DİL - 5

Ruhbilimciler insan konuşmasının gerçek özünü kavramaksızın insan anlığının gelişmesine ilişkin bilgilerimizin yarım yamalak ve yetersiz kalacağını vurgulamakta birleşiyorlar. Ama konuşma psikolojisinin yöntemlerine ilişkin önemli kuşkular hâlâ yerlerinde durmakta. Olayları ister ruhbilim ya da sesbilgisi (phonetic) laboratuvarında inceleyelim, ister yalnızca içebakış yöntemlerine dayanalım bu olayların değişmez bir şekilde hep tüm düzenleme (stabilization) çabalarına karşı çıkacak kadar çabuk yiten, akıcı olaylar oldukları izlenimini alıyoruz. Öyleyse, konuşmayan bir yaratığa (örneğin konuşmanın kazanılmasından önceki insana ya da hayvana) yüklediğimiz anlıksal tavırla ana dilini ustaca öğrenmiş olan bir yetişkin'ı belirleyen o öteki anlıksal çerçeve arasındaki temel ayrım nereden oluşuyor?

ÇOCUK

Hiç kuşku yok ki bu soruyu konuşmanın gelişiminin olağandışı örneklerine dayanarak yanıtlamak daha kolay olur. Helen Keller ve Laura Bridgman örneklerini incelememiz konuşmanın simgeselliğinin ilk kavranılışıyla çocuğun yaşamında gerçek bir devrim olduğu olgusunu bize göstermişti.

Bu noktadan sonra çocuğun tüm kişisel ve anlıksal yaşamı bütünüyle yeni bir biçim kazanmıştı Kabaca dendikte bu değişiklik çocuğun daha öznel bir durumdan nesnel bir duruma yalnızca duygusal olan bir tutumdan kuramsal bir tutuma geçtiği söylenerek betimlenebilir: Aynı değişiklik, çok daha az hissedilir olsa bile her olağan çocuğun yâşamında görülebilir. Çocuğun kendisi bu yeni aracın anlıksal gelişmesi için taşıdığı anlamı apaçık bir şekilde sezer. Artık salt alıcı bir tavırla kendisine bir .şeyler öğretilmesi onu doyurmaz: Aynı zamanda gelişmiş bir nesnelleştirme (objektification) süreci olan konuşmâ sürecinde etkin bir rol alır. Helen Keller ve Laura Bridgman'ın öğretmenleri her iki çocuğun da adların yararını bir kez anladıktan sonra çevrelerindeki tüm nesnelerin özel adlarını sormayı nasıl büyük bir istek ve sabırsızlıkla sürdürdüklerini bize anlatmışlardı. Bu. da konuşmanın olağan gelişimindeki bir genel özelliktir: D.R. lV,fajor “çocuk yirmi üç aylık olur olmaz sanki başkalarına onların adlarını anlatmak ya da incelemekte olduğu şeylere dikkatimizi çekmek istermiş gibi nesneleri adlandırma konusunda bir tür taşkınlık (mania) durumuna girdi. Bir şeye bakıp onu gösteriyor ya da elini onun üzerine koyup adını söylüyor sonrâ da çevresindekilere bakıyordu diyor. Böyle bir durum eğer adın çocuğun anlıksal gelişiminde yerine getirecek çok önemli bir işlevi olduğu olgusu bilinmeseydi anlaşılamazdı. Eğer bir çocuk konuşmayı öğrenirken yalnızca belli sözcükleri öğrenmek zorunda olsaydı ve bunun için de büyük bir yapay ve keyfi sesler kalabalığını anlık ve belleğine işleme durumunda bulunsaydı bu salt düzeneksel bir süreç olurdu. Bunun sonucu .olarak kendisinden yapması beklenen şey gerçek dirimbilimsel gereksinmelerden tümüyle kopuk olduğu için çocuğun bu işi belli bir İsteksizlik duymadan yapması çok güç ve yorucu bir iş olacağı gibi çok büyük bir bilinçli çabayı da gerektirecekti. Oysa her olağan çocukta. belli bir yaşta ortaya çıkan ve tüm ,çocuk ruhbilimi araştırıcılarınca betimlenmiş olan o adlâra karşı duyulan açlık bunun karşıtını kanıtlıyoruz. Bu bize burada çok değişik bir sorunla yüz yüze olduğumuzu anımsatıyor. Çocuk nesneleri adlandırmayı öğrenmekle daha önceden sahip olduğu hazır deneysel nesnelerin bilgisine yalnızca bir yapma göstergeler dizgesi eklemekle kalmaz. 0 daha çok bu nesnelerin kavrâmlarını biçimlendirmeyi. ve nesnel dünya ile ilişki kurmayı öğrenir. Bundan böyle o artık daha sağlam bir temel üzerinde durmaktadır. Çünkü kaypak, belirsiz, akıcı algıları ve bulanık duyguları yeni bir biçim almaya başlar. Onların belirli bir merkez, bir düşünce odağı olarak adın çevresinde billurlaştıklar~ söylenebilir. Nesnelleştirme sürecinde yapılmış olan her yeni gelişme, adın yardımı olmasaydı her zaman bir sonraki anda yeniden yitme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı. Çocuğun bilinçli olarak kullandığı ilk adlar kör bir adamın yardımıyla yolunu bulduğu bir değnekle karşılaştırılabilir. Ve böylece bir bütün olarak ele alındıkta dil, yeni bir dünyaya geçiren köprü olur.

YABANCI DİL

Yabancı bir dili öğrenirken de kendimizi çocuğunkine benzer bir deneyin konusu yapabiliriz. burada da yeni bir sözcük dağarcığı edinmek veya soyut dilbilgisi kuralları dizgesini öğrenmek yeterli değildir. Bütün bunlar zorunludurlar ama yalnızca ilk ve en az önem taşıyan adımı oluştururlar. Eğer yeni dille düşünmeyi öğrenmezsek tüm çabalarımız sonuçsuz kalır. Bu gerekimin yerine getirilmesi çok kez bize hayli güç gelir. Dilbilimci ve ruhbilimciler bir çocuğun kendi çabasıyla hiçbir yetişkinin aynı şekil- de ya da o kadar yetkinlikle yerine getiremediği bir görevi başarmasının nasıl olanak kazandığı sorusunu sık sık sormuşlardır. Biz bu şaşırtıcı soruyu belki daha önceki çözümlemelerimize dayanarak yanıtlayabiliriz. Bilinçli yaşamımızın sonraki .ve daha gelişmiş bir evresinde bizim insansal konuşma dünyasına girmemizi sağlamış olan süreci hiçbir zaman yineleyemeyiz. İlk çocukluğumuzun tazeliği çevikliği ve esnekliği içinde bu süreç çok değişik bir anlama sahipti. Burada yeterince aykırı kanısal olan, gerçek güçlüğün önceki bir dili unutmaktan çok yeni bir dili öğrenmekte ortaya çıkmasıdır. Biz artık ilk kez nesnel dünya kavramına yaklaşan bir çocuğun anlıksal koşullarına sahip değiliz. Zaten yetişkin için nesnel dünya belirli bir biçime sahiptir. Bu biçim, bir ,anlamda bizim tüm öteki etkinliklerimizi şekillendirmiş olan konuşma etkinliğimizin bir sonucu_dur. Algılarımız, sezgilerimiz ve kavramlarımız ana dilimizin konuşma biçimleri ve terimleri ile kaynaşmıştır. Sözcüklerle nesneler arasındaki bağı koparmak için büyük çabalar gerekir. Bu yüzden, yeni bir dil öğrenmeye hazırlandığımızda ~ bu türden çabaları göstermek ve iki ögeyi ayırmak zorunda kalırız. Bu güçlüğü yenme dil öğreniminde her zaman önemli bir adımı gösterir.

Yabancı bir dilin ruhuna nüfuz ederken yeni bir dünyaya, kendisine özgü bir anlıksal yapısı olan bir dünyaya yaklaşıyormuşuz izlenimine sahip oluruz. u, yabancı bir ülkeye yapılan bir keşif gezisi gibidir ve böyle bir geziden sağlanan en büyük kazanç kendi anadilimize yeni bir' ışık altında bakmayı öğrenmemizdir. Goethe “Wer fremde Sprachen nicht kennt weiss nichts von seiner eigenen” (yabancı dilleri bilmeyen kendisininki hakkında hiçbir şey bilmez.) demişti. Yabancı diller bilmediğimiz sürece kendi dilimiz konusunda da bir anlamda bilgisizizdir. Çünkü onun özgül (specific) yapısını ve ayırıcı özelliklerini göremeyiz. Bir değişik diller karşılaştırması, hiçbir tam eşanlamlının bulunmadığını bize gösterir. İki ayrı dilin birbirine uyuşan terimleri pek ender olarak aynı nesne veya eylemleri dile getirirler. Onlar birbirinin içine giren ve bize kendi yaşantımızın değişik boyutları ile çok renkli görüşlerini veren ayrı alanları kapsarlar.

Bu düşünce eğer değişik dillerde özellikle de ayrı dilbilimsel tiplerde kullanılan sınıflandırma yöntemlerini incelersek açıklık kazanır.

Bir nesneye ya da eyleme bir ad takınak onu belli bir sınıf kavramı altına koymak demektir. Eğer bu belli bir sınıf kavramı altına koyma işlemi nesnelerin doğasınca ilk ve son kez buyurulmuş olsaydı, biricik (unique) ve tekbiçimli bir- şey olurdu. Oysa insan konuşmasında ortaya çıkan adlar böyle değişmeyen bir tavır içinde yorumlanamazlar. Onlar tözel şeyleri, kendi başlarına varolan bağımsız varlıkları göstermek üzere düzenlenmemişlerdir. Onlar daha çok insansal ilgi ve amaçlarca belirlenirler. Ama bu ilgiler değişmeyen belirlenmiş ilgiler olmadıkları gibi insan konuşmasında bulunacak olan sınıflamalar da rastgele yapılmamıştır. Onlar duyusal yaşantımız içindeki bazı sürekli ve yinelenen ögeler üzerinde temellendirilmişlerdir. Bu yinelenmeler olmasaydı dîlbilimsel kavramlarımız için ne ayak basacak bir yer ne de bir destek noktası bulunamazdı. Ama algısal verilerin birleştirilmesi ya da aılması bir ilgi çerçevesinin özgül seçimi üzerine dayanır. Bölümleme ve alt bölümlemelerimizin kendisine göre yapılabileceği hiçbir ' kesin; ' önceden kurulmuş çizem (scheme) yoktur. Çok yakın bir benzerliği olan ve genel yapıları uyuşan dillerde bile özdeş adlar bulamayız. Humboldt'un belirttiği gibi aya karşılık olarak kullanılan Grekçe ve Latince terimler aynı nesneyi gösterdikleri halde aynı amaç ve kavramı dile getirmezler. Grekçe (men) terimi ayın zaman ölçme işlevini; La- tince (luna, luna) terimi ise ayın duruluğunu ve parlaklığını gösterir. Böylece biz apaçık bir şekilde söz konusu nesnenin iki çok değişik özelliğini ayırıp dikkati onların üzerine çekmiş oluruz. Ama edimin kendisi; yani yığışma (concentration) ve toplaştırma süreci (condensation) aynıdır.

NESNENİN ADI VE DOĞASI

Bir nesnenin adı onun doğası üzerinde hiç bir hak iddia edemez. O, Füsei on olarak, bize nesnenin doğruluğunu (hakikatini) vermek üzere amaçlanmamıştır. Bir adın işleviyle her zaman bir nesnenin özel bir yönünü ,vurgulamak üzere sınırlanmıştır. işte-âdın değeri de kesinlikle bir belirleme ve sınırlamaya dayanır. Bir adın işlevi somut bir durumu ayrıntılı olarak göstermek olmalı onun yalnızca belli bir yönünü seçip almak bu yön üzerinde durmaktır. Bu yönün ayrılması olumlu bir edimdir. Çünkü ad verme ediminde ~biz duyu verilerimizin çeşitliliği ve ayrıntıları arasından belli kesin algı merkezlerini seçeriz. Bu merkezler mantıksal ya da bilimsel düşünce merkezleri gibi değildirler. Günlük konuşma terimleri bilimsel kavramlarımızı dile getirdiğimiz terimleri ölçen ölçütlerle ölçülmemelidir. Günlük konuşmanın sözcükleri bilimsel terimler dizgesi ile karşılaştırıldıklarında her zaman bir belirsizliği sergilerler. Hemen hemen tümü çok belirsiz, yanlış tanımlanmış ve bir mantıksal çözümleme denemesine dayanamayacak sözcüklerdir. Ama günlük terimlerimiz ve kullandığımız adlar bu kaçınılmaz ve yapılarından doğan eksikliklerine karşın bizi bilimsel kavramlara götüren yol üzerindeki kilometre taşlarıdırlar; dünyaya ilişkin ilk nesnel ya da kuramsal görüşümüzü bu terimlerle ediniriz.

Böyle bir görüş yalnızca "verilmiş" olan bir görüş olmayıp dilin sürekli yardımı olmaksızın ereğine erişemeyecek olan yapıcı bir anlıksal çabanın sonucudur.
Ama, böyle bir erek rasgele erişilecek bir erek değildir. Daha yüksek soyutlama düzeylerine, daha genel ve kuşatıcı adlara ve idelere yükseliş güç ve çok çalışmayı gerektiren bir iştir. Dilin çözümlenmesi bize sonunda bu işin başarılmasına yol açan anlıksal süreçlerin özvapısını incelemek için bol gereç sağlar. İnsan konuşması nisbeten somut bir durumdan daha soyut bir duruma doğru gelişir. İlk adlarımız somut adlardır, Hepsi özel olguların veya eylemlerin kavranılmasıyla ilgilidirler. Somut yaşantımız- da bulduğumuz tüm ayırtı veya ayrıntılar inceden inceye ve uzun uzun betimlenirler ama artık bir cins altında toplanmazlar. Hammer-Purgstall Arapçada deve için kullanılan çeşitli adları birer birer saydığı bir makale yazmıştır. Bu yazıya göre bir deveyi betimlemek için kullanılan terimlerin sayısı beş-altı binden az değildir. Buna karşın bu terimlerden hiç biri bize genel dirimbilimsel bir kavram vermemektedir. Bu terimlerin hep si hayvanın biçimi; büyüklüğü, rengi, yaşı ve yürüyüşüyle ilgili ayrıntıları dile getirir, Bu bölümlemeler henüz herhangi bir bilimsel veya dizgesel sınıflandırmadan çok uzaktırlar. Ama birbirinden çok ayrı amaçlar için iş görürler. Yerli Amerikalı boyların çoğunun dillerinde özel, bir eylem, örneğin yürüme veya vurma için şaşırtıcı bir terimler çokluğu ile karşılaşıyoruz. Bu gibi terimler birbirlerine karşı bir alt sıralamadan (subordination) çok bir bitişiklik ilişkisi taşıyorlar. Yumrukla vurmayı betimlemek için el ayasıyla vurmayı betimlerken kullanılan aynı terim kullanılamıyor. Bir silahla vurma ise kırbaç veya değnekle vurma için kullanılan- dan bâşka bir adı gerektiriyor'. Karl von den Steinen Bakairi dilini. (Orta Brezilya'daki kızılderili boylarının konuştuğu dil) betimlerken bu dilde papağan ya da hurma ağacı cinsini dile getirecek bir ad bulunmadığı halde her papağan ve hurma ağacı türünün kendi özel adı, olduğundan söz ediyor. Steinen diyor.ki: Bakairiler kendilerini çok sayıda özel kavramlara .o kadar çok bağlarlar ki ortak özyapılara hiç ilgi duymazlar. Gereçlerin bolluğu içinde boğulmuşlardır ve bu gereçleri ekonomik şekilde kullanamazlar. Uydurdukları sözcüklerin sayısı azdır ama bu kadarıyla bile yoksul olmaktan çok, aşırı zengin olduklarının söylenmesi gerekir". ,Gerçekte verilen bir dilin zenginliğini ya da yoksulluğunu ölçebileceğimiz tek- biçimli bir ölçü yoktur. Her sınıflandırma özel gereksinmelerce yönetilir ve zorla kabul ettirilir. Bu gereksinmelerin inşanın toplumsal ve kültürel yaşamının değişik koşullarına göre değiştiği de apaçıktır. ilkel uygarlıkta nesnelerin somut ve özel yönlerine ilgi zorunlu olarak egemendir. Însan konuşması her zaman insan yaşamının belli biçimlerine uyar ve onlarla eşittir. Bir kızılderili boyunda yalnızca ‘’tümellere’’ilgi ne olanakhdır ne de gereklidir. Nesneleri görülebilen belli avırtkanlıklarıyla avırdedebilmek hem daha önemli hem de yeterlidir.

Batı ailesinden olan dillerde en az yirmi ad cinsi sınıfıyla karşılaşıyoruz. Örneğin Algonquian gibi yerli Amerikan boylarının dillerinde bazı .nesneler canlı cinse, bazıları ise cansız cinse ilişkindir. Burada ilkel düşüncenin görüş açısından bile bu ayrımın niçin özel bir ilgiyi gerektiren ve yaşamsal bir önem taşıyan bir ayrım olarak ortaya çıkması gerektiğini anlamak kolaydır. Bu ayrım gerçekten bizim soyut mantıksal sınıf adlarımızda dile getirilenden çok daha öz yapısal ve şaşırtıcıdır. Somut adlardan soyut adlara aynı yavaş geçiş nesnelerin niteliklerine ad verme işlerinde de incelenebilir. Pek çok dillerde bir renk adları bolluğu ile karşılaşıyoruz. Bu dillerde bizim -mavi, yeşil, kırmızı ve b.g.- genel terimlerimiz bulunmadığı halde verilen herhangi bir rengin her tek tek ayırtısının kendine özgü bir adı var. Renk adları nesnelerin doğasına göre değişiyor. Örneğin gri yerine geçen bir sözcük yünden veya kazlardan; bir başkâsı atlardan, bir diğeri sığırlardan ve yine bir diğeri insanların saçından ya da belli başka hayvanlardan söz ederken kullanılabiliyor. Aynı şey sayı deyisi (kategorisi) için de geçerli; değişik nesne sınıflarını göstermek için değişik sayılara gereksinme duyuluyor.

Bundan ötürü insan konuşmasının gelişmesinde evrensel kavramlara ve deyilere yükselişi çok yavaş olarak ortaya çıkıyor. ama bu yöndeki her yeni gelişme algısal dünyamızın daha kuşatıcı bir şekilde incelenmesinin yönünün daha iyi. belirlenip düzenlenmesine yol açıyor.

1 | 2 | 3 | 4 | 5

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP