Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 2
|
İlk önce, Wittgenstein’ın bizzat kendisi “Felsefi Araştırmalar”a yazdığı önsözünde, felsefi düşüncesindeki iki yönüne yönelik soruyu sordu. “İki yıl önce ilk kitabımı (Tractatus Logico–Philosophicus) tekrar okuma ve düşüncelerini açıklama imkânım oldu. Bir anda bana, sanki o eski fikirlerle yenilerini yeniden yayınlamak istiyorum gibi geldi. Yeni düşüncelerim ancak eski düşünme şeklimin karşıtlığı ve fonunda gerçek aydınlanmasına kavuşabilirler”. Ancak Wittgenstein üzerine araştırma yapan İngiliz filozof ve çevirmen D. Pears, “Tractatus Logico–Philosophicus” ve “Felsefi Araştırmalar” sunuluş biçemleri bakımından her ne kadar farklı iseler de, güttükleri nazari amaçlarının bir ve aynı olduğunu düşünmekte haklıdır: “İnsanların daha müteessir olarak iletişim kurmalarına yardımcı olmak için değil, ancak “felsefe” denilen “nazari anlama” şekline ulaşmalarına yardımcı olması için anlamın bittiği ve anlamsızlığın başladığı çizginin belirlenmesi gerekir”.
Bilhassa, Ludwig Wittgenstein ve daha çok da onu izleyen lengüistik analizin filozoflarında, “felsefe denilen bu çeşit bir nazari anlayış”, bilimin metafiziğin etkisi altına düşmesine karşı felsefeyi, bilimden “profilaktik bir etkinliğe” dönüştürerek, her çeşit felsefeyle uğraşmayı anlamsızlaştırdı.
“Tractatus Logico–Philosophicus” meşhur yedinci aforizması ile tamamlanır: “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri susarak geçmeliyiz”. Wittgenstein’ın felsefesinin sırlarına nüfuz etmemiş olan aklı yerinde her kişi, tabi ki, üzerinde konuşamadığımız şey hakkında susmalıyız… derdi. Ancak Wittgenstein bu savın yaşamsal hikmetinden oldukça uzaktır. “Tractatus”un son sözü basit bir kabalıktan ibaret değildir. O, felsefeye karşı felsefi bir tavırdır.
Analitikçi filozofa göre, olağan üstü güçlükte olduklarından değil, anlamsız oldukları için klasik felsefi problemlerinin çözümlenemez oldukları anlaşılmıştır. Felsefe tarihi de, nesnelerin kendiliğinden oldukları gibi en derin doğaları üzerine yapılan bilgeliklerle değil, altında sadece metafizik yanılsamanın gizlendiği, zahiri mantıksal–dilsel operasyonlarla doludur. Bundan dolayı uzun asırların himayesinde üretilen felsefi teoriler de, içerik olarak yanlış değildirler, ancak ilke olarak yanlış koyulmuşlardır. Onlar, mutlak obje ve varlıklar hakkında konuşma iddiasında bulunurlar, ancak insan usu bu tür bilgilere ulaşmaya uyarlanmış değildir. Asırlarca yüce beyinleri meşgul eden problemleri müzakere ederek en fazlaelde edeceğimiz şey, onların anlamsız olduğunu ispat etmektir.
“Filozofların durum ve problemlerinin çoğu bizim dilimizin mantığını anlayamama beceriksizliğimizden kaynaklanır. (Onlar şuna benzeyen soru türüne aittirler –iyilik güzelden daha fazla mı yoksa daha az mı özdeştir?) Aslında en derin problemlerin umumiyetle problem olmadıkları şaşırtıcı değildir”. (4.003) Wittgenstein bu aforizmayı yazarken acaba hangi gerçek felsefe sistemini kastetmiştir? Ancak Wittgenstein’ın geleneksel metafiziğe eleştirisi Kant’vari anlamda bir eleştiri değildir. Analitikçi filozof felsefenin ortaya çıkışı ve tarihi gelişimini, var olmanın ve bilginin mutlak prensiplerine ulaşmaya yönelik us’un mantıksal gereksiniminden değil, sözcüklerin cümlelerde doğru gibi görünen, ancak mantıksal olarak yanlış kullanılan, dilin mantığının kötü kullanılmasından çıkarır.
