AMERİKAN FELSEFESİNİN YENİDEN CANLANIŞI: JOHN J. MCDERMOTT - 1
|
Celal TÜRER
ABD'de felsefeciler, Amerika'daki felsefe tarihini son yıllarda daha çok incelemektedirler. Bu yönelimin bir çok nedeni sıralanabilir ancak en temel saik, geniş oranda J. Dewey düşüncesine dayanan, bazen yeni pragmatizm olarak adlandırılan hareket olarak görünmektedir. Sebep ne olursa olsun Amerika filozofları, Amerikan felsefesine, tarihine ve mirasına artan bir ilgiyle eğilmektedirler. Bu yazımızda çalışmalarını Amerikan felsefe tarihi üzerine yoğunlaştıran çağdaş Amerikan felsefecilerinden John J.McDermott"un felsefesini genel hatlarıyla tanıtıp, Amerikan felsefe tarihini nasıl yorumladığını Emerson, Royce, James ve Dewey örnekleriyle aktarmaya çalışacağız.
Amerikan felsefesi tarihine ilgi gösterenlerden ve ilginin artmasına sebep olanlardan biri hiç kuskusuz John J. McDermott'dur. J. Campbell, kırk yılı aşkın süre içinde çalışmaları ve yazılarıyla McDermott'un Amerikan felsefi düşünce tarihine yeniden ilginin doğmasında temel bir rol oynadığına işaret eder.
McDermott'un Amerikan felsefesine yaptığı katkılar, hiç kuşkusuz eserlerinde açıkça görülebilir. Onun Amerikan düşünce tarihiyle serüveni 1958' de Martin Buber'in felsefesine dair ilk yaymi ile başlar ve hala devanı etmektedir. O, Amerikan felsefe ve kültürünün çok semereli yazarlarından biridir. Mevcut bibliyografyası bu olguya tanıklık eder. McDermott, fikirlerini anlaşılabilir her formatta; bilimsel makaleler ve kitap bölümlerinde, önsöz ve girişlerde, mülakatlarda, editör yazılarında ve hatta şiirlerinde ortaya koyarak büyük bir külliyat meydana getirmiştir. Bu yazılardan bir kısmı antoloji biçiminde The Culture of Experience(1976) ve Streams of Experience (1986) adlı kitaplarında toplanmıştır.
McDermott'un ilgisinin alanı ve çeşitliliği etik, estetik, sosyal felsefe, eğitim felsefesi, din ve felsefe tarihi olmak üzere felsefe ve kültürün her ana boyutunu içerir. O, Amerikan felsefesinin en temel filozoftan; Emerson, W. Whitman, C. S Peirce, W. James, John Devvey, G. H. Mead, Josiah Royce, George Santayana, Susanna K. Langer ve C. I. Levis hakkında çalışmalar yapmıştır, 1967 ile 1973 yılları arasında o, kendisin uluslararası şöhret kazandıran The Writings of William James: A Comphrensive Edition (1967), The Basic Writings of Josiah Royce (1969) ve The Philosophy of John Dewey {1973) abidevi üçlü edisyonunu oluşturmuştur. Uzun yıllar W, James'in uzmanı olarak tanınan McDermott, on dokuz ciltlik Harvard edisyonu The Works of William James ile Virginia Üniversitesinin halen yirmi cildi tamamlanmış, The Correspondence of William James çalışmalarının editörlüğünü yapmıştır. Bunun yanı sıra edit ettiği, A Cultural Introduction to Philosophy from Antiquity to Descartes (1985) adlı kitap felsefe çevrelerinden geniş alaka görmüştür.
McDermott, fikirlerinde "tecrübeyi' temel alır ve Peirce'ın ifadesiyle 'tecrübe tek öğretmenimizdir' der. Ona göre tecrübe "bizim yaptığımız ve bize yapılandan daha fazla olmayan bunun yanı sıra bu yaptıklarımızda onları önceleyen tarzdır". O, araştırmalarının amacının tecrübenin doku ve önemini araştırmak ve ıslah etmek olduğunu beyan eder. Ona göre tecrübede felsefi fikirlerin serimlenmesi, felsefecilerin aktüel bir görevidir. Onun araştırdığı temel tecrübe ise Amerikan felsefi geleneğidir. Zira bu gelenek, onun için insan hayatındaki eylemleri yorumlayıcı bir mihenk taşıdır. O, bu araştırmalarla "biz ve diğerleri durumumuz ve durumumuz hakkında ne hissediyoruz" düşüncesini açımlayan bir tür "estetik duyarlılık" geliştirmeye girişir. Dewey'ci bir perspektif olan estetik duyarlılık, gerçekte sanatla alakalı değil, tanımından da anlaşılacağı üzere, tecrübemizin değerlendirilmesine dayanır. Bu değerlendirme, mahrumiyet, kutlama, yabancılaşma, baskı, doğal nostalji, doğal uzam, doğal zaman, şehir mekanı, şehir zamanı ve teknolojik ürünler gibi temaları ve çeşitlerini içerir. Ona göre, estetik duyarlılığın geliştirilmesi, sosyal ve politik değişimle ilgili stratejiler geliştirme ve onlara uyum sağlama açısından gereklidir. Bu bir bakıma, yeni bir kültürel pedagojinin yönüne, yani şahsi beklenti, duyarlılık ve değerlendirmelerimizin yeni ortak kaynağına işaret eder. Zira ona göre gerçek kültür, sempati ve hayranlıklarla yaşar; nefret ve hor görme ile değil ve gerçek kültür, tüm yanlış ambalajların altındaki insan özünü ifşa eder. Bununla beraber o, insan hayatındaki gizli karmaşıklığa işaret ederek, geliştireceğimiz duyarlılığın William James'in ifadesiyle, müphemliğe döneceğini (reinstatement of vague) ifade eder.
McDermott, yazılarında profesyonel jargonu ve felsefe evinin terimlerini -gerekmedikçe- kullanmaktan kaçınırken, dilin içerdiği kesinlik, metafor ve teknik detayları birer alet gibi ele almanın gerekliliğini vurgular. Bununla beraber onun araştırmalarında özellikle belirttiği iki unsur yönteminin anlaşılmasında ipucu mahiyetindedir. Bunlardan ilki, yorumlarında cinsiyet ayrımını önemsememesi, referanslarını insan durumuna dayandirmasıdir. O, bu konuda hassasiyetini gösterirken dilin bu ayrımı çözebilecek uygunlukta olmadığım da beyan eder. İkinci unsur, şahsi anekdot ve farklı şahsi görüşleri hariç çalışmalarında "biz" zamirini kullanmasıdır. Bu karar, tevazudan değil mevcut mirasın yansıması ve bilgeliğin sonucudur. Ona göre, herkes birbirinden bir şeyler öğrenir, dolayısıyla toplum zihnî tecrübenin temelindedir.
Bunlara ilaveten McDermott, yaklaşım ve alanının disiplinler arası olduğunu beyan eder. O, son yıllarda araştırma ve müfredatların alanlarının iyice daraltıldığım, disiplinler arası çalışmanın neredeyse unutulduğundan şikayet eder. Ona göre disiplinler arası çalışmaların özü öncelikle akademik disiplinler cenahından gelmez. Aksine problemlerin ortaya koyulmasında yeni bir dönüm noktasına ihtiyacımız vardır. O, bir taraftan akademik disiplinler kendi yöntemlerini korumaları gerektiğini diğer taraftan da şahsi ve kolektif tecrübemizden kaynaklanan araştırma sahaları ile yöntem ve problemleri içeren yaratıcı ve önemli ilaveler yapmamız gerektiğini vurgular. Sözgelimi, siyah ırk araştırmaları, medeniyet(ler) araştırmaları, kadın araştırmaları ve ekoloji çalışmaları gibi...
McDermott'a göre filozofların bu bağlamda, disiplinlerine ait yeni yöntemleri, anlamları ve dil (ler)i geliştirmeleri gerekir. Bununla beraber o, filozofların felsefi problemler olarak yapılanan ve nitelenen problemlere kendilerini hapsetmemeleri gerektiğini de ifade eder. Zira McDermott'a göre insan durumu bizatihi problematiktir ve bu yüzden teknik kaynağı nasıl olursa olsun o, felsefi bilgelikle derinden alakalıdır. Dahası disiplinler arası yaklaşımı benimseyen filozoflar, problemlerin mevcut çeşitlerinin ötesine giderek değil onlar üzerinde yoğunlaşarak, ürünlerinde onları yakalayarak meseleleri ele almalıdır.
McDermott'a göre tüm tecrübe ve kültür, aslında "tecrübenin tecrübesi" dir. O, tecrübenin anlaşılmasının, onun -izleri sürülerek- dönüm veya başlangıç noktalarının tespit edilmesiyle alakalı olduğuna inanır. Zira meseleleri dondurup, belli bir zaman diliminde ele alan ve bu tecrübeleri sarmalayan dilin problemlerini göz ardı eden "kötü zihinciîik" ona göre tecrübenin anlaşılmasında işlev görmez. Bu yüzden McDermott, genel olarak Amerikan düşüncesinin "klasik" veya "altın dönemi" olarak adlandırılan Peirce, James, Dewey, Mead, Royce ve Santayana'nın çalışmalarına odaklansa da kendini bu dönemle sınırlamaz, bu dönemi oluşturan tecrübeyi de inceler. Nitekim o, 1959'da "Experience is Pedagogical: The Genesis and Essense of the American Nineteenth Century Notion of Experience" adlı doktora tezinde şunları söyler:
Amerika düşüncesindeki tecrübe kavramının gelişimi, üç seviyede tahlil edilebilir. İlki, Amerikanın on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın ilk dönemini yansıtan 'tecrübenin tecrübesi'...Bakir topraklarda ortaya çıkan bir kültür ve ulusun doğumu daha sonraki Amerikan mizacının anlaşılmasında asli unsurdur.
Tahlilin ikinci seviyesi, Amerika'nın kendi tarih ve kültürel tavrının gelişmesinde (Amerikan) öz bilinç tecrübesiyle ilgilidir. Sözgelimi Frederick Jackson Turner, ilk göç edenlerin Amerikan bağlamındaki yeniliğini onaylamış ve onlann Amerikan demokrasisi ile kültürünün gelişmesindeki önemine dikkat çekmiştir. Tahlilin üçüncü seviyesi, on dokuzuncu yüzyıl Amerika'sında öne çıkan tecrübe kavramının felsefi yorumu ile ilgilidir.
McDermott, Amerika'nın on altıncı yüzyıl Avrupa'sının yeniden yapılandırıan tecrübelerinin üzerinde ve ona karşı geliştiğini ileri sürer. O, Amerikanın 1492'de keşfedilmediğini,1507'de Cosmographie Introductio adlı kitapta Waldseemüller haritası olarak bilinen dünya haritasının yayımlanmasıyla keşfedildiğini, bu haritanın yeryüzünün ana kıtaları olarak bilinen Avrupa, Asya ve Afrika'ya dördüncüsünü eklediğini beyan eder. Ona göre Avrupa bilincinde yeni dünya olarak kabul edilen Amerika, on altıncı yüzyılın dinî, felsefî, kültürel devrimleriyle şekillenmiştir. O, bu bağlamda Santayana'nın şu sözlerini aktarır:
Bu topraklar Kızılderililerle -onlann ifadeleriyle, efendilerle- savaşarak ele geçirilmiştir. Ülke yeni, fakat ırk yaşlı, saf ve vakur hatıralarla doluydu. Ülke, yeni şişedeki eski şarap gibiydi ve Amerika canlı bir felsefeyi, insanın kaderi hakkında farklı dünya görüşünü ve belli kanaatlere sahip olmak için mevcut Üniversite ve akademik felsefe bölümlerini beklemek zorunda değildi.
McDermott'a göre on yedinci yüzyıl Amerika'sının karakteri olan bu "ilkelliğin yansımalarının" dallanıp budaklanması ile ilk yerleşenlerin karşılaştıkları tecrübeler, radikal olarak farklı bir tasavvur ile gerçek dünyanın bir sistem olarak anlaşılmasına yardım edecek tecrübî bir mizaç olarak düşünülebilir. Ona göre bu tecrübe bağlamının zekanın kaynağı olarak görülmesi belki de sorunların üstesinden gelmede tecrübe kavramının yol göstericiliğine işaret eder. Bu durum, miras alınan bilgeliğin üstünde ve ötesindedir. Bu yüzden on yedinci yüzyıl Amerika'sı, yerleşenlerin yansıttığı gelenek ile Yeni Dünyanın tecrübede keşfettiği "nasıl olmalı" sorusu arasında cereyan eden kültürel "tecrübenin tecrübesi" zemininde yükselir.
McDermott'a göre Amerikan tecrübesi, yapı, nizam, birlik yerine süreç ve çokluk metaforlanyla gelişmiştir. Bu iddia, "yepyeni" karşısında "tamamıyla eski" geleneksel tartışmasına dönüşmemelidir; benzerlikler mevcuttur ancak bir bütün olarak yepyeni bir insan durumu mevcuttur. Bu tecrübedeki yeniliklerden ilki, Amerika'nın yerleştiği yerin farklılığıdır. İkincisi ise çağdaş ve gelecek durumların analiz edileceği yeni durumlardır. McDermott'a göre teoriler bu yeni durumlarda işlememiş, bunun yerine bağlamlar yeni ölçütler olarak inşa edilmiş, yeni durumların zenginliği yeni kaynaklar ve yeni değerlendirme olanaklarını oluşturmuştur. Ona göre teorik ve ilkel yapılar arasındaki bu geçişler yerleşenler için tecrübede yoğrulabilir (melleable) bir çevre, durum kazandırmıştır.
McDermott'a göre Yeni dünyanın en verimli yeniliği, iklimi, ürünü, mineralleri değil, araştırma modundaki değişim, diğer bir deyişle yeni bilgi anlayışıdır. Ona göre her nesil tecrübeyi kullanarak kendi durumları ve olaylarıyla ilgili bir dil geliştirirler. Fakat sadece Amerikan felsefesi tecrübenin anlamındaki değişimi başarmıştır. Amerikan bilincindeki gelişme "tecrübenin tecrübesinden" "tecrübe" kavramına ve nihayetinde Devvey'de kültürel ve felsefi bakış acısı olan "tecrübe yöntemine" dönüşmüştür. Ortaya çıkan felsefe, imkanların her yerde, yeniliğin tabiatta genel olarak yayıldığı umulmayan (unexpected) bir felsefedir. Bu felsefede ne özel bilenler sınıfı ne de Amerika'nın aşkı için doğrular vardır. Tecrübe, her yerde herkes için mevcut; tüm fikirler pazarlara çıkmıştır. Olması gereken ile olan arasında keskin ayrım yoktur ve eylem için farz edilen nedenler eylemlerin kendisinden daha az önemli değildir. McDermott bu felsefeyle, büyüme ve yayılma ile özdeşleştirilen gelişmenin apaçık olarak görüldüğünü, öğrenme ve eylemin Amerikanın yenilikten kaçamayacağı bir şey haline dönüştüğünü iddia eder.
McDermott, Amerikalıların tecrübelerini nasıl sürdürdükleri ile onları felsefede nasıl teorize ettikleri arasındaki ilişkinin görülmesinin önemine dikkat çeker. O, Amerikan felsefesi ile on altıncı yüzyıldaki üç devrimin ilişkisini analiz eder. Bu devrimlerden ilki, yukarıda da geçtiği üzere 1507 harita devrimidir. McDermott'a göre Amerikanın haritaya dahil edilmesi ona gerçekliğini vermiştir. Bu tarihten sonra dünya terimi bile beirli, farz edilen yer değil, keşfettiğimiz bir kozmik mesele olmuştur. İkinci devrim ise,Protestan devrimidir. Ona göre bu devrim, İncilin tek bir yorumunun olmayacağı anlamına gelir ve bu hareket, karışıklık ve olumlu anlamda müphemlik üretir. Püritenliğin yaratıcı kesinsizliği, yeni sahalara yönelir, bulacağından daha fazla getireceğiyle ilgilenir. Üçüncü devrim, düşünceye daha geniş bir bağlam kazandıran Kopernik devrimidir. Aristotelesçi / Batlamyuscu kainat, bilindiği gibi kendine yeten ve devirli idi. Bu görüş yıkıldığında yeryüzü gezegen olmuştur.
Amerikan felsefesi bu devrimlerle sapmayı ve iyimser görüşü değil eşsiz bir alternatifı sembolize etmiştir. Bu üç paradigmaya Avrupa düşüncesinden farklı olarak cevaplar üreten Amerikan düşüncesi, ürettiği meseleleri radikal olarak insanileştirme noktasıyla, kainatın anlamını keşfetme seviyesini değiştirmiştir. McDermott bu konuda objektif ve kesinliğin yanlış ve hayal olabileceği iddialarının tehlikesinin farkındadır. Ona göre bir kültür sadece kendisi iç yapısını oluşturur ve bu yapıyla problemlere cevap verir.
McDermott, bu bağlamda Amerikan tecrübesinin vere(bile)ceği cevapların gelişmenin en yüksek seviyede gerçekleşmesi için sağlam bir çerçeve olduğunu söyler. Ona göre Amerikanın on yedinci yüzyıl felsefesi, zihniliğin kaynağı olarak zamanın önceliğini açık olarak söyleyen, modası geçmiş doktrinlere karşı Ruhun kendisini nasıl tezahür ettirdiğini gösteren bir eskatoloji geliştirir. Teori ötesi bir seviyede McDermott, Amerikan kültürünün kullanılacak bir model olarak yeni yüzyıla bir şeyler sunduğunu ileri sürer. Ona göre Yunan kültürü nasıl Avrupa kültürünü oluşturmada keskin rol oynayan felsefi metaforların aleti idiyse Amerikan kültürü de yeni jeo-politik insanın oluşmasında felsefi bir metafor olabilir.
McDermott'a göre Amerikanın on yedinci yüzyıl felsefesi tam anlamıyla bir felsefe olmasa da bu tecrübe, temelde yeniliğe dönüşen bir durumun kolektif tecrübesine acele ve hazır cevaptır. Bu tecrübî bağlamın önemi, ikinci dünya savaşında egzistansiyalizm ile ortaya çıkan "tecrübe üzerine düşünme" problemiyle paralellik teşkil eder. Tecrübe üzerine düşünme onu yeniden ele alma değerlendirme, yeni durumlara adapte etme uğraşısıdır. McDermott burada çok önemli bir olgunun gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret eder. Bu olgu, Amerikan felsefesinin "altın çağma" nostaljik olarak geri dönmenin mümkün olmadığıdır. Ona göre tecrübe, yeni bağlama atfedildiğinde pozitif bir değere sahiptir. Bunun dışında tecrübeyi bağlamların dışına çıkarmak sorunlar üretir.
ABD'de felsefeciler, Amerika'daki felsefe tarihini son yıllarda daha çok incelemektedirler. Bu yönelimin bir çok nedeni sıralanabilir ancak en temel saik, geniş oranda J. Dewey düşüncesine dayanan, bazen yeni pragmatizm olarak adlandırılan hareket olarak görünmektedir. Sebep ne olursa olsun Amerika filozofları, Amerikan felsefesine, tarihine ve mirasına artan bir ilgiyle eğilmektedirler. Bu yazımızda çalışmalarını Amerikan felsefe tarihi üzerine yoğunlaştıran çağdaş Amerikan felsefecilerinden John J.McDermott"un felsefesini genel hatlarıyla tanıtıp, Amerikan felsefe tarihini nasıl yorumladığını Emerson, Royce, James ve Dewey örnekleriyle aktarmaya çalışacağız.
Amerikan felsefesi tarihine ilgi gösterenlerden ve ilginin artmasına sebep olanlardan biri hiç kuskusuz John J. McDermott'dur. J. Campbell, kırk yılı aşkın süre içinde çalışmaları ve yazılarıyla McDermott'un Amerikan felsefi düşünce tarihine yeniden ilginin doğmasında temel bir rol oynadığına işaret eder.
McDermott'un Amerikan felsefesine yaptığı katkılar, hiç kuşkusuz eserlerinde açıkça görülebilir. Onun Amerikan düşünce tarihiyle serüveni 1958' de Martin Buber'in felsefesine dair ilk yaymi ile başlar ve hala devanı etmektedir. O, Amerikan felsefe ve kültürünün çok semereli yazarlarından biridir. Mevcut bibliyografyası bu olguya tanıklık eder. McDermott, fikirlerini anlaşılabilir her formatta; bilimsel makaleler ve kitap bölümlerinde, önsöz ve girişlerde, mülakatlarda, editör yazılarında ve hatta şiirlerinde ortaya koyarak büyük bir külliyat meydana getirmiştir. Bu yazılardan bir kısmı antoloji biçiminde The Culture of Experience(1976) ve Streams of Experience (1986) adlı kitaplarında toplanmıştır.
McDermott'un ilgisinin alanı ve çeşitliliği etik, estetik, sosyal felsefe, eğitim felsefesi, din ve felsefe tarihi olmak üzere felsefe ve kültürün her ana boyutunu içerir. O, Amerikan felsefesinin en temel filozoftan; Emerson, W. Whitman, C. S Peirce, W. James, John Devvey, G. H. Mead, Josiah Royce, George Santayana, Susanna K. Langer ve C. I. Levis hakkında çalışmalar yapmıştır, 1967 ile 1973 yılları arasında o, kendisin uluslararası şöhret kazandıran The Writings of William James: A Comphrensive Edition (1967), The Basic Writings of Josiah Royce (1969) ve The Philosophy of John Dewey {1973) abidevi üçlü edisyonunu oluşturmuştur. Uzun yıllar W, James'in uzmanı olarak tanınan McDermott, on dokuz ciltlik Harvard edisyonu The Works of William James ile Virginia Üniversitesinin halen yirmi cildi tamamlanmış, The Correspondence of William James çalışmalarının editörlüğünü yapmıştır. Bunun yanı sıra edit ettiği, A Cultural Introduction to Philosophy from Antiquity to Descartes (1985) adlı kitap felsefe çevrelerinden geniş alaka görmüştür.
I
McDermott, fikirlerinde "tecrübeyi' temel alır ve Peirce'ın ifadesiyle 'tecrübe tek öğretmenimizdir' der. Ona göre tecrübe "bizim yaptığımız ve bize yapılandan daha fazla olmayan bunun yanı sıra bu yaptıklarımızda onları önceleyen tarzdır". O, araştırmalarının amacının tecrübenin doku ve önemini araştırmak ve ıslah etmek olduğunu beyan eder. Ona göre tecrübede felsefi fikirlerin serimlenmesi, felsefecilerin aktüel bir görevidir. Onun araştırdığı temel tecrübe ise Amerikan felsefi geleneğidir. Zira bu gelenek, onun için insan hayatındaki eylemleri yorumlayıcı bir mihenk taşıdır. O, bu araştırmalarla "biz ve diğerleri durumumuz ve durumumuz hakkında ne hissediyoruz" düşüncesini açımlayan bir tür "estetik duyarlılık" geliştirmeye girişir. Dewey'ci bir perspektif olan estetik duyarlılık, gerçekte sanatla alakalı değil, tanımından da anlaşılacağı üzere, tecrübemizin değerlendirilmesine dayanır. Bu değerlendirme, mahrumiyet, kutlama, yabancılaşma, baskı, doğal nostalji, doğal uzam, doğal zaman, şehir mekanı, şehir zamanı ve teknolojik ürünler gibi temaları ve çeşitlerini içerir. Ona göre, estetik duyarlılığın geliştirilmesi, sosyal ve politik değişimle ilgili stratejiler geliştirme ve onlara uyum sağlama açısından gereklidir. Bu bir bakıma, yeni bir kültürel pedagojinin yönüne, yani şahsi beklenti, duyarlılık ve değerlendirmelerimizin yeni ortak kaynağına işaret eder. Zira ona göre gerçek kültür, sempati ve hayranlıklarla yaşar; nefret ve hor görme ile değil ve gerçek kültür, tüm yanlış ambalajların altındaki insan özünü ifşa eder. Bununla beraber o, insan hayatındaki gizli karmaşıklığa işaret ederek, geliştireceğimiz duyarlılığın William James'in ifadesiyle, müphemliğe döneceğini (reinstatement of vague) ifade eder.
McDermott, yazılarında profesyonel jargonu ve felsefe evinin terimlerini -gerekmedikçe- kullanmaktan kaçınırken, dilin içerdiği kesinlik, metafor ve teknik detayları birer alet gibi ele almanın gerekliliğini vurgular. Bununla beraber onun araştırmalarında özellikle belirttiği iki unsur yönteminin anlaşılmasında ipucu mahiyetindedir. Bunlardan ilki, yorumlarında cinsiyet ayrımını önemsememesi, referanslarını insan durumuna dayandirmasıdir. O, bu konuda hassasiyetini gösterirken dilin bu ayrımı çözebilecek uygunlukta olmadığım da beyan eder. İkinci unsur, şahsi anekdot ve farklı şahsi görüşleri hariç çalışmalarında "biz" zamirini kullanmasıdır. Bu karar, tevazudan değil mevcut mirasın yansıması ve bilgeliğin sonucudur. Ona göre, herkes birbirinden bir şeyler öğrenir, dolayısıyla toplum zihnî tecrübenin temelindedir.
Bunlara ilaveten McDermott, yaklaşım ve alanının disiplinler arası olduğunu beyan eder. O, son yıllarda araştırma ve müfredatların alanlarının iyice daraltıldığım, disiplinler arası çalışmanın neredeyse unutulduğundan şikayet eder. Ona göre disiplinler arası çalışmaların özü öncelikle akademik disiplinler cenahından gelmez. Aksine problemlerin ortaya koyulmasında yeni bir dönüm noktasına ihtiyacımız vardır. O, bir taraftan akademik disiplinler kendi yöntemlerini korumaları gerektiğini diğer taraftan da şahsi ve kolektif tecrübemizden kaynaklanan araştırma sahaları ile yöntem ve problemleri içeren yaratıcı ve önemli ilaveler yapmamız gerektiğini vurgular. Sözgelimi, siyah ırk araştırmaları, medeniyet(ler) araştırmaları, kadın araştırmaları ve ekoloji çalışmaları gibi...
McDermott'a göre filozofların bu bağlamda, disiplinlerine ait yeni yöntemleri, anlamları ve dil (ler)i geliştirmeleri gerekir. Bununla beraber o, filozofların felsefi problemler olarak yapılanan ve nitelenen problemlere kendilerini hapsetmemeleri gerektiğini de ifade eder. Zira McDermott'a göre insan durumu bizatihi problematiktir ve bu yüzden teknik kaynağı nasıl olursa olsun o, felsefi bilgelikle derinden alakalıdır. Dahası disiplinler arası yaklaşımı benimseyen filozoflar, problemlerin mevcut çeşitlerinin ötesine giderek değil onlar üzerinde yoğunlaşarak, ürünlerinde onları yakalayarak meseleleri ele almalıdır.
McDermott'a göre tüm tecrübe ve kültür, aslında "tecrübenin tecrübesi" dir. O, tecrübenin anlaşılmasının, onun -izleri sürülerek- dönüm veya başlangıç noktalarının tespit edilmesiyle alakalı olduğuna inanır. Zira meseleleri dondurup, belli bir zaman diliminde ele alan ve bu tecrübeleri sarmalayan dilin problemlerini göz ardı eden "kötü zihinciîik" ona göre tecrübenin anlaşılmasında işlev görmez. Bu yüzden McDermott, genel olarak Amerikan düşüncesinin "klasik" veya "altın dönemi" olarak adlandırılan Peirce, James, Dewey, Mead, Royce ve Santayana'nın çalışmalarına odaklansa da kendini bu dönemle sınırlamaz, bu dönemi oluşturan tecrübeyi de inceler. Nitekim o, 1959'da "Experience is Pedagogical: The Genesis and Essense of the American Nineteenth Century Notion of Experience" adlı doktora tezinde şunları söyler:
Amerika düşüncesindeki tecrübe kavramının gelişimi, üç seviyede tahlil edilebilir. İlki, Amerikanın on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın ilk dönemini yansıtan 'tecrübenin tecrübesi'...Bakir topraklarda ortaya çıkan bir kültür ve ulusun doğumu daha sonraki Amerikan mizacının anlaşılmasında asli unsurdur.
Tahlilin ikinci seviyesi, Amerika'nın kendi tarih ve kültürel tavrının gelişmesinde (Amerikan) öz bilinç tecrübesiyle ilgilidir. Sözgelimi Frederick Jackson Turner, ilk göç edenlerin Amerikan bağlamındaki yeniliğini onaylamış ve onlann Amerikan demokrasisi ile kültürünün gelişmesindeki önemine dikkat çekmiştir. Tahlilin üçüncü seviyesi, on dokuzuncu yüzyıl Amerika'sında öne çıkan tecrübe kavramının felsefi yorumu ile ilgilidir.
McDermott, Amerika'nın on altıncı yüzyıl Avrupa'sının yeniden yapılandırıan tecrübelerinin üzerinde ve ona karşı geliştiğini ileri sürer. O, Amerikanın 1492'de keşfedilmediğini,1507'de Cosmographie Introductio adlı kitapta Waldseemüller haritası olarak bilinen dünya haritasının yayımlanmasıyla keşfedildiğini, bu haritanın yeryüzünün ana kıtaları olarak bilinen Avrupa, Asya ve Afrika'ya dördüncüsünü eklediğini beyan eder. Ona göre Avrupa bilincinde yeni dünya olarak kabul edilen Amerika, on altıncı yüzyılın dinî, felsefî, kültürel devrimleriyle şekillenmiştir. O, bu bağlamda Santayana'nın şu sözlerini aktarır:
Bu topraklar Kızılderililerle -onlann ifadeleriyle, efendilerle- savaşarak ele geçirilmiştir. Ülke yeni, fakat ırk yaşlı, saf ve vakur hatıralarla doluydu. Ülke, yeni şişedeki eski şarap gibiydi ve Amerika canlı bir felsefeyi, insanın kaderi hakkında farklı dünya görüşünü ve belli kanaatlere sahip olmak için mevcut Üniversite ve akademik felsefe bölümlerini beklemek zorunda değildi.
McDermott'a göre on yedinci yüzyıl Amerika'sının karakteri olan bu "ilkelliğin yansımalarının" dallanıp budaklanması ile ilk yerleşenlerin karşılaştıkları tecrübeler, radikal olarak farklı bir tasavvur ile gerçek dünyanın bir sistem olarak anlaşılmasına yardım edecek tecrübî bir mizaç olarak düşünülebilir. Ona göre bu tecrübe bağlamının zekanın kaynağı olarak görülmesi belki de sorunların üstesinden gelmede tecrübe kavramının yol göstericiliğine işaret eder. Bu durum, miras alınan bilgeliğin üstünde ve ötesindedir. Bu yüzden on yedinci yüzyıl Amerika'sı, yerleşenlerin yansıttığı gelenek ile Yeni Dünyanın tecrübede keşfettiği "nasıl olmalı" sorusu arasında cereyan eden kültürel "tecrübenin tecrübesi" zemininde yükselir.
McDermott'a göre Amerikan tecrübesi, yapı, nizam, birlik yerine süreç ve çokluk metaforlanyla gelişmiştir. Bu iddia, "yepyeni" karşısında "tamamıyla eski" geleneksel tartışmasına dönüşmemelidir; benzerlikler mevcuttur ancak bir bütün olarak yepyeni bir insan durumu mevcuttur. Bu tecrübedeki yeniliklerden ilki, Amerika'nın yerleştiği yerin farklılığıdır. İkincisi ise çağdaş ve gelecek durumların analiz edileceği yeni durumlardır. McDermott'a göre teoriler bu yeni durumlarda işlememiş, bunun yerine bağlamlar yeni ölçütler olarak inşa edilmiş, yeni durumların zenginliği yeni kaynaklar ve yeni değerlendirme olanaklarını oluşturmuştur. Ona göre teorik ve ilkel yapılar arasındaki bu geçişler yerleşenler için tecrübede yoğrulabilir (melleable) bir çevre, durum kazandırmıştır.
McDermott'a göre Yeni dünyanın en verimli yeniliği, iklimi, ürünü, mineralleri değil, araştırma modundaki değişim, diğer bir deyişle yeni bilgi anlayışıdır. Ona göre her nesil tecrübeyi kullanarak kendi durumları ve olaylarıyla ilgili bir dil geliştirirler. Fakat sadece Amerikan felsefesi tecrübenin anlamındaki değişimi başarmıştır. Amerikan bilincindeki gelişme "tecrübenin tecrübesinden" "tecrübe" kavramına ve nihayetinde Devvey'de kültürel ve felsefi bakış acısı olan "tecrübe yöntemine" dönüşmüştür. Ortaya çıkan felsefe, imkanların her yerde, yeniliğin tabiatta genel olarak yayıldığı umulmayan (unexpected) bir felsefedir. Bu felsefede ne özel bilenler sınıfı ne de Amerika'nın aşkı için doğrular vardır. Tecrübe, her yerde herkes için mevcut; tüm fikirler pazarlara çıkmıştır. Olması gereken ile olan arasında keskin ayrım yoktur ve eylem için farz edilen nedenler eylemlerin kendisinden daha az önemli değildir. McDermott bu felsefeyle, büyüme ve yayılma ile özdeşleştirilen gelişmenin apaçık olarak görüldüğünü, öğrenme ve eylemin Amerikanın yenilikten kaçamayacağı bir şey haline dönüştüğünü iddia eder.
McDermott, Amerikalıların tecrübelerini nasıl sürdürdükleri ile onları felsefede nasıl teorize ettikleri arasındaki ilişkinin görülmesinin önemine dikkat çeker. O, Amerikan felsefesi ile on altıncı yüzyıldaki üç devrimin ilişkisini analiz eder. Bu devrimlerden ilki, yukarıda da geçtiği üzere 1507 harita devrimidir. McDermott'a göre Amerikanın haritaya dahil edilmesi ona gerçekliğini vermiştir. Bu tarihten sonra dünya terimi bile beirli, farz edilen yer değil, keşfettiğimiz bir kozmik mesele olmuştur. İkinci devrim ise,Protestan devrimidir. Ona göre bu devrim, İncilin tek bir yorumunun olmayacağı anlamına gelir ve bu hareket, karışıklık ve olumlu anlamda müphemlik üretir. Püritenliğin yaratıcı kesinsizliği, yeni sahalara yönelir, bulacağından daha fazla getireceğiyle ilgilenir. Üçüncü devrim, düşünceye daha geniş bir bağlam kazandıran Kopernik devrimidir. Aristotelesçi / Batlamyuscu kainat, bilindiği gibi kendine yeten ve devirli idi. Bu görüş yıkıldığında yeryüzü gezegen olmuştur.
Amerikan felsefesi bu devrimlerle sapmayı ve iyimser görüşü değil eşsiz bir alternatifı sembolize etmiştir. Bu üç paradigmaya Avrupa düşüncesinden farklı olarak cevaplar üreten Amerikan düşüncesi, ürettiği meseleleri radikal olarak insanileştirme noktasıyla, kainatın anlamını keşfetme seviyesini değiştirmiştir. McDermott bu konuda objektif ve kesinliğin yanlış ve hayal olabileceği iddialarının tehlikesinin farkındadır. Ona göre bir kültür sadece kendisi iç yapısını oluşturur ve bu yapıyla problemlere cevap verir.
McDermott, bu bağlamda Amerikan tecrübesinin vere(bile)ceği cevapların gelişmenin en yüksek seviyede gerçekleşmesi için sağlam bir çerçeve olduğunu söyler. Ona göre Amerikanın on yedinci yüzyıl felsefesi, zihniliğin kaynağı olarak zamanın önceliğini açık olarak söyleyen, modası geçmiş doktrinlere karşı Ruhun kendisini nasıl tezahür ettirdiğini gösteren bir eskatoloji geliştirir. Teori ötesi bir seviyede McDermott, Amerikan kültürünün kullanılacak bir model olarak yeni yüzyıla bir şeyler sunduğunu ileri sürer. Ona göre Yunan kültürü nasıl Avrupa kültürünü oluşturmada keskin rol oynayan felsefi metaforların aleti idiyse Amerikan kültürü de yeni jeo-politik insanın oluşmasında felsefi bir metafor olabilir.
McDermott'a göre Amerikanın on yedinci yüzyıl felsefesi tam anlamıyla bir felsefe olmasa da bu tecrübe, temelde yeniliğe dönüşen bir durumun kolektif tecrübesine acele ve hazır cevaptır. Bu tecrübî bağlamın önemi, ikinci dünya savaşında egzistansiyalizm ile ortaya çıkan "tecrübe üzerine düşünme" problemiyle paralellik teşkil eder. Tecrübe üzerine düşünme onu yeniden ele alma değerlendirme, yeni durumlara adapte etme uğraşısıdır. McDermott burada çok önemli bir olgunun gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret eder. Bu olgu, Amerikan felsefesinin "altın çağma" nostaljik olarak geri dönmenin mümkün olmadığıdır. Ona göre tecrübe, yeni bağlama atfedildiğinde pozitif bir değere sahiptir. Bunun dışında tecrübeyi bağlamların dışına çıkarmak sorunlar üretir.