Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 5
|
Bu, “Tractatus Logico–Philosophicus”ta merkezi bir yeri olan, Wittgenstein’ın üzerinde “dilin yansıma teorisi”ni eleştirdiği temeldir. Fakat dil–dünya yansımasına yönelik ilişkiyle bağlarını koparınca, “Felsefi Araştırmalar”ın yazarı aslında sadece kendi geçmiş felsefesinden degil , fakat başka her tür fesefeden de vazgeçer. “ Kaderin bir ironisi olarak ( diyor Brian Magee , David Pears’la “Wittgenstein’ın Çifte Felsefesi” üzerine yapılan konuşmada) Tractatus’a yazdığı önsözünde Wittgenstein –yakın geçmişinde demişti ki, genelde felsefi problemleri gündeme getirmemize neden olan tek şey, dilimizin mantığını anlamamaktır –ve şu anda o, bu kitabın kendisinin tam da böyle bir hata için bir örnek olduğu sonucuna ulaştı”.
İngiliz filozof Ernst Gelner, çağdaş İngiliz lengüistik felsefesine derin ve makul eleştiriler yönelttiği “Sözcükler ve Nesneler” adlı kitabında, özellikle “geç” Wittgenstein’ın felsefi olmayan bakış açısının altını çizer. “Dünyasız dil ve dilsiz dünya yoktur. Dünyanın nasıl olduğunu, -bunu ancak kendilerinde söyleyebildiğimiz- kavramlar ve dil oyunları olmadan, söyleyemeyiz. Bununla birlikte dil oyunlarıyla ameliyat ederek, eğer onların var olup eylemde bulundukları bir dünya yoksa bu konuda yine hiçbir şey söyleyemeyiz. Böylece dilin doğası üzerine düşünceler bizi, dünyanın kendi karakteristiklerine göre, olduğu gibi ya da bir bütün olarak, evrensel bir tin tarafından hazırlanan bir kod olmadığı, aksine onun, genelde kendisini düşündüğümüz gibi (çünkü biz, algıladığımız dünyada sözcükler kullanıyoruz), dilin de, toplumsal oyunlarda sözcüklerin birer toplumsal kullanımı olduğu, sonucuna götürdü. Böylece daire kapanıyor : Her oldugu ve genelde sandığımız gibidir.
Dilsel araştırmaların yeni düzenlenmesi iki kısımdan oluşur: Organik olmayan –işaretleri taşıyan kısım ve düşünürken kendileriyle ilgilendiğimiz “bu işaretlerin anlaşılması, işaret etmeleri olarak adlandırabileceğimiz organik kısım”. Filozofun ilk olarak “ikinci kısım”la –semantik, anlamsal olanla ilgilenmesi ve dilsel iletişim sürecinde, yani belirli bir “dil oyunu”na dâhil olduğumuzda, bir sözcüğün anlamının nasıl oluştuğunu düşünmesi doğaldır. Dolayısıyla eğer filozofların şimdiye kadarki “gerçeklik”, “gereklilik”, “töz”, “iyilik”, “ereklilik” vb. gibi kavramları tanımlama çabaları, tatminkâr nazari sonuçlar vermemiş, bundan dolayı da bu kadar farklı görüş ve anlamsız tartışmalar olmuşsa, o zaman bu sözcüklerin altında yatan bir takım objektif içerik aramaktan tamamen vazgeçer ve onları sadece düşünen ve konuşan insanın belirli şartlarda kendi erekleri doğrultusunda dilsel tanımlamalar sıfatıyla kullandığını kabul edersek, şeyler hemen yerine gelecektir.
İnsanlar sözcükleri kullandıklarında onlara nasıl bir anlam verirler? İşte, ilk sırada lengüistik filozofu ilgilendirmesi gereken şey budur. Burada artık “gerçekliğin” olduğu gibi –yani bizim bilinç ve dilimizden bağımsız olarak varolan tanımlanmasından değil, sadece güncel dilimizde ve bilimsel dilde kullanılmış olan, “gerçeklik” sözcüğünün anlam ve işlevselliğinden söz edilir. “…Bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır”.
Eğer bu gerçekten böyle ise, o zaman bi r sözcüğün cümledeki kullanımını araştırmak bir bakıma bu sözcüğün belirli bir nitelik ya da bütün olarak nesnenin bir “ işaret ” i değil , fakat “ ifade enstrümanı”ndan daha fazla bir şey olmayan, her zaman cümle ile ilintili olması anlamına gelir. Bundan dolayı “geç” Wittgenstein için sözcük değil, fakat cümle (önerme) dilin basit kısmını oluşturur.
Diğer sözcükler aracılığıyla belirli bir sözcüğün anlamını öğrenmek için, doğrudan hiçbir nesne ile ilintilendirilmesi değil, fakat dil oyunlarının kuralları tarafından belirlenen cümledeki özel rolünün dilsel bağlamında araştırılması gerekir. Örneğin bir inşaatta usta işçiye “ tuğla ” diye seslendiği zaman , işçisi basitçe belli bir nesnenin isminin söylenmesini değil, “bana bir tuğla getir” diye anlıyor. Bundan dolayı tuğlaya hem bir sözcük hem de bir cümle diyebilirsin; belki de ona “bozuk cümle” (birinin bozulmuş bir hiperbol’dan söz etmesi gibi) demek daha uygun olabilir. Ama her şeye rağmen o sadece “ bana bir tuğla getir ” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. “…Çünkü “tuğla” diye bağıran bizzat şunu kasteder: “Bana bir tuğla getir”. Konuşan ve dinleyen iki taraf arasında anlaşma olması için, tartışmasız belirli bir “dil oyunu” kurallarına riayet etmekten kaynaklanan, sözcüklerin kullanımında uzlaşım olması gerekir. Dolaysıyla sözcüğün cümledeki kullanımı ve cümlenin dildeki enstrümantal rolü, örneğin, “ben, doğmadan belirli bir zaman önce açık olarak hatırlıyorum ki , … ya inanıyordum ” da olduğu gibi, eşdeğer olamaz. Bu tür durumların imkânsızlığı “geç” Wittgenstein’a göre rahimsel dönemin imkânsız anıları tarafından değil, fakat “anı” sözcüğünü sadece bilişsel varoluşumuzla bağlanan dilsel kullanımın “kuralları” tarafından belirlenir. “Soruşturmalar”ın yazarı dil v e mantığın tabi oldukları yasaların değil, fakat sadece belirli bir “dil oyunu” türünün gerçekleştiği tuhaf toplumsal durumdan kaynaklanan gerekliliklerden söz edildiğinin altını çizmek için “burada kural bir işaret levhası gibi durur” şeklinde konuşur.
“Dil oyunu” teriminin burada, bir dili konuşmanın, bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin bir parçası olduğunu öne çıkarması gerekir”. Yaşam ise, bilindiği gibi, tüm mümkün dünyalar için evrensel yasalara deği , fakat herzaman insan varlığının erek ve çıkarlarının fiziki ve sosyal şartlarının kesin tanımlamasına tabi olur.
Bilhassa bu anlamda “Felsefi Araştırmalar”daki Wittgenstein, emretmek ve emirleri yerine getirmek, hipotez oluşturmak ve kontrol etmek, istemek, teşekkür etmek, lanetlemek, tebrik etmek, ibadet etmek vb. gibi farklı dil oyunlarından söz eder. Her ayrı dil oyunu türü için geçerli olan uygulamaya yönelik genel (fakat mutlak olarak katı olmayan) kurallar üzerine temellenmesine rağmen bunlar, düşünmenin ve konuşmanın mantık yasaları değil, aksine yaşam sürecinde insanlar arasındaki iletişimin mümkün olması için belirlenen genel davranış biçimleridir. “F. P. Ramsey, vaktiyle bir konuşmamızda mantığın ‘normatif bir bilim’ olduğunu vurguladı.
Ben onun zihninde neyin olduğunu bilmiyorum, ancak bunlar, sonradan aklıma gelenlerle yakından ilişkiliydi. Bilhassa felsefede, biz sık sık sözcüklerin kullanımını katı kurallara göre hesaplanan oyunlarla karşılaştırırız. Ancak dili kullananın (zorunlu olması anlamında ) bu oyunu oynaması gerektiğini söyleyemeyiz . Oysa mantık, dil ya da düşünceden, bir doğa biliminin bir doğa olayından söz ettiği anlamda söz etmez. En fazla bizim de ideal diller inşa ettiğimiz söylenebilir. Ama burada, “ideal” sözcüğü yanılgıya götürebilir, çünkü bütün bunlar, sanki bu diller bizim gündelik dilimizden daha iyi, daha mükemmelmiş gibi ve mantıkçının sonunda insanlara doğru bir cümlenin neye benzediğini göstermek için onlara ihtiyacı varmış gibi görünür”.
“Tractatus Logico–Philosophicus”, -bilhassa böyle bir ereğe– düşünce ve dilimizin objesi olduğu ölçüde, evrensel bir dil olarak ideal dilin kurallarına ulaşmaya yönelmişti. Fakat “Felsefi Araştırmalar” dönemindeki Wittgenstein kararlı olarak, gündelik dilimizin işlevselliği ile ilgili sorulara yanıt aramaya yönelerek, bu çözümsüz problemi terk etmişti. Ancak bu durum, aynı zamanda bütün insanlar için (genel olan), bir bilim olarak mantığın zorunlu olan düşünme ve konuşma yasalarını da reddetmek anlamına gelir.
Bu anlamda geleneksel mantığın (özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı) yasaları sadece her doğru düşünme ve konuşma için geçerli olan “genel–zorunlu” olmadıkları bir yana, basitçe “anlaşılmaz” oldukları da ortaya çıkar. “Edimsel dili ne kadar net ele alırsak onunla bizim gereksinimiz arasındaki karşıtlık o kadar güçlü olur. (Gerekli olmasına rağmen, mantığın kristal saflığı bana verilmedi.) Biz, hiçbir sürtünmenin olmadığı yerde kayıp düşmüşüz. Öyleyse belirli bir anlamda koşullar idealdir ancak tam da bu nedenle yürüyemeyiz de. Biz yürümek isteriz: Öyleyse sürtünmeye ihtiyacımız var. Pürüzlü zemine geri dönün!”
Eğer bu bakış açısından bütün felsefe tarihine bakarsak, “geç” Wittgenstein’a göre, -gerekli varlıkların belirlenmesindeki farklılıklara değil, sadece dilsel ifadelerin biçimlerindeki farklılıklara götürülen ayrı felsefe okulları ve akımları arasındaki karşıtlıklar bize (şimdiye kadar yapılanlardan) tamamen farklı planda açıklanacaktır. “Çünkü idealist, solipsist ve realistlerin aralarındaki tartışmalar aynen böyle görünür . Bir taraf , normal deyiş biçimine , sanki bir iddiaya saldırıyormuş gibi saldırır; diğeri de onu, sanki her aklı başında insanın kabul ettiği olguları belirtiyormuş gibi savunur”.
Bütün bunlardan sonra, Wittgenstein için (iki döneminde de) -bilimde olduğu gibi- felsefede, ne tezlerin ne de çıkarımların olmaması tuhaf mıdır ? Hem geçmişteki hemde şimdiki felsefede sadece belirli dil oyunları ile ilgili farklı ifade biçimlerinin betimlemeleri vardır. Fakat geçmişte bu anlaşılamadığından filozoflar, dünyanın (maddi ya da idealist) tözü, bildiğimiz şeylere yönelik -bilincimizden bağımsız nesneler, ya da bizim kendi duyusal betimlemelerimizle ilgili, sesleri kısılıncaya kadar tartışıyorlarmış. Şimdi, bu asırlarca süregelen tartışmalar tamamen anlamsızlaşıyor. Çünkü söylediğin şeyin mantıklı bir anlamı olmadığına önceden ikna olmuş birine, karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktur...
Dolayısıyla, geçici spekülatif metafiziksel biçemin felsefe yapmaya yönelik hatalarından kaçınmak, asırlarca süregelen problemlere yeni çözümler getirmek degil , fakat “ Tractatus Logico–Philosophicus”un “susulması gereken” olarak tanımladığı bu problemlerin ortaya koyulmasına yönelik bütün denemelerin reddedilmesi anlamına gelir. Klasik batı Avrupa felsefesinin dikkatinin merkezinde duran diğer bilimlere yönelik felsefenin metodolojik rolüyle ilgili her türlü imadan da kaçınılmıştır. Şimdi felsefenin bilim için en fazla yapabileceği, (gündelik dildeki sözcüklerin kullanımının tabi olduğu, kuralların araştırılması yapılarak) dogmatizm ve metafiziğe düşmekten onu “korumak”tır.
L. Wittgenstein kendi nazari gelişiminin her iki döneminde de derinden şuna ikna olmuştur; bir bilimsel felsefenin temellendirilmesine yönelik -geçmiş, şimdiki ve gelecekteki- bütün çabalar boşunadır. Bundan dolayı da bu tür girişimler önceden başarısızlığa mahkûmdur. Felsefe hiçbir zaman bilim olmamıştır, değildir ve olmayacaktır da. Çünkü araştıracağı spesifik bir nesne yoktur; onun durumları bizi çevreleyen gerçekliğin hiçbir olgusunun doğasına yönelik değildir. Eğer felsefe ve diğer bilimler arasındaki bu prensipsel farkı anlamak istemezsek, hiçbir zaman görünen bilgelikle sarılı olan metafiziğin spekülatif yargılarının önüne geçme başarısını gösteremeyeceğiz. Felsefeciler, yazıyor “Felsefi Araştırmalar” dönemindeki Wittgenstein, sürekli olarak bilimin metodunu göz önünde bulundurur ve bilimlerin yaptığı şekilde soru sormaya ve yanıt vermeye çalışırlar… Bu görüş, metafiziğin gerçek temelidir ve felsefeciyi tam bir karanlığa götürür.
Apaçıktır ki, “aydınlanma”, felsefi çabaların objektif dünyanın nazari bilgisi olarak bilimin yolunun tamamen terk edilmesi ve her özel bilim dilinin de temelinde yatan gündelik dilin işlevselliğinin öğrenimi ve betimlenmesine yönelik yönlendirilmesinden beklenir. Dilin derin sularda boğulması –bu “geç” Wittgenstein’a göre gerçek felsefi derinliktir. “Dil biçimlerimizin yanlış yorumlanmasından ortaya çıkan sorunlar derinlik özelliğine sahiptir. Onlar derin rahatsızlıklardır; onların kökleri, bizde dilimizin biçimleri kadar derindir. Kendimize şunu soralım: Dilbilgisel bir şakayı neden derin bir şey olarak duyumsarız? (Felsefenin derinliği tam da budur.)”
Eskiden boşuna bilgelikle özdeşleştirmedikleri felsefe ile şu ana kadar hiç kimse böyle bir şakaya cüret edememiştir. Felsefenin, bilimlerin metodolojisi olarak (kendisinden bütün diğer bilimlerin çıktığı) tarihi misyonuna yönelik bu tam ihmalkârlığı, çıkış konumu olarak Wittgenstein’ınkine oldukça yakın olan düşünürler bile kabul edemez. Onun hocası ve arkadaşı olan Bertrand Russell “Felsefi Araştırmalar”ın felsefi problemlerin nazari anlamını tamamen yok etme denemelerinden oldukça rahatsız olmuştur. Gelner’in “Sözcükler ve Nesneler” adlı kitabına yazdığı önsözünde Russell, “geç” Wittgenstein’ın lengüistik analizinin Oxford felsefesine olan etkilerine yönelik hoşnutsuzluğunu istihzalı ve kesin bir şekilde ifade eder: “Lengüistik felsefe zaman zaman felsefenin ve teolojinin tarihinde ortaya çıkmıştır. En mantıklı ve en tam biçiminde o, insan bilgisinin harflerin üzerinde temellendiği ölçüde kötülük olduğunu, bundan dolayı da alfabenin öğreniminin yanlış olduğunu kabul eden, abecedarianik heretiklikte ortaya çıkar… Oxford’lu abecedarianikler, bilimin felsefeye ihtiyacı olmadığını iddia ederek insan bilgisini tamamen inkâr ederler”.
İngiliz filozof Ernst Gelner, çağdaş İngiliz lengüistik felsefesine derin ve makul eleştiriler yönelttiği “Sözcükler ve Nesneler” adlı kitabında, özellikle “geç” Wittgenstein’ın felsefi olmayan bakış açısının altını çizer. “Dünyasız dil ve dilsiz dünya yoktur. Dünyanın nasıl olduğunu, -bunu ancak kendilerinde söyleyebildiğimiz- kavramlar ve dil oyunları olmadan, söyleyemeyiz. Bununla birlikte dil oyunlarıyla ameliyat ederek, eğer onların var olup eylemde bulundukları bir dünya yoksa bu konuda yine hiçbir şey söyleyemeyiz. Böylece dilin doğası üzerine düşünceler bizi, dünyanın kendi karakteristiklerine göre, olduğu gibi ya da bir bütün olarak, evrensel bir tin tarafından hazırlanan bir kod olmadığı, aksine onun, genelde kendisini düşündüğümüz gibi (çünkü biz, algıladığımız dünyada sözcükler kullanıyoruz), dilin de, toplumsal oyunlarda sözcüklerin birer toplumsal kullanımı olduğu, sonucuna götürdü. Böylece daire kapanıyor : Her oldugu ve genelde sandığımız gibidir.
Dilsel araştırmaların yeni düzenlenmesi iki kısımdan oluşur: Organik olmayan –işaretleri taşıyan kısım ve düşünürken kendileriyle ilgilendiğimiz “bu işaretlerin anlaşılması, işaret etmeleri olarak adlandırabileceğimiz organik kısım”. Filozofun ilk olarak “ikinci kısım”la –semantik, anlamsal olanla ilgilenmesi ve dilsel iletişim sürecinde, yani belirli bir “dil oyunu”na dâhil olduğumuzda, bir sözcüğün anlamının nasıl oluştuğunu düşünmesi doğaldır. Dolayısıyla eğer filozofların şimdiye kadarki “gerçeklik”, “gereklilik”, “töz”, “iyilik”, “ereklilik” vb. gibi kavramları tanımlama çabaları, tatminkâr nazari sonuçlar vermemiş, bundan dolayı da bu kadar farklı görüş ve anlamsız tartışmalar olmuşsa, o zaman bu sözcüklerin altında yatan bir takım objektif içerik aramaktan tamamen vazgeçer ve onları sadece düşünen ve konuşan insanın belirli şartlarda kendi erekleri doğrultusunda dilsel tanımlamalar sıfatıyla kullandığını kabul edersek, şeyler hemen yerine gelecektir.
İnsanlar sözcükleri kullandıklarında onlara nasıl bir anlam verirler? İşte, ilk sırada lengüistik filozofu ilgilendirmesi gereken şey budur. Burada artık “gerçekliğin” olduğu gibi –yani bizim bilinç ve dilimizden bağımsız olarak varolan tanımlanmasından değil, sadece güncel dilimizde ve bilimsel dilde kullanılmış olan, “gerçeklik” sözcüğünün anlam ve işlevselliğinden söz edilir. “…Bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır”.
Eğer bu gerçekten böyle ise, o zaman bi r sözcüğün cümledeki kullanımını araştırmak bir bakıma bu sözcüğün belirli bir nitelik ya da bütün olarak nesnenin bir “ işaret ” i değil , fakat “ ifade enstrümanı”ndan daha fazla bir şey olmayan, her zaman cümle ile ilintili olması anlamına gelir. Bundan dolayı “geç” Wittgenstein için sözcük değil, fakat cümle (önerme) dilin basit kısmını oluşturur.
Diğer sözcükler aracılığıyla belirli bir sözcüğün anlamını öğrenmek için, doğrudan hiçbir nesne ile ilintilendirilmesi değil, fakat dil oyunlarının kuralları tarafından belirlenen cümledeki özel rolünün dilsel bağlamında araştırılması gerekir. Örneğin bir inşaatta usta işçiye “ tuğla ” diye seslendiği zaman , işçisi basitçe belli bir nesnenin isminin söylenmesini değil, “bana bir tuğla getir” diye anlıyor. Bundan dolayı tuğlaya hem bir sözcük hem de bir cümle diyebilirsin; belki de ona “bozuk cümle” (birinin bozulmuş bir hiperbol’dan söz etmesi gibi) demek daha uygun olabilir. Ama her şeye rağmen o sadece “ bana bir tuğla getir ” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. “…Çünkü “tuğla” diye bağıran bizzat şunu kasteder: “Bana bir tuğla getir”. Konuşan ve dinleyen iki taraf arasında anlaşma olması için, tartışmasız belirli bir “dil oyunu” kurallarına riayet etmekten kaynaklanan, sözcüklerin kullanımında uzlaşım olması gerekir. Dolaysıyla sözcüğün cümledeki kullanımı ve cümlenin dildeki enstrümantal rolü, örneğin, “ben, doğmadan belirli bir zaman önce açık olarak hatırlıyorum ki , … ya inanıyordum ” da olduğu gibi, eşdeğer olamaz. Bu tür durumların imkânsızlığı “geç” Wittgenstein’a göre rahimsel dönemin imkânsız anıları tarafından değil, fakat “anı” sözcüğünü sadece bilişsel varoluşumuzla bağlanan dilsel kullanımın “kuralları” tarafından belirlenir. “Soruşturmalar”ın yazarı dil v e mantığın tabi oldukları yasaların değil, fakat sadece belirli bir “dil oyunu” türünün gerçekleştiği tuhaf toplumsal durumdan kaynaklanan gerekliliklerden söz edildiğinin altını çizmek için “burada kural bir işaret levhası gibi durur” şeklinde konuşur.
“Dil oyunu” teriminin burada, bir dili konuşmanın, bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin bir parçası olduğunu öne çıkarması gerekir”. Yaşam ise, bilindiği gibi, tüm mümkün dünyalar için evrensel yasalara deği , fakat herzaman insan varlığının erek ve çıkarlarının fiziki ve sosyal şartlarının kesin tanımlamasına tabi olur.
Bilhassa bu anlamda “Felsefi Araştırmalar”daki Wittgenstein, emretmek ve emirleri yerine getirmek, hipotez oluşturmak ve kontrol etmek, istemek, teşekkür etmek, lanetlemek, tebrik etmek, ibadet etmek vb. gibi farklı dil oyunlarından söz eder. Her ayrı dil oyunu türü için geçerli olan uygulamaya yönelik genel (fakat mutlak olarak katı olmayan) kurallar üzerine temellenmesine rağmen bunlar, düşünmenin ve konuşmanın mantık yasaları değil, aksine yaşam sürecinde insanlar arasındaki iletişimin mümkün olması için belirlenen genel davranış biçimleridir. “F. P. Ramsey, vaktiyle bir konuşmamızda mantığın ‘normatif bir bilim’ olduğunu vurguladı.
Ben onun zihninde neyin olduğunu bilmiyorum, ancak bunlar, sonradan aklıma gelenlerle yakından ilişkiliydi. Bilhassa felsefede, biz sık sık sözcüklerin kullanımını katı kurallara göre hesaplanan oyunlarla karşılaştırırız. Ancak dili kullananın (zorunlu olması anlamında ) bu oyunu oynaması gerektiğini söyleyemeyiz . Oysa mantık, dil ya da düşünceden, bir doğa biliminin bir doğa olayından söz ettiği anlamda söz etmez. En fazla bizim de ideal diller inşa ettiğimiz söylenebilir. Ama burada, “ideal” sözcüğü yanılgıya götürebilir, çünkü bütün bunlar, sanki bu diller bizim gündelik dilimizden daha iyi, daha mükemmelmiş gibi ve mantıkçının sonunda insanlara doğru bir cümlenin neye benzediğini göstermek için onlara ihtiyacı varmış gibi görünür”.
“Tractatus Logico–Philosophicus”, -bilhassa böyle bir ereğe– düşünce ve dilimizin objesi olduğu ölçüde, evrensel bir dil olarak ideal dilin kurallarına ulaşmaya yönelmişti. Fakat “Felsefi Araştırmalar” dönemindeki Wittgenstein kararlı olarak, gündelik dilimizin işlevselliği ile ilgili sorulara yanıt aramaya yönelerek, bu çözümsüz problemi terk etmişti. Ancak bu durum, aynı zamanda bütün insanlar için (genel olan), bir bilim olarak mantığın zorunlu olan düşünme ve konuşma yasalarını da reddetmek anlamına gelir.
Bu anlamda geleneksel mantığın (özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı) yasaları sadece her doğru düşünme ve konuşma için geçerli olan “genel–zorunlu” olmadıkları bir yana, basitçe “anlaşılmaz” oldukları da ortaya çıkar. “Edimsel dili ne kadar net ele alırsak onunla bizim gereksinimiz arasındaki karşıtlık o kadar güçlü olur. (Gerekli olmasına rağmen, mantığın kristal saflığı bana verilmedi.) Biz, hiçbir sürtünmenin olmadığı yerde kayıp düşmüşüz. Öyleyse belirli bir anlamda koşullar idealdir ancak tam da bu nedenle yürüyemeyiz de. Biz yürümek isteriz: Öyleyse sürtünmeye ihtiyacımız var. Pürüzlü zemine geri dönün!”
Eğer bu bakış açısından bütün felsefe tarihine bakarsak, “geç” Wittgenstein’a göre, -gerekli varlıkların belirlenmesindeki farklılıklara değil, sadece dilsel ifadelerin biçimlerindeki farklılıklara götürülen ayrı felsefe okulları ve akımları arasındaki karşıtlıklar bize (şimdiye kadar yapılanlardan) tamamen farklı planda açıklanacaktır. “Çünkü idealist, solipsist ve realistlerin aralarındaki tartışmalar aynen böyle görünür . Bir taraf , normal deyiş biçimine , sanki bir iddiaya saldırıyormuş gibi saldırır; diğeri de onu, sanki her aklı başında insanın kabul ettiği olguları belirtiyormuş gibi savunur”.
Bütün bunlardan sonra, Wittgenstein için (iki döneminde de) -bilimde olduğu gibi- felsefede, ne tezlerin ne de çıkarımların olmaması tuhaf mıdır ? Hem geçmişteki hemde şimdiki felsefede sadece belirli dil oyunları ile ilgili farklı ifade biçimlerinin betimlemeleri vardır. Fakat geçmişte bu anlaşılamadığından filozoflar, dünyanın (maddi ya da idealist) tözü, bildiğimiz şeylere yönelik -bilincimizden bağımsız nesneler, ya da bizim kendi duyusal betimlemelerimizle ilgili, sesleri kısılıncaya kadar tartışıyorlarmış. Şimdi, bu asırlarca süregelen tartışmalar tamamen anlamsızlaşıyor. Çünkü söylediğin şeyin mantıklı bir anlamı olmadığına önceden ikna olmuş birine, karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktur...
Dolayısıyla, geçici spekülatif metafiziksel biçemin felsefe yapmaya yönelik hatalarından kaçınmak, asırlarca süregelen problemlere yeni çözümler getirmek degil , fakat “ Tractatus Logico–Philosophicus”un “susulması gereken” olarak tanımladığı bu problemlerin ortaya koyulmasına yönelik bütün denemelerin reddedilmesi anlamına gelir. Klasik batı Avrupa felsefesinin dikkatinin merkezinde duran diğer bilimlere yönelik felsefenin metodolojik rolüyle ilgili her türlü imadan da kaçınılmıştır. Şimdi felsefenin bilim için en fazla yapabileceği, (gündelik dildeki sözcüklerin kullanımının tabi olduğu, kuralların araştırılması yapılarak) dogmatizm ve metafiziğe düşmekten onu “korumak”tır.
L. Wittgenstein kendi nazari gelişiminin her iki döneminde de derinden şuna ikna olmuştur; bir bilimsel felsefenin temellendirilmesine yönelik -geçmiş, şimdiki ve gelecekteki- bütün çabalar boşunadır. Bundan dolayı da bu tür girişimler önceden başarısızlığa mahkûmdur. Felsefe hiçbir zaman bilim olmamıştır, değildir ve olmayacaktır da. Çünkü araştıracağı spesifik bir nesne yoktur; onun durumları bizi çevreleyen gerçekliğin hiçbir olgusunun doğasına yönelik değildir. Eğer felsefe ve diğer bilimler arasındaki bu prensipsel farkı anlamak istemezsek, hiçbir zaman görünen bilgelikle sarılı olan metafiziğin spekülatif yargılarının önüne geçme başarısını gösteremeyeceğiz. Felsefeciler, yazıyor “Felsefi Araştırmalar” dönemindeki Wittgenstein, sürekli olarak bilimin metodunu göz önünde bulundurur ve bilimlerin yaptığı şekilde soru sormaya ve yanıt vermeye çalışırlar… Bu görüş, metafiziğin gerçek temelidir ve felsefeciyi tam bir karanlığa götürür.
Apaçıktır ki, “aydınlanma”, felsefi çabaların objektif dünyanın nazari bilgisi olarak bilimin yolunun tamamen terk edilmesi ve her özel bilim dilinin de temelinde yatan gündelik dilin işlevselliğinin öğrenimi ve betimlenmesine yönelik yönlendirilmesinden beklenir. Dilin derin sularda boğulması –bu “geç” Wittgenstein’a göre gerçek felsefi derinliktir. “Dil biçimlerimizin yanlış yorumlanmasından ortaya çıkan sorunlar derinlik özelliğine sahiptir. Onlar derin rahatsızlıklardır; onların kökleri, bizde dilimizin biçimleri kadar derindir. Kendimize şunu soralım: Dilbilgisel bir şakayı neden derin bir şey olarak duyumsarız? (Felsefenin derinliği tam da budur.)”
Eskiden boşuna bilgelikle özdeşleştirmedikleri felsefe ile şu ana kadar hiç kimse böyle bir şakaya cüret edememiştir. Felsefenin, bilimlerin metodolojisi olarak (kendisinden bütün diğer bilimlerin çıktığı) tarihi misyonuna yönelik bu tam ihmalkârlığı, çıkış konumu olarak Wittgenstein’ınkine oldukça yakın olan düşünürler bile kabul edemez. Onun hocası ve arkadaşı olan Bertrand Russell “Felsefi Araştırmalar”ın felsefi problemlerin nazari anlamını tamamen yok etme denemelerinden oldukça rahatsız olmuştur. Gelner’in “Sözcükler ve Nesneler” adlı kitabına yazdığı önsözünde Russell, “geç” Wittgenstein’ın lengüistik analizinin Oxford felsefesine olan etkilerine yönelik hoşnutsuzluğunu istihzalı ve kesin bir şekilde ifade eder: “Lengüistik felsefe zaman zaman felsefenin ve teolojinin tarihinde ortaya çıkmıştır. En mantıklı ve en tam biçiminde o, insan bilgisinin harflerin üzerinde temellendiği ölçüde kötülük olduğunu, bundan dolayı da alfabenin öğreniminin yanlış olduğunu kabul eden, abecedarianik heretiklikte ortaya çıkar… Oxford’lu abecedarianikler, bilimin felsefeye ihtiyacı olmadığını iddia ederek insan bilgisini tamamen inkâr ederler”.