Ona göre bu tehlike yetersiz mantık eğitiminden kaynaklanmaz. Aksine, bilhassa yüksek eğitimli kimseler tehlike altındadırlar. Çünkü sözcüklerin naif kullanılışı altında, kendilerini sadece işaret edilenle değil, fakat insan iletişiminin dışında bulunan bir şeyin varoluşuyla ilişkilendirilen başka bir anlam ararlar. “Konuşma dilinde, aynı sözcüğün farklı şeylere işaret ettiğine –dolayısıyla da farklı simgelere ait olmasına- ya da ilk bakışta farklı şeylere işaret eden iki sözcüğün önerme (anlamlı cümle – E.P. ) içinde aynı şekilde kullanılmasına oldukça sık rastlanır. Buna göre “-dır “ sözcüğü kopula (yargının özne ve yüklemi arasındaki mantıksal bağı –E. P.), eşitlik işareti ve var oluş ifadesi olarak görünür; “varım”, “gidiyorum” gibi geçişsiz fiil olarak; “özdeş” sıfat olarak; bir şey hakkında konuşuruz, ama bir şeyin gerçekleştiğinden de söz ederiz. (“Yeşil yeşildir” önermesinde –ilk sözcüğün özel bir ad, ikincisinin bir sıfat olduğu yerde – bu sözcüklerin yalnız yanlış anlamları yoktur, fakat farklı simgelerdir de.)” (3.323). Bir sonraki aforizma ise bu durumu sonuçlandırır: “Bu şekilde fundamental karışıklıklar kolayca ortaya çıkar (zaten bütün felsefe de bunlarla doludur.)” (3.324).
“Tractatus Logico–Philosophicus”un yazarına göre fundamental karışıklıkların giderilmesi için, öncelikle dilsel sembolizm, eleştirel analize tabi tutulmalı ve onun mantıksal temellendirmeleri araştırılmalıdır. Ludwig Wittgenstein’ın ilk eserinin (“Tractatus Logico-Philosophicus”) nazari problematiğini sunarken kendi önsözünde Bertrand Russell, dilin kendi felsefi yorumuna yönelik dört görünüşüne işaret etti: Psikolojik –birinin bir şey ifade etme niyetini dil ile gerçekleştirme imkânı; epistemolojik –düşüncelerin, sözcüklerin ya da cümlelerin işaret ettikleri ile ilgili ilişkilerini araştırmak; bilimsel –bilimlerin öğrettiği nesnelerin gözetimi şeklinde gerçek olmayan değil, önermelerin gerçekliği ifade etmeleri için kullanılma şekilleri, son olarak ta şunu ifade etmesi gereken mantıksal görünüş: “Bir olgunun (örneğin bir cümle gibi) bir diğerinin simgesi olabilmesi için hangi ilişkiye sahip olması zorunludur? Bu sonuncusu bir mantık sorusudur ve Sayın Wittgenstein işte bu sorun üzerinde durmaktadır. O, içinde bir cümlenin kesinlikle belirli tek bir “anlam”ı olan, kesin simgeciliğin şartlarıyla da ilgilenmektedir”.
Bütün bunlar, dilsel ifadelerin imkânlarını doğru kullanmaya (gramer ve semantik bakımından) yönlendirilseydi her bilim ve felsefe için oldukça yararlı olurdu. Ancak Wittgenstein çok daha fazla bir şeyi öngörür: Sözcüklerin (gramer ve semantik açısından) cümledeki doğru kullanımını açıklamak aslında filozofun işine son verir. Böylece felsefenin, en üst düzeyden belirli varlıklarla ilişkilendirilen kavramlara sahip olan teori olma çabasından vazgeçmesi gerekir. Onun meyli bilimde ve yaşamdaki dilsel ifadelerin mantıksal kullanımının betimlenmesini sonlandırır. Bununla kadim felsefe düşüncesinin metafiziksel yanılgılarına düşmeye yönelik her tehlike ortadan kaldırılmış olur.
