Mantık Hataları

Mantıkta yapılan bir hatadır. Bir mantık hatasını keşfetmek için kilit mesele şudur: Sonuç öncüller tarafından içerilmiş gibi görünür, ama daha titiz bir düşünme süreci, akıl yürütmede bir niçin arama, ikircikliklerin üzerinde oynama dolayısıyla dilin yanlış kullanımı veya arzu edilen sonucu desteklemek için yeni bir bilginin veya ek öncüllerin işin içine sokulması gibi sorunları onaya koyar. Bu nedenledir ki, Tanrı türü şeylerin varlığını “kanıtlayan” mantıksal argümanlar bütünüyle başarısızlıkla sonuçlanır. Bunların tek yapabildiği, öncüllerinin zorunlu içermelerinin ortaya dökülmesidir. Öncülleri değiştirin, sonucu da değiştirmiş olacaksınız. Öyleyse dış dünyadaki varlıklar konusunda kesin bilgi yalnızca mantıksal analizden elde edilemez. Belki de Disraeli’nin ünlü nüktesini hatırlamalı (“yalan, kuyruklu yalan, istatistik”) ve şunu eklemeliyiz: “ve de mantık!” Yine de dilin doğası ve sözcükler ile şeyler arasında kurulabilecek felsefi ilişkiler dolayısıyla mantıkçılar yanlışların özelliklerini tartışırlar. Özel olarak da bunlar akıl yürütmede basit hataların ötesine geçtiklerinde.

Bazı yaygın mantık hataları şunlardır:

Fallacia plurium interrogationum (çoklu soru yanlışı)

Bazen bir soru sorulur, ama ondan önce başka bir sorunun sorulmuş olması gerekir. Başka şekilde söylenirse, soru çok fazla şeyi varsaymaktadır. Tekrarlanmasına değecek klasik örnek şu’dur: “Eşini dövmeyi bıraktın mı?” Bu iki başka soruya olumlu cevabı varsayan, yönlendirici bir sorudur. O iki soru, (1) “Evli misin?” ve (2) “Eşini hiç dövdün mü?”dür.

Önce bunlar sorulmalıdır. Aksi takdirde sanık ne cevap versin? Evet mi, hayır mı?

Ignoratio elenehi (dağılmamış orta terim yanlışı)

“Bütün çevreciler küresel ısınmanın olduğuna inanırlar. Profesör Qwerty de küresel ısınmanın olduğuna inanmaktadır. Öyleyse, Qwerty çevrecidir.” Argüman, Profesör Qwerty’nin gerçekten de çevreci lobinin mensubu olduğuna dair, bize belirtilmemiş olan bir başka öncülü varsaymaktadır. Sonuç olarak, küresel ısınmanın olduğuna inanan ama çevreci görüşlere katılmayan başka gruplar da olabilir.

Post hoc ergo propter hoc (bundan sonray dolaytstyla bundan dolayı)

"Dünya ısınıyor. Karbondioksit salımı bu ısınmadan önce gelmişti. Dolayısıyla, artan karbondioksit salımı küresel ısınmanın nedenidir.” İlle öyle olmak zorunda değil. Bir şeyin bir başka olaydan sonra olması, ona yol açanın o olay olduğu anlamına gelmez. Ben alkışladım ve Cindy’nin sutyeni düştü. Benimle hiç ilişkisi yok, bayım.

Argumentum ad baculum (sopaya dayanan argüman)

“Benim söylediğime katılacaksın, yoksa bedelini ağır ödersin.” Genellikle bundan daha ince ifade edilir ve düzenleyici komutlardan dış politika manipülasyonlarına (“Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle” - George W. Bush) kadar geniş bir alanı kapsar. Biraz tartışmalı biçimde, bu tam olarak bir mantık hatası olmayabilir. Kimileri, gücün gerçekten de geçerliliğe yol açtığını iddia edebilir. Ama o zaman o öncülün açıkça belirtilmiş olması gerekir.

Argumentum ad hominem (adamına göre argüman)

Politikacının en sevdiği numara: “Adolf Hitler kötüydü, demek ki vejetaryenizmi de kötüydü.” Bu argüman çeşitli boylarda gelir. Bir partinin, ülkenin, ırkın ya da dinin, başka konularda yanlış yaptıkları düşünüldüğü için bu konuda da “hatalı olması gerektiği” söylenir. Ama önermeyi kimin ifade ettiğinin önermenin kendisiyle hiçbir ilişkisi yoktur.

Argumentum ad verecundiam (otoriteye başvuran argüman)

Buna ünlülerce desteklenen reklamlarda veya muteber insanlar bir tartışma konusunda fikir beyan etmeye davet edildiklerinde rastlarız. Sırf David Beckham şu şu marka gözlük taktığı için, der reklam, bu gözlükler “cool”dur, iyidir, kalitelidir vb. vb. Ya da farklı bir estetik anlayışı olanlar için Mihail Pletnev’in Stein-way piyanolarını desteklemesi. Ya,da bir profesör “uzman” kimliğiyle bir argümanı desteklemek için ağırlığını koymaya çağrılır. Bu durumların her birinde, belirli bir uzmanlık ve/veya saygının kolaylıkla başka bir alana aktarılabildiği varsayılmıştır. Bu, destekleyenin başka konularda konuşmak için yeterli olmadığı anlamına gelmez; sadece önermenin ya da argümanın, kişilikten ya da şöhretten bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini belirtmektir.

Argumentum ad ignorantiam (cehalete yönelik argüman)

Bir önerme kanıtlanmadıysa, ulaştığı sonucun yanlış olduğu söylenir. “Küresel ısınma henüz kanıtlanmış değil, öyleyse demek ki yanlış.” Hayır, kanıtlanmamasına kanıtlanmadı, ama yanlışlanmadı da. Argüman gerçekliğe referansı atlar, bununla birlikte bilimsel olarak toplanmış veriler temelinde bir doğrulanma olasılığını da bir kenara bırakmış olur.

Bir de şu örneğe bakalım: “Eğer bir önermenin yanlış olduğu kanıtlanmadıysa, sonucu doğru olmalıdır.” Neden böyle bir sonuç çıksın ki? “Yaratılışçılık hâlâ yanlışlanmadı. Öyleyse doğru olmalı.” Doğru olabilir, ama yanlış da olabilir. Popper’ın özetlediği gibi, yanlışlanmanın olmayışı bir şeyi doğru yapmaz. Bu şeyin bütün ortaya koyduğu, gerçekten de yanlış olabileceği için sürekli sıkı biçimde test etmemiz gereken bir çalışma hipotezimiz olduğudur.

A rgumentum ad populum (çoğunluğa dayanan argüman)

Bu, bugünlerde internette sayısız örneğini gördüğümüz kamuoyu yoklamalarının her birinin yaptığı yaygın bir yanlıştır. “Amerikalıların yalnızca %16’sı 11 Eylül hakkında hazırlanmış olan resmi rapora inanıyor” (New York/CBS News yoklaması, 2006). Halkın % 84’ünün rapordan kuşku duyması da, rapora inananların oranının %16 olması da hakikatin temeli olarak kabul edilemez. Hakikat, insanların inandığı şeylerden bağımsız bir şeydir. İsterse halkın %100’ü A’ya inansın, B ile aynı fikirde olsun.

Argumentum ad misericordiam (merhamete dayanan argüman)

Her gün bir dizi reklam bizi suya, eğitime veya konuta ihtiyacı olan zavallı bir yoksula para vermeye çağırıyor. Ama yoksullara hayırseverlik yoluyla para verilmesinin doğru olup olmadığı, içimizdeki başkalarıyla sempati yoluyla bağ kurma içgüdüsüne yanıt vermekten ayrılabilir bir ahlaki sorundur. Daha ayrıntılı bir analiz, bu insanların siyasi yolsuzluklar ve savaş dolayısıyla yoksullaştığını ve hayırseverliğin savaşın sonuçlarını sübvansiyon yoluyla hafifleterek yalnızca savaşın devam etmesine yaradığını ortaya koyabilir. Daha az yüklü bir örnek alacak olursak, çocuklar sık sık annelerine yalvarırlar: “Lütfen anne, lütfen!” Burada argümanı kazanmak için annenin duyguları harekete geçirilmeye çalışılıyor - harika bir mantık hatası.

Kaynak: Alexander Moseley - A'dan Z'ye FELSEFE

Felsefi Dünya Görüşü

Max SCHELER

“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz,” Platon’un bu sözü bugün de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinsel veya herhangi başka bir gelenek yoluyla edinir. Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan insanlar, kendi akıllarına dayanma cesaretini göstermelidirler. Ayrıca, alışılagelen bütün kanıları kuşkuyla karşılamalı, açık seçik ve temellendirilebilir olmayan hiçbir düşünceyi kabullenmemelidirler. Gerçi felsefe her zaman üstün bir düşünür kişiliğin çevresinde toplanan seçkinlerin işi olmuştur, fakat felsefi dünya gö­rüşü her zaman insanlık tarihini etkilemiştir. Bütün tarih aslında seçkinlerin ve onları izleyenlerin bir ürünüdür. Felsefi seçkinler zümresinin etkileyici gücüne örnek olarak Platon ve Aristoteles’in Kilise üzerindeki etkisini; Kant, Fichte, Schelling ve Hegel’in de özgürlük savaşları Almanya’sındaki politika, askerlik, edebiyat ve eğitim alanındaki etkilerini gösterebiliriz.

Kısa bir süre öncesine kadar Alman felsefesi -özellikle akademik felsefe- belli bir dünya görüşünün ortaya konulmasından vazgeçmişti. Akademik felsefe yıllarca pozitif bilimlerin yalnızca bir hizmetçisi olmakla ve bunların yöntem ve amaçlarını incelemekle yetindi. Böylece 19. yüzyılın son çeyre­ğinde felsefi araştırmalar bilgi kuramı ile deneysel psikoloji çerçevesi içine hapsoldu. Oysa felsefe ne bir dinin ne de bir bilimin hizmetçisi olabilir.

