Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 1
|
Elena Panova
Çeviren: Fikret Osman
Bu makalede yazar, Wittgenstein’ın “erken” ve “geç” dönemlerine ait birbirinden oldukça farklı olan iki ayrı felsefesini ve bu felsefeler doğrultusunda da felsefi bir yöntem olma iddiasında bulunan tüm analitik programların, materyalist-diyalektik felsefe açısından eleştirel bir analizini sunmaktadır.
Wittgenstein’ın Biyografisinden Fragmanlar
Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein 1889 yılında Viyana’da doğdu . Babası , çelik üretimi yapan büyük bir işletme sahibi idi. Ludwig, kültürel geleneklerle zenginleştirilmiş olan bu Yahudi burjuva ailesinin sekizinci çocuğuydu. Karl ve Leopoldine Wittgenstein’ın evi meşhur sanat isimlerini bir araya getiriyordu.
Johannes Brahms, Gustav Mahler, Pablo Kazalas, Rudolf von Alt vb. gibi sanatkârlar tarafından ziyaret edilen bu evde, müzik, resim ve tiyatroya ithaf edilen geceler düzenleniyordu. Ailenin bütün çocukları sanatla ilgileniyordu. En büyük kızları Hermine, kendi zamanı için meşhur bir ressamdı. Ludwig’in kendisi müziğe olan tutkusu dışında mimarlığa da hevesli idi. O, kız kardeşi Margarete’in Viyana’da bulunan 20’li yıllara özgü kübistik tarzdaki evini tasarlamıştı.
L. Wittgenstein’ın çocukluğu ailesinin evinde, üst düzey öğretmenlerin ihtimamında geçer. 1908’de Charlottenburg’daki yüksek teknik okuldan mezun olduktan sonra havacılık teknigi konusunda uzmanlaşmak için Manchester (İngiltere) Üniversitesine gider. Burada, tepkili bir motor geliştirip yeni uçak yapıları üzerine deneyler yaparak, bilgilerini pratik olarak uygulama imkânı bulur. Ancak yüksek teknik enstitünün dar profesyonel yönelimliliğinden tatmin olmadığından dolayı, matematiksel mantığın öğreniminde derinleşir. O günlerde Üniversite kasabası Cambridge, artık ünlü bir filozof olan Bertrand Russell’ın önderliğinde mantıksal-matematiksel araştırmaların merkezidir. Genç Wittgenstein’ın, Bertrand Russell’la tanışması, teknik uğraşılarını bırakıp Cambridge’e yerleşmesi ve kendini mantıksal-felsefi düşüncelere vermesi için yeterli bir nedendir.
Babasının ölümünden sonra Ludwig’e, tamamına yakınını bağışladığı büyük bir miras kalır. Onun yaşamının ereği varlığını teminat altına almak değil, entelektüel olarak tatmin olmaktır. 1914 yılında G. E. Moore (çağdaş İngiliz felsefesinde en büyük isimlerden biri ) , Norveç'te kendisini ziyaret eder . Bu kısa görüşme esnasında Wittgenstein ilk defa, “mantık üzerine düşünceler”ini açıklar.
Birinci dünya savaşı yıllarında genç Wittgenstein kayıtlı olduğu topçu alayında, patlayan mermilerin altında dahi zihnini meşgul eden mantık ve felsefe problemleri üzerine düşünür. 1918’de Viyana’daki tatili esnasında “Tractatus Logico-Philosophicus”u tamamlar. Bu kitapla her şeyden önce, Wittgenstein’ın nazari gelişiminin ilk dönemi ilişkilendirilir. Cepheye dönüşünden bir ay sonra gelecekteki filozof esir düşer ve savaş sonuna kadar -neredeyse tam bir yıl- esirler kampında kalır. Monte Cassino’daki esir askerler kampından Russell’a “Tractatus”un el yazması nüshasını gönderir. Terhisinden sonra uzun bir süre kitabına yayımcı arar . Ardı ardına gelen retler onu ümitsizliğe düşürmez. 1921’de çalışmasının bir kısmının, -böyle bir fırsat bulduğunda- “Natür-Felsefe Bildirileri” dergisinde, yayımlanmasını kabul eder.
1921 yılında Wittgenstein’ın Russell’la yeniden karşılaşması yine çözücü bir rol oynar ve ertesi yıl İngiltere’de ilk defa “Tractatus Logico-Philosophicus”un tamamı (Almanca-İngilizce olarak iki dilde) yayımlanır. Bu aynı zamanda, Bertrand Russell’ın birinci baskıya yazdığı girişinde ilk kez okuyucuya tanıttığı, günümüze kadar devam eden bu kitabın yazarının büyük şöhretinin başlangıcıdır: “… Hiçbir noktada görünüşte hatalı olmayan bir mantık teorisi kurmak olganüstü ve zor bir iş yapmak anlamına gelir . Sayın Wittgenstein’ın kitabı şahsi görüşüme göre bu liyakate sahiptir. Bunun için hiçbir ciddi filozof onu ihmal edemez”.
“Tractatus Logico-Philosophicus”un Londra’da yayımlanması tanınmış Avusturyalı bilim adamları ve filozofların dikkatini çeker. Matematikçi Hans Hahn onun üzerine ilk nazari semineri düzenler, Moritz Schlick (30’lu yıllarda ses getiren mantıkçı pozitivist “Viyana Çevresi”nin kurucusu) ise, daha 1922 yılında hacim olarak çok büyük olmayan, fakat tinleri heyecanlandıran bu eserden büyük bir hayranlıkla bahseder. Bu dönemde Wittgenstein, aşağı Avusturya’nın küçük kasabalarında ilkokul öğretmenidir. Orada kendisini Ramsey (meşhur fizikçi ve filozof) ziyaret eder. Bu şahısla gerektiğinde her zaman uzun nazari konuşmalar yapmışlardır. Schlick’le yaşanan tartışmaları da bu tarihe denk gelmektedir.
1925 yılının yazında Wittgenstein tekrar Cambridge’dedir ki, orada “Tractatus Logico-Philosophicus”u savunarak “felsefe doktoru” unvanını alır . Hemen ardından, filozofun daha sonra ki aktif üretici yaşamıyla ilintili olan, Trinity Colladge’de ders vermeye davet edilir.
Orada, 1934 yılında (ölümünden sonra yayımlanan) “Felsefi Dilbilgisi”nin el yazmasını tamamlar, uzun ara vermelerle diğer bir tamamlanmamış yapıtı “Matematiğin Temelleri Üzerine Notlar” üzerine çalışır. Öğrencilerine, ölümünden sonra “Mavi Kitap” ve “Kahverengi Kitap” adı altına yayımlanan, dersler verir.
Wittgenstein’ın hayatının en ilginç olaylarından biri 1935 yılında Sovyetler Birliğini ziyaret etmesiyle ilgilidir. Kendi gözleriyle yeni, istismarcı olmayan toplumu görme arzusu o kadar büyüktür ki, izin alıp gitmek için bütün bağlantılarını kullanır. İnsanlarla aracısız olarak iletişim kurabilmek için de yogun olarak Rusça öğrenir .
Gerçekten de, artık meşhur olan analitikçi filozofun sosyalist fikirler ve onların yaşamdaki yeni yapılandırılmalarına yönelik sempatileri klasik Rus edebiyatına (özellikle Dostoyevski’ye) büyük yakınlığından, Tolstoyizme tutkunluğundan kaynaklanır. Ancak akademisyen Nikolay İribacakov’un da belirttiği gibi, Wittgenstein’ın Marksizm’e belli bir ilgisinin olduğu, “Kapital”in birinci cildinin bir bölümünü okuduğu, materyalist diyalektiğin prensipsel fikirleri üzerine birçok konuşma yaptığı, bunlardan kendi yazılarında da yankıların olduğu belgelenmiştir. 1937’de SSCB’yi tekrar ziyaret etme niyeti gerçekleşmez ve Wittgenstein yeniden Cambridge’dedir.
Trinity Colladge’de profesör olarak 1942 yılında Britanya uyruğu alır. 1945–49 yılları arasında yoğun olarak “Felsefi Araştırmalar” üzerine çalışır. 1953 yılında (ölümünden sonra) baskıdan çıkan bu çalışmasıyla, her şeyden önce Wittgenstein’ın, analitik lengüistik düşünceleri ilişkilendirilir.
İkinci dünya savaşı yıllarında Wittgenstein kendini tamamen yüksek humaniter fikirlere adamıştır. İngiltere üzerindeki faşist bombardımanlar döneminde o, Londra’da gönüllü bir hasta bakıcısıdır. Daha sonra New Castle’da bir tıbbi laboratuarda çalışır. Savaş zamanındaki dehşetler, belki de, onun yaşama yönelik değerlerinin derecesini temelden değiştirir. 1947 yılında Cambridge’deki profesörlük kariyerinden vazgeçip İrlanda Cumhuriyetine gider. Ölümünden önceki son yıllarında ABD, İngiltere, Avusturya ve Norveç’e yolculuklar yapar. Günlerini arkadaşlarıyla buluşmakla ve “Felsefi Araştırmalar” üzerine çalışarak geçirir. 1951 yılında Londra’da ölür.
20 yy. ilk yarısının iki ayrı döneminde Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein oldukça büyük oranda batı Avrupa ve kuzey Amerika’daki felsefi düşüncenin çağdaş durumunu belirleyen iki analitik–lengüistik program geliştirdi. “Tractatus Logico-Philosophicus” ve ona yönelik hazırlık çalışmalarıyla o, “Viyana Çevresi”nin Mantıkçı Pozitivizmi üzerine güçlü bir nazari etkide bulundu. “Felsefi Araştırmalar” ve ona yönelik hazırlık çalışmalarıyla da, ikinci dünya savaşı ve bilhassa sonrasında yoğun ilgiyle karşılanan “Oxford okulunun naif dil”ine temel fikirleri verdi. Daha özel olarak ta onun, batı Avrupa felsefesinin başkenti -meşhur İngiliz Üniversite kasabası Oxford’da günümüze kadar da oldukça büyük bir etkisi oldu.
Ludwig Wittgenstein kendi felsefi düşüncelerinin felsefenin temel disiplinlerinden hiç birinin prensiplerine bağlı olmadığına inanıyordu. Dahası metafiziğe ulaşan, o ana kadarki felsefi araştırmalarla da bir alakası olmadığı düşüncesinde idi. Bu yüzden o, herhangi bir nazari etki aldığını reddeder. Ancak kesin olarak, Russell, Frege, Boltzman, Schopenhauer, Schpengler vb. gibi kendi düşüncelerine benzerlik arz eden düşünürlerden felsefe yapmaya yönelik aldığı itkiyi itiraf eder. Okuyucuya yönelik şartları da böyledir –önceden edinilen felsefi pozisyon değil , ancak analitik düşünce biçemine yönelik eğilim önemlidir. “Bu kitabı sadece, daha önce, onun içinde ifade edilen ya da onlara benzer fikirler üzerine düşünmüş olan biri anlayabilir”. Yazar, “Tractatus Logico–Philosophicus”a yazdığı önsözüne bu şekilde başlar.
Wittgenstein’ın felsefi davasının meşhur İngiliz araştırmacısı, G.E.M. Anscombe’a göre , okuyucunun felsefeye karşı hiçbir ilgisi yoksa Wittgenstein’ın düşüncelerinin ruhuna girmesi kolaylaşır. “Gerçekten, eğer biri bu yazarları anlamak istiyorsa, en iyisi hiçbir felsefi öncüle sahip olmamasıdır”. Ancak Hegel, bireysel düşünme yetisinden yoksun olup başkalarının felsefi düşüncelerini kendi nazari prensiplerinin temelleri üzerinde yeniden düşünme durumunda olmayanın, kesinlikle felsefeyle uğraşmaya girişmemesi gerektiğine dair ikazda bulunurken haklıdır. Bu ise, Marksist bir filozof için, değiştirilemez bir ödevdir.
“Tractatus Logico-Philosophicus”un Yaşanmamış Olan Metafiziği
Asrımızın başında , George Edward Moore’un çalışmaları ve Bertrand Russell’ın mantıksal analizinde “sağlıklı us”un analiz yöntemini temellendirmeleriyle, tedricen felsefi bir akım olarak şekillenen analitik felsefe ya da “felsefi analiz” günümüzde, çok sık birbirine karşı tezat oluşturan, oldukça farklı felsefe teorilerini bir araya getirir. “Viyana Çevresi”nin mantıkçı pozitivizmi, Wittgenstein’ın “erken” –“Tractatus Logico–Philosophicus”- ve “geç” – “Felsefi Araştırmalar”- dönemleri olduğu gibi, Oxford ekolünün lengüistik analizi de bu kavramın bağlamındadır.
Her şeyden önce, aralarındaki önemsiz sayılmayacak tezatlara rağmen, analitik filozofları birleştiren, onları çağdaş analitik pozitivizm türünün temsilcileri yapan şey, dilin oradan da –gerçeklikle ilgili insan düşüncesinin mantıksal yapısını açıklamak için, analize yönelik lengüistik metotların (deneyin fenomenalistik olarak yorumlanan temeli üzerinde) kullanılmasıdır. Her pozitivizmde olduğu gibi, burada da, özellikle spekülatif metafiziğe karşı olumsuz tavırları , temel ayırt edici belirtileri olarak kalır. “Biz dili, kendi güçlükleri içinde inceleme üzerine vurgu yapan her felsefeyi adlandırmak için analiz (ya da analitik felsefe) sözcüğünü kullanacağız. Analitik filozofu spekülatif filozofun karşısına koyacağız ki, o, eğer dili araştırırsa, bunu kendi ana hedefine ulaşmak için yapar: Dünyanın metafizik temelleri üzerine düşünür”.
Ancak bilindiği gibi, geleneksel metafiziğin reddedilmesi batı Avrupa felsefesi tarihinde yeni bir şey değildir. Kadim septikleri; D. Hume’un deney veya matematiğe dayanmayan bütün kitapların ateşe atılması gerektiği şeklindeki çağrısını; Kant’ın metafiziğin bilim olma ihtimalini eleştirel olarak reddetmesini; ya da “ilk” ve daha geç pozitivist okullar tarafından yeni “analitik” pozitivizmin, “ilk bilim”in eleştirisine özsel olarak yeni bir şey getireceği, ümidine oldukça az yer kalsın diye, metafiziği “geçmişte kalan bir merhale” olarak lanse etmelerini, hatırlamamız yeterlidir.
Oxford’lu filozof Urmson, metafizik sorunlara artık sadece yanlış ya da çözümlenemez oldukları şeklinde değil, ancak “pseudo problem” olarak bakıldığı ölçüde, pozitivizmin dünkü ve bugünkü günü arasında özsel farklılıklar olduğu görüşündedir. Şu ilave edilebilir ki, geçmiş nazari gelişmenin derinlemesine yeniden düşünülmesi yerine o, daha çok istinaf edilmeden reddetmeden bahsettiğinden dolayı, bu farklılığın analitik felsefenin yararına olması çok zordur. Uzun yıllar felsefi gelişmenin mantıksal bel kemiği olan merkezi problemlerin sadece pseudo problem olduklarını ve onlarla ilgili hükümde bulunmanın vakit kaybetmekten başka bir şey olmadığını, dolayısıyla da felsefenin bu problemlere yönelik hüküm vermekten sonsuza dek vazgeçmesi gerektiğini lanse etmek, kendi güçsüzlüğünü kabul etmek ve onların çözümüne yönelik yeni bir varyant teklif etmek yerine şuana kadarki bütün çözümleri karalamak demektir.
Ancak, tabi ki, çağdaş analitik felsefede de işler pek kolay değildir. Kadim metafiziğin en yeminli inkârcıları bile, filozof oldukları ölçüde kendilerini, şöyle ya da böyle metafiziğin geleneksel problemleri üzerine yargıda bulunmaya dâhil etmeden men edemezler. Ludwig Wittgenstein, “Tractatus Logico–Philosophicus”un başında ve sonunda geleneksel felsefe sorunlarının anlamsızlığını güçlendirmeye çalışırken, bunların ortaya çıkışı ve uzun süre hayatta kalmalarına açıklama arayarak, aslında metafiziğe merkezi bir yer ayırmıştır. Bu anlamda bazı aşırı metafizik karşıtları, “Felsefi Araştırmalar”ın her türlü metafizikle bağlarını yeni kopardığı bir anda “Tractatus”u geleneksel bir metafizik kitabı olarak incelemektedirler.
Wittgenstein’ı, ilk yapıtının temel fikirlerinden vazgeçmesine ve ikincisiyle çağdaş analitik felsefeye yön vermesine zorlayan neydi? Bu soru günümüze kadar da filozofun nazari evriminin pek çokaraştırmasının sayfalarından inmez. “Böylece burada, benim yegâne bir durum oarak düşündüğüm bir şeye , hayatı bounca iki ayrı felsefe oluşturarak her biriyle ayrı bir nesli tanımlayan dâhiyane bir filozofa sahibiz. “Tractatus”, Viyana çevresi ve tabi ki, iki dünya savaşı arasında zirvede olan mantıksal pozitivizme en çok etki eden kitaptı. “Felsefi Araştırmalar”a gelince, savaş sonrasındaki felsefe üzerinde, özellikle de İngiltere’de başka her kitaptan daha çok etkisi oldu” –yazıyor D. Pears.
Çeviren: Fikret Osman
Bu makalede yazar, Wittgenstein’ın “erken” ve “geç” dönemlerine ait birbirinden oldukça farklı olan iki ayrı felsefesini ve bu felsefeler doğrultusunda da felsefi bir yöntem olma iddiasında bulunan tüm analitik programların, materyalist-diyalektik felsefe açısından eleştirel bir analizini sunmaktadır.
Wittgenstein’ın Biyografisinden Fragmanlar
Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein 1889 yılında Viyana’da doğdu . Babası , çelik üretimi yapan büyük bir işletme sahibi idi. Ludwig, kültürel geleneklerle zenginleştirilmiş olan bu Yahudi burjuva ailesinin sekizinci çocuğuydu. Karl ve Leopoldine Wittgenstein’ın evi meşhur sanat isimlerini bir araya getiriyordu.
Johannes Brahms, Gustav Mahler, Pablo Kazalas, Rudolf von Alt vb. gibi sanatkârlar tarafından ziyaret edilen bu evde, müzik, resim ve tiyatroya ithaf edilen geceler düzenleniyordu. Ailenin bütün çocukları sanatla ilgileniyordu. En büyük kızları Hermine, kendi zamanı için meşhur bir ressamdı. Ludwig’in kendisi müziğe olan tutkusu dışında mimarlığa da hevesli idi. O, kız kardeşi Margarete’in Viyana’da bulunan 20’li yıllara özgü kübistik tarzdaki evini tasarlamıştı.
L. Wittgenstein’ın çocukluğu ailesinin evinde, üst düzey öğretmenlerin ihtimamında geçer. 1908’de Charlottenburg’daki yüksek teknik okuldan mezun olduktan sonra havacılık teknigi konusunda uzmanlaşmak için Manchester (İngiltere) Üniversitesine gider. Burada, tepkili bir motor geliştirip yeni uçak yapıları üzerine deneyler yaparak, bilgilerini pratik olarak uygulama imkânı bulur. Ancak yüksek teknik enstitünün dar profesyonel yönelimliliğinden tatmin olmadığından dolayı, matematiksel mantığın öğreniminde derinleşir. O günlerde Üniversite kasabası Cambridge, artık ünlü bir filozof olan Bertrand Russell’ın önderliğinde mantıksal-matematiksel araştırmaların merkezidir. Genç Wittgenstein’ın, Bertrand Russell’la tanışması, teknik uğraşılarını bırakıp Cambridge’e yerleşmesi ve kendini mantıksal-felsefi düşüncelere vermesi için yeterli bir nedendir.
Babasının ölümünden sonra Ludwig’e, tamamına yakınını bağışladığı büyük bir miras kalır. Onun yaşamının ereği varlığını teminat altına almak değil, entelektüel olarak tatmin olmaktır. 1914 yılında G. E. Moore (çağdaş İngiliz felsefesinde en büyük isimlerden biri ) , Norveç'te kendisini ziyaret eder . Bu kısa görüşme esnasında Wittgenstein ilk defa, “mantık üzerine düşünceler”ini açıklar.
Birinci dünya savaşı yıllarında genç Wittgenstein kayıtlı olduğu topçu alayında, patlayan mermilerin altında dahi zihnini meşgul eden mantık ve felsefe problemleri üzerine düşünür. 1918’de Viyana’daki tatili esnasında “Tractatus Logico-Philosophicus”u tamamlar. Bu kitapla her şeyden önce, Wittgenstein’ın nazari gelişiminin ilk dönemi ilişkilendirilir. Cepheye dönüşünden bir ay sonra gelecekteki filozof esir düşer ve savaş sonuna kadar -neredeyse tam bir yıl- esirler kampında kalır. Monte Cassino’daki esir askerler kampından Russell’a “Tractatus”un el yazması nüshasını gönderir. Terhisinden sonra uzun bir süre kitabına yayımcı arar . Ardı ardına gelen retler onu ümitsizliğe düşürmez. 1921’de çalışmasının bir kısmının, -böyle bir fırsat bulduğunda- “Natür-Felsefe Bildirileri” dergisinde, yayımlanmasını kabul eder.
1921 yılında Wittgenstein’ın Russell’la yeniden karşılaşması yine çözücü bir rol oynar ve ertesi yıl İngiltere’de ilk defa “Tractatus Logico-Philosophicus”un tamamı (Almanca-İngilizce olarak iki dilde) yayımlanır. Bu aynı zamanda, Bertrand Russell’ın birinci baskıya yazdığı girişinde ilk kez okuyucuya tanıttığı, günümüze kadar devam eden bu kitabın yazarının büyük şöhretinin başlangıcıdır: “… Hiçbir noktada görünüşte hatalı olmayan bir mantık teorisi kurmak olganüstü ve zor bir iş yapmak anlamına gelir . Sayın Wittgenstein’ın kitabı şahsi görüşüme göre bu liyakate sahiptir. Bunun için hiçbir ciddi filozof onu ihmal edemez”.
“Tractatus Logico-Philosophicus”un Londra’da yayımlanması tanınmış Avusturyalı bilim adamları ve filozofların dikkatini çeker. Matematikçi Hans Hahn onun üzerine ilk nazari semineri düzenler, Moritz Schlick (30’lu yıllarda ses getiren mantıkçı pozitivist “Viyana Çevresi”nin kurucusu) ise, daha 1922 yılında hacim olarak çok büyük olmayan, fakat tinleri heyecanlandıran bu eserden büyük bir hayranlıkla bahseder. Bu dönemde Wittgenstein, aşağı Avusturya’nın küçük kasabalarında ilkokul öğretmenidir. Orada kendisini Ramsey (meşhur fizikçi ve filozof) ziyaret eder. Bu şahısla gerektiğinde her zaman uzun nazari konuşmalar yapmışlardır. Schlick’le yaşanan tartışmaları da bu tarihe denk gelmektedir.
1925 yılının yazında Wittgenstein tekrar Cambridge’dedir ki, orada “Tractatus Logico-Philosophicus”u savunarak “felsefe doktoru” unvanını alır . Hemen ardından, filozofun daha sonra ki aktif üretici yaşamıyla ilintili olan, Trinity Colladge’de ders vermeye davet edilir.
Orada, 1934 yılında (ölümünden sonra yayımlanan) “Felsefi Dilbilgisi”nin el yazmasını tamamlar, uzun ara vermelerle diğer bir tamamlanmamış yapıtı “Matematiğin Temelleri Üzerine Notlar” üzerine çalışır. Öğrencilerine, ölümünden sonra “Mavi Kitap” ve “Kahverengi Kitap” adı altına yayımlanan, dersler verir.
Wittgenstein’ın hayatının en ilginç olaylarından biri 1935 yılında Sovyetler Birliğini ziyaret etmesiyle ilgilidir. Kendi gözleriyle yeni, istismarcı olmayan toplumu görme arzusu o kadar büyüktür ki, izin alıp gitmek için bütün bağlantılarını kullanır. İnsanlarla aracısız olarak iletişim kurabilmek için de yogun olarak Rusça öğrenir .
Gerçekten de, artık meşhur olan analitikçi filozofun sosyalist fikirler ve onların yaşamdaki yeni yapılandırılmalarına yönelik sempatileri klasik Rus edebiyatına (özellikle Dostoyevski’ye) büyük yakınlığından, Tolstoyizme tutkunluğundan kaynaklanır. Ancak akademisyen Nikolay İribacakov’un da belirttiği gibi, Wittgenstein’ın Marksizm’e belli bir ilgisinin olduğu, “Kapital”in birinci cildinin bir bölümünü okuduğu, materyalist diyalektiğin prensipsel fikirleri üzerine birçok konuşma yaptığı, bunlardan kendi yazılarında da yankıların olduğu belgelenmiştir. 1937’de SSCB’yi tekrar ziyaret etme niyeti gerçekleşmez ve Wittgenstein yeniden Cambridge’dedir.
Trinity Colladge’de profesör olarak 1942 yılında Britanya uyruğu alır. 1945–49 yılları arasında yoğun olarak “Felsefi Araştırmalar” üzerine çalışır. 1953 yılında (ölümünden sonra) baskıdan çıkan bu çalışmasıyla, her şeyden önce Wittgenstein’ın, analitik lengüistik düşünceleri ilişkilendirilir.
İkinci dünya savaşı yıllarında Wittgenstein kendini tamamen yüksek humaniter fikirlere adamıştır. İngiltere üzerindeki faşist bombardımanlar döneminde o, Londra’da gönüllü bir hasta bakıcısıdır. Daha sonra New Castle’da bir tıbbi laboratuarda çalışır. Savaş zamanındaki dehşetler, belki de, onun yaşama yönelik değerlerinin derecesini temelden değiştirir. 1947 yılında Cambridge’deki profesörlük kariyerinden vazgeçip İrlanda Cumhuriyetine gider. Ölümünden önceki son yıllarında ABD, İngiltere, Avusturya ve Norveç’e yolculuklar yapar. Günlerini arkadaşlarıyla buluşmakla ve “Felsefi Araştırmalar” üzerine çalışarak geçirir. 1951 yılında Londra’da ölür.
20 yy. ilk yarısının iki ayrı döneminde Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein oldukça büyük oranda batı Avrupa ve kuzey Amerika’daki felsefi düşüncenin çağdaş durumunu belirleyen iki analitik–lengüistik program geliştirdi. “Tractatus Logico-Philosophicus” ve ona yönelik hazırlık çalışmalarıyla o, “Viyana Çevresi”nin Mantıkçı Pozitivizmi üzerine güçlü bir nazari etkide bulundu. “Felsefi Araştırmalar” ve ona yönelik hazırlık çalışmalarıyla da, ikinci dünya savaşı ve bilhassa sonrasında yoğun ilgiyle karşılanan “Oxford okulunun naif dil”ine temel fikirleri verdi. Daha özel olarak ta onun, batı Avrupa felsefesinin başkenti -meşhur İngiliz Üniversite kasabası Oxford’da günümüze kadar da oldukça büyük bir etkisi oldu.
Ludwig Wittgenstein kendi felsefi düşüncelerinin felsefenin temel disiplinlerinden hiç birinin prensiplerine bağlı olmadığına inanıyordu. Dahası metafiziğe ulaşan, o ana kadarki felsefi araştırmalarla da bir alakası olmadığı düşüncesinde idi. Bu yüzden o, herhangi bir nazari etki aldığını reddeder. Ancak kesin olarak, Russell, Frege, Boltzman, Schopenhauer, Schpengler vb. gibi kendi düşüncelerine benzerlik arz eden düşünürlerden felsefe yapmaya yönelik aldığı itkiyi itiraf eder. Okuyucuya yönelik şartları da böyledir –önceden edinilen felsefi pozisyon değil , ancak analitik düşünce biçemine yönelik eğilim önemlidir. “Bu kitabı sadece, daha önce, onun içinde ifade edilen ya da onlara benzer fikirler üzerine düşünmüş olan biri anlayabilir”. Yazar, “Tractatus Logico–Philosophicus”a yazdığı önsözüne bu şekilde başlar.
Wittgenstein’ın felsefi davasının meşhur İngiliz araştırmacısı, G.E.M. Anscombe’a göre , okuyucunun felsefeye karşı hiçbir ilgisi yoksa Wittgenstein’ın düşüncelerinin ruhuna girmesi kolaylaşır. “Gerçekten, eğer biri bu yazarları anlamak istiyorsa, en iyisi hiçbir felsefi öncüle sahip olmamasıdır”. Ancak Hegel, bireysel düşünme yetisinden yoksun olup başkalarının felsefi düşüncelerini kendi nazari prensiplerinin temelleri üzerinde yeniden düşünme durumunda olmayanın, kesinlikle felsefeyle uğraşmaya girişmemesi gerektiğine dair ikazda bulunurken haklıdır. Bu ise, Marksist bir filozof için, değiştirilemez bir ödevdir.
“Tractatus Logico-Philosophicus”un Yaşanmamış Olan Metafiziği
Asrımızın başında , George Edward Moore’un çalışmaları ve Bertrand Russell’ın mantıksal analizinde “sağlıklı us”un analiz yöntemini temellendirmeleriyle, tedricen felsefi bir akım olarak şekillenen analitik felsefe ya da “felsefi analiz” günümüzde, çok sık birbirine karşı tezat oluşturan, oldukça farklı felsefe teorilerini bir araya getirir. “Viyana Çevresi”nin mantıkçı pozitivizmi, Wittgenstein’ın “erken” –“Tractatus Logico–Philosophicus”- ve “geç” – “Felsefi Araştırmalar”- dönemleri olduğu gibi, Oxford ekolünün lengüistik analizi de bu kavramın bağlamındadır.
Her şeyden önce, aralarındaki önemsiz sayılmayacak tezatlara rağmen, analitik filozofları birleştiren, onları çağdaş analitik pozitivizm türünün temsilcileri yapan şey, dilin oradan da –gerçeklikle ilgili insan düşüncesinin mantıksal yapısını açıklamak için, analize yönelik lengüistik metotların (deneyin fenomenalistik olarak yorumlanan temeli üzerinde) kullanılmasıdır. Her pozitivizmde olduğu gibi, burada da, özellikle spekülatif metafiziğe karşı olumsuz tavırları , temel ayırt edici belirtileri olarak kalır. “Biz dili, kendi güçlükleri içinde inceleme üzerine vurgu yapan her felsefeyi adlandırmak için analiz (ya da analitik felsefe) sözcüğünü kullanacağız. Analitik filozofu spekülatif filozofun karşısına koyacağız ki, o, eğer dili araştırırsa, bunu kendi ana hedefine ulaşmak için yapar: Dünyanın metafizik temelleri üzerine düşünür”.
Ancak bilindiği gibi, geleneksel metafiziğin reddedilmesi batı Avrupa felsefesi tarihinde yeni bir şey değildir. Kadim septikleri; D. Hume’un deney veya matematiğe dayanmayan bütün kitapların ateşe atılması gerektiği şeklindeki çağrısını; Kant’ın metafiziğin bilim olma ihtimalini eleştirel olarak reddetmesini; ya da “ilk” ve daha geç pozitivist okullar tarafından yeni “analitik” pozitivizmin, “ilk bilim”in eleştirisine özsel olarak yeni bir şey getireceği, ümidine oldukça az yer kalsın diye, metafiziği “geçmişte kalan bir merhale” olarak lanse etmelerini, hatırlamamız yeterlidir.
Oxford’lu filozof Urmson, metafizik sorunlara artık sadece yanlış ya da çözümlenemez oldukları şeklinde değil, ancak “pseudo problem” olarak bakıldığı ölçüde, pozitivizmin dünkü ve bugünkü günü arasında özsel farklılıklar olduğu görüşündedir. Şu ilave edilebilir ki, geçmiş nazari gelişmenin derinlemesine yeniden düşünülmesi yerine o, daha çok istinaf edilmeden reddetmeden bahsettiğinden dolayı, bu farklılığın analitik felsefenin yararına olması çok zordur. Uzun yıllar felsefi gelişmenin mantıksal bel kemiği olan merkezi problemlerin sadece pseudo problem olduklarını ve onlarla ilgili hükümde bulunmanın vakit kaybetmekten başka bir şey olmadığını, dolayısıyla da felsefenin bu problemlere yönelik hüküm vermekten sonsuza dek vazgeçmesi gerektiğini lanse etmek, kendi güçsüzlüğünü kabul etmek ve onların çözümüne yönelik yeni bir varyant teklif etmek yerine şuana kadarki bütün çözümleri karalamak demektir.
Ancak, tabi ki, çağdaş analitik felsefede de işler pek kolay değildir. Kadim metafiziğin en yeminli inkârcıları bile, filozof oldukları ölçüde kendilerini, şöyle ya da böyle metafiziğin geleneksel problemleri üzerine yargıda bulunmaya dâhil etmeden men edemezler. Ludwig Wittgenstein, “Tractatus Logico–Philosophicus”un başında ve sonunda geleneksel felsefe sorunlarının anlamsızlığını güçlendirmeye çalışırken, bunların ortaya çıkışı ve uzun süre hayatta kalmalarına açıklama arayarak, aslında metafiziğe merkezi bir yer ayırmıştır. Bu anlamda bazı aşırı metafizik karşıtları, “Felsefi Araştırmalar”ın her türlü metafizikle bağlarını yeni kopardığı bir anda “Tractatus”u geleneksel bir metafizik kitabı olarak incelemektedirler.
Wittgenstein’ı, ilk yapıtının temel fikirlerinden vazgeçmesine ve ikincisiyle çağdaş analitik felsefeye yön vermesine zorlayan neydi? Bu soru günümüze kadar da filozofun nazari evriminin pek çokaraştırmasının sayfalarından inmez. “Böylece burada, benim yegâne bir durum oarak düşündüğüm bir şeye , hayatı bounca iki ayrı felsefe oluşturarak her biriyle ayrı bir nesli tanımlayan dâhiyane bir filozofa sahibiz. “Tractatus”, Viyana çevresi ve tabi ki, iki dünya savaşı arasında zirvede olan mantıksal pozitivizme en çok etki eden kitaptı. “Felsefi Araştırmalar”a gelince, savaş sonrasındaki felsefe üzerinde, özellikle de İngiltere’de başka her kitaptan daha çok etkisi oldu” –yazıyor D. Pears.