Dolayısıyla Wittgenstein’a göre (her iki döneminde de) felsefi aktivitenin sonucu, “Viyana Çevresi”nden arkadaşları için de olduğu gibi, şeylerin ve insanların doğasına yönelik gerekli olan gerçekliği bulmak değil, fakat diğer bilimlerin kendi durumlarına büründürdükleri ifadelerin, konuşma ve düşüncelerinin mantıksal gerekliliklere ne kadar uyduklarını açıklamaktır. “Felsefenin, bulanık ve müphem olan düşünceleri açıklığa kavuşturması ve kesin olarak onların sınırlarını çizmesi gerekir”. (4. 112)
Böylece, gerçekliğin ve bilmenin mutlak (evrensel) tanımlanmasına yönelik nazari bir “metafizik” çaba olarak felsefe, kesin olarak anlamsızlaştırılır. Bilim ve yaşama yönelik felsefi teşebbüsler, sadece düşüncenin dilsel ifadesinin düşünülebilir ile düşünülemez olan şey (mantıksal açıdan) arasındaki sınırları çizen mantıksal analiz olarak anlamlarını korurlar. Çünkü “Tractatus Logico–Philosophicus”un tespit ettiği gibi “düşünemeyeceğimizi düşünemeyiz; aynen bunun gibi düşünemeyeceğimizi söyleyemeyiz de” . (5. 61) Spekülatif metafiziğin mutlak varlıklara yönelik bütün tezleri bu sınırların dışında kaldığı gibi, evrensellik iddiasında bulunan etik ve estetik normlar da bu sınırların dışında kalır.
Geç Wittgenstein (“Felsefi Araştırmalar” dönemi) aynı kanıyı biraz daha farklı formüle eder. Bu formülasyona göre özsel gerekliliklere yönelik felsefi problemler mantıksal olarak düşünülemez ve dilsel olarak ifade edilemezdirler: “Bir felsefi problem şu formu alır; bilgilerim tükendi”.
Nesnel dünya hakkında düşünmenin dilsel ifadesinin mantıksal sınırlarını çizmeye yönelik arı (nazari) usun sınırlarıyla ilgili Kant’çı problem, Ludwig Wittgenstein’ın iki temel eserinin bağlamında da kendi lengüistik varyantını alır.
Düşünsel bilginin mantıksal imkânı ve kavramsal yapısı, Kant’ta olduğu gibi, Wittgenstein’da da objenin doğasına değil, aksine sadece insan ilişkilerinin gerçekleştiği, bizi çevreleyen dünyadaki şartlara bağlıdır. Fakat Kant’ın “Arı Usun Eleştirisi”nde bu şartlar “ transandantal tamalgı ” ( “ben düşünüyorum” ) tarafından belirlenirken, Wittgenstein’ın “Tractatus Logico–Philosophicus”u için bu, dilsel sembolizmdir, onun gramatikal yapısıdır. “Felsefi Araştırmalar” için ise, bizim şeylere dilimizin mantığıyla baktığımızdır.
Böylece göze batan bir şekilde, Kant’ın kritisizminin problemleri lengüistik analizin tanzimi ve gereklilikleriyle birleştirilir. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını işaret eder”. (5.6). “Tüm felsefe dile yönelik bir eeştiridir … ” . ( 4.0031 ) . “ Mantıgın a priori (deney öncesi –E. P. ) oluşu, mantık dışı düşünülemeyeceğinden ileri gelir”. (5.4731).
“Tractatus Logico–Philosophicus”taki bir dizi analojik durum birçok araştırmacıyı, Immanuel Kant’ta, Ludwig Wittgenstein’a giden anahtarı aramaya yönendirir . “ İki dönemde de Wittgenstein’ın ereği, düşünmenin yapısı ve sınırlarını anlamak, metodu ise dilin yapısı ve sınırlarını araştırmaktır. Onun felsefesi, işlev sahası ve erek bakımından Kant’çı düşünce eleştirisine çok yakın olan, dilin eleştirisi idi”.
Finlandiyalı filozof E. Stenius, Wittgenstein’ın “Tractatus Logico–Philosophicus”unun temel görevini, her nazari bilginin sınırlarını transandantal tümdengelimle belirleme olarak görür. Böylelikle bilginin sınırları dilin sınırları olur; çünkü “bu sınırların araştırılması, “dünyanın mantığı”nı gösteren dilin mantığının araştırılmasıdır”. Stenius’a göre bu, sözcüğün Kant’vari anlamda “deneyin a priorik formlarını…” aynileştirme ereğini güden transandantal tümdengelimdir. Bu temellere dayanarak o , “Tractatus Logico–Philosophicus”un, “arı dilin eleştirisi” olduğunu, Wittgenstein’ın felsefesinin ise, “eleştirel lengüistiklik” olarak adlandırılabileceğini varsayar.
Günümüzde Wittgenstein’ın “dil ile ilgili yansıma teorisi”nin imkânsızlığından bahsetmek neredeyse herkes tarafından kabul edilen bir durumdur. Onun hakkında ne düşündüğü sorusuna David Pears, bunun açıklanması oldukça zor ve “iğrenç, karanlık bir teori” olduğunu belirtir. Ancak Wittgenstein’ın felsefi gelişimindeki “Tractatus”un yerini anlamak isteyen, onun “picture theory”sine karşı ilgisiz kalamaz.
Wittgenstein’cı “yansıma teorisi”, materyalist ve daha da az diyalektik-materyalist yansıma teorilerinin hangisiyle olursa olsun, karşılaştırılması güçtür. Wittgenstein “objektif gerçekliğin sübjektif yansımasının” imkânıyla ilgilenmez. Hatta bu, dış dünyadaki şeylerin sübjektif “temsilcileri” olarak insan deneyinin objelerini inceleyen tipik klasik (Descartes, Locke) gösterme teorisinin bir değişikliği de değildir. Wittgenstein’cı “ayna yansıması” şekillerde değil, yapılarda tekrar eder. Gölgenin insanı tekrar ettiği gibi, dilin yapısı da gerçekliğin yapısını tekrar eder.
Bilinmeye yönelik tek elverişli yapı dilin yapısı olduğu ölçüde, dil dünyanın yansıması değil, ancak dünyanın yapısı –dilin yapısının yansıması olarak karşımıza çıkar. Bu durumu bizzat Wittgenstein’ın kendisi fark etmiştir. Bununla ilgili olarak ikinci döneminde “Tractatus”un “dile yönelik basitleştirilmiş bir teori” olduğunu, bu teoriden “gözlükten” bakıldığı gibi bakıldığında ise, gerçekliğin kendisinin görüleceğinin tahmin edildiğini yazar. “Fakat şimdi o, bunun bir illüzyon olduğunu düşünür” diye yazıyor Pears. Realitede bağımsız bir temel olarak görünen şey sadece bu gözlüklerden bakmanın bir sonucudur”.
Wittgenstein, “Tractatus”ta şuna kanidir: Eğer dil vasıtasıyla “dünyanın nasıl olduğunu” söyleyecek durumda isek , bunu her dildeki sembollerin dünyadaki şeylerin dizildikleri gibi dizilmelerine borçluyuz. “Önermeler toplamı” olarak dil, “düşüncenin ifadesi”dir, düşüncenin kendisi ise, anlamlı bir önermeden (cümleden –E. P.) başka bir şey değildir. Her anlamlı önerme kendine göre “… Gerçekliğin, yani onu nasıl düşündüğümüzün bir biçimidir”. (4.01)
“Tractatus”a yönelik hazırlık notlarında Wittgenstein, düşünmeyi “bir tür dil”, “bir cümlenin mantıksal resmi” olarak tanımladı… Daha açık olarak ifade edilemezdi –düşünme, “bir resim”, yani dünyanın yansıması değildir. Düşünme dil aracılığıyla dünyanın yansımasıdır. Görüldüğü gibi şeyler gerçekten de tersine çevrilmiştir. Dil, düşüncenin dış ifadesi, “örtüsü” değil, fakat düşünme, konuşmanın mantıksal yapısının biçimidir.
Ancak dil, sadece anlamına bakıldığında bize kendini dünyanın yansıması olarak tanıtmaz. Sözcüklerin yazılması, harflerin uyumu gibi en harfi harfine anlamında dahi dil, dünyanın aynasıdır. “İlk bakışta bir önerme –kâğıt üzerinde basılı durduğu gibi, söz ettiği geçekliğin bir biçimi değilmiş gibi görünür. Fakat nota yazısı da ilk bakışta müziğin bir biçimi ve ses işareti (harfler) olan yazımız da konuşmamızın bir biçimi değilmiş gibi görünür. Ancak yine de bu işaret dilleri kendilerini, alışılmış anlamda bile temsil ettikleri şeyin biçimleri olarak kabul ettirmişlerdir”. (4.011)
Bilhassa, Ludwig Wittgenstein ve daha çok da onu izleyen lengüistik analizin filozoflarında, “felsefe denilen bu çeşit bir nazari anlayış”, bilimin metafiziğin etkisi altına düşmesine karşı felsefeyi, bilimden “profilaktik bir etkinliğe” dönüştürerek, her çeşit felsefeyle uğraşmayı anlamsızlaştırdı.
“Tractatus Logico–Philosophicus” meşhur yedinci aforizması ile tamamlanır: “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri susarak geçmeliyiz”. Wittgenstein’ın felsefesinin sırlarına nüfuz etmemiş olan aklı yerinde her kişi, tabi ki, üzerinde konuşamadığımız şey hakkında susmalıyız… derdi. Ancak Wittgenstein bu savın yaşamsal hikmetinden oldukça uzaktır. “Tractatus”un son sözü basit bir kabalıktan ibaret değildir. O, felsefeye karşı felsefi bir tavırdır.
Analitikçi filozofa göre, olağan üstü güçlükte olduklarından değil, anlamsız oldukları için klasik felsefi problemlerinin çözümlenemez oldukları anlaşılmıştır. Felsefe tarihi de, nesnelerin kendiliğinden oldukları gibi en derin doğaları üzerine yapılan bilgeliklerle değil, altında sadece metafizik yanılsamanın gizlendiği, zahiri mantıksal–dilsel operasyonlarla doludur. Bundan dolayı uzun asırların himayesinde üretilen felsefi teoriler de, içerik olarak yanlış değildirler, ancak ilke olarak yanlış koyulmuşlardır. Onlar, mutlak obje ve varlıklar hakkında konuşma iddiasında bulunurlar, ancak insan usu bu tür bilgilere ulaşmaya uyarlanmış değildir. Asırlarca yüce beyinleri meşgul eden problemleri müzakere ederek en fazlaelde edeceğimiz şey, onların anlamsız olduğunu ispat etmektir.
“Filozofların durum ve problemlerinin çoğu bizim dilimizin mantığını anlayamama beceriksizliğimizden kaynaklanır. (Onlar şuna benzeyen soru türüne aittirler –iyilik güzelden daha fazla mı yoksa daha az mı özdeştir?) Aslında en derin problemlerin umumiyetle problem olmadıkları şaşırtıcı değildir”. (4.003) Wittgenstein bu aforizmayı yazarken acaba hangi gerçek felsefe sistemini kastetmiştir? Ancak Wittgenstein’ın geleneksel metafiziğe eleştirisi Kant’vari anlamda bir eleştiri değildir. Analitikçi filozof felsefenin ortaya çıkışı ve tarihi gelişimini, var olmanın ve bilginin mutlak prensiplerine ulaşmaya yönelik us’un mantıksal gereksiniminden değil, sözcüklerin cümlelerde doğru gibi görünen, ancak mantıksal olarak yanlış kullanılan, dilin mantığının kötü kullanılmasından çıkarır.
Ona göre bu tehlike yetersiz mantık eğitiminden kaynaklanmaz. Aksine, bilhassa yüksek eğitimli kimseler tehlike altındadırlar. Çünkü sözcüklerin naif kullanılışı altında, kendilerini sadece işaret edilenle değil, fakat insan iletişiminin dışında bulunan bir şeyin varoluşuyla ilişkilendirilen başka bir anlam ararlar. “Konuşma dilinde, aynı sözcüğün farklı şeylere işaret ettiğine –dolayısıyla da farklı simgelere ait olmasına- ya da ilk bakışta farklı şeylere işaret eden iki sözcüğün önerme (anlamlı cümle – E.P. ) içinde aynı şekilde kullanılmasına oldukça sık rastlanır. Buna göre “-dır “ sözcüğü kopula (yargının özne ve yüklemi arasındaki mantıksal bağı –E. P.), eşitlik işareti ve var oluş ifadesi olarak görünür; “varım”, “gidiyorum” gibi geçişsiz fiil olarak; “özdeş” sıfat olarak; bir şey hakkında konuşuruz, ama bir şeyin gerçekleştiğinden de söz ederiz. (“Yeşil yeşildir” önermesinde –ilk sözcüğün özel bir ad, ikincisinin bir sıfat olduğu yerde – bu sözcüklerin yalnız yanlış anlamları yoktur, fakat farklı simgelerdir de.)” (3.323). Bir sonraki aforizma ise bu durumu sonuçlandırır: “Bu şekilde fundamental karışıklıklar kolayca ortaya çıkar (zaten bütün felsefe de bunlarla doludur.)” (3.324).
“Tractatus Logico–Philosophicus”un yazarına göre fundamental karışıklıkların giderilmesi için, öncelikle dilsel sembolizm, eleştirel analize tabi tutulmalı ve onun mantıksal temellendirmeleri araştırılmalıdır. Ludwig Wittgenstein’ın ilk eserinin (“Tractatus Logico-Philosophicus”) nazari problematiğini sunarken kendi önsözünde Bertrand Russell, dilin kendi felsefi yorumuna yönelik dört görünüşüne işaret etti: Psikolojik –birinin bir şey ifade etme niyetini dil ile gerçekleştirme imkânı; epistemolojik –düşüncelerin, sözcüklerin ya da cümlelerin işaret ettikleri ile ilgili ilişkilerini araştırmak; bilimsel –bilimlerin öğrettiği nesnelerin gözetimi şeklinde gerçek olmayan değil, önermelerin gerçekliği ifade etmeleri için kullanılma şekilleri, son olarak ta şunu ifade etmesi gereken mantıksal görünüş: “Bir olgunun (örneğin bir cümle gibi) bir diğerinin simgesi olabilmesi için hangi ilişkiye sahip olması zorunludur? Bu sonuncusu bir mantık sorusudur ve Sayın Wittgenstein işte bu sorun üzerinde durmaktadır. O, içinde bir cümlenin kesinlikle belirli tek bir “anlam”ı olan, kesin simgeciliğin şartlarıyla da ilgilenmektedir”.
Bütün bunlar, dilsel ifadelerin imkânlarını doğru kullanmaya (gramer ve semantik bakımından) yönlendirilseydi her bilim ve felsefe için oldukça yararlı olurdu. Ancak Wittgenstein çok daha fazla bir şeyi öngörür: Sözcüklerin (gramer ve semantik açısından) cümledeki doğru kullanımını açıklamak aslında filozofun işine son verir. Böylece felsefenin, en üst düzeyden belirli varlıklarla ilişkilendirilen kavramlara sahip olan teori olma çabasından vazgeçmesi gerekir. Onun meyli bilimde ve yaşamdaki dilsel ifadelerin mantıksal kullanımının betimlenmesini sonlandırır. Bununla kadim felsefe düşüncesinin metafiziksel yanılgılarına düşmeye yönelik her tehlike ortadan kaldırılmış olur.
Dolayısıyla Wittgenstein’a göre (her iki döneminde de) felsefi aktivitenin sonucu, “Viyana Çevresi”nden arkadaşları için de olduğu gibi, şeylerin ve insanların doğasına yönelik gerekli olan gerçekliği bulmak değil, fakat diğer bilimlerin kendi durumlarına büründürdükleri ifadelerin, konuşma ve düşüncelerinin mantıksal gerekliliklere ne kadar uyduklarını açıklamaktır. “Felsefenin, bulanık ve müphem olan düşünceleri açıklığa kavuşturması ve kesin olarak onların sınırlarını çizmesi gerekir”. (4. 112)
Böylece, gerçekliğin ve bilmenin mutlak (evrensel) tanımlanmasına yönelik nazari bir “metafizik” çaba olarak felsefe, kesin olarak anlamsızlaştırılır. Bilim ve yaşama yönelik felsefi teşebbüsler, sadece düşüncenin dilsel ifadesinin düşünülebilir ile düşünülemez olan şey (mantıksal açıdan) arasındaki sınırları çizen mantıksal analiz olarak anlamlarını korurlar. Çünkü “Tractatus Logico–Philosophicus”un tespit ettiği gibi “düşünemeyeceğimizi düşünemeyiz; aynen bunun gibi düşünemeyeceğimizi söyleyemeyiz de” . (5. 61) Spekülatif metafiziğin mutlak varlıklara yönelik bütün tezleri bu sınırların dışında kaldığı gibi, evrensellik iddiasında bulunan etik ve estetik normlar da bu sınırların dışında kalır.
Geç Wittgenstein (“Felsefi Araştırmalar” dönemi) aynı kanıyı biraz daha farklı formüle eder. Bu formülasyona göre özsel gerekliliklere yönelik felsefi problemler mantıksal olarak düşünülemez ve dilsel olarak ifade edilemezdirler: “Bir felsefi problem şu formu alır; bilgilerim tükendi”.
Nesnel dünya hakkında düşünmenin dilsel ifadesinin mantıksal sınırlarını çizmeye yönelik arı (nazari) usun sınırlarıyla ilgili Kant’çı problem, Ludwig Wittgenstein’ın iki temel eserinin bağlamında da kendi lengüistik varyantını alır.
Düşünsel bilginin mantıksal imkânı ve kavramsal yapısı, Kant’ta olduğu gibi, Wittgenstein’da da objenin doğasına değil, aksine sadece insan ilişkilerinin gerçekleştiği, bizi çevreleyen dünyadaki şartlara bağlıdır. Fakat Kant’ın “Arı Usun Eleştirisi”nde bu şartlar “ transandantal tamalgı ” ( “ben düşünüyorum” ) tarafından belirlenirken, Wittgenstein’ın “Tractatus Logico–Philosophicus”u için bu, dilsel sembolizmdir, onun gramatikal yapısıdır. “Felsefi Araştırmalar” için ise, bizim şeylere dilimizin mantığıyla baktığımızdır.
Böylece göze batan bir şekilde, Kant’ın kritisizminin problemleri lengüistik analizin tanzimi ve gereklilikleriyle birleştirilir. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını işaret eder”. (5.6). “Tüm felsefe dile yönelik bir eeştiridir … ” . ( 4.0031 ) . “ Mantıgın a priori (deney öncesi –E. P. ) oluşu, mantık dışı düşünülemeyeceğinden ileri gelir”. (5.4731).
“Tractatus Logico–Philosophicus”taki bir dizi analojik durum birçok araştırmacıyı, Immanuel Kant’ta, Ludwig Wittgenstein’a giden anahtarı aramaya yönendirir . “ İki dönemde de Wittgenstein’ın ereği, düşünmenin yapısı ve sınırlarını anlamak, metodu ise dilin yapısı ve sınırlarını araştırmaktır. Onun felsefesi, işlev sahası ve erek bakımından Kant’çı düşünce eleştirisine çok yakın olan, dilin eleştirisi idi”.
Finlandiyalı filozof E. Stenius, Wittgenstein’ın “Tractatus Logico–Philosophicus”unun temel görevini, her nazari bilginin sınırlarını transandantal tümdengelimle belirleme olarak görür. Böylelikle bilginin sınırları dilin sınırları olur; çünkü “bu sınırların araştırılması, “dünyanın mantığı”nı gösteren dilin mantığının araştırılmasıdır”. Stenius’a göre bu, sözcüğün Kant’vari anlamda “deneyin a priorik formlarını…” aynileştirme ereğini güden transandantal tümdengelimdir. Bu temellere dayanarak o , “Tractatus Logico–Philosophicus”un, “arı dilin eleştirisi” olduğunu, Wittgenstein’ın felsefesinin ise, “eleştirel lengüistiklik” olarak adlandırılabileceğini varsayar.
Günümüzde Wittgenstein’ın “dil ile ilgili yansıma teorisi”nin imkânsızlığından bahsetmek neredeyse herkes tarafından kabul edilen bir durumdur. Onun hakkında ne düşündüğü sorusuna David Pears, bunun açıklanması oldukça zor ve “iğrenç, karanlık bir teori” olduğunu belirtir. Ancak Wittgenstein’ın felsefi gelişimindeki “Tractatus”un yerini anlamak isteyen, onun “picture theory”sine karşı ilgisiz kalamaz.
Wittgenstein’cı “yansıma teorisi”, materyalist ve daha da az diyalektik-materyalist yansıma teorilerinin hangisiyle olursa olsun, karşılaştırılması güçtür. Wittgenstein “objektif gerçekliğin sübjektif yansımasının” imkânıyla ilgilenmez. Hatta bu, dış dünyadaki şeylerin sübjektif “temsilcileri” olarak insan deneyinin objelerini inceleyen tipik klasik (Descartes, Locke) gösterme teorisinin bir değişikliği de değildir. Wittgenstein’cı “ayna yansıması” şekillerde değil, yapılarda tekrar eder. Gölgenin insanı tekrar ettiği gibi, dilin yapısı da gerçekliğin yapısını tekrar eder.
Bilinmeye yönelik tek elverişli yapı dilin yapısı olduğu ölçüde, dil dünyanın yansıması değil, ancak dünyanın yapısı –dilin yapısının yansıması olarak karşımıza çıkar. Bu durumu bizzat Wittgenstein’ın kendisi fark etmiştir. Bununla ilgili olarak ikinci döneminde “Tractatus”un “dile yönelik basitleştirilmiş bir teori” olduğunu, bu teoriden “gözlükten” bakıldığı gibi bakıldığında ise, gerçekliğin kendisinin görüleceğinin tahmin edildiğini yazar. “Fakat şimdi o, bunun bir illüzyon olduğunu düşünür” diye yazıyor Pears. Realitede bağımsız bir temel olarak görünen şey sadece bu gözlüklerden bakmanın bir sonucudur”.
Wittgenstein, “Tractatus”ta şuna kanidir: Eğer dil vasıtasıyla “dünyanın nasıl olduğunu” söyleyecek durumda isek , bunu her dildeki sembollerin dünyadaki şeylerin dizildikleri gibi dizilmelerine borçluyuz. “Önermeler toplamı” olarak dil, “düşüncenin ifadesi”dir, düşüncenin kendisi ise, anlamlı bir önermeden (cümleden –E. P.) başka bir şey değildir. Her anlamlı önerme kendine göre “… Gerçekliğin, yani onu nasıl düşündüğümüzün bir biçimidir”. (4.01)
“Tractatus”a yönelik hazırlık notlarında Wittgenstein, düşünmeyi “bir tür dil”, “bir cümlenin mantıksal resmi” olarak tanımladı… Daha açık olarak ifade edilemezdi –düşünme, “bir resim”, yani dünyanın yansıması değildir. Düşünme dil aracılığıyla dünyanın yansımasıdır. Görüldüğü gibi şeyler gerçekten de tersine çevrilmiştir. Dil, düşüncenin dış ifadesi, “örtüsü” değil, fakat düşünme, konuşmanın mantıksal yapısının biçimidir.
Ancak dil, sadece anlamına bakıldığında bize kendini dünyanın yansıması olarak tanıtmaz. Sözcüklerin yazılması, harflerin uyumu gibi en harfi harfine anlamında dahi dil, dünyanın aynasıdır. “İlk bakışta bir önerme –kâğıt üzerinde basılı durduğu gibi, söz ettiği geçekliğin bir biçimi değilmiş gibi görünür. Fakat nota yazısı da ilk bakışta müziğin bir biçimi ve ses işareti (harfler) olan yazımız da konuşmamızın bir biçimi değilmiş gibi görünür. Ancak yine de bu işaret dilleri kendilerini, alışılmış anlamda bile temsil ettikleri şeyin biçimleri olarak kabul ettirmişlerdir”. (4.011)