Bu görüş ışığında felsefe son yıllarda niteliği ve amaçları bakımından derin bir değişikliğe uğradı. Felsefe büyük çabalar sonucunda “metafizik” denilen problemleri belli bir çözüme götürmek için, pozitif bilimlerin önderliğinde değil ama onlarla işbirliği yaparak, yeniden temelli ve kesin yöntemler kazandı. Mezafîziğin her türünü reddeden üç büyük düşünce akımı -pozitivizm, Yeni Kantçılık ve historizm (tarihselcilik)- günümüzde büyük ölçüde etkisini yitirdi. Pozitivizm, gerek varlık gerekse bilgi formlarını duyu verilerinden türetti ve bütün metafizik sorular ile bu sorulara verilen cevapların anlamsız olduğunu, bunların yanıltıcı bir “düşünce alışkanlığına dayandığını ileri sürdü (Emst Mach, Avenarius). Günümüzdeki Kant araştırmalarına göre; Yeni Kantçılığın, Kant’ı neredeyse tümüyle yanlış anladığı ve metafizik problemlerini insan aklının kalıcı problemleri olarak görüp, bunların çözülebilirliliğini reddettiği belirlenmiştir.

Tarihselcilik için ise gerek dinsel gerek felsefi bütün dünya görüşleri deği­şen tarihsel ve toplumsal yaşam koşullarının birer anlatım biçimiydi (Kari Marx, W. b Dilthey, O. Spengler). Bu üç düşünce akımının metafizik karşısındaki olumsuz tavrı günümüzde artık geçerli bir tavır olmaktan çıkmıştır. Fakat asıl gerekli olan, bu tavrın geçersizliğini kanıtlamak değil, yeni, olumlu bir düşünceyi ortaya koymaktır. İnsan istediği gibi metafizik bir dü­şünce kurma ya da kurmama özgürlüğüne sahip değildir. Metafizik düşünce, kendi başına olan, varlığını yalnız kendisinden alan ve bütün diğer var olanların kendisine bağlı olduğu, insanın ve dünyanın temeli olan şey üzerindeki düşüncedir. İnsan, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği veya gelenek aracılığı ile her zaman böyle bir düşünceye, böyle bir duyguya sahip olmuş­tur. O, mutlak olan üzerinde ancak iyi ve akla uygun ya da kötü ve akla aykırı bir düşünce kurma özgürlüğüne sahiptir. Kendi bilinci önünde mutlak bir varlık alanının bulunması insana özgü bir niteliktir. Bu alanın bilincini insan kasıtlı olarak arka plana iterek dünyanın duyusal kabuğuna yapışabilir. Bununla birlikte insandaki manevi kişiliğin merkezi, insanın duygu hayatı körleşir, insan mutlak var olanın en yüksek değerin alanını, bilerek veya bilmeyerek, kendi yaşamında sanki mutlakmış gibi gördüğü sonlu bir şeyle, sonlu bir değerle de karşılaştırabilir; para, ulus ve sevilen bir insana bu gözle bakılabilir. Bu ise eşyaya tapma ve putperesliktir. Böyle bir ruh durumunu aşabilmesi için, insanın şunu öğrenmesi gerekir: İnsan kendisiyle hesaplaşarak, mutlak bir varlığın, mutlak bir değerin yerine geçen kendisindeki “put”un bilincine varmalı ve onu parçalamalıdır; büyük sevgiyle bağ­landığı şeyi sonlu dünyadaki yerine geri vermelidir. O zaman mutlak olanın alanı yeniden ortaya çıkar ve ancak o zaman insan mutlak varlık üzerinde bağımsız olarak felsefe yapabilecek duruma gelebilir.

Mutlak varlık üzerinde özgür felsefi araştırmayı olanaklı kılan, yalnızca metafiziğin gerçekliği değil, aynı zamanda insanın, dikkatli bir şekilde belirlenen sınırlar içinde kalarak, bütün şeylerin temelini bilmeyi sağlayan bilgi araçlarına da sahip olmasıdır. Bu, her zaman eksik ama somut, açık ve objesine uygun bir bilgidir. Ve insan, kişiliğinde şeylerin temelinden pay alma, şeylerin temeline katılma yeteneğine de sahiptir.

İnsan üç türlü bilme yetisiyle donatılmıştır: Egemen olmanın ya da başarının bilgisi, öz bilgisi ve metafizik bilgi. Bu üç tür bilginin hiçbiri kendisi için değildir. Her bilgi türü belli bir var olanın, ya nesnelerin, ya insanın kendisinin ya da mutlak olanın şekillendirilmesi amacını güder.

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 1

Beşinci kitabın sonlarından yedinci kitabın başlarına değin, Cumhuriyet aytışımının (dialogiasının) ortalarında, siyasete karşıt olarak, salt felsefe ele aiınır. Sorunlar oldukça keskin bir biçimde dile getirilir.

"Filosoflar kral oluncaya, ya da bu dünyanın kralları ve prensleri felsefe gücü ve tini edininceye, işi gücü başkasının kuyusunu kazmak olan ayaktakımı bir yana çekilme zorunda bırakılıncaya değin ne kentler kötülüklerden kurtulacak, ne de insan soyu. Sonra, sadece bizim devletimiz yaşama hakkına sahip olacak, gün ışığı­na erecek."

Eğer doğruysa bu, önce bir filozofun ne olduğunu ve felsefe ("philosophia") sözcüğünden ne anladığımızı belirlememiz gerekir. Bu sorunlardan doğan tartışma Cumhuriyet'in en ünlü, belki de en çok etki yapmış sayfalarıdır. Kısmen, doğal üstü bir edebiyat güzelliğine sahip o sayfalarda söylenenleri, benim gibi, doğru saymayabilir okuyucu. Ancak, etkili bulmaması da elde değildir.

Platon'un felsefesi, gerçekle görünüş arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ilk kez Parmenides tarafından ortaya atılmıştı. İmdi ele alacağımız tartışmada, Parmenides'in deyim ve kanıtları sık sık çıkar karşımıza. Bununla birlikte, Platon'da; gerçek konusunda Parmenidesçi olmaktan çok Pythagorasçı, dinsel bir hava; daha çok, Pythagoras ardıllarına geri götürebileceğimiz müzik ve matematik ilişir göze. Parmenides mantığının, Pythagoras'ın ve Orpheosçuların öbür dünyacılığıyle birleşmesi, mantığı da, dinsel heyecanları da doyuran bir kurama yol açmıştır. Sonuç, ayrı değişmelerle, Hegel'e değin büyük filosofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon'dan kalan yalnız filosofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon'dan etkilenen yalnız filosoflar değildir. Püritenler, müzi­ğe, resme, Katolik Kilisesi'nin gösterişli törenlerine neden karşıdırlar? Sorunun karşılığı, Cumhuriyet'in onuncu kitabındadır. çocuklar okulda neden aritmetik öğrenmek zorundadırlar? Sorunun karşılığı, yedinci kitaptadır.

Aşağıdaki paragraflar, Platon'un düşünler (idealar) kuramı­ nı özetler:

Sorunumuz şu: Filosof nedir? Birinci karşılık kökbilim (etymolegia) yönünden verilebilir. filosof bilge-sever' dir. Fakat, bilgi-sever'le aynı değildir "bilge-sever", meraklı bir kişinin de bilgiyi sevdi­ği söylenebilir. Kaba bir ilgi filozof yapmaz adamı. Dolayısıyla biraz değişiyor tanım. Filozof doğruluk görü'sünü seven adamdır. Nedir bu görü?

Yeni tiyatro oyunlarını, yeni filmleri izlemeye, yeni müzik parçalarını dinlemeye can atan, güzellik düşkünü bir adam düşünelim. Böyle bir adam filozof değildir. Çünkü o, sadece güzel şeyleri, filosofsa, güzelliğin kendini sever. Güzel şeyleri seven, düş görmektedir. Mutlak güzelliği sevense uyanıktır. Birincisi sadece kanı sahibidir, ikincisiyle bilgi.

BİLGİ VE KANI

"Bilgi"yle "kanı" arasındaki ayrım nedir? Bilgi sahibi herhangi bir şeyin bilgisine sahiptir. Sözgelimi var olan bir şeyin bilgisine. Var olmıyan zaten hiçtir. (Parmenides'i anımsatıyor burası.) Bilgi yanılmaz sonuçta. Onun yanılması lojik olarak olanaksızdır. Fakat, kanı yanılabilir. Bu nasıl olur? Olmayan bir şeyin kanısı olmaz, olamaz. Olan bir şeyin kanısı da olamaz. Böylesi de bilgi olur. Dolayı­siyle kanı, hem olan hem olmayan bir şeyle ilgili olmalıdır.

Nasıl olanaklı olur bu? Sorunun karşılığı, tek tek şeylerin daima, karşıt öz çizgiler yüklenmesindedir. Sözgelimi, güzel olan, bir bakıma güzel olmıyan, adil olan bir bakıma adil olmıyandır. Platon'un savına göre, tek tek bütün şeyler çelişmeli karakterlere sahip, olanla olmayan arasında ve kanı şeyleri değil, bilgi şeyleri olmaya elverişli. "Fakat, mutlakı, zamansızı ve başkalaşmıyanı gören kişilerin, kanıya sahip olduğu değil, bir şeyi bildiği söylenir."

Böylece, kanının, duyularımıza açık dünyayla ilgili olduğu sonucuna varırız. Gerçekteyse bilgi, duyuüstü, zamansız bir dünyaya ilişkindir. Sözgelimi kanı, tek tek güzel şeylerle, bilgi güzelliğin kendisiyle ilintilidir.

Geliştirilen tek kanıt, bir şeyin hem güzel hem güzel olmı­yan, hem adil hem adil olmıyan olduğunu var saymakla çelişmeye düşüleceği; yine de çelişmeli karakterleri içinde bulundurur göründüğü; tek tek şeylerin gerçek olmadığı konusundadır. Herakleitos şöyle demişti: "Aynı ırmağa hem girebiliriz hem giremeyiz. Varız ve var değiliz." Bu kanıyı Parmenides'in kanısıyla birleştirirsek Platon'un varmış olduğu sonuca varırız.

KURAMDA MANTIKSAL VE METAFİZİK BÖLÜM

a. Mantıksal Bölüm

Bununla birlikte, Platon'un, öğretisinde kendinden öncekilerde rastlamadığımız önemli bir özellik bulunmaktadır: Kısmen mantıksal, kısmen de metafizik İdealar ya da biçimler kuramı. Mantıksal bölüm, genel sözcüklerin anlamıyla ilgilidir. Doğru olarak "bu kedidir" diyebileceğimiz pek çok hayvan vardır. "Kedi" sözcüğüyle neyi amaçlıyoruz? O açıkça, her özel kediden ayrı bir şeydir. Bir
hayvan, bütün kedilere özgü olan genel yapıyı taşıdığı için kedidir. Dil, " kedi" gibi genel sözcükler olmaksızın edemez. Bu tür sözcüklerin anlamsız olmadığı açıktır. Eğer "kedi" sözcüğü herhangi bir şeyi anlatıyorsa bu, herhangi bir kedi değil, evrensel kediliktir. O, tek bir kedi dogduğu zaman doğmaz. Tek bir kedi ölünce de ölmez. Uzay ya da zaman içinde bir yer de kaplamaz. Zamansızdır. Öğretinin mantıksal bölümü bu. Onun adına olan kanıtlar, sonuçla geçerli olsun olmasın güçlüdür ve öğretinin metafizik bölümünden tü­müyle bağımsızdır.

b. Metafizik Bölüm

Öğretinin metafizik bölümüne göre "kedi" sözcüğü, belirli, ideal bir kediyi, Tanrı'nın yarattığı tek bir kediyi dile getirir. Tek tek kediler ideal kediyle ortak bir yapıya sahiptirler. Az ya da çok eksiktir bu ortaklık. Çok sayıda kedi vardır. İdeal kedi gerçektir. tek tek kedilerse görüntüsel.

Devlet'in son kitabında, ressamları kınayışa bir giriş olmak üzere idealar ya da biçimler öğretisinin açık bir dökümü yer alıyor. Burada Platon, bir bölük bireyin ortak ada sahip olması durumunda, ortak idea ya da biçimden olduklarını anlatır. Sözgelimi, pek çok yatak olmasına karşın tek bir yatak ideası ya da biçimi bulunmaktadır. Bir yatağın aynadaki yansısı nasıl gerçek değil, görünü­şünden ibaretse, değişik tek tek yataklar da idea'nın kopyası olduklarından gerçek değillerdir. Yatak ideası tek tek gerçek yataktır, Tanrı yönünden yapılmıştır. Tanrı'nın yaptığı yatak konusunda "bilgi", marangozların yaptığı yatak konusunda" kanı"ya sahip olabiliriz. Filosof, sadece ideal yatakla ilgilenecektir; duyulur dünyanın pek çok yatağıyla değil. Ayrıca, gündelik dünya işlerine ilgisiz kalacaktır. "Zihni bunca yüce olan, bütün zamanı ve bütün varlığı gözleyen kişi, insan yaşantısını nasıl düşünebilir?" Filosof olmaya yetenekli genç, arkadaşları arasında doğru, nazik, öğrenmekten hoşlanan, güçlü bir belleğe ve öğeleri uyuşümlu bir zihne sahip olmakla kendini gösterecektir. Böyle biri, filosof ve koruyucu olması yolunda eğitilecektir.

Adeimantos bu noktada bir karşı duruşla söze karışır. Sokrates'le tartışmaya çalışırken her adımda şaşırdığını duyar. Tartışma sona erdiğinde önceki bütün düşüncelerinin tersine döndüğünü anlar. Sokrates ne derse desin felsefeye dalan kişiler, acayip yaratıklar olup çıkıyor anlaşılan. En iyileri bile gereksizleşiyor.

Sokrates, böyle bir durumun, içinde bulunduğumuz dünya için doğru olduğunu söyler. Fakat, ayıplanacak olan, filosoflar dışındaki kişilerdir. akıllı bir toplulukta, aptal sayılmayacaktır filosoflar. Bilge kişiler, yalnız aptallar arasında, bilgelikten yoksun sayılırlar.

Ne yapacağız bu ikilem karşısında? Devletin kurulması için iki yol var:

1 - Filosofların yönetici olması
2 - Yöneticilerin filosof olması

Başlangıç olarak birinci yol olanaksız gibi. Çünkü, felsefeye kulak asmayan bir kentte halk, filosofları tutmuyor demektir. Fakat, yönetici olarak doğmuş biri filosof olabilir. "Böyle, bir tek kişinin çıkması yeter. kendi istemine uyan bir kente sahip tek adam, kimselerin inanmadığı ideal politikayı gerçekleştirebilir." Platon, Surakousai (Sirakuza) tiranı genç Dionusios'ta böyle bir yönetici bulduğunu sandı. Ancak boşa çıktı umutları.

Devlet'in VI ve Yll. kitaplarında Platon, belli başlı iki sorunla uğraşır:

1 - Felsefe nedir?

2 - Uygun yaradılıştaki bir genç erkek ya da kadın filosofluk eğitiminden nasıl geçirilebilir?

Platon için tek felsefe, bir tür görü, "doğruluk görüsü"dür. Salt zeka, salt bilgelik işi değil, bilgelik sevgisidir. Spinoza'daki tanrı'yı zekayla sevmek kavramı, düşünce ve duygunun aynı biçimde iç­ten birleşmesidir. Yaratıcı iş gören herkes, uzun bir emekten sonra, doğruluk ya da güzelliğin ani bir parlayış ya da görkem içinde göründüğü ya da görünür gibi olduğu zihin durumunu az çok yaşamıştır. Bu durum, küçük bir konuda da, evren konusunda da çıkabilir ortaya. O anda, sözü edilen yaşayış çok kandırıcıdır. Sonradankuşku gelebilir. Fakat, ilk anda yüksek bir kesinlik vardır. Sanırım, sanatta, bilimde, edebiyatta, felsefede en iyi yaratıcı yapıt, böyle bir anın sonucu olan yapıttır. Başkalarında da olur mu bilmem? Kendi adıma, ne zaman bir kitap yazmaya kalksam, önce konunun ayrı ayrı parçalarını tanıyacak ölçüde ayrıntılara inmem gerekir. Sonra, eğer şanslıysam, bir gün, parçalarıyla gereğince bağlaşmış olarak yakalarım bütünü. İmdi iş, gördüğümü yazmaya kalmıştır. Sislerle kaplı dağ yolunda yürüyen bir adam düşünün. Adam önce, her yamacı, patikayı, yaylayı ayrı ayrı tanır. Sisler dağılınca, bütün dağı uzaktan bütünlükle ve parlak gün ışığı altında görür.

1 - 2 - 3

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 2

İyi bir yaratıcı yapıt için, sanırım gereklidir bu yaşantı. Fakat, yeter değildir. Onun getirdiği öznel kesinlik, gerçekte, büyük ölçüde yanıltıcı olabilir. William James, gülme etkisi uyandıran gazla böyle bir yaşantıya ulaşan adamın öyküsünü anlatıyor. O kişi, gazın etkisindeyken evrenin gizemini bilirim sanır. Fakat bu etki ge­çince gizemin ne olduğunu unuturmuş. Bir gün, aşırı bir çabayla, görü yitip gitmeden yazmış onu. Gazın etkisinden sıyrılınca hemen okumaya girişmiş yazdığını. Şuymuş yazdığı: "Her yerde petrol kokusu." Dolayısıyla ani bir iç görü'sü yanıltıcı olabilir, tanrısal esriklik geçince ayık kafayla denetlenmelidir o.

Platon'un Devlet'i yazdığı sırada güvendiği görü'sü, yapıtının okuyucu yönünden daha iyi anlaşılması için bir istiareyi gerektirir en sonunda: mağara istiaresini. Okuyucuya, idea'lar dünyasının gereksinimini gösterecek biçimde tasarlanmış değişik ön tartışmalarla varılır ona.

Önce, zeka dünyası, algılanır dünyadan ayrıdır. sonra, zeka ve algı kavramı da ikiye ayrılır. Algı kavramının türleri bizi ilgilendirmiyor burada. Zeka kavramının türlerine gelince, onlar "us" ve "anlayış"tır. Bunlardan us daha yüksektir. Salt idealarla ilgilidir.

Yöntemi diyalektiktir. Anlayışsa, matematikte kullanılan bir zeka türüdür, us'tan aşağıdadır. Denetliyemediği varsayımlarda usa baş­ vurur. Sözgelimi geometride "ABC'nin gerçekten doğru çizgili bir üçgen olup olmadığını sormak kurallara aykırıdır yine de. Aynı biçimde, matematik bize, neyin var olduğunu değil, şöyle şöyle koşullar altında neyin var olacağını söyler. Duyulur dünyada doğru çizgi yoktur. Böylece matematiğin varsayımsal doğruluktan daha çoğuna sahip olması isteniyorsa duyulurüstü dünyada duyulurüstü çizgilerin varlığına kanıt bulmalıyız. Bu, Platon'göre, anlayışla değil, usla yapılır. Us, gökte, geometrik önermelerin varsayımsal değil, kesin olduğu doğru çizgili bir üçgen bulunduğunu gösterir.

Bu noktada Platon'un gözünden kaçan, modern idealist filosoflar için açık bu güçlük var. Tanrı'nın tek bir yatak yaptığını görmüştük. Onun tek bir doğru çizgi çizdiğini kabul etmek de doğaldır. Fakat eğer gökte bir üçgen varsa tanrı üç tane doğru çizgi çizmiş olmalı. Geometri nesneleri ideasal olsa bile pek çok örneklere sahip bulunmalılar... sözgelimi, kesişen iki çember istiyebiliriz. Bu, Platon kuramında, geometrinin, son doğruluğa yetenekli olmadığı­nı görüntüyü ele alan çalışmanın bir bölümü olarak kınanması gerektiğini anlatır. Söz konusu noktayı bir yana bırakacağız yine de.

Platon, açık anlıksal görüyle, karmaşık, duyu algısı görü'sü arasındaki ayrımı, görme duyusundan yaptığı bir benzetme yardı­mıyla açıklamaya çalışır. "Görme -der-, yalnız gözü ve nesneyi de­ğil ışığı da gerektirmesi bakımından öbür duyulara benzemez. Nesneleri, güneş ışığında apaçık, alaca karanlıkta yarım yamalak görü­rüz, zifiri karanlıktaysa hiç görmeyiz. İdea'lar dünyası, nesnenin gü­neşle aydınlanması sırasında gördüğümüz dünyadır." Göz tine (ruha), ışık kaynağı olarak güneş doğruluğa ya da iyiliğe karşılıktır.

"Ruh, bir göz gibidir. Doğruluk ve aydınlığın parladığı nesneye yönelince kavrar ve anlar, zekayla ışıklanmıştır o anda. Oluş ve bozuluşunun egemen olduğu alaca karanlıktaysa sadece kanıya sahiptir. Orada bakar durur hep. Bazen şu, bazen de bu kanıya sahip olur. Zekaya sahip değilmiş gibi görünür... "bilinene doğruluk nitesini, (vasfını), bilene bilme gücünü veren şeye, iyi ideası diyeceğim. ve siz ona bilimin nedeni diye bakacaksınız."

Ünlü mağara istiaresine götürür bu bizi. İstiareye göre, felsefeden yoksun olanlar, bir mağarada ancak bir yöne bakacak biçimde bağlanmış tutuklulara benzer. Arkalarında ateş yanar. Önlerinde duvar vardır. Kendileriyle duvar arasında hiçbir nesne yoktur. Gördükleri, arkalarındaki nesnelerin ateş aracılığıyle duvara yansı­yan gölgelerinden ibarettir. Kaçınılmaz olarak, bu gölgeleri gerçek sayarlar. Onların asıl bağlı bulunduğu nesnelerle ilgili bir kavrama sahip değillerdir. Sonunda tutuklulardan biri mağaradan kaçarak gün ışığına çıkar, ilk kez gerçek nesneleri görür. O zamana değin gölgelerle aldatılmış olduğunu anlar. Eğer kurtulan, koruyucu olmaya değer, filosof yapılı bir kişiyse, eski tutukluluk arkadaşlarına durumu anlatmayı görev sayar. Ancak onlar doğruya inanmakta güçlü­ğe uğrıyacaktır. Çünkü, gün ışığında mağaraya girince, gölgeleri, öbür tutuklulara bakıldığında, daha az belirgin bulacak ve arkadaş­larını kurtuluştan önceki zamana bakıldıkça daha aptal sayacaklardır.

İYİ'NİN DURUMU

İyi'nin durumu ilginç! "Bilim ve doğruluk -der Platon-, iyi gibidir. Fakat, iyinin makamı daha yüksektir. iyi, öz değildir. Yücelik ve güç bakımından aşar özü" Diyalog, mutlak iyinin algılanmasında anlıksal (intellectual) dünyanın sonuna götürür bizi ve matematikçinin varsayımlarını, iyinin yardımıyla bir yana bırakabilir. Bunun temelindeki düşünce, gerçeğin, görünüşe karşıt olarak eksiksiz ve tam iyi olduğudur. Böylece, iyiyi algılamak, gerçekliği algılamak olur, Platon felsefesinde baştan başa Pythagoras felsefesinde oldu­ğu gibi zekayla gizemciliğin kaynaşmış olması dikkati çekiyor. İyi hususunda gizemcilik ağır basıyor.

İDEALAR ÖGRETİSİNİN YANLIŞLARI

Birtakım açık yanlışlar içerir idealar öğretisi. Felsefede bü­yük bir aşamadır yine de, günümüze değin değişik biçimlerle gelen tümeller sorununa ağırlık vermiş ilk öğreti olması nedeniyle. Baş­langıçlar üstünkörü olmaya açıktır. Üstünkörü diyerek idealar öğretisinin özgünlüğünü görmezlikten gelemeyiz. Tüm zorunlu doğrulamalar yapıldıktan sonra bile kimi şeyler kalır geride. Geride kalanlardan kesinlikle en küçüğü, Platon'a en çok karşıt olanların bile kabul edeceği şu gerçektir: Tüm özel adlardan kurulu bir dille konuşamayız. "Adam", "kedi", "köpek" türünden genel sözcüklerle "benzer", "önce" türünden bağlantı sözcükleri de gereklidir. Anlamsız gürültüler değildir o sözcükler. Dünyanın bütünüyle tek tek şeylerden kurulu olması durumunda adı geçen sözcüklerin, özel adların gösterdiği türden bir anlama nasıl sahip olacağını kestirmek güç. İlk bakışta tümeller adına çalışan bu' kanıttan kurtulmanın yolları vardır. Geçici olarak, bir aşamaya değin geçerli sayacağım onu. Fakat, bu denli geçerlikten hiç de Platon'un dedikleri çıkmaz.

Önce Platon, felsefe söz dizimini anlamış değildir... Sokrates insandır, Platon insandır v.ö. diyebilirim. Bütün bu anlatımlarda "insan" sözcüğünün aynı anlama sahip olduğu düşünülebilir. "İnsan" sözcüğü ne anlatırsa anlatsın, Sokrates'le Platon'un ve insan soyunu biçimleyen öbür bütÜn bireylerle aynı olmayan bir şeydir bu sözcük. "İnsan," sıfattır. " İnsan insandır" demek saçma olur. Platon, böyle bir saçmalığa düşmektedir. Güzelliğin güzel, " insan"ın Tanrı tarafından yaratılmış bir örnek-insan'ın adı, edimdeki (actual) insanın, asıl örneğin eksikli ve gerçek dışı bir kopyası olduğunu düşü­nür. Ayrıca, tümellerle tikeller arasında nasıl bir boşluk bulunduğunu anlayamamıştır. Onun ideaları, sağtöresel (ethic) ve estetik olarak, sıradan tikellere üstün başka tikellcrdir gerçekte, Kendisi de daha sonra bu güçlüğü görmeye başlamıştır. Parmenides diyalogu, bir filozofun kendini eleştirmesinin en güzel örneğini verir.

Parmenides'in, Antiphonos (Platon'un üvey kardeşi) tarafından öykülendiği varsayılır. Söyleşiyi anımsayan yalnız oymuş: Sonradan bu tür sorunları bırakıp atlarla uğraşmaya başlamış, kendisini elinde bir dizginle bulmuşlar ve Parmenides - Zenon - Sokrates arasında geçen üçlü tartışmayı anlatması konusunda zar zor kandırmış­lar. Söylendiğine göre, bu tartışma sırasında, Parmenides yaşlı (aşa­ğı yukarı 65 yaşında), Zenon orta yaşlı (40 yaşlarında), Sokrates'se oldukça gençmiş. Sokrates burada, idealar kuramını açıklar. Benzerlik, güzellik, adalet ve iyilik ideaları bulunduğundan emin, insan ideası bulunduğundan emin değildir. Kıl, çamur, pislik gibi nesnelerin ideası bulunduğu yolundaki öneriyi küçümsiyerek hayırlar (reddeder). "Arada ideasız bir şey bulunmadığını düşündüğüm olur" der. Dipsiz saçmalık çukuruna düşmekten korktuğu için bu görüş­ten kaçınır.

"Evet Sokrates -dedi Parmenides-, şimdi gençsin, zaman gelecek, felsefeyi daha iyi kavradığında, yanılmıyorsam, en aşağılık nesneleri bile küçümsemiyeceksin."

1 - 2 - 3

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 3

Sokrates, kendi görüşüne göre, "öbür bütün şeylerin paylaştı­ğı belirli idealar bulunduğunu, bütün şeylerin, adlarını bu belirli idealardan aldığını; sözgelimi, benzerlerin benzerlikten pay aldıkları için benzer; büyük nesnelerin büyüklükten pay aldıkları için büyük; adil ve güzel nesnelerin adalet ve güzellikten pay aldıkları için adil ve güzel olduklarını" kabul eder.

Güçlük çıkarmaya çalışır Parmenides:

a. Birey, ideanın bütününü mü yoksa bir parçasını mı paylaşır. Her iki görüşe de itiraz edilebilir. Önceki doğruysa bir nesne aynı anda değişik yerdedir. İkinci doğruysa idea bölünebilir, küçüklüğün bir parçasına sahip olan nesne mutlak küçüklükten daha da küçük olur. Bu da saçmadır.

b. Bir birey bir ideayı paylaşıyorsa birey ve idea benzerdir. Dolayısıyle, tikellerle köken ideayı içine alan bir başka idea bulmak gerekecek, iş sonsuza değin gidecektir. Sonuçta, her idea tek olaca­ğına; sonsuz idealar dizisi bulunacaktır (Aristoteles'in, "üçüncü ki­şi" kanıtının aynıdır bu.)

c. "b" deki nedenle, kendilerini paylaşan tikellere benzemez idealar.

d. Sokrates, tek düşüncelerin, belki de idealar olduğunu anlatır. Parmenidcs'e gelince o, düşüncelerin herhangi bir şey konusunda olması gerektiğini ileri sürer.

e. Eğer varsa, bilgimiz mutlak olmadığından, ideaların bizce bilinmemesi gerekir.

f. Tanrı'nın bilgisi mutlaksa, bizi bilmeyecek, dolayısıyla yönetemeyecektir. (Tikel, tümeli paylaşamıyacağından)

Yine de büsbütün bırakılmış değildir idealar kuramı. " İdealar bulunmaksızın, zihnin dayanağı olamaz, böylece usavurma yıkı­lır" diyor Sokrates. Parmenides de güçlüğü, Sokrates'in eğitimindeki eksikliğine bağlıyor. Belirli hiçbir sonuca varılamıyor.

Platon'un, duyulur tikellerin gerçekliğine yönelttiği karşı duruşlar, sanırım, ince elemeye gelmez. Sözgelimi o, güzel olanın bir bakıma çirkin, çift olanın bir bakıma yarım olacağını söyler. Fakat örnegin, bir sanat yapıtının bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin olduğunu söylediğimizde, çözümleme, hiç değilse, kuramsal olarak "bu yan ya da görünüş güzel; bu yan ya da görünüş çirkin" dememize daima elverecektir. "Çift" ya da "yarım" sözcükleri de göreli terimlerdir. İkinin, birin iki katı, dördün yarısı olması çelişmeli değildir. Platon, göreli terimleri anlamamış olmanın güçlüğünü çekmiş­tir. A, B'den büyük, C'den küçükse, onun hem büyük hem küçük olması çelişmeli geliyordu Platon'a. Böyle güçlükler, artık felsefenin çocukluk sayrılıklarıdır.

Gerçekle görünüş arasındaki ayrım, ona Parmenides, Platon ve Hegel yönünden yüklenmiş sonuçlara sahip olamaz. Eğer görü­nüş gerçekten görünüyorsa, o bir hiç değil, gerçeğin bir parçasıdır. Tam Parmenides biçimi bir kanıt bu. Görünüş gerçekten görünmü­yorsa neden kafamızı yoralım? Biri çıkıp, gerçeğin gerçekten görünmediğini, görünür göründüğünü ileri sürebilir. İşe yaramaz bu yine de. Çünkü "o gerçekten görünür mü görünüyor, yoksa görünürden mi görünür görünüyor?" biçiminde bir soru sorabiliriz. Görünüş eğer, görünür görünüyorsa bile ergeç, gerçekten görünen bir şeye ulaşmamız gerekir. Tanrı yönünden yaradılmış tek bir gerçek yata­ğa karşın pek çok yatak bulunduğunun göründüğünü yadsımayı usundan bile geçirmemiştir Platon. Pek çok görünüş olduğu olgusunun içerimlerini düşünmüş görünmüyor. Sözü edilen çokluk gerçe­ğin bir parçasıdır. Dünyayı, biri öbüründen daha gerçek iki bölüme ayırma çabası başarısızlığa mahkumdur.

Bu noktayla bağlantılı olarak, başka bir görüşü daha var Platon'un: Bilgi ve kanının ayrı öznelere ilişkin olması görüşü: Kar yağacağını sanıyorsam bu bir kanı, kar yağdığını görüyorsam bu bir bilgidir. Bilgi kesin ve yanılmazdır. Kanıysa yanılır olmakla kalmaz, yanlıştır da zorunlukla. Çünkü, Platon, yalnız, görünüşün gerçekliğini varsayar. Bütün bunlar, Parmenides'i yinelemekten öteye geç­mez.

Platon metafiziğinin Parmenides'ten ayrıldığı bir nokta sözkonusu: Parmenides için yalnız bir idea var. Platon içinse pek çok idealar. Yalnız, güzellik, doğruluk, iyilik değil, gördüğümüz gibi, "Tanrı yönünden yaradılmış, yatak, insan, kedi, köpek, Nuh'un gemisini dolduracak daha pek çok yaratık ideası yer almaktadır gökte. Bununla birlikte Devlet'te bütün bunlar henüz düşünülüp taşınılmış görünmüyor. Düşüncenin nesnesi olabilirse de biçim ya da idea bir düşünce değildir. Tanrı'nın, onu nasıl yaratabilmiş olduğunu anlamak güç. İdeanın varlığı zaman dışı. Tanrı, ancak düşüncesinde bir yatak yaratmaya karar vermiş olabilirdi. Karar verince de, o dü­şüncenin nesnesi olarak, bize kendisi yönünden yaratıldığı bildirilen Platon-yatağı'nı ortaya koymuş olacak. Zamansız olan, yaratılmamış olmalıdır gerçekte. Burada, pek çok filozof-tanrıbilimciyi sıkıntıya sokan bir güçlükle karşılaşıyoruz. Yaratılan dünya zorunsuz; bizimki gibi, kötü olarak kınanan sıradan bir dünyadır. Yaratıcı'nın, sadece yanılgıyı ve kötülüğü yaratmış olduğu anlaşılıyor. Kimi Gnostik'lerin tutarlı olmak için onaylıyacağı bu görüş, Platon'un başka yapıtlarında olduğunca, Devlet'te de yüzeye çıkmamış.

Koruyucu olacak filosof, Platon'a göre, mağaraya dönmeli ve doğruluk güneşini görmemiş olanlar arasında yaşamalı. Tanrı da yarattığını düzeltmek istiyorsa, aynı biçimde davranmalı. Bir Hristiyan Platon'cusu, "incarnation"u(Tanrı'nın oğlu sayılan İsa'nın, insan biçim ve yapısını alması. Başka türlü söylenirse, Tanrısal ve insansal niteliklerin bir insanda cisimlenmesi.) böyle yorumlayabilirdi. Fakat, Tanrının idealar dünyasından memnun olmayışının nedenini açıklamak tümüyle olanaksız kalıyor. Filosof mağarayı yaratılmış bulur, Tanrı kayrasiyle (lütfuyla) oraya döner. Fakat, yaratıcı eğer her şeyi kendi yaratmışsa, "mağarayı" yaratmıyabilirdi biçiminde düşünenler çıkabilir.

Güçlük belki de Hristiyanlığın Tanrı anlayışından doğduğu için, Platon'a yüklenemez. Çünkü filosofumuz, Tanrı'nın her şeyi değil, sadece iyiyi yarattığını söylemiştir. Duyulur dünyadaki çokluk, onun görüşüne göre, Tanrı'dan başka bir kavrama ilişkin olacaktır. Belki de idealar, Tanrı'nın özünü yapan öğeler ölçüsünde, Tanrı yönünden "yaratılmış" değildir. Sonuçta, ideaların çokluğu, bilimsel (nihai) durum değildir. Bilimsel durumda sadece, Tanrı yada iyi bulunur. İdealar ona sıfat olarak verilir. Her halde, Platon'un olanaklı yorumu budur.

Platon daha sonra, koruyucu olacak bir gencin eğitimi konusunda ilginç bir tasariyle çıkar karşımıza. Böyle bir gencin anlıksal (intellectual), ahlaksal (moral) nitelikleri dolayısıyla, böyle bir onur için, seçildiğini öğrenmiştik. O, doğru ve nazik olmalı, iyi bir belle­ğe, uyuşkun bir zihne sahip bulunmalı, öğrenmekten hoşlanmalıydı. Anılan artamlar dolayısıyle seçilen genç, 20 - 30 yaş arasını şu dört Pythagorasçı bilimi öğrenmekle geçirecektir: Aritmetik, düzlem ve katı cisimler geometrisi; gökbilim, müzik. Bu çalışmalar, çıkarcı bir tinle izlenmiyecek, gencin zihnini zamansız şeylerin görü'süne hazırlıyacaktır. Sözgelimi, gökbilimde edimsel (actual)gök cisimlerinin öğrenme sıkıntısına girilmeyecek, ideal gök cisimlerinin hareketiyle ilgili matematik ele alınacaktır Size saçma gelir bu. Fakat "yararlı olmuştur" dersem şaşmayın. Böyle bir durumun ortaya çıkması ilginçtir. Anlatalım:

Gezegenlerin görünen devinimleri, onlar, inceden inceye çö­zümlenene değin, Pythagoras'ın yaratıcısının istemiş olacağı gibi de­ğil, düzensiz ve karmaşık bulunur. Her Grek'in, göklerde, matematik güzelliğin bir örneğini gördüğü açık. Böylesi ancak, gezegenlerin çemberler çizerek devinmesiyle olanaklıydı. İyi kavramı üzerinde durmasına bakılırsa, özellikle aynı kanıyı benimsemiş olacaktır Platon. Sonuçta şu sorun çıkar ortaya: Gezegen devinilerinin görü­nüşteki düzensizliğini, düzen, güzellik ve yalınlığa indirgeyecek herhangi bir varsayım var mıdır? Eğer varsa, iyi ideası bu varsayımı ileri sürmeyi yerinde bulduracaktır. Samoslu Aristarchos şöyle bir varsayım buldu: Yeryüzü dahil bütün gezegenler, güneşin çevresinde çember çizerek dolanırlar. Bu görüş, kısmen, "Pythagorasçılar"ı o görüşe benzer bir varsayımın sahibi sayan Aristoteles'in (De coelo,293 a) üstün etkisi dolayısıyla 2000 yıl hayırlanmış (reddedilmiş), ancak Koppernicus yönünden canlandırılmıştır. Onun başarısı, Platon'un gökbilime karşı estetik eğilimini haklı buldurabilirdi." Maalesef Kepler, gezegenlerin çember değil elips çizdiğini, güneşin merkezde değil odakta bulunduğunu kanıtladı. Sonra Newton, yörüngelerin tam elips olmadığını ortaya koydu. Böylece Platon'un aradığı ve anlaşıldığına göre Aristarchos'un bulduğu geometrik yalınlığın sanrısal (illusory) olduğu anlaşıldı.

SAÇMA DA YARARLIDIR

Böyle bir durum şu ilkeyi kanıtlar bilim tarihinde. Saçma da olsa, herhangi bir varsayım, bir bulucuya konuları yeni bir yolda düşündürüyorsa yararlı olabilir. Rastlantısal olarak, böyle bir ereğe yarıyan bir varsayımın gelişmeye engel olması da olasıdır. Dünyayı bilimsel yönden anlamanın anahtarı olarak iyiye inanç, belirli bir dö­nemde gökbilime yararlı, belirli bir dönemde zararlı olmuştur. Platon'un sağtöresel ve estetik eğilimi, Aristotelcs'in bu konuda- daha da ileri gitmesi, Grek bilimini öldürmüştür.

MODERN PLATONCULARIN ÖZELLİGİ

Platon'un aritmetik ve geometri üzerinde bunca önemle durmasına karşın, modern Platoncuların hemen ayrılsız (istisnasız) matematik bilgisinden yoksun olması dikkati çekiyor. hem bu kişiler, felsefeler üzerinde çok daha etki yapmışlardır. uzmanlaşmanın kötülüklerinden biridir bu: Adamlar kalkmış gençliklerinin büyük bir bölümünü Grek dili öğrenmeye harcamış, Platon konusunda yazıp
çizebilmek için, Platon'un önemli saydığı bilimleri öğrenecek vakit bulamamış.


Kaynak: Bertrand Russel - Batı Felsefesi Tarihi Cilt 1

1 - 2 - 3

Determinizm ve Hürriyet Üzerine Düşünceler

H. Vehbi Eralp


Tabiat hâdiselerinin gelişi güzel değil de, bazı kanunlara gö­re meydana geldiklerini söyleyen determinism fikrine insanların pek geç ulaştıklarına şüphe yoktur. Bugün bile, determinism yanında, hürriyete inanıldığını gösteren sonsuz denecek kadar çok düşünce ve hareketlere rastlamak mümkündür; bunlar bilhassa insan faktörünün işe karıştığı hallerde görülmektedir: «Bu işi böyle yapmamalıydınız, bu yalanı söylememeliydiniz,» denildiği vakit, o işin tam bir zaruretle yapılmadığı, başka türlü yapılmasının veya hiç yapılmamasının kabil olduğu, o yalanın söylenilmemesinin imkânı bulunduğu anlatılmak isteniyordur; yoksa bu sözlerin hiçbir mânası kalmamış olur, yahut o sözleri söyleyenin de bir papağan veya gramofon plâğı gibi konuştuğu kabul edilmiş bulunur. İnsan hürriyetine inanmanın doğru olduğunu haklı göstermenin mümkün olup olmadığı ayrı bir meseledir, fakat bu hürriyete inanılıyormuş gibi düşünüldüğü ve hareket edildiği bir vakıadır.

Açıkça ifade edilmiş fikir olarak determinism prensibi insanın geç elde ettiği bir düşünce olmakla beraber, daha başlangıçta hareketlerimizin bu prensibe dayandığı meydandadır. Adımımızı atarken, ayağımız altındaki toprağın eskisi gibi yerinde kalaca­ğına, boşluğa uçmayacağımıza, fırlatılan taşın herhangi bir yere değil, atılan tarafa gideceğine, ekilen tohumun aynı cinsten bir nebat vereceğine, farkında olalım veya olmayalım, inanmışız demektir. Bu mânada yalnız insan değil, hayvan da sanki déterminisme inanıyormuş gibi hareket eder. Zaten sadece içgüdülerine bağlı olarak hareket etmeyen canlılar için yaşamanın ve çevrelerine uymanın esas şartlarından biri budur. İçinde her şeyin rastgele cereyan ettiği, hiç bir hâdisenin kanuna bağlı olmadığı bir âlem düşününüz; böyle bir âlemde, hayatın doğacağı düşünülebilse bile, devam etmesi kabil değildir.

Şu halde determinism düşüncenin bir prensibi olmadan Önce aksionun bir prensibidir. Fakat farkına varılmamış, ifade edilmemiş ve bu itibarla düşünce için mevcut olmayan bir fikirle, tam şuuruna varılmış, açıkça ifade edilmiş bir fikir arasındaki mesafe büyüktür. Bu mesafe nasıl aşılmıştır, aksionun şuursuz bir prensibi nasıl düşüncenin açık bir fikri haline gelmiştir?

Âleme bir bütün olarak bakılsaydı, onun zaman içinde durmadan değişerek akıp gittiği, hiç bir vakit birbirinin aynı olan iki halden geçmediği, hareketli ve devamlı bir akış teşkil ettiği görülecekti; burada her geçen an kendisiyle beraber bir yenilik getirmektedir, durup dinlenme, tekrar yoktur; bu âlem güneş sisteminden çok, doğan, gelişen, ihtiyarlayan, bir kelimeyle, tarihî olan bir canlı varlığa benzeyecektir. Ama âlemin bu görünü­şü her şeyden önce yaşamak ve bunun için de, çevresine uymak, hareket etmek zorunda olan insan gibi bir varlık için hiç te faydalı ve elverişli olmayacaktır; bu, iş görmek ihtiyacında olan, hayatını yaşayan bir varlığın görüşü değil, hayatını bir rüya gibi seyreden bir varlığın görüşü olacaktır. Böyle bir âlemde determinism fikrinin doğması değil, düşünülmesi bile hatıra getirilemez, çünkü tekerrür eden, birbirini aynı şekilde kovalayan hiç­ bir şey burada yoktur; bu görüş ilim için değil, olsa olsa sanat eseri için bir hareket noktası teşkil edebilir.

Fakat her şeyden önce yaşayan bir varlık olan insanın görü­şü, fayda gözetmeyen bir temaşa değildir; zihin hayatında daha ilk adım olan idrak, etrafımızdaki hareketli realiteyi, dondurulmuş ve adlandırılmış objeler halinde parçalar; aksionun ve ilmin müşterek hareket noktası olan bu ilk adımdan sonra gelen daha karışık ve yüksek zihin ameliyeleri, karşılaştırma, tecrit, tamim, gene pratik bir hedefe yönelmiş bulunurlar. Bu hedef devamlı olarak gözönünde buÎundurulmazsa, ne zekânın doğuşunu, ne iş­leyişini izah etmek kabil olur. Farklı şekiller altında intellektualist sistemlerin müşterek hatası, zekâyı hakikatta olduğu gibi bir aksion vasıtası değil, fayda gözetmeyen, sadece bilmek için bilmek isteyen bir temaşa vasıtası saymış olmalarıdır.

Her parçası birbirine sıkıca bağlı bir sistem kurmak sevdasınad olan filozoflar için, — ve filozofların çoğu böyledir, hemen her zaman felsefî düşünce sistematik düşünce ile aynı mânaya gelir; — hürriyeti inkâr etmek, kabul etmekten çok daha elverişli ve kolaydır. Hürriyet kolayca tarif edilemiyen, zekâmızın kadrolarına sığmıyan, anlaşılmaktan çok yaşanılan bir olaydır. Bu durum karşısında birçok filozoflar, hürriyeti düpedüz inkâr etmek yoluna sapmışlardır. Spinoza bunlardan biridir. O, insandaki hürriyet duygusunun, hareketlerimizin bütün sebeplerini bilmemekten ileri geldiğini söyler. Bu sebepleri tamamiyle öğrendiği anda, insan, hareketlerinin matematik zaruretin aynı olan bir zaruretle meydana geldiğini anlayacak, en yüksek mükemmellik derecesine varacak, âdeta tanrılaşacaktır. Ama Spinoza'ya, " bunu nereden biliyorsunuz?" diye sorabiliriz; "olmıyan bir şey gÖrülemiveceğine göre, bu iddianız doğrudan doğruya yapılan bir müşahedenin neticesi değildir." Bu sorunun cevabını yine Spinoza'nın felsefesinde bulmak mümkündür. Hürriyetle zarureti neticede aynı şey haline getiren ve intellektualist felsefenin en yüksek noktalarından biri olan bu görüşün, olayların müşahedesinden ziyade, onları bir sistem içine sokmak gayretinden doğduğu meydandadır. Nitekim Spinoza'nın kendisi de, zaruret fikrinin felsefesinde bir netice değil, bir hareket noktası olduğunu söyler. Böyle olunca, bu fikrin inkârı demek olan hürriyete yer verilmemesinde, onun zaruretle, anlaşılan ve kabul edilen zaruretle aynı şey sayılmasında şaşılacak bir taraf kalmıyor.

Hürriyeti pratik aklın bir postulatı olarak kabul eden Kant ise, ilmin imkânını izah edebilmek için, bunu gerçek hayatın dı­şına atmak zorunda kalmıştır. Böyle bir görüşte yalnız ilim değerinden çok şeyler kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda hürriyette yok edilmiş oluyor.

Öyle sanıyoruz ki hakikat, bu görüşlerden büsbütün başkadır. Determinismin ne olduğu, determinism fikrnin nasıl doğdu­ğu iyice anlaşılırsa, bu bizi hürriyeti inkâra değil, kabul etmeye götürecektir. Zira determinism, zamanın kendilerine gerçekten tesir etmediği, üzerlerinden kayıp geçtiği varlıklar için geçer olan bir görüştür. Madde âlemini teşkil eden varlıklar, hiç olmazsa makroskopik görünüşlerinde, böyle varlıklardır; bunlar zamandan çok, mekân içindedirler; böyle olduğu için eski hallerine dönebilirler. Cansız demek, bir bakımdan da sadece mekânda olan demektir. Böyle olan varlıklar kapalı sistemler teşkil ederler. Bırakılan bir taşla onu çeken yer yuvarlağı, böyle kapalı bir sistemdir. Tabiatın kendisi de; tam denebilecek kapalı sistemler hazırlamış gibidir: etrafında donen yıldızlarla beraber güneş, yalnız başlarına gözönüne alınınca, böyle kapalı bir sistemdir. Bu yüzdendir ki , insanlara tabiatta bir düzen bulunduğunu, olayların gelişi güzel değil de bazı kanunlara göre meydana geldiğini ilk öğreten gök cisimleri olmuştur ve yine bu yüzden astronomi ilk doğan tabiat ilmidir. Bir matematikçinin dediği gibi, insanlar devamlı olarak bulutlarla örtülü bir gök altında yaşamış olsalardı, ilim ve medeniyet bugünkünden çok farklı olacaktı.

Bir kanun araştıran her âlim laboratuarında, kanununu bulmak istediği olaylardan ibaret kapalı bir sistem kurar; tecrübe yapmak bundan başka bir şey değildir.

Ama canlı ve hele şuurlu varlıklar âlemine gelince, iş deği­şiyor, zaman gerçek bir faktör oluyor; burada eski hale dönüş anlaşılmaz bir şeydir. Artık tersine çevrilebilen bir zamandan çıkılmış, belli bir tempo ile belli bir yönde akan zaman içine girilmistir; artık kapalı sistemler değil, açık sistemler, gerçek birlikler, gerçek bütünler karşısındayız. Bu nokta düşünülürse, madde âleminde determinismi kabule zorlayan aynı sebeplerin bizi hayat ve şuur âleminde hürriyeti kabule götürmeleri gerekirdi demek yerinde olacaktır. Ama burada da yeni bir engel karşımıza çıkıyor. Hayat ye şuur ancak madde ile birleşerek bu âlemde var olabiliyor, yani tesir edebiliyor, bir mânada gerçekleşebiliyor; söz fikrin ve duygunun taşıyıcısı, resim ve heykel güzelliğin ifadesi oluyor. Mâna - madde münasebeti bir bakımdan zaman - mekân münasebetine irca edilebilir. Hürriyeti anlayabilmek için bir yandan keyfiyeti, kemiyetten, zamanda olanı, mekanda olandan, mâneviyi maddiden ayırmak gerektiği gibi, bir yandan da bunları birbirlerine yaklaştırmak gerekir.

Başka bir nokta da şudur: madde âleminde yaşıyabilmek için onun vasıflarına uymak, bir dereceye kadar maddeleşmek lâzımdır. Zekâ, dil ,alışkanlıklar, iç hayatımızın kabuğunu daha çok maddeleşmiş tarafını teşkil eder. Ama bunun altında zekâyı da, dili de, alışkanlıkları da yaratan şuurun derin bir iç hayatı vardır. Bu derin iç hayata inmek, onu yaşamak hem güçtür, hem de pek seyrek olur. Hürriyetin asıl kaynağı burasıdır. Nasıl sevgiyi, dostluğu, acımayı tatmadan yaşayan ve ölen insanlar varsa, öylece gerçek hürriyeti yaşamadan Ölen insanlar da vardır. Bu bakımdan hürriyet elimizin altında hazır bulunan bir şey olmaktan çok, kazanılması gereken bir savaştır ve insan, hür olmaktan çok, hür olabilen bir varlıktır. Ama bu imkân ona yaradılışından gelir. Bu itibarla âlem madde yüzüyle déterminisme bağlı olduğu gibi, insanla hürriyete çevrilmiştir.

Canlıların birer makine olduklarını ilk olarak açıkça sÖyliyen Deseartes olmuştur. Çağdaşlarının pek dikkatini çeken bu makine-hayvanlar (animaux - machine) görüşü, denebilir ki biolojide bir çığır açmıştır. Canlıya bir makine gözüyle bakmak, biolojide fizik ve kimya metodlarını kullanmak imkânını sağlamış, bu yolda çok büyük başarılar elde edilmiştir. Ama canlı dediğimiz makinenin işleyişi mekanik kanunlarla izah edilse bile, meydana gelişi aynı şekilde izah edilebilir mi? Bütün mesele buradadır. Bir mühendis bir makine yaptıktan sonra, burada her şey mekanik olarak cereyan eder; ama makinenin yapılışı mekanik bir şey değildir. 19.uncu asırdan beri canlının meydana gelişi de mekanik yollarla izah edilmek istenmiştir. Çeşitli şekiller alan bu gö­rüşlerin biolojide ne kadar büyük tartışmalara yer verdiği bilinen bir şeydir; biolojinin en karanlık noktalarından biri de veraset problemidir.

Canlıdan şuurluya geçtiğimiz vakit, mekanik izahların yetersizliği büsbütün ortaya çıkıyor. Bu yolda sonuna kadar gitmek iddiasında olanlar, neticede şuuru inkâr etmek zorunda kalıyorlar, hiç değilse bunu, tesiri olmıyan bir gölge saymak durumuna dü­şüyorlar. İmdi var olmak tesir etmek, bir iş görmek, bir şeye yaramak demektir; hiçbir şey yapmıyan, bir şey değildir. Şuurun şiddet kazandığı anlar, hangi şekil altında olursa olsun, otomatik hareketlerin yetmediği durumlardır. Böylece şuur, bir seçme, karar verme melekesi olduğunu açıkça ortaya koymuş olmuyor mu? Hiçbir tesiri olmasaydı, işe karışmasaydı, şuur ne diye meydana gelecekti? Meydana gelse bile, bir işe yaramadığına göre, yavaş yavaş kaybolup gitmeyecek miydi? Bu bize şuurun, en basit şekillerinde bile, bir hürriyet başlangıcı olduğunu göstermiyor mu? Bu sebeple diyeceğiz ki , üniversel determinismi bir postulat olarak kabul eden bir felsefe bakımından, içinde canlı ve şuurlu varlıkların, bu arada insanın meydana geldiği bir dünya, sonuna kadar izah edilemeyen bir sır olarak kalmaya mahkûmdur.

Yine diyeceğiz ki, hürriyetin kabul edilmesine en çok engel olan noktalardan biri de, maddenin, yani mekânın zıddı demek olan ve aslında maddi olmayan, mânevi bir şey olan zamanın mekân gibi düşünülmesidir. Her şeyi mekânda, madde gibi görmeye alışmış olan zekâ, yalnız zamanı mekân gibi düşünmekle kalmıyor, zamanın kısımları arasında da sadece bir derece farkı gö­rüyor. Esasen bundan tabii ne olabilir? Şimdi bir an sonra geç­miş halini alacak, gelecek te şimdi olacaktır. Halbuki şimdi ve gelecekle geçmiş arasında, yaşanmakta olan ve yaşanacak olanla ya­şanmış arasındaki müthiş mesafe vardır. Geçmiş olmuş bitmiştir, zamanın mekâna düşmüş, mekânlaşmış parçasıdır; onu değiştirmek kimsenin elinde değildir. Halbuki şimdi ile gelecek hürriyetin at oynatabileceği sahadır. Şimdi ile geleceği, biraz sonraki geç­miş gibi düşünecek yerde, geçmiş olmadan önce geçmişin bir gelecek ve bir şimdi olmuş bülunduğu düşünülse, hürriyet problemini örten karanlıklar büyük ölçüde ortadan kalkar, belki de hürriyet problemi diye bir şey kalmaz. Böyle bir durumda "niçin hürriyet vardır?" diye soracak yerde, "niçin determinism vardır?" diye sormanın belki de daha yerinde olacağı anlaşılır.

Şunu da ilâve edelim ki, hürriyeti kabul edenler, tabiatta determinism yoktur demiyorlar; tabiatta sadece determinism yoktur diyorlar. Halbuki hürriyeti inkâr edenler, tabiatta sadece determinism vardır, diyorlar. Bu son görüş, kadercilikten de daha aşırı oluyor; zira kadercilikte zincirin sadece son halkası mukadderdir, halbuki burada her halka "mukadder" oluyor.

Tabiatta hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey yaratılmaz... Bu belki madde âlemi için doğrudur; ama ruh âleminde, hiçbir şey yok olmasa bile, pek çok şey yaratılabilir. İlim, sanat, felsefe, bir kelimeyle kültür ve medeniyet, bu yaratmaların eserleriyle doludur.

Kısaca determinism, düşüncenin bir prensibi olmadan önce, aksionun zaruri bir hareket noktasıdır; ama varlığın bütününü ve özünü ifade etmekten uzaktır.

Felsefe ve Felsefe Tarihi Üzerine

"Felsefe" terimi tarihin bütün dönemlerinde aynı anlamda kullanılmadı. Eskiçağ'da birinci planda ahlak sorunlarıyla ilgileniyor da olsa bütün bir bilim alanına karşılıktı. Bir başka deyişle felsefe düşünsel etkinliğin bütünüydü. Sonra bu bütünsel etkinlikten yavaş yavaş özel bilimler doğmaya başladı. Felsefe daha Eskiçağ'da en soyut düşünce alanını yitirdi: felsefeden matematik doğdu. Yeniçağ'ın eşiğinde, XVI.yüzyılda gökbilim ayrıldı felsefeden. Yeniçağ'ın başında, XVII. yüzyılda fizik bağımsızlığını ilan etti. Bir yüzyıl sonra kimya benzer bir serüveni yaşadı. XIX. yüzyılın birinci yarısında biyoloji doğdu. Az sonra da ruhbilim ve toplumbilim dünyaya geldiler. Sonra başdöndürücü bir gelişim oldu: bazı bilimler bazı bilimlerle ortak alanlar oluşturunca yeni yeni bilimler ortaya çıktı. Bugün bilimleri saymaya kalkmak bir olmazı denemek olur. Bir takım toplumsal baskıların ağırlığını taşıyarak da olsa Eskiçağ'ın filozofları sınırlı bilgileriyle insanı keşfe çıkarken alabildiğine bağımsızdılar. Ortaçağ'da kilise filozofun bağımsızlık hakkını kaldıracak ve herkes benim gibi düşünmek zorundadır dayatmasını getirecektir.

Felsefe yapmak insanı düşünmektir, buna göre bütün bir insanlığı tüm temel özellikleriyle ele alıp incelemektir. Bu tanım bize felsefenin uçsuz bucaksız bir alan olduğunu gösteriyor. İnsan denen varlık sü­rekli bir değişimin öznesi olduğu gibi çeşitliliklerde kendini ortaya koyuyor. Zamana ve uzama göre değişen çok şey olduğu gibi bireye göre de değişen çok şey var. Hayvanlar dünyasında bu değişkenliği ve bu çeşitliliği bulamıyonız. Bir kedi bireyinin davranışları bir başka kedi bireyinin davranışlarından azçok ayrılsa da ikisinin davranış açı­sından ortak yanları daha çoktur. Doğa yüksek düzey hayvanlarını çok dar ölçülerde özgür kılmıştır. Bir türün bireyleri açısından ortaya çıkan değişiklikler elbette özel özelliklerle ilgilidir. Ancak bu özel özellikler çok dar bir çerçevede kendini gösterir. Doğanın en özgür varlığı insandır ve onun özgür yaşamı doğal koşullara daha az bağlıdır. Sonunda tüm canlılar doğanın birer üyesidir ama insanda bir doğadan ayrılma durumunun gerçekleştiği de kesindir. Belki de insanı kendi türü içinde zaman zaman yırtıcı kılan da budur: bizler özgürlüklerimizi gerçekleştirirken başka özgürlüklerin duvarlarına çarparız. İşte ahlakın ortaya çıktığı nokta da bu noktadır.

Felsefe her zaman tek bir kişinin düşünsel üretimi gibi görünse de onda her zaman toplumsal, iktisadi, siyasal ve dinsel etkenlerin belirleyici etkisi oldu. Bir yanda filozofun bilinci vardı, öte yanda toplumun bilinci vardı. Bu yüzden filozoflar birbirlerine çokça benzemediler. Aynı dönemde bile birinin söylediği öbürünün söylediğine uymuyordu. Ancak insanlığın doğruları bu değişik bakış açılarının tartışmalı ilişkisinde kendilerini ortaya koymuşlardır. Bu kişilerin herbirinde ger­çekliğin bir ya da birkaç yüzü yansıyordu. Her felsefede bize gerçekliği gösteren bir şeyler vardır. Şu ya da bu filozof değil felsefe haklıdır.

İnsan felsefede bir yandan iç zenginliklerini bulup çıkarırken bir yandan o uçsuz bucaksız evreni gözlemledi. İnsandaki evren ya da evrendeki insan: her şey bu bütünlükte anlamını buluyordu. Ancak sorunlar o kadar büyük ve o kadar çeşitliydi ki bu arada onlara yönelmenin en sağlam ve en kullanışlı yollarını bulmak gerekiyordu. Felsefenin dizgesel bir düşünce alanı olması, onun özellikle XVII. yüzyılla birlikte yöntem sorunlarını öne çıkarması bu yüzdendir.

İnsan dediğimiz karmaşık varlığı derinden derine incelemek öncelikle felsefenin işidir. Bu yüzden felsefeye insan araştırması diyoruz. Aynı araştırmayı kendi açılarından ve kendi yöntemleriyle bilimler ve sanatlar da yapıyor. Felsefeyi onlardan ayıran nokta insanı en genel çerçevede tartışmak noktasıdır. Bu alanda kesinliklerimiz yok. Kesinliklerimiz olsaydı belki de zorda kalacaktık kesinliklerimiz öngörü­lerimizi engelleyecekti. Felsefenin alanı yanlış yapma kaygılarını elden bırakmadan alabildiğine geniş düşünmeyi gerektirir. Yanılsamalar her zaman vardır ve olacaktır: hiçbir felsefe bugüne kadar insanı eksiksiz bir yetkinlikte ve eksiksiz bir doğrulukta açıklamak başarısını gösterememiştir. Bütün bunlar bize felsefenin bir gelişigüzel düşünme alanı olduğunu düşündürmemelidir. Filozof yaşamın somut dayanaklarını temel alarak düşünmeye çalışır. Bu konuda onun en büyük yardımcılarının bilim ve sanat olduğunu söyleyebiliriz. Bu da insana tarihsel bir derinlikte ve bütün bir dünya genişliğinde bakma zorunluluğunu getirir. Tarihsel bir varlık olan insanı ancak tarihi içinde doğru olarak anlamak olasıdır.

Felsefe tarihinin dışında felsefe yoktur. İnsanlığın başlangıcından bugüne kadar neler düşündüğünü ve nasıl düşündüğünü öğrenmeden felsefe yapamayız. Felsefe bilgisinin dışında felsefe yapmak ileri geri konuşmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Yazık ki felsefe bilmeden felsefe yapmak çoklarına daha kolay geliyor. Köksüz, derinliksiz ve dolayısıyla anlamsız filozofluklar daha çok kafa karıştırmak gibi olumsuz bir işlevi yüklenmiş görünüyor. İnsanlar iyi düşünsün istemiyorsak böyle bir işievin çok önemli sonuçlar doğuracağını söyleyebiliriz. Gerçekte bütün bilgi alanları ancak kendi tarihsel gelişimleri çer­çevesinde doğru olarak anlaşılabilirler.

Bir bilgi alanını tarihinden kopardığınız zaman geriye kalan şey teknikle ya da uygulamayla ilgili kaba bilgiler olacaktır. İnsanın bu kaba bilgilerle yetinmek isteyeceği durumlar vardır ya da olabilir. Gündelik yaşam bazı koşullarda ağır ve derin kuramların dışına çıkma zorunluluğunu getirebilir. Bazı insan etkinlikleri kuramdan çok uygulamayla iş görmeyi zorunlu kılabilir. Teknisyenler bu yüzden vardır. Yaşamın hızlı akışı içinde herhangi bir işi gerçekleştirmek sözkonusu olduğunda tarihsel bilgi hatta kuramsal bilgi gereksiz görünebilir. Ancak gerçek anlamda bilginin peşindeysek o zaman kuramıyla ve uygulamasıyla bütünlüklü bilgiye gereksinimimiz vardır.

Felsefe genelde zor bilgilerin alanı diye bilinir. Oysa zor bilgi diye bir şey yoktur, zorlaştırılmış bilgi vardır. Yeterince felsefi donanımı olmayan kişiler felsefenin temel sorunlarına yöneldikleri zaman kavrama güçlükleri çekiyorlar. insanla ilgili en temel kavramları bilmeden felsefe yapmak olası değildir. Yetersiz koşullarda insanlar bilgi üretme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıklarında bilgiden çok bilgisizlik üretiyorlar, daha da önemlisi yanlış bilgi üretiyorlar. Eksik bilinç yanlış bilinç kadar tehlikeli değildir. Bütün alanlarda olduğu gibi felsefenin alanında da en çok özen gösterilmesi gereken şey yanlış bilginin kıskaç­Iarına düşmemek için kılı kırk yarmaktır, yalan yanlış bilgileri sunanlar karşısında gözü açık durmaktır. Yalancı filozoflar herzaman olacaktır, bize düşen onlara karşı uyanık olmaktır. Yalnızca bilgisizlikle değil bazen de ideolojik nedenlerle insanlar felsefi bilgileri çarpıtmaktan geri kalmazlar. Özellikle siyaset bağlamında bu saptırmacılığın sık sık kar­şımıza çıktığını görürüz. Dürüst bir felsefe adamı genel olarak felsefi bilgileri ortaya koyarken onları kendi ideolojisi yönünde çarpıtmayacaktır. O ancak kendi felsefesini geliştirirken görüşlerini bize kendi açısından sunma rahatlığında olabilir.

Tarih bilinci taşımayanlar genel olarak tarihin de bu arada felsefe tarihinin de gelişim koşulları dışında ardı ardına gelmiş ya da üst üste yığılmış görüşlerden oluştuğu gibi bir fikri benimsemeye yatkındırlar. Oysa insanlığın tarihi de felsefenin tarihi de evrensel bilincin dönüşüm koşulları çerçevesinde birbirini yaratan ya da birbirinden türeyen olu­şumların tarihidir. Bu kavrayış geçmişin felsefelerini gözümüzde önemsiz kılmaz, bizi onlar çoktan aşıldılar duygusuna düşürmez, tersine oradan buraya nasıl geldiğimizin saydam görünümlerini elde etmemiz için kolaylıklar sağlar.

O zaman biz felsefenin de daha başka insan başarılarının da bir takım öngörülü ve zeki kişilerin birbirlerinden iyiden iyiye kopuk bir biçimde kendi bilinç koşulları çerçevesinde ortaya koydukları özgün görüşlerden daha çok bir şey olduğunu, öncelikle bir yerin ve bir zamanın kişisel bilinçlerde yansıyan gereksinimlerinden doğmuş olduğunu görürüz. Bu yüzden felsefeleri kişilerden çok toplumların, bir baş­ka deyişle bir yerin ve bir zamanın ürünü olarak kavramak doğru olur. Tarihten yani ilerlemeden korkan, dönüşümleri insan yaşamı için tehlikeli gören kimseler elbette geçmişin tüm oluşumlarını tespih taneleri gibi ardarda dizilmiş, birbirlerinden tam anlamında kopuk üretimler olarak değerlendireceklerdir. Değişim insan yaşamının aşılamaz koşuludur, ne var ki değişim duygusu değişime en yatkın insanı bile bir ölçü­de tedirgin eder. Birtakım biçimlerin dağılması ve birtakım biçimlerin yeniden kurulması, biçimlerin daha değişik ve daha üstün bir biçimde yeniden yaratılması insanın dinginliğini ve esenliğini tehlikeye düşürür ve hemen herkeste alttan alta şu duyguyu uyandırır: gene mi değişim ! Değişimi göze alanlar onun güçlüklerini de göze alacaklardır. Değiş­memekteki büyük rahatlık değişimin hiçbir biçiminde yoktur.

Değişen insanı tarihin gelişim koşulları boyunca görmek ve göstermek felsefe adamının temel yükümlülüğüdür. Felsefe yapmak insanın kendi bilincine varabilmesi için temel koşuldur. Solcrates'i araştırıyorsam ne olduğumu anlamak için araştırıyorum. Ortaçağ'ın düşünce koşullarını bilmek istiyorsam kendimi tanımak için böyle bir işe kalkışıyorum. Sokrates'i doğru ve geniş çerçeveli anlamamın temel koşulu kendimi çok iyi anlayabilmemdir, kendimi çokiyi aniayabilmem için de Sokrates'i çok iyi anlamaya gereksinimim vardır. Ben yalnızca bir toplumun değil bütün bir insanlığın, yalnızca bir zaman diliminin değil bütün zamanların içindeyim ya da daha doğrusu öyle olmam gerekir. Elbet gündelik yaşayanlar için böyle bir zorunluluk yoktur. İnsan için gündelik yaşam koşullarına sıkışıp kalmakyan bilinçliliğin karanlı­ğında boşa kürek çekmektir. Bazı insanlar doğadan çokça uzaklaş­mak istemezler, insan için yeni sezişlere, yeni duyarlıklara, yeni tasarımlara ulaşmak gibi, bir başka deyişle her şeyin yeniden daha güçlü bir biçimde kurulmasına katkıda bulunmak gibi bir yol tutmayı düşünmezler. Gündelik bilinçle yaşayanlar için temel etkinlik üremeyle ve beslenmeyle ilgili etkinliktir.

Her felsefe tarihi kitabı bir kılavuz kitaptır, tek bir felsefe tarihi kitabında hapsolup kalmak felsefe eğitimi almaya ya da felsefe yapmaya yönelenler açısından tam anlamında bir kısırlık olur. Bir felsefe tarihi kitabı bir harita gibidir, onun yol göstericiliğinde dünyayı genel çizgileriyle tanımak önemlidir. Haritaya bakarak ya da harita ezberleyerek dünyayı ya da dünyanın bir parçasını ya da bir bölümünü tanı­mak olası değildir. Bu açıdan felsefe tarihine takılıp kalmak bir tembellik belirtisi olabilir.

Onun yol göstericiliğinde felsefenin gerçek verimine ulaşmak için ondan hiç mi hiç kopmadan yapıtlara yönelmek gerekir. Platon'un devlet anlayışıyla ilgili bir şeyler öğrenmek için bir felsefe tarihi kitabı iyi bir önder olabilir. Ama bu konuda canlı, köklü, ayrıntılı bilgiye yönelmek için doğrudan doğruya Devlet'in kapağını açmak gibi bir zorunluluk vardır. Bu da bize felsefe tarihinin önemini gösterirken felsefe alanının sürekli bir araştırma gerektirdiğini de gösterir.

Her felsefe tarihi bizi yere ve zamana uyarlı kılmak gibi bir görevi öncelikle yerine getirir. O yüzden iyi bir felsefe tarihi kitabı iyi bir elkitabıdır, bir başucu kitabıdır, bir kılavuz kitaptır. Her mesleğin ya da her bilgi alanının böylesi yol gösterici temel kitapları vardır: iyi bir uzman ondaki bilgileri büyük ölçüde özümsemiş de olsa zaman zaman herhangi bir konuda ona başvurmak gereksinimi duyar. Felsefede önemli olan, bir şeyi öğrenip geçmek değil, elde edilen bilgilerden giderek bütünsel bilgiye ulaşmaya çalışmaktır, elde edilen bilgilerden giderek iyi düşünmenin, sağlıklı düşünmenin, doğru düşünmenin koşullarını kendinde yaratabilmektir.

Herkesten büyük bir istekle felsefeye adanmasını bekleyemeyiz. Felsefe tarihi öğrenmekten amaç bilgi yığmak değil felsefe yapma yatkınlığını kazanmaktır. Bu yatkınlığı kazanabilmek için felsefe tarihi yalnızca başlangıçta değil ama her zaman zorunlu bir kaynaktır. Son amaç fılozofça düşünme noktasına ulaşmaktır, dünyaya felsefenin gö­züyle bakma yetkinliğine ve yatkınlığına ulaşmaktır. Az düşünmek ve çok öngönnek ne kadar tehlikeliyse az bilmek ve çok düşünmek de o kadar çıkarsızdır. Yeterince düşünemeyen insanın serüveni çıkış kapı­sı olmayan bir dehlizde çıkış aramak için dolanıp duran adamın serü­venidir. Çıkmaz sokaklar arasında dönüp durmak, işte şimdi çıkış yerini buldum derken kalakalmak son derece sıkıntılı birdurumdur. Felsefe bize yaşam ustalığı kazandırır, bu ustalığın en eski adı da bilgeliktir. Bilge kişi bize dinginliğiyle her zaman hiç yaşamayan adam izienimi verse de gerçek yaşamın ondaki bir takım edinilmiş özellikleri gereksindiği kesindir. Kısacası felsefe felsefe için değil yaşam içindir. Mutluluğun özü dinginlikte, dinginliğin özü felsefededir. Sağlam bir ahlak, sağlam bir öngörü, sağlam bir kavrayış ancak felsefeyle elde edilebilir.

Kaynak: Afşar Timuçin - Gençler İçin Felsefe Tarihi
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP