerine göre yönetilir. Tüm kültür endüstrisi pratiği, kâr güdüsünü dolaysız olarak kültürel formlara aktarır. Bu kültürel formlar piyasaya sürülen mallar olarak yaratıcılarının geçimini sağlamaya başladığından beri zaten bu niteliğe kısmen sahipti. Fakat o sırada kâr arayışı dolaylıydı, sanat eserinin bağımsız özünün ötesindeydi. Kültür endüstrisinde yeni olan, en tipik ürünlerindeki kesin ve iyi hesaplanmış faydanın dolaysız ve saklanmayan önceliğidir. Asla ve asla bütünüyle baskın çıkamayan ve daima çeşitli etkilerle biçimlenen sanat eserinin özerkliği, kültür endüstrisi tarafından, denetim mekanizmasının iradesi dahilinde ya da dışında, bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılır. Bu anlamda denetim mekanizması sadece iktidarı ellerinde bulunduranları değil, verilen talimatları yerine getirenleri de kapsar. Ekonomik terimlerle konuşacak olursak, bu güruh ekonomik anlamda en gelişmiş ülkelerde sermaye için yeni olanakların arayışı içindedir.

Eski olanaklar, kültür endüstrisini her yerde hazır ve nazır bir fenomen olarak mümkün kılan yoğunlaşma sürecinin sonucunda gittikçe daha güvenilmez bir hale gelmiştir. Gerçek anlamda kültür, yalnızca kendisini insanlara uydurmakla kalmıyor, bunu yaparken aynı anda içinde yaşadıkları taşlaşmış ilişkilere bir karşı koyuşla onları onurlandırıyordu.

Oysa bugün, kültür bu taşlaşmış ilişkilerin içinde çözünmüş ve onlarla bütünleşmiş olduğundan, insanlık onurunu bir kez daha yitirmiştir; kültür endüstrisinin tipik kültürel varlıkları artık diğer niteliklerinin yanında mal niteliğini taşımaz, bütünüyle mala dönüşmüştür. Bu niceliksel değişim o kadar etkilidir ki yepyeni bir fenomen ortaya çıkarmıştır.

Sonuçta, kültür endüstrisinin, kökeninde yatan kâr güdüsü ideolojisini dört bir yana saçmasına bile gerek kalmamıştır. Bizzat kâr güdüsü onun ideolojisinin nesnesi haline gelmiş ve her koşulda yerine getirilmesi gereken, kültürel malların satılma zorunluluğundan bile bağımsızlaşmıştır.

Kültür endüstrisi birer birer şirketlerden ya da satılabilir nesnelerden bağımsız olarak halkla ilişkilere, kendi başına “itibar” üretimine yönelmiştir. Böylelikle ortaya de facto bir uzlaşma, tüm dünya için üretilen reklamlar çıkmış ve kültür endüstrisinin her ürünü kendi kendisinin reklamı haline gelmiştir.

Yine de, edebiyatın bir mala dönüşme sürecine damgasını vuran karakteristikler korunmaktadır. Her şeyden önce, kültür endüstrisinin bir ontolojisi, örneğin onyedinci yüzyıl sonu ve onsekizinci yüzyıl başı ticari İngiliz romanlarından kolayca çıkarılabilecek tutucu nitelikte temel kategorilerden oluşan bir yapısı vardır. Kültür endüstrisinde ilerleme olarak gösterilen, sürekli yeni diye yüceltilen her şey, başsız-sonsuz bir aynılığı gizlemektedir; bu bağlamda değişimler, kültüre ilk egemen olduğu günden beri kâr güdüsü ne kadar değiştiyse o kadar değişmiş olan bir iskeleti maskelemektedir.

Bu nedenle, “endüstri” teriminin ilk anlamında alınmaması yerinde olur. Bu terim doğrudan doğruya üretim sürecini değil, kültürel malın standardizasyonunu –her sinema seyircisinin aşina olduğu Western filmlerinde olduğu gibi– ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesini anlatmak amacıyla kullanılmaktadır. Kültür endüstrisinin ana sektörü olan sinemada üretim süreci, geniş bir işbölümündeki, makine kullanımı ve –kültür endüstrisi içinde aktif olan sanatçılarla onu yönetenler arasındaki uzun süreli çatışmada ifadesini bulan– emekçilerin üretim araçlarından ayrılması vb teknik işleyiş tarzlarını anımsatsa da bireysel üretim formları yine de korunmaktadır. Her ürün bireysel bir hava taşır, bireyselliğin kendisi, bütünüyle şeyleştirilerek sunulan nesnenin dolaysızlıktan ve hayattan kaçıp saklanılacak bir sığınak olduğuna dair bir yanılsama yaratıldığı ölçüde, ideolojinin güçlendirilmesine yarar.

Her zaman olduğu gibi bugün de, kültür endüstrisi üçüncü kişilerin “hizmetindedir”, sermayenin gerileyen dolaşım süreçlerine ve varlık sebebi olan ticarete yakınlığını korur. İdeolojisi her şeyden çok bireysel sanattan ve onun ticari sömürüsünden ödünç alınmış yıldız sistemine dayanır. Kültür endüstrisinin işleyiş yöntemleri ve içeriği insani olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar gayretli ve başarılı bir şekilde, sözde yüce kişilikleri yaygınlaştırır ve başarıyla işgörür.

Bu terim teknolojik rasyonelleştirmeyle aktüel anlamda üretilen herhangi bir şey olarak değil, daha çok sosyolojik anlamda, herhangi bir şey üretilmediği zaman dahi –büro işlerinin rasyonelleştirilmesi gibi– endüstriyel örgütlenme formlarının ortaklaştırılması anlamında endüstriyeldir. Yine bu anlamda, kültür endüstrisinin yanlış yatırımları hatırı sayılır miktardadır ve yeni tekniklerin geliştirilmesiyle modası geçen sektörler krize girer, fakat bu yeni teknikler nadiren iyiye doğru değişimler getirir.

1 - 2 - 3

Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken - 2

Kültür endüstrisindeki teknik kavramı, sanat eserlerindeki teknikle sadece ad bakımından benzeşir. Sanat eserlerinde teknik, bizzat nesnenin iç örgütlenmesi, özgün içsel mantığıyla örgütlenmesiyle ilgilidir. Kültür endüstrisindeki teknik ise tam aksine, başlangıçtan itibaren dağıtım ve mekanik yeniden üretimle ilgilidir ve bu yüzden daima nesnesine dışsal kalır. Kültür endüstrisi, ürünlerinde içerilen tekniklerin potansiyellerinden özenle kendini koruduğu ölçüde ideolojik destek bulabilir.

Malların maddi üretiminde uygulanan aşırı sanatsal teknikten bir parazit gibi faydalanarak yaşar ve bunu yaparken işlevselliği tarafından ima edilen içsel sanatsal bütüne karşı yükümlülüğünü ihmal eder, estetik özerkliğin gerektirdiği biçimsel yasaları umursamaz. Kültür endüstrisinin fizyonomisi bir yanda verimliliği arttırıcı, fotografik katılık ve kesinliğin bir karışımından, öte yanda bireysel kalıntılar ve yine rasyonelleştirilip uyumlu kılınan romantizmden oluşur.

Benjamin'in geleneksel sanat eserini aura kavramıyla yani var olmayan bir şeyin varlığıyla gösterme anlayışını kabul edersek, kültür endüstrisini aura kavramının karşısına bir şey koymaması, onun yerine çürümekte olan aura'yı yoğun bir sis olarak korumasıyla tanımlayabiliriz. Kültür endüstrisi bu şekilde kendi ideolojik suçlarını ele verir.

Yakın geçmişte kültür araştırmacıları ve sosyologlar arasında kültür endüstrisinin küçümsenmesine karşı uyarılarda bulunma ve tüketici bilincinin gelişimindeki büyük önemine işaret etme alışkanlığı peyda oldu. Gerçekten de, kültürel seçkinciliğe kaçmamak, bu kavramı ciddiye almak gerekiyor. Kültür endüstrisi, günümüzde egemen olan anlayışın bir uğrağı olarak büyük önem taşır. İnsanların kafasına doldurduğu şeyleri şüpheyle karşılayıp onun etkisini görmezden gelmek nahiflik olacaktır. Ama yine de, onu ciddiye almamız yolundaki uyarıda aldatıcı bir parıltı vardır. Kültür endüstrisinin niteliği konusunda sorunlar ortaya atmak, doğruluğu ya da yanlışlığından bahsetmek, ürünlerinin estetik düzeyini sorgulamak gibi girişimler, toplumsal rolü nedeniyle engellenmekte ya da en azından bu sözde iletişim sosyologları tarafından dışlanmaktadır. Yapılan eleştiriler küstahça bir anlaşılmazlığa sığınmakla suçlanmaktadır. Ağır ağır, sezdirmeden artmakta olan önemin ikili doğasına dikkat çekmek ilk yapılacak iş olmalıdır. Sayısız insanın hayatına temas etse bile, bir şeyin işlevi onun tikel niteliğinin garantisi değildir. Estetiğin kendisiyle estetiğin artık iletişimsel yönlerini gelişigüzel karıştırmak, toplumsal bir fenomen olarak sanatı, sözde sanatsal züppeliğin karşısında haklı bir konuma değil, zararlı toplumsal sonuçlarının çeşitli savunma yollarına götürür. Kültür endüstrisinin kitlelerin ruhsal yapısındaki önemli rolü, hiç değilse kendini pragmatik gören bir bilim tarafından, onun nesnel meşruluğu ve özsel nitelikleri üzerine düşünülmesini gereksiz kılmaz. Tersine, tam da bu nedenle onlar üzerine düşünmek zorunludur.

Kültür endüstrisini sorgulanmamış rolü ölçüsünde ciddiye almak, onu alabildiğine ciddiye almak ve tekelci karakterini gözardı etme korkaklığına düşmemek demektir. Bu fenomenle uzlaşma ve hem çekincelerini belirtme, hem de onun gücüne olan saygılarını ifade edecek genel bir formül bulma derdinde olan bu aydınlar, kendilerine zorla attırılan geri adımlardan yeni bir yirminci yüzyıl miti yaratmayı henüz başaramamışlarsa bile, yazılarında ironik bir hoşgörünün egemen olduğu açıktır. Ne de olsa herkes biliyor bu aydınların hangi cep romanlarını, basmakalıp filmleri, dizi halinde yayımlanan, ailelere yönelik televizyon programlarını, her derde bir çare köşelerini ve fal sütunlarını savunduklarını.

Onlara göre tüm bunlar zararsızdır ve her ne kadar yaratılmış da olsa bir talebe karşılık verdikleri için demokratik bile sayılırlar. Aynı zamanda insanlara türlü türlü faydası olduğuna, mesela bilginin, hayat derslerinin, gerilimi azaltıcı davranış biçimlerinin yayılmasını sağladığına da dikkat çekerler. Ama halkın nasıl politik anlamda güdümlü bir biçimde bilgilendiğini araştıran her sosyolojik araştırmanın gösterdiği gibi, yayılan bilgi sınırlı ve vasattır. Üstelik kültür endüstrisinin verdiği malzemeden çıkarılacak dersler mantıksız, banal ya da kötülüğe yönelticidir ve davranış modelleri de utanmazlık derecesinde uygitsincidir.

Bu köle ruhlu aydınlarla kültür endüstrisi arasındaki ilişkide görülen ikili ironi sadece onlara özgü değildir. Tüketicinin bilinci de kültür endüstrisi tarafından satılan eğlence reçeteleriyle, kültür endüstrisinin faydaları konusunda pek de saklı gizli olmayan bir şüphe arasında ikiye bölünmüş durumdadır. İnsanlar sadece deyişteki gibi tongaya basmakla kalmaz, en küçük bir mutluluk vaadinde dahi, altında yatanı görebilecekleri bir aldanmayı arzularlar. Adeta kendilerinden nefret ederek, göz kapaklarını kapanmaya, seslerini onaylamaya zorlarlar, ne için üretildiğinin eksiksiz bir bilgisiyle, haksızca önlerine konanı alırlar. Kabul etmeseler de, hiçbir değer taşımayan tatmin edici mallardan uzak kaldıklarında hayatlarının iyice çekilmez olacağını hissederler.

Kültür endüstrisinin en azimli savunucuları bugün bu endüstrinin (bizim kuşkusuz ideoloji olarak adlandırabileceğimiz) tutumunu, düzenleyici bir etken olarak gösteriyorlar. Kaos içinde olduğu söylenen bir dünyada insanlara bir nevi konumlanma ölçütü vermesi bile tek başına takdire değer sayılıyor. Oysa savunucularının kültür endüstrisinin koruduğunu hayal ettiği şey, aslında onun tarafından tamamıyla yok ediliyor. İnsanların birbirine yakınlaştığı meyhaneler ve kahvehaneler renkli film tarafından bombalardan daha kesin bir biçimde yerle bir ediliyor, film imago'sunu yok ediyor. Filmlerin konu edinip işlediği hiçbir yurt, üzerinde yetişen emsalsiz karakteri birbirinin yerine geçebilir bir aynılığa dönüştüren filmler karşısında, yurt olarak kalmaya devam edemez.

Kültür tanımını meşru bir biçimde elde eden şey, acı ve çelişkinin ifadesi olarak, iyi yaşam fikri konusunda bir kavrayışı korumaya çalışmıştır. Kültür endüstrisinin varolan gerçekliği iyi yaşamın ta kendisi gibi göstererek iyi yaşam fikrinin üstünü örtmek için kullandığı, sanki iyi yaşamın gerçek ölçütüymüş gibi sunduğu, törel ve artık bağlayıcılığı olmayan düzen kategorilerinin, ya da salt varolanın; kültür tarafından temsili mümkün değildir. Kültür endüstrisi temsilcilerinin sanatla uğraşmadıkları yönünde bir tepki vermeleri bile bir ideolojidir ki, sektörün yaşam kaynağını sağlayanlar konusundaki sorumluluktan kaçmalarına yarar. Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir.

1 - 2 - 3

Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken - 3

Somut özgüllük olmadan tek başına düzene başvurmak boşa kürek çekmektir; öte yandan gerçeklikte ya da bilinç karşısında kendini hiçbir zaman kanıtlayamayan normların yayılmasına başvurmak da aynı derecede boştur. Nesnel ve bağlayıcı bir düzen düşüncesi insanlara dayatılmaktadır, çünkü onlara göre çok eksiklidir, içsel olarak ve insanlar karşısında kendini kanıtlamadıkça hiçbir iddiası yoktur. Fakat kültür endüstrisinin hiçbir ürünü böyle bir işe girişmez. İnsanların beynine çakmaya çabaladığı düzen kavramları daima statükonun kavramları olmuştur. Onları kabul edenlerin gözünde hiçbir anlamları kalmasa bile, sorgulanmaz, çözümlenmez, diyalektik olmayan bir şekilde varsayılmış olarak kalırlar.

Kantçı buyruğun aksine, kültür endüstrisinin kategorik buyruğu artık özgürlükle hiçbir ortak yana sahip değildir. Şöyle der: Neye uyacağınız belirtilmemiş olsa dahi uyacaksınız; gücüne ve her an her yerdeliğine bir refleks olarak, herkesin, öyle ya da böyle düşündüğü şeye, öyle ya da böyle varolana uyum sağlayacaksınız.

Kültür endüstrisinin ideolojisi o kadar güçlüdür ki bilincin yerini uygitsincilik almıştır. Kültür endüstrisinden fışkıran düzen hiçbir zaman olduğunu iddia ettiği şeyle ya da insanların gerçek çıkarlarıyla karşı karşıya konmaz. Düzen kendi başına iyi değildir. Ancak iyi bir düzen iyi olabilir. Kültür endüstrisinin bunu bilmezden gelmesi ve düzeni kendi başına göklere çıkarması, aktardığı mesajların yetersizliğini ve yanlışlığını da beraberinde getirir. Kafası karışmışlara yol gösterme iddiasıyla onları aldatarak mevcut çatışmaların yerine sahte çatışmalar koyar.

Onların çatışmalarını sadece görünüşte, gerçek yaşamlarında çok zor uygulanabilecek biçimlerde çözer. Kültür endüstrisinin ürünlerinde insanlar ancak zarar görmeden kurtulacaklarsa başları derde girer ve genelde onları kurtaran da hayırsever bir kolektifin temsilcileri olur; ondan sonra boş bir ahenk oluşur, daha başlangıçta çıkarıyla taleplerinin uzlaşmaz olduğu anlaşılan çoğunlukla uzlaştırılır. Kültür endüstrisi bu amaçla, kavramsal olmayan alanlarda bile formüller geliştirmiş ve örneğin hafif müziği ortaya çıkarmıştır. Burada da insan bir karmaşaya düşer, ritmik sorunlar yaşar ve bu sorunlar anında basit bir temponun zaferiyle çözülür gider.

Fakat kültür endüstrisinin savunucuları bile insanlar için nesnel ve asıl olarak yanlış olanın, aynı zamanda öznel anlamda iyi ve doğru olamayacağı konusunda Platon'a karşı çıkamazlar. Kültür endüstrisinin uydurmaları ne mutlu bir hayatın, ne de ahlaki sorumluluğa götüren yeni bir sanatın rehberi olabilir, onlar ancak, büyük çıkar çevreleri tarafından çizilen çizgiden çıkmamaları için insanlara öğüt vermeye yarayabilir. Yaygınlaştırmaya çalıştığı uzlaşma görünmez, şeffaf olmayan bir yetkeyi güçlendirir.

Kültür endüstrisi asıl anlamı ve mantığı değil de faydası bakımından, gerçeklikteki konumu ve ortada bulunan iddiaları açısından değerlendirilecek olursa; dikkatler onun daima başvurduğu fayda konusuna yöneltilecek olursa, yapacağı etkinin potansiyelinin iki kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Ama bu potansiyel, gücün yoğunlaşması sayesinde, çağdaş toplumun güçsüz bireylerinin mahkûm olduğu tanıtım ve insan zayıflıklarının sömürülmesinde yatar. Bu bireylerin bilinci daha da geriler. Bazı alaycı ABD'li film yapımcılarının on bir yaşındakileri de göz önüne alarak film çekmek durumunda olduklarını söylemeleri bir rastlantı değil. Ellerinde olsaydı, böyle yaparak yetişkinleri de on bir yaşına indirmek için canlarını verebilirlerdi.

Kültür endüstrisinin tekil bir ürününün geriletici etkilerini açıkça ortaya koyan sağlam bir araştırmanın henüz yapılmadığı doğrudur. Ancak, yaratıcı düşünmeyle düzenlenen bir araştırmanın, sermaye gruplarının rahatını kaçıracak sonuçlara ulaşacağına hiç kuşku yok. Ne olursa olsun, damlayan suyun zamanla taşı deleceğini tereddüt etmeden söyleyebiliriz, özellikle de kitleleri saran kültür endüstrisi sisteminin, sapmalara giderek daha az hoşgörü gösterdiğini ve hiç durmadan aynı davranış kalıpları üzerinden hareket ettiğini düşünecek olursak.

Ancak ve ancak bilinçaltının derinliklerindeki güvensizlik, sanatla görgül gerçeklik arasındaki farkın kitlelerin ruhsal doğasındaki son kalıntısı, neden uzun zamandır dünyayı kültür endüstrisi tarafından kurulduğu biçimiyle algılamadıklarını ve kabullenmediklerini açıklayabilir. Kültür endüstrisinin verdiği mesajlar iddia edildiği kadar zararsız olsa bile –ki pek çok durumda zararlı oldukları açıktır, örneğin aydınları tipik karakterlerle temsil ederek onlara yönelik antipropagandaya katkı sağlayan filmler– bu mesajlarla öne çıkardığı görüşlerin zararlı olduğu açıktır. Bir astrolog herhangi bir günde okuyucularına dikkatli araba kullanmalarını tavsiye ederse, bunun gerçekten de kimseye zararı olmaz, fakat bunun altında yatan, her gün geçerli olan ve tam da bu yüzden belli bir günde özellikle tekrarlanması aptalca görünen bir tavsiyenin doğrulanması için yıldızlara bakmak gerektiği gibi sersemletici bir fikir, alabildiğine zararlıdır.

İnsanın bağımlılaşması ve köleleşmesi, yani kültür endüstrisinin yok edici etkisi, ABD'de yapılan bir programda halktan bir kişinin, insanlar ünlü karakterleri taklit ederlerse çağımız sorunlarının yok olacağı yönündeki görüşünden daha iyi bir biçimde tarif edilemezdi. Kültür endüstrisi, ikiyüzlüce önüne geçtiği mutluluktan insanları uzaklaştırmak için aldatıcı bir memnuniyet duygusunu devreye sokmakta, dünyanın tam da kültür endüstrisinin istediği gibi olduğu fikriyle bir refah havası yaratmaktadır.

Kültür endüstrisinin asıl etkisi aydınlanma karşıtlığında kendini göstermektedir ve doğa üstündeki gittikçe artan teknik egemenlik olarak aydınlanma, Horkheimer'la benim daha önce de yazdığımız gibi, kitleleri aldatma haline gelmekte, bilinci zincire vurma yöntemine dönüşmektedir. Kendi başlarına bilinçli olarak yargılayan ve karar veren özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önünde bir engel olarak durmaktadır. Böyle bireyler, güçlenmek ve gelişmek için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik toplumun olmazsa olmaz önkoşuludur.

Eğer kitleler sırf kitlelere dönüştükleri için hakir görülüyorsa, şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, onları kitlelere dönüştürüp küçük düşürme, devrin üretim güçleri ne kadarına izin veriyorsa o kadar olgunlaşmalarını sağlamak için, özgürleşmelerini engelleme konusunda kültür endüstrisinin rolü çok büyüktür.


Kaynak: Cogito Sayı: 36 Yaz 2003

1 - 2 - 3

Altrüizm, Kant ve Rasyonelizasyon

Ayn Rand

Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa, emin olabilirsiniz ki karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir “ideal” değil, bir rasyonelizasyondur.

Modern tarihte Kant’ın felsefesi, her tür temel felsefi kötülüğün sistematik bir rasyonelizasyonudur. Kant’ın sırf “görünüşler”den ibaret bir “fenomensel” dünya olarak kabul ettiği bu dünyayı, metafiziken aşağı ilan etmesi; realiteye karşı duyulan bir nefretin rasyonelizasyonudur.Aklın realiteyi algılamaya muktedir olmadığı, sadece “görünüşler”le uğraşabildiği nosyonu, akla karşı duyulan nefretin rasyonelizasyonudur; bu nosyon aynı zamanda, çok derin bir epistemolojik egaliteryenizmin rasyonelizasyonudur: Kant realiteyi, “idealist” rüya erbabının etrafında nafile uğraşlarda bulundukları ıvır zıvıra eşit bir statüye indirger: Realitedeki aklı, bu tür insanların zihni durumuna eşit bir statüye indirger. “Numensel” dünyanın yani, hakkında duyum yapılmayan, deney yapılmayan, fakat yinede her nasılsa var olduğu iddia edilen ve içinde “başlı başına şeyler”i bulunduran uyduruk dünyanın metafizik üstünlüğü ise, duyguların üstünlüğünün rasyonelizasyonudur: yani, duyguların, bilinmezi bazı gayri-kabil-i-tarif araçlarla bilme gücüne sahip olduğu inancının rasyonelizasyonudur.

Şeylerin sadece insanın kendi bilincince algılanabildiğinden, başka hiçbir tür bilinçce algılanamadığından şikayet, bugüne kadar yazılı olarak itiraf edilmiş, en derin tip sosyal metafizikçilik rasyonelizasyonudur.Bu davranışları hakkında sürekli olarak başkalarının ne düşündüğü endişesi altında işkence çeken ve hangi başkalarına uyması gerektiği konusunda kaldığı kararsızlıkla ıstırabı ağırlaşan bir insanın iniltisidir.Hiçbir bilinçce işlenmemiş, “başlı başına şeyler” algılama arzusu, otomatik bilgilenme arzusunun, Alim-i Mutlak olma arzusunun, bilgilenme gayretinden ve sorumluluğundan kaçma arzusunun rasyonelizasyonudur. “Görev”in başlı başına bir ahlak emri haline getirilmesi, insanın kendisini, faydalananları belirsiz bir “görev” anlayışına feda etmesi gerektiği nosyonu; sizin maneviyatınızı kırıp ihtiraslarınızı, başarılarınızı, kendinize saygı ve güveninizi, yeryüzündeki hayattan zevk alma kapasitenizi terkettirmekten duyduğu sadistçe zevkin iğrenç ifadesiyle size göz kırpan yobaz, münzevi bir keşiş imajının rasyonelizasyonudur. Vs. Bunlar Kant felsefesinin bazı ana hatları.

Şunu gözlemlemek mümkün: Felsefe tarihi, fikirlerin birey bir insanın zihnindeki işleyişinin yavaş çekimle, makrokozmik bir perdede yeniden üretilmesinden ibarettir.Yanlış öncülleri kabul etmiş bir insan onları bir gün reddetmekte serbesttir; ama bunu yapana kadar, bu öncüller zihninde sessiz kalmazlar; kendi bilinçli katılımı olmasa da, gelişip nihai sonuçlarına varırlar.Benzer bir süreç kültürde de meydana gelir: Eğer etkili bir filozofun yanlış öncülleri çürütülmezse; takipçilerinden oluşan nesiller - kültürün bilinçaltı olarak davranarak- o öncülleri nihai sonuçlarına götürürler.

Kant (“kategoriler”in kollektif olarak “fenomensel” bir dünya yaratması olarak) objektif yerine kollektifi ikame ettikten sonra, bir sonraki adım Hegel’in felsefesi oldu ki; bu felsefe sübjektivizmin rasyonelizasyonudur; “fenomensel” yani maddi dünyada mutlak bir devletin kaba kuvvetini tesis etmek suretiyle, “numensel” yani gayri maddi bir dünya yaratacak hırslı bir elitin iktidar şehvetinin rasyonelizasyonudur. O elitin dışındakilerin böyle bir geleceğe itaat etmesine veya onu kabul etmesine pek güvenilemeyeceğinden , bir sonraki adım Pragmatizm oldu ki, bu felsefe, prensiplerden ve gelecekten kurtulmak isteyen somutla sınırlı , anın - menziliyle- sınırlı, anti- kavramsal zihniyetlerin rasyonelizasyonudur.

Bugün, Linguistik Analiz felsefesi vardır ki, bu felsefe, tek tek kelimeler üzerinde odaklanabilen fakat onları cümleler, paragraflar veya felsefi sistemler halinde bütünleştirmekten aciz olan, ama yine de filozof olmak isteyen insanların zihniyetlerinin rasyonelizasyonudur.Ve Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) felsefesi vardır ki, bu felsefe rasyonelizasyon kibarlığından dahi sarfı nazar ederek Kant’ı sek olarak alır ve duyguların bilinmez, anlaşılmaz, kavranmaz, mide bulandırıcı bir gayri-dünyadaki üstünlüğünü ilan eder.

Şunu gözlemleyin: Farklılıklarına rağmen, bütün bu felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonunun tek başına en zengin kaynağıdır.Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için sınırsız bir örgü sağlar. Altrüizm, Nazi Almanya’sındaki ve Sovyetler Birliği’ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş yağmacılığının; “kamu yararına” hizmet etmeye çalışan politikacıların iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşcılarınca sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin rasyonelizasyonu olmuştur.

Felsefi rasyonelizasyonların ortaya çıkarılması her zaman kolay olmaz.Bazıları öyle karmaşıktır ki masum bir insan, içine düştüğü entelektüel kargaşada, söylenenlere kanıp felç olabilir. Modern felsefeyle ilk defa karşılaşan çoğu insan “Biliyorum ki bu söylenenler yanlış, ama bunu ispatlayamam.Burada bir şeyin yanlış olduğunu biliyorum, ama onu çözmek için zaman ve gayret sarfetmeyi gereksiz buluyorum” düşüncesiyle, bu felsefeyi bir kenara atıp ondan kaçmak hatasını işler.Böyle bir tavrın tehlikesi şuradadır: Kant’ın “kategoriler”ini ve onun “numensel” dünyasını filan unutmuş olabilirsiniz, ama bir gün müthiş bir seçim yapmak durumunun sizde yarattığı baskı altında, sorumluluktan kaçmak veya namussuzca bir karar vermek için baştan çıkmak üzere olduğunuz bir anda; içsel kuvvetinizin, kendinize güveninizin, cesaretinizin tamamına ihtiyacınız olduğu bir anda; kendinizi şunu söylerken bulursunuz: “Neyin doğru olduğunu nasıl bileceğim?Hiç kimse bunu bilmez. Hiç kimse, hiçbir şeyden emin olamaz.” İşte Kant’ ın sizden bütün istediği budur.

Kant gibi bir düşünür sizden, ona tam olarak inanmanızı istemez:Bütün istediği onu delil yetersizliğinden beraat ettirmenizdir.Bilir ki sizin kendi bilinçaltınız, O’ nun istediği şeyin gerisini tamamlayacaktır.Korktuğu şey sizin bilinçli zihninizdir.Teorilerinin anlamını bir kere kavradığınızda; bu teoriler parlak gün ışığında giyilmiş bir hortlak maskesi haline gelecekler ve sizi tehdit etme gücünü hemen yitireceklerdir.

Felsefi tahkikata girişecek bir insan “açık zihniyet” sahibi olunması gerektiğini tavsiye eden tehlikeli klişeyi terketmelidir. ”Açık zihniyet” çok müphem bir terimdir ve gerçekte bir anti kavramdır.Bu terim genellikle fikirlere objektif , önyargısız bir yaklaşım anlamında alınır, ama sürekli septisizme(şüpheciliğe) yani, hiçbir sağlam kanaate sahip olmamaya ve önerilen her şeye düşünülebilirlik, akla yatkınlık statüsü bahşetmeye bir çağrı olarak kullanılır. “Kapalı zihniyet” ise genellikle desteksiz varsayımlara, moda klişelere, kabilesel önyargılara, duygulara sıkı sıkıya sarılmış, fikirlerden, argümanlardan, olgulardan ve mantıktan etkilenmeyen bir insanın tavrı anlamında alınır. Fakat bu “kapalı” bir zihin değil pasif bir zihindir. Bu zihin düşünme veya yargılama pratiğini terketmiş (veya bu pratiği hiç kazanmamış) olduğundan herhangi bir şeyin nazarı itibare alması isteğini bir tehdit olarak gören zihindir.

Objektifliğin ve felsefi incelemenin önşartı “açık bir zihin” değil aktif bir zihindir.Fikirlerini incelemeye ama onları eleştirel olarak incelemeye muktedir ve buna içten istekli bir zihindir.

Aktif bir zihin, hakikate ve yalana eşit statü tanımaz; tarafsızlığın ve belirsizliğin oluşturduğu durağan bir boşlukta ebediyen gezinip durmaz; yargılama sorumluluğunu yüklenebilmiş olduğundan, gerekli gözlemlerini, araştırmalarını ve kavramlaştırmalarını yaparak sağlam kanaatlere varır ve onları muhafaza eder. Aktif bir zihin kanaatlerini ispatlamaya muktedir olduğundan kanaatlerini saldırılara karşı göğüslerken onlara sarsılmaz bir katiyet kazandırır.Kör inançlardan, yaklaşıklıklardan,kaçışlardan ve korkulardan oluşan hiçbir lekenin kirletmediği bir katiyet...

Aktif bir zihne sahip olursanız ( sağduyusal rasyonellikten yola çıkmış olduğunuzu varsayarak ) kanaatlerinize her meydan okuyuşun tabiatı üzerine yaptığınız tahkikatın kanaatlerinizi daha güçlendirdiğini; yanlış teorilerin bilinçli, akıllı bir süreç sonucu reddedilmesinin, doğru olanları daha sarihleştirmeye ve geliştirmeye yardımcı olduğunu ideolojik düşmanlarımızın, kendi iktidarsızlıklarını defalarca teşhir ederek sizi yenilmez kılacağını keşfedeceksiniz.

Mamafih; eski yanlışların her yeni türünü tahkik etmek için zihninizi ebediyen açık tutmak zorunda da değilsiniz. Keşfedeceksiniz ki bunlar, bazı felsefi aslilere yapılan saldırılardan ibarettir ve felsefedeki (dolayısıyla insanlık tarihindeki) bütün muazzam savaş, bu aslilerin savunulması veya tahribi etrafında ceryan eder.Verili bir teorinin bu asliler karşısındaki tavrını bir bakışta anlamayı öğreneceksiniz;çünkü hangi açıdan eski veya yeni olsun verili bir saldırırının çelişkilerden ve çalıntı kavramlardan oluştuğunu bileceksiniz(ve ispatlamaya muktedir olacaksınız).

Bu aslileri bir kere daha hatırlamakta yarar var. Fakat onları inanç olarak (veya yarı kavranmış yaklaşıklıklar ve boşlukta gezen soyutlamalar olarak) kabul ederek kestirmeden gitmeye teşebbüs etmeyin. Bu yol, temel bir çelişki olur ve bir yere götürmez.

Asliler şunlardır: Metafizikte Kimlik Kanunu; epistemolojide aklın üstünlüğünü;ahlakta rasyonel egoizm;politikada birey hakları (yani yeryüzünde henüz tam gerçekleşmemiş bir politik sistemi) ve estetikte metafizik değerler.

Bu aslilerin, sizin mutlaklarınız haline geldiği güne eriştiğiniz zaman; hayatınızdan ve yeryüzünden başka bir yer olmayan Cennet’ e girmiş olacaksınız. Hiç değilse psikolojik olarak girmiş olacaksınız ki; bu, oraya bir gün fiziken girebilmenizin bir ön şartıdır.

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 1

Felsefe târihi içinde felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler göreli olarak yakın bir zamandan beri sıklıkla dile getirilmekte. Acabâ gerçekten de Felsefe’nin sonu mu geldi? Bu soruya şöyle bir cevap arayalım; ancak öncelikle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin bu görüşlerine şöyle bir bakalım:

*

Bildiğim kadarıyla ilk defâ Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini savunmuştu. Hegel’e göre felsefenin asıl görevi hakîkatin ne olduğunu serimlemekti(!?). Hegel’in dilinde hakîkat mutlağın bilgisiydi. Mutlak ise bir süreçti, yaşamın kendisi; yâni o, sâbit bir şey değildi. Mutlağa dışarıdan bakan bir tanrı yoktu. Kendisi bir süreç olan mutlak, idenin tin olarak kendi bilincine varma süreciydi. Bu süreç ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir ve bu sistemde kullanılan kavramların birbirleri arasında belirli bir içsel zorunluluğun bulunması gerekirdi. Böylelikle bir kavramdan başka hangi kavrama geçildiği gösterilir ve bu sistemi oluşturmada kullanılan her bir kavramın hesâbı verilmiş olurdu.

İmdi Hegel’in sistemi kapalı bir sistemdir ve bu sisteme dışarıdan müdahâle eden bir unsur da yoktur. Bu sistemde yer alan tüm öğeler birer aşamadır ve Hegel bunları kullanarak hiçbir öğeyi ve ilkeyi dışta bırakmaksızın hakîkati serimlemeye çalışır. Bunu yaparken de her tek olayın nedenlerini veya sonuçlarını değil; her tek olayın olup bitmesini ve tam da o şekilde olup bitmesini sağlayan ilkeleri açıklamaya çalışır, bu ilkeler hakîkati serimleyen ilkelerdir.

Hegel’e göre hakîkati oluşturan her bir parçanın tek başına bir anlamı yoktur; parça ancak bütün içinde anlam kazanır ve böylelikle sistem bilimsel bir hâle gelir. Parça bütünden ayrı olarak ele alındığında kavranılmış olmaz. Bütünün kendisi organizmayı andıran kompleks bir yapıdadır. İmdi bütünden ayrı olarak ele alınan bir şey salt bir soyutlama olarak kalacaktır. Böylelikle felsefe hakîkatin iç gelişiminin açığa vurulmasını sağlar(!?) ki bu da sistem aracılığıyla nesnelerin düşüncede görülmesi demeye gelir(!?). Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir ve mutlağın ne olduğunu kavramaya ve ortaya koymaya çalışır(!?).

İmdi felsefe ile bilim koparılamaz bir ilgi içindedir: Hegel’in dilinde felsefe bir bilimdir; bütün bilimlerin üzerinde bir bilim. Bilim de kavramları kapalı bir şekilde zorunluluk ilişkileri içinde açıklama işidir(!?). Kavramlar arasındaki içsel zorunluluk sistem kurmaya olanak tanır ve sistem kavramlar arasındaki bağlantıları ortaya koyarak olan bitenin dayandığı ilkeleri açıklar. (Mantık Bilimi 17. önerme) Felsefenin bu açıklamayı yapması vârolanı kavramasıyla mümkündür ve Hegel’in dilinde vârolan akıldır(!?). Hegel’e göre ancak bunun kavranılmasının ardından mutlağın bilgisi ortaya konabilir ve Hegel salt kendi sisteminde bu bilginin ortaya konabileceğine inanır; hakîkati ortaya koyduğunu, felsefeyi içinde bulunduğunu düşündüğü çöküşten kurtardığını(!?) ve “felsefesi”yle kendinden önceki filozofları aştığını savunur.

Böylelikle Hegel kendi sistemiyle her türlü gelişimin yasasını ortaya koyduğunu iddiâ eder, bundan sonra artık ortaya yeni bir yasa konmayacak olduğunu belirterek kendisinden sonraki dönemlerde ancak bu yasalar arasındaki ilişkilerin kullanılmasıyla onlara bir dizi önemsiz eklenti yapılacağını ve onlar arasındaki ilişkilerin ancak daha detaylı bir serimlemesinin gerçekleştirileceğini savunur.

*

On dokuzuncu yüzyılda Hegel sonrası dönemde, felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler kimi zaman düşük kimi zaman da yüksek bir sesle dile getirildi. Söz gelişi Marks ile Engels felsefenin teorik sorunlarla uğraşmak yerine salt pratik sorunlarla uğraşması gerektiği görüşünü bayraklarken Batı felsefesi târihinin bu geleneksel uğraşısını sona erdirmeyi amaçlamışlardı. Nietzsche ise bu geleneğin hemen tüm filozoflarına savaş açmış ve “çekiçle felsefe yapmak” mottosu altında bu geleneği yıkarak bunun sonunu getirmeye çalışmıştı.

*

Almanya’da bunlar olup biterken Fransa’da da felsefenin sonunun geldiğini yollu görüşler ileri sürenler vardı: Comte’a göre hem insan zihni hem de târih zorunluklu olarak üç hâl yasasına göre işliyordu; nitekim bu yasa içinde zorunluklu olarak aşılması gereken üç aşama vardı, bu aşamalar: teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşama. Teolojik aşamada, tüm olup bitenler tanrısal nedenlere dayandırılırdı. Metafizik aşamada ise bunlar metafizik kavramlarla(!?) açıklanmaya çalışılırdı. Bu iki aşamada da olguların dayandığı ilk nedenler araştırılır; ancak pozitif aşamada ise bu ilk nedenlere ulaşma arzusu bir tarafa bırakılır ve salt olgular arasındaki ilişkilerle uğraşılırdı.

İmdi Comte’a göre insanlık artık pozitif aşamada yaşamaktadır. Bu aşamada artık anlaşılmıştır ki doğada ancak yasalar vardır ve doğayı konu edinen bilimlerde ilk nedenler arayışına girişmek saçmadır, bu yapılsa bile zâten bilinemez. Önermeler ancak olgulara göndermede bulunduğunda anlamlıdır ve ancak bu ilişkiler bilinebilir. (bkz: Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları; syf: 32-59) Böylelikle Comte’un bu empirist tavrı felsefenin tâ öteden beri ilk nedenlerle uğraştığını düşünmesi nedeniyle onu da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmeye götürür. Comte’a göre artık geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı, onun yerine bilimlerle ilgilenilmeli ve tüm bilimler de pozitif bilimler temelinde ele alınmalıdır(!?).

*

Almanya ve Fransa’da bunlar olup biterken İngiltere ve Amerika’da ise şu gelişmeler ortaya çıkar: Comte’un bu empirist tavrını Mill oldukça yerinde bulur ve bu tavır üzerine yeni bir bilimsel(!?) uğraş geliştirir: psikolojinin henüz emekleme dönemlerinde Mill bu empirist tavırla deneysel psikolojinin kurulmasını sağlar. Bu bilim başka her türlü etkinliğe bir temel oluşturacak(!?) ve geleneksel felsefenin(!?) de sonunu getirecekti(!?).

İngiltere’de Mill’in bu empirist tavrı yeniden gündeme getirmesi Amerika’da Peirce ve James’te ise geleneksel felsefeye(!?) ilişkin çok ciddî bir eleştiri ortaya çıkarttı: Peirce’a göre bir kavramın anlamı o kavramın uygulamadaki etkileriyle anlaşılır ki bunu sağlayan yöntem pragmacı yöntemdir. Bir kavramın anlamını anlayabilmek için onun olgular arasında kurulacak hangi ilişkiye en iyi uyduğunu belirtmemiz gerekir. Belirli bir nesneye yönelen herhangi bir düşünceye açıklık kazandırabilmek için de yine o nesnenin uygulamada ne gibi etkileri olduğunu, ondan ne gibi duyumlar elde edinilebileceğini ve ona ne gibi tepkiler göstermeye hazır olduğumuzu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla kavramların anlamlarını anlamak için belirli bir sezgiyle iş görmek veya kavramsal çözümleme yapmak yersiz ve yanlıştır. Bir kavramın uygulamadaki etkilerine bakılarak anlamı tespit edilemiyorsa şâyet o kavram anlamsızdır. Geleneksel felsefe(!?) bu anlamsız kavramlarla doludur ve bunlar bir tarafa bırakılmalıdır. (bkz: Celâl Türer, Charles S. Peirce’ün Pragmatik Felsefesi; syf: 31-93)

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 2

James ise pragmacılığı doğruluk sorunuyla ilgisinde düşünür ve yeni bir doğruluk ölçütü ortaya koyar. Bu ölçüte göre doğruluk nesnelere ilişkin bir özellik değildir, o elâstikîdir ve bizim doğrulukla ilgilenmemizin nedeni de bize sağladığı faydadan gelir. Geleneksel felsefedeki(!?) metafizik tartışmalar(!?) ise hiçbir fayda sağlamaz(!?); imdi bunlar bir tarafa bırakılmalıdır(!?). Bu yöntemle, metafizik tartışmalara(!?) yol açan kavramların pratik sonuçlarına bakıldığında şâyet uygulamada bir değişiklik ortaya çıkarmıyorlarsa bir ve aynı oldukları anlaşılacaktır. Hem üstelik pratik sonuçları hesâba katılarak düşünüldüğünde birçok felsefe tartışmasının(!?) boş olduğu(!?) da ortaya çıkacaktır(!?).

İmdi James’e göre felsefenin görevi olgularda herhangi bir değişiklik yaratmayacak şu ya da bu görüşü ortaya atmak değil; şu ya da bu görüşün doğru diye kabûl edilmesi hâlinde kişilerin yaşamlarında ne gibi değişikliklerle karşılaşacaklarını açığa çıkartmaktır. Nitekim bu yöntemi kullananlar bâzı filozofların bir yığın köklü alışkanlıklarına sırtını çevirecektir(!?); söz gelişi birtakım aşırı soyutlamalar yapmak, empirik bakımdan yetersizlik taşıyan sözcüksel çözümlemelere girişmek, a priori nedenler öğretileri geliştirmek, keyfî ilkelerle örüntülenmiş serimlemeler yapmak, kapalı sistem kurmaya çalışmak, herşeyin mutlak olanının kaynağını bulmuş gibi görünmek bunlardan birkaçı.

James’e göre bu yöntemle herhangi bir özel sonuca varılmaz; adı üstünde bu bir yöntemdir zâten. Bu yöntemin asıl önemi ise felsefenin doğal yapısını(!?) büyük oranda değiştirmesinden gelir(!?). İmdi bu yöntemle iş görüldüğünde artık bilim ile metafizik yakınlaşacak ve elele çalışacaktır. Böylelikle geleneksel felsefenin(!?) de ipi çekilecektir. Metafiziğin son derece ilkel olan araştırma yöntemi; yâni birtakım kavramları fetiş hâline getirip onlara dayanan kapalı araştırma yöntemi de terk edilecektir. Metafizikte fetiş hâline getirilen kavramlar; örneğin tanrı, madde, us, mutlak vb. kavramlar filozofların büyülü sözcükleriydi(!?). Filozoflar onlara bir kez sâhip olduklarında sanki tüm evrenin kendisine de sâhip olabileceklerine inanıyordu(!?). Oysa ki pragmacı yöntem göstermektedir ki bunların uygulamada neye karşılık geldiği belirlenemediği için herhangi bir anlamı yoktur(!?). (bkz: James, Pragmacılığın Anlamı; syf: 91-107)

*

Mill’den Peirce ve James’e, onlardan da Wittgenstein ve bâzı müritlerine geçen bu empirist tavır yirminci yüzyılın ilk yarısından biraz önce Viyana Okulunun da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmesine neden oldu. Nitekim bu okula göre de Wittgenstein, Tractatus’ta felsefe sorunlarının(!?) anlamsız olduğunu(!?) göstermiş(!?), belirli bir etkinlik olarak felsefenin vârolmaya devâm etmesinin olanaklı koşulunu bu etkinliğin mantıksal çözümleme olmasına bağlamıştı:

Wittgenstein, Tractatus’ta dilin doğasını ve vârolma koşulunu, bu çerçeve içinde de felsefe sorunlarını(!?) dert ediniyordu. Bu sorunların gerçek kaynağını göstererek(!?) aşılmasını sağlamaya çalışıyor(!?), geleneksel felsefenin(!?) sonunu getiriyordu(!?). İmdi Wittgenstein’a göre felsefe sorunları(!?) dilin mantığının yanlış kullanılmasından kaynaklanıyordu(!?). Wittgenstein düşüncelerin dile getirilişine sınır çizmeye çalışıyor, hakkında konuşulamayanın konusunda susmayı öğütlüyordu. (bkz: Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus; Önsöz, syf: 9-11) Ancak kendisi tüm kitap boyunca hakkında konuşulamayanın konusunda konuşarak “metafizik” yapıyordu. Ne var ki ona göre bu bir istisnâydı: Tractatus’u üzerine çıkıldıktan sonra bir tarafa atılması gereken bir merdivene benzetiyor, dünyânın doğru bir biçimde görülmesinin olanaklı tek koşulunun bu merdivenin üzerine çıkılıp onun devrilmesinde yattığına inanıyordu. (Tractatus 6.54) Bu aynı zamanda da felsefenin sonuydu.

Tractatus’ta ortaya koyduklarına bakılırsa dünyâ içinde herşey nasılsa öyledir (Tractatus 1); imdi olması gereken diye bir şey yoktur, gerekir’li önermeler aşkındır; olması gereken betimlenemez. Dolayısıyla etik ve estetik aşkındır. Metafizik önermeler(!?) aşkın olmalarından ötürü anlamsızdır. Nitekim düşünceler olguların resmidir, olması gerekenlerin değil. İmdi düşünce olguların mantıksal tasarımıdır ve mantıksız hiçbir şey düşünemeyiz. Bu nedenle Wittgenstein’ın dilinde mantık düşünmenin veya dilin dayandığı formları imler, mantık bir öğreti değil; dünyânın bir ayna tasarımıdır. (Tractatus 6.13) Mantığın sınırları dünyânın sınırıdır, mantık dünyâyı doldurur. Böylelikle Wittgenstein, Tractatus’ta “dil temeline dayanan bir ontoloji yapar; yâni o, ontos ile varlık ile logos’u bir araya getirir. Wittgenstein’ın mantığı dünyâya ilgisiz bir şey değil, tersine o dünyâyı sımsıkı sarar, tıpkı Herakleitos’un “logos”u gibi.” (Ömer Nâci Soykan, Felsefe ve Dil; syf: 40) İmdi bu mantık anlayışı onu mantığın sınırları olduğunu düşündürmeye zorlar: aksi taktirde hiçbir şeyin mantıksız olmayacağına inanır. Bunu anlamak için gerekli deneyimi de birşeyin böyle böyle olduğunun değil; olduğunun deneyimi olduğunu düşünür ve bunun gerçekte bir deneyim olmadığına inanır, mantığın bütün deneyimlerden önce geldiğini savunur; ne var ki bu, mantığın dünyâdan önce olduğu anlamına gelmez: dünyâ var ve mantık var.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 3

Wittgenstein’ın dil ile dünyâ arasında kurduğu bu ilişki ona felsefenin tâ öteden beri ortaya koyduğunu düşündüğü metafizik önermeler(!?) karşısında susmak gerektiğini söyletir: Wittgenstein’ın dilinde felsefe bir öğreti değil; bir etkinliktir, amacı: önermelerin mantıksal çözümlemesini yaparak onları açık bir hâle getirmektir; imdi bir felsefe yapıtında salt bu tür çözümlemelerle karşılaşmamız gerekir; nitekim bu etkinlik bulanık ve kaypak dile getirilişleri sınırlandırır, onlara bir sınır çizer (Tractatus 4.112). Geleneksel felsefe(!?) metinlerinde karşılaşılan metafizik önermeler(!?) anlamsızdır. Bu anlamsızlık onların “saçma sapan” oluşlarından değil; belirli bir olgu bağlamına karşılık gelmemesinden ve bu nedenle şu ya da bu şekilde doğru ya da yanlış değerini taşıyamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla etik ve estetik alanlarında ortaya konanların tamâmı anlamsızdır ve bu konularda susmak gerekir. (Tractatus 7)

*

Bu adımdan sonra yapılacak olan şeyi de müritleri Ayer ile Reichenbach ortaya koyar: felsefe yapıtları ateşe atılıp yakılmalıdır(!?): Wittgenstein’ın önde gelen müritlerinden biri olan Ayer mantıksal olguculuğu Dil, Doğruluk ve Mantık’la İngiltere’ye taşır. Ayer de tıpkı Wittgenstein gibi felsefeyi mantıksal çözümleme etkinliği olarak görür(!?); ancak ona özel bir görev yükler: Ayer’in dilinde felsefe yapmak bilimin içine karışmış olan bilim dışı öğeleri dışarıya atmak(!?) ve bilimler içindeki tutarsızlıkları ortadan kaldırmaktır(!?) ki buna daha sonraları bilimsel felsefe diyeceklerdi. İmdi Ayer’e göre filozofların geleneksel tartışmaları verimsiz ve gereksizdir(!?) ve bunu da mantıksal çözümleme yöntemi gösterir(!?). Nitekim bunlara bir son vermenin en sağlam yolu felsefî araştırmaların özünü; yâni mantıksal çözümleme yöntemini(!?) ortaya koymaktan geçer(!?). (bkz: Ayer, Dil, Doğruluk ve Mantık; syf: 11)

Böylelikle Ayer felsefî önermelerin(!?) olgusal değil; ancak dilsel önermeler olduğunu; yâni tanımları ya da tanımların biçimsel sonuçlarını serimlediğini(!?) iddiâ ederek mantığın felsefenin aracı değil; felsefenin mantığın bir bölümü olduğunu savunur (syf: 34-5). Bu bölüm Ayer’in gözünde o kadar önemlidir ki bunun ihmâl edilmesi durumunda tıpkı metafizikçiler gibi dilbilgisi kurallarına aldanılacağını ve bir dizi yanlış uslamlamaya gidileceğini(!?) düşünür; başka deyişle metafizikçiler de aslında anlamsız şeyler yazmayı kasıtlı olarak seçmemiş(!?); ancak bu öneme dikkat etmedikleri için(!?) bir dizi uslamlama yanlışı yapmış(!?) (syf: 23). Oysa ki Ayer bu tür yanlışlardan(!?) sakınıldığında(!?) felsefenin amacının metafizik dedüktif bir dizge kurmak olmadığının gün yüzüne çıkacağına inanır (syf: 24).

İmdi Ayer’e göre felsefe; yâni mantıksal çözümleme yöntemi(!?) felsefî sorunları(!?) çözümleyip hangilerinin gerçek bir sorun hangilerinin de sözde sorun olduğunu göstermede onsuz olunmaz bir öneme sâhiptir(!?).

Reichenbach ise Bilimsel Felsefenin Doğuşu’na Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nden alıntı yaparak başlar ve geleneksel felsefenin(!?) tüm sorunlarına ve açmazlarına işâret ederek(!?) bilimsel felsefenin doğuşuyla birlikte geleneksel felsefenin(!?) de artık sonunun geldiğini iddiâ eder: imdi Reichenbach’a göre tâ Platon’dan Kant’a kadar uzanan rasyonalist felsefenin dayanakları on sekizinci yüzyıldan îtîbâren yıkılmıştır; nitekim rasyonalist filozof, argümanını iki bin yıl süresince su götürmez doğru sayılan geometrinin belli bir yorumu üzerine kurdu: bu yorum geometriyi hem saf aklın bir ürünü hem de fizik dünyâyı betimleyici saymadır. Oysa ki on sekizinci yüzyıldan sonra bilimler hızla ilerlemiş(!?) ve mutlak sayılan doğruların aslında hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmıştır. İmdi geometri ve fizik alanında a priori akılyürütmelerle gerçekleştirilen kavrayışlara yer yoktur ve bu temeller model alınarak felsefede hiçbir şey yapılamaz. (bkz: Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu; syf: 98-110) Bu bakımdan geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı ve mantıksal çözümleme etkinliği olarak bu felsefeyle iş görülmelidir(!?). Bu yolla karmaşık dile getirişlerin mantık bakımından çözümlemesi hatâ payı en aza indirgenerek gerçekleştirilecek ve böylelikle bilimsel sorunların hem dile getirilmesi hem de belirli bir çözüme bağlanması olanaklı olduğu ölçüde en büyük başarıyla sağlanacaktır. (syf: 164)

*

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında post-modernizmin yükselişe geçmesiyle birlikte bu konuda sürdürülegelen tartışmalara da yeni bir boyut kazandırıldı: Kıtâ Avrupa’da iki dünyâ savaşının ve yükselen ırkçılığın etkisiyle büyük bunalımlar ortaya çıktı; bunlar dolayımsız olarak entellektüel alanlara da sıçradı. Kant gibi bir filozofu ortaya çıkartan Almanların Yahudilere yaptıkları, Aydınlanma’nın o üç idesinin (eşitlik-özgürlük-kardeşlik) ayaklar altına alınmasına neden olmuş ve dolayısıyla Aydınlanma’nın sunduğu insan modelini geçersiz kılmıştı. Bu dönemlerde yaşamın boşunalığı, yalnızlığın kaçınılmazlığı vb. görüşler gittikçe yayılıyor, şu “fırlatılmışlık felsefesi” yaygınlık kazanıyordu. İşte böyle bir artalanda Fransız post-yapısalcıları da yıkılan ideâllerin sunduğu modelleri alt üst etmek için iş başına geçti. Geleneksel felsefenin(!?) sonunu ilân etme işi de bu kez onlara düştü(!?).

Bu dönemlerde adı en fazla ön plâna çıka(rtıla)n filozof kuşkusuz Derrida’ydı. Kendisi yeni bir dil ve anlam kuramı ortaya koyarak geleneğin dil ve anlam kuramına bir dizi eleştiri yöneltti. Bu işi yaparken geleneksel felsefede(!?) kullanılan yöntemden farklı olarak edebiyat metinleri üzerinde çalışarak görüşlerini ortaya koydu, Saussure’dan etkilenerek bir göstergenin dâimâ başka bir göstereni gösterdiğini savundu ve göstergeler arasındaki bu bağın nedensiz bir bağ olduğunu iddiâ etti. Daha da ileri giderek gösteren ile gösterilen arasındaki ayrımı ortadan kaldırdı ve her bir şeyin aslında belirli bir gösterge olduğunu savundu. Böylelikle dil oyununu dinleyenin pasif olduğu bir oyundan çıkartıp aktif olduğu bir oyuna dönüştürdü, konuşana ve yazana verilen önemin de dinleyene ve okuyana verilmesi gerektiğini savundu.

1 - 2 - 3 - 4 - 5
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP