Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 3
|
“Gramofon plağı, müziksel düşünce, nota yazısı ve ses dalgaları da birbirleriyle, dil ile dünya arasında var olan, o aynı tasvir edici iç ilişki içinde bulunurlar. Hepsi de aynı mantıksal yapıya sahiptir. (Masaldaki iki delikanlı, iki atları ve zambakları gibi. Hepsi, belirli bir anlamda, birdir.)”. (4.014)
Bir cümledeki sözcüklerin dizilişine göre, ciddi olarak dış gerçekliğin gerçek yapı ve gerçek dizilişine hükmedildiğinden nasıl bahsedilebilir? Hem de sadece “ilk bakışta” değil, fakat hiçbir anlamda cümleler, harfler ve sözcükler (cümle, harf ve sözcük olarak), -yani işaret, sembol olarak- dışarıdaki nesnelerin ve onların ilintilerinin “biçimi” değildirler. Çünkü kendileriyle ifade edilen anlamın aynı olmasına rağmen, aynı şey için farklı semboller olabilir. Fakat “picture teory”nin hükümranlığının sürdüğü “Tractatus”taki lengüistik yaklaşım bütün alternatifleri tüketir. Dilsel ifadelerin yapısından başka bir şeyden hareketle, dünyanın yapısı hakkında hüküm verilemez. Hatta Wittgenstein, doğa bilimlerinin doğa hakkında söylediklerinden başka hiçbir şey söylenemeyeceğine dair sürekli ikaz etmesine rağmen, geleneksel metafiziğin kavramlarından hiç kaçınılmayan, insanın dış dünyaya karşı oldukça karakteristik felsefi bir resmini çizer.
Bilgideki gerçeklik -doğru ve yanlış durumların, bilim ve yanılmaların var olduğuna yönelik gerçeklik- Wittgenstein’ı, insanların üzerine konuştukları ve düşündükleri şeyin, gerçekte olan ve vuku bulanın , “ biçimi ” olduğunu varsaymasına mecbur etti.Dolayısıyla bu biçimin anlamı nesnel dünya ile ilgili ilintisinde aranmalıdır . “ Biçimin temsil ettiği şey kendi anlamıdır” . ( 2.221)
“Anlamın gerçeklikle uyuşması ya da uyuşmamasında, doğruluğu ya da yanlışlığı yatar”. (2.222)
Kulağa bu kadar gerçekçi gelen düşünme ve dilin yansımasının doğasıyla ilgili iddialardan sonra, tabi ki, yansıyan gerçekliğin kendi doğasına yönel ik sorunun sorulması gerekir. O, insanın varl ığından, onun us, deney ve dilsel iletişiminin dışında ve bağımsız olarak var mıdır? Şeylerin birbirleriyle, aynen kendileriyle onları ifade ettiğimiz cümledeki sözcükler gibi, bağlı olduklarına inanmamızın dayanağı nedir? Pears, “problem, cümledeki sözcüklerin birlikte
bağlanmalarından elde edilen şeylerin gerçek durumuna nasıl ulaştığımızdadır” diye yazar.
Daha “Tractatus Logico–Philosophicus”un ilk aforizması ile Wittgenstein, “dünya” sözcüğünden anlaşılması gerekenin tanımını verir. “Dünya olan her şeydir”. (1) ( Die Welt ist alles was der Fall ist). Çeviri, Almanca ve İngilizcede olduğu gibi, harfi harfine değildir. Çünkü “olay böyledir” ifadesini içermez. (The world is all that is the case). Fakat Bulgarcada “dünya her şeydir, olay böyledir” söylemi hiçbir şey ifade etmez . Çünkü “ olay böyledir ” den “ olan şey ” kastedilmez. Analitik bir durum (“Tractatus”un bütün aforizmalarında olduğu gibi), bir süreci, değişken bir şeyi ifade etmez, fakat sadece “dünya” sözcüğünü telaffuz ettiğimizde anlaşılan şeyin tasvirini kasteder.
Dünyanın, “şeylerin toplamı olarak değil, olguların toplamı olarak” (1.1), “olgular tarafından belirlendiği ve bunların da olguların tümü odugu ” ( 1.11 ) , ki , “…olguların toplamı , olan ve olmayan her şeyi belirlediği” (1.12) şeklinde anlaşılması gerektiğini güçlendiren, daha sonraki aforizmaların anlamı da böyledir.
İlk bakışta, bütün bu durumların objektif anlamından şüphelenmemizin hiçbir temelinin olmadığı görülmektedir. Bilim ve yaşamda, “olgudan”, genellikle kendiliğinden var olan ve bizim kendisi hakkındaki düşünmemiz ve konuşmamızın keyfiliğinden etkilenmeyen şey anlaşılır.
Fakat çeviri her ne kadar takribi olsa da, bunların (mantıksal–lengüistik anlamda) sadece analitik durumlar, yani maddi içerikten yoksun olan totolojiler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. G.E.M Anscombe , “ … bir durumdan , yansıyan şeyin var olması gerektiğini varsaymamamız…” şartıyla, “Tractatus”un ilk tezinin düşünme (ya da dil) ve gerçeklik (yani her felsefe için temel problem) arasındaki ilişkiye götürülebileceğinin, kesin olarak altını çizerken haklıdır. Çünkü Wittgenstein için “dünya olgulara bölünür”. (1.2) Olgular ise, tek başına var olan şeyler değil, fakat konuşan ve dinleyen arasındaki dilsel iletişimde inşa olan ve dışsal bir gerçeklikle değil, ancak gerçek ve gerçekdışı oldukları ölçüde yine dilsel olan başka olgularla haberleşen şeylerdir.
Wittgenstein’a göre dünya “olguların toplamını” temsil eder ve olgulara bölünür . O gerçek fiziki bir uzamda var degil, fakat“mantıksal uzamdaki olgular dünyadır” (1.13) ve bunun için 5.61 aforizmasının ifade ettiği gibi: “Mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır”.
Eğer Wittgenstein kendi nazari yapılarını , Leibniz ve Hegel’inkilere benzer olarak objektif–idealist mantığın temeli üzerine oluştursaydı, şeyler önemli ölçüde daha açık olurdu. O zaman, bir “Mutlağın” doğasını ifade eden gerekli mantıksal yasalar sistemi olarak “mantıksal uzam”, insanın bireysel usunun dışında ve ondan bağımsız olan bir şey anlamına gelebilirdi. Fakat analitikçi filozof gerçekten de Tanrısal “Logos”tan oldukça uzaktır. Onun felsefi düşüncesinin prensipleri –lengüistik analizin şartlarına ve metotlarına itaat ettirilen ve Kant’ın eleştiri modeli tarafından yanlış yönlendirilmiş olan, İngiliz ampirizminin prensipleridir.
Wittgenstein, insanın sürekli, Kant’ın “Dinge an sich” (kendiliğinden şeyler) olarak gösterdiği şeye yönelik yollar aramaya devam edeceğine kanidir. “Tractatus Logico– Philosophicus”a yönelik bağımsız olan dış gerçekliğe imkân vermek, tuhaf, fakat kaçınılmaz bir “mistisizm”dir (inanç kabul etmek). Ancak nesnelerle ilgili gerçekçi bilginin imkânını ifade etmek istediğimiz zaman, “kendiliğinden şeylerle” değil, fakat sadece “olgularla” işimiz olur . Onlar bizim düşüncemiz ve dilimizin “mantıksal uzamında” varlıklarını sürdürürler. Pears’ın dediği gibi, şüphesiz ki, burada “mantıksal atomculuğunun Wittgenstein’cı varyantı” bulunmaktadır.
“Tractatus Logico–Philosophicus”a yazdığı önsözünde B. Russell , “ olgu ” nun tam bir tanımının bulunmasının oldukça zor olmasına rağmen, yine de şu tanımı verebileceğimizi belirtir: “… Durumu gerçek ya da gerçekdışı yapan şeyler olgudur”.
Wittgenstein, birçok defa şeylerin “gerçek” ya da gerçek olmayan durumunun, şeylerin “gerçek” durumunun doğru ya da yanlış yansımasıyla bağlanması ihtiyacının altını çizdiği dikkate alındığında, Russell’ın bu talimatı, önemlidir. “Bir biçim, şeylerin durumlarının varolma ve varolmama imkânlarını temsil ederek gerçekliği tasvir eder”. (2.201)
Fakat Wittgenstein’ın “Sachverhalt” olarak tanımladığı ve “Tractatus”un İngilizce çevirisinde a state of affairs (şeylerin hali ya da durumu) olarak ifade edilen şey, neden ibarettir? Burada belki de gerçekliğin ve bilginin genel ve objektif temeli gizlidir. Russell’a göre “Sachverhalt” “atomik olgu”ya eşdeğerdir: “Hiçbir öğesi olmayan olgular, Sn. Wittgenstein’ın “Sachverhalt” dediği olgulardır. Bunlar, onun atomik olgu dediği şeylerle aynıdır. Muhtemelen Russell’ın bu açıklamasının etkisinde kalındığından “şeylerin durumu” ya da “şeylerin hali” ya da “şeylerin… olduğu gibi” şeklindeki ifadelerin Rusça çevirisi neredeyse her yerde “atomik olgu” olarak verilir.
Wittgenstein için bu kavramlar özdeş midir? Bazı çevirmenlere göre – evet , diğerlerine göre ise , bu kavramlar arasında - nesnelerin belirli durumlarının “atomik olgular”a bölünebildiği kadar- oldukça büyük farklılıklar vardır.
Aynı zamanda Wittgenstein’a göre “atomik olgular”ın kendileri, “nesnenin en basit durumundan” daha fazla bir şey olamazlar . Ancak büyük bir fark gösterilmesine ragmen , şuna dikkat edilmelidir; “atomik olgu” kavramında olduğu gibi, Wittgenstein’ın, “nesnelerin durumu”ndan anladığı şey, bunların “nesnel dilimiz”le ilgili, en basit ifadeleri temsil etmeleridir. “Varolan şey –olgu- şeylerin durumlarının varolmasıdır” (Was der Fall ist, die Tratsache, ist das Bestehen von Sacherhalten).
Dolayısıyla, “Tractatus Logico–Philosophicus”un “ontolojisi”ne göre, var olduğu söylenen her nesnenin, belirli bir “nesne durumunun” tasviri olması gerekir. “Gerçeklik nesnelerin durumlarının varolması ve varolmamasıdır. (Nesnelerin bir durumunun varolmaması da gerçekliğin bir tanımıdır). Gerçeklik nesnelerden değil, olgulardan ibarettir. Gerçekliğin tümü dünyadır. “Tractatus”ta yer alan tam bir dizi aforizmada Wittgenstein, “şeylerin durumu” dediği şeyin ve bunun aracılığıyla da “gerçekliğin” ve “dünyanın” tanımını verir. Bütün bunlardan, insan bilgisinin ulaşabileceği sonuncusunun “şeylerin durumu” olduğu, çünkü hiçbir şeyin “ şeylerin durumu ” nun mantığının kapsama alanına dâhil olma imkânının dışında var, hatta yok olamayacağı anlaşılır. “Nesne için şeylerin durumunun bileşeninin oluşturucu bir öğesi olmak özseldir”. (2.011)
“Her şey adeta şeylerin mümkün durumlarının uzamı içindedir. Bu uzamı boş olarak betimleyebilirim, ancak şeyi uzamsız olarak betimleyemem”. (2.013)
Tabi ki, burada Wittgenstein, içinde maddi şeylerin varolduğu, yani bir dış ve bağımsız gerçekliğin insanlık tarafından uzamsalbelirlenimi olan gerçek fiziki uzamı kastetmemektedir. Düşündüğümüz ve konuştuğumuz şeyleri karakterize eden “uzam”, muayyen olgusal durumların mümkün dilsel söyleminin sınırlarını belirleyen mantıksal bir “uzamdır”. Eğer ben (Wittgenstein bu konudaki konumunu Shclick’le yaptığı bir konuşma esnasında açıklar) karnımda ağrı yok dersem, bu karın ağrısının durumunun imkânı konusunda tahminde bulunmaktır. Benim şu andaki durumum ile mide ağrısı durumu bir ve aynı mantıksal uzamdadırlar. (Aynen “hiç param yok” dediğimde olduğu gibi. Bu önerme benim paramın olabileceğine tahminde bulunur. O parasal uzamın sıfır noktasını belirler.) Olumsuz bir durum, olumlu ve tersini tahminde bulunur. Şimdi “bir obje aynı anda hem kırmızı hem de yeşi l deği ldir” durumunu alalım. Benim halen böyle bir obje görmemiş olmamdan dolayı söylemek istediğim şey sona mı ermiş oluyor? Besbelli ki, hayır. Söylemek istediğim şudur; “böyle bir obje görmemiş olmam kırmızı ve yeşilin bir ve aynı uzamda bulunamaz” olmalarındandır. “Ben burada “yapabilirim” sözcüğünün ne anlama geldiğini sorardım”. “Yapabilirim” sözcüğü besbelli ki, dilbilgisel (mantıksal) bir kavram, fakat maddi (bir şey –E. P.) anlamına gelmez”.
Dilbilgisi ve mantığın kurallarını dikkate alan her durumun temsil ettiği “resim”, dolaylı olarak sadece bir mümkün durumu, yani dilbilgisi ve mantığın kurallarını dikkate alan şeylerin varlığını betimler. Bilhassa “resmin biçimi”nin ve “gerçekliğin biçimi”nin eşitliği bunda bulunur. Bu şekilde 3’üncü aforizmada belirtildiği gibi, düşünmenin, “olguların mantıksal resmi” olduğu anlaşılır.
Böylece Wittgenstein’a göre, sadece insan dilinin gerekli mantıksal biçimlerinde kendini gösteren insan düşüncesinin mantıksal resmi, her gerçekliğin tüm mümkün bilgisinin sınırlarını çizer.
Dünyayla olan nazari ilişki (olguların toplamı, yani “nesnelerin tüm mümkün durumları” olarak ya da kendi bütünlüğünde var “olan” olarak) giderek, mümkün dilsel ifadenin çerçevesine dâhil olan ilişki olarak açıklanır. “Nesne, şeylerin tüm mümkün durumlarında yer alabildiği sürece bağımsızdır; fakat bu bağımsızlık biçimi şeylerin durumuyla bir bağıntı biçimidir yani bu bir bağımsız olmama biçimidir . ( sözcüklerin iki farklı şekilde , tek başına ve önermede ortaya çıkmaları imkânsızdır.)” (2.0122)
Bir cümledeki sözcüklerin dizilişine göre, ciddi olarak dış gerçekliğin gerçek yapı ve gerçek dizilişine hükmedildiğinden nasıl bahsedilebilir? Hem de sadece “ilk bakışta” değil, fakat hiçbir anlamda cümleler, harfler ve sözcükler (cümle, harf ve sözcük olarak), -yani işaret, sembol olarak- dışarıdaki nesnelerin ve onların ilintilerinin “biçimi” değildirler. Çünkü kendileriyle ifade edilen anlamın aynı olmasına rağmen, aynı şey için farklı semboller olabilir. Fakat “picture teory”nin hükümranlığının sürdüğü “Tractatus”taki lengüistik yaklaşım bütün alternatifleri tüketir. Dilsel ifadelerin yapısından başka bir şeyden hareketle, dünyanın yapısı hakkında hüküm verilemez. Hatta Wittgenstein, doğa bilimlerinin doğa hakkında söylediklerinden başka hiçbir şey söylenemeyeceğine dair sürekli ikaz etmesine rağmen, geleneksel metafiziğin kavramlarından hiç kaçınılmayan, insanın dış dünyaya karşı oldukça karakteristik felsefi bir resmini çizer.
Bilgideki gerçeklik -doğru ve yanlış durumların, bilim ve yanılmaların var olduğuna yönelik gerçeklik- Wittgenstein’ı, insanların üzerine konuştukları ve düşündükleri şeyin, gerçekte olan ve vuku bulanın , “ biçimi ” olduğunu varsaymasına mecbur etti.Dolayısıyla bu biçimin anlamı nesnel dünya ile ilgili ilintisinde aranmalıdır . “ Biçimin temsil ettiği şey kendi anlamıdır” . ( 2.221)
“Anlamın gerçeklikle uyuşması ya da uyuşmamasında, doğruluğu ya da yanlışlığı yatar”. (2.222)
Kulağa bu kadar gerçekçi gelen düşünme ve dilin yansımasının doğasıyla ilgili iddialardan sonra, tabi ki, yansıyan gerçekliğin kendi doğasına yönel ik sorunun sorulması gerekir. O, insanın varl ığından, onun us, deney ve dilsel iletişiminin dışında ve bağımsız olarak var mıdır? Şeylerin birbirleriyle, aynen kendileriyle onları ifade ettiğimiz cümledeki sözcükler gibi, bağlı olduklarına inanmamızın dayanağı nedir? Pears, “problem, cümledeki sözcüklerin birlikte
bağlanmalarından elde edilen şeylerin gerçek durumuna nasıl ulaştığımızdadır” diye yazar.
Daha “Tractatus Logico–Philosophicus”un ilk aforizması ile Wittgenstein, “dünya” sözcüğünden anlaşılması gerekenin tanımını verir. “Dünya olan her şeydir”. (1) ( Die Welt ist alles was der Fall ist). Çeviri, Almanca ve İngilizcede olduğu gibi, harfi harfine değildir. Çünkü “olay böyledir” ifadesini içermez. (The world is all that is the case). Fakat Bulgarcada “dünya her şeydir, olay böyledir” söylemi hiçbir şey ifade etmez . Çünkü “ olay böyledir ” den “ olan şey ” kastedilmez. Analitik bir durum (“Tractatus”un bütün aforizmalarında olduğu gibi), bir süreci, değişken bir şeyi ifade etmez, fakat sadece “dünya” sözcüğünü telaffuz ettiğimizde anlaşılan şeyin tasvirini kasteder.
Dünyanın, “şeylerin toplamı olarak değil, olguların toplamı olarak” (1.1), “olgular tarafından belirlendiği ve bunların da olguların tümü odugu ” ( 1.11 ) , ki , “…olguların toplamı , olan ve olmayan her şeyi belirlediği” (1.12) şeklinde anlaşılması gerektiğini güçlendiren, daha sonraki aforizmaların anlamı da böyledir.
İlk bakışta, bütün bu durumların objektif anlamından şüphelenmemizin hiçbir temelinin olmadığı görülmektedir. Bilim ve yaşamda, “olgudan”, genellikle kendiliğinden var olan ve bizim kendisi hakkındaki düşünmemiz ve konuşmamızın keyfiliğinden etkilenmeyen şey anlaşılır.
Fakat çeviri her ne kadar takribi olsa da, bunların (mantıksal–lengüistik anlamda) sadece analitik durumlar, yani maddi içerikten yoksun olan totolojiler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. G.E.M Anscombe , “ … bir durumdan , yansıyan şeyin var olması gerektiğini varsaymamamız…” şartıyla, “Tractatus”un ilk tezinin düşünme (ya da dil) ve gerçeklik (yani her felsefe için temel problem) arasındaki ilişkiye götürülebileceğinin, kesin olarak altını çizerken haklıdır. Çünkü Wittgenstein için “dünya olgulara bölünür”. (1.2) Olgular ise, tek başına var olan şeyler değil, fakat konuşan ve dinleyen arasındaki dilsel iletişimde inşa olan ve dışsal bir gerçeklikle değil, ancak gerçek ve gerçekdışı oldukları ölçüde yine dilsel olan başka olgularla haberleşen şeylerdir.
Wittgenstein’a göre dünya “olguların toplamını” temsil eder ve olgulara bölünür . O gerçek fiziki bir uzamda var degil, fakat“mantıksal uzamdaki olgular dünyadır” (1.13) ve bunun için 5.61 aforizmasının ifade ettiği gibi: “Mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır”.
Eğer Wittgenstein kendi nazari yapılarını , Leibniz ve Hegel’inkilere benzer olarak objektif–idealist mantığın temeli üzerine oluştursaydı, şeyler önemli ölçüde daha açık olurdu. O zaman, bir “Mutlağın” doğasını ifade eden gerekli mantıksal yasalar sistemi olarak “mantıksal uzam”, insanın bireysel usunun dışında ve ondan bağımsız olan bir şey anlamına gelebilirdi. Fakat analitikçi filozof gerçekten de Tanrısal “Logos”tan oldukça uzaktır. Onun felsefi düşüncesinin prensipleri –lengüistik analizin şartlarına ve metotlarına itaat ettirilen ve Kant’ın eleştiri modeli tarafından yanlış yönlendirilmiş olan, İngiliz ampirizminin prensipleridir.
Wittgenstein, insanın sürekli, Kant’ın “Dinge an sich” (kendiliğinden şeyler) olarak gösterdiği şeye yönelik yollar aramaya devam edeceğine kanidir. “Tractatus Logico– Philosophicus”a yönelik bağımsız olan dış gerçekliğe imkân vermek, tuhaf, fakat kaçınılmaz bir “mistisizm”dir (inanç kabul etmek). Ancak nesnelerle ilgili gerçekçi bilginin imkânını ifade etmek istediğimiz zaman, “kendiliğinden şeylerle” değil, fakat sadece “olgularla” işimiz olur . Onlar bizim düşüncemiz ve dilimizin “mantıksal uzamında” varlıklarını sürdürürler. Pears’ın dediği gibi, şüphesiz ki, burada “mantıksal atomculuğunun Wittgenstein’cı varyantı” bulunmaktadır.
“Tractatus Logico–Philosophicus”a yazdığı önsözünde B. Russell , “ olgu ” nun tam bir tanımının bulunmasının oldukça zor olmasına rağmen, yine de şu tanımı verebileceğimizi belirtir: “… Durumu gerçek ya da gerçekdışı yapan şeyler olgudur”.
Wittgenstein, birçok defa şeylerin “gerçek” ya da gerçek olmayan durumunun, şeylerin “gerçek” durumunun doğru ya da yanlış yansımasıyla bağlanması ihtiyacının altını çizdiği dikkate alındığında, Russell’ın bu talimatı, önemlidir. “Bir biçim, şeylerin durumlarının varolma ve varolmama imkânlarını temsil ederek gerçekliği tasvir eder”. (2.201)
Fakat Wittgenstein’ın “Sachverhalt” olarak tanımladığı ve “Tractatus”un İngilizce çevirisinde a state of affairs (şeylerin hali ya da durumu) olarak ifade edilen şey, neden ibarettir? Burada belki de gerçekliğin ve bilginin genel ve objektif temeli gizlidir. Russell’a göre “Sachverhalt” “atomik olgu”ya eşdeğerdir: “Hiçbir öğesi olmayan olgular, Sn. Wittgenstein’ın “Sachverhalt” dediği olgulardır. Bunlar, onun atomik olgu dediği şeylerle aynıdır. Muhtemelen Russell’ın bu açıklamasının etkisinde kalındığından “şeylerin durumu” ya da “şeylerin hali” ya da “şeylerin… olduğu gibi” şeklindeki ifadelerin Rusça çevirisi neredeyse her yerde “atomik olgu” olarak verilir.
Wittgenstein için bu kavramlar özdeş midir? Bazı çevirmenlere göre – evet , diğerlerine göre ise , bu kavramlar arasında - nesnelerin belirli durumlarının “atomik olgular”a bölünebildiği kadar- oldukça büyük farklılıklar vardır.
Aynı zamanda Wittgenstein’a göre “atomik olgular”ın kendileri, “nesnenin en basit durumundan” daha fazla bir şey olamazlar . Ancak büyük bir fark gösterilmesine ragmen , şuna dikkat edilmelidir; “atomik olgu” kavramında olduğu gibi, Wittgenstein’ın, “nesnelerin durumu”ndan anladığı şey, bunların “nesnel dilimiz”le ilgili, en basit ifadeleri temsil etmeleridir. “Varolan şey –olgu- şeylerin durumlarının varolmasıdır” (Was der Fall ist, die Tratsache, ist das Bestehen von Sacherhalten).
Dolayısıyla, “Tractatus Logico–Philosophicus”un “ontolojisi”ne göre, var olduğu söylenen her nesnenin, belirli bir “nesne durumunun” tasviri olması gerekir. “Gerçeklik nesnelerin durumlarının varolması ve varolmamasıdır. (Nesnelerin bir durumunun varolmaması da gerçekliğin bir tanımıdır). Gerçeklik nesnelerden değil, olgulardan ibarettir. Gerçekliğin tümü dünyadır. “Tractatus”ta yer alan tam bir dizi aforizmada Wittgenstein, “şeylerin durumu” dediği şeyin ve bunun aracılığıyla da “gerçekliğin” ve “dünyanın” tanımını verir. Bütün bunlardan, insan bilgisinin ulaşabileceği sonuncusunun “şeylerin durumu” olduğu, çünkü hiçbir şeyin “ şeylerin durumu ” nun mantığının kapsama alanına dâhil olma imkânının dışında var, hatta yok olamayacağı anlaşılır. “Nesne için şeylerin durumunun bileşeninin oluşturucu bir öğesi olmak özseldir”. (2.011)
“Her şey adeta şeylerin mümkün durumlarının uzamı içindedir. Bu uzamı boş olarak betimleyebilirim, ancak şeyi uzamsız olarak betimleyemem”. (2.013)
Tabi ki, burada Wittgenstein, içinde maddi şeylerin varolduğu, yani bir dış ve bağımsız gerçekliğin insanlık tarafından uzamsalbelirlenimi olan gerçek fiziki uzamı kastetmemektedir. Düşündüğümüz ve konuştuğumuz şeyleri karakterize eden “uzam”, muayyen olgusal durumların mümkün dilsel söyleminin sınırlarını belirleyen mantıksal bir “uzamdır”. Eğer ben (Wittgenstein bu konudaki konumunu Shclick’le yaptığı bir konuşma esnasında açıklar) karnımda ağrı yok dersem, bu karın ağrısının durumunun imkânı konusunda tahminde bulunmaktır. Benim şu andaki durumum ile mide ağrısı durumu bir ve aynı mantıksal uzamdadırlar. (Aynen “hiç param yok” dediğimde olduğu gibi. Bu önerme benim paramın olabileceğine tahminde bulunur. O parasal uzamın sıfır noktasını belirler.) Olumsuz bir durum, olumlu ve tersini tahminde bulunur. Şimdi “bir obje aynı anda hem kırmızı hem de yeşi l deği ldir” durumunu alalım. Benim halen böyle bir obje görmemiş olmamdan dolayı söylemek istediğim şey sona mı ermiş oluyor? Besbelli ki, hayır. Söylemek istediğim şudur; “böyle bir obje görmemiş olmam kırmızı ve yeşilin bir ve aynı uzamda bulunamaz” olmalarındandır. “Ben burada “yapabilirim” sözcüğünün ne anlama geldiğini sorardım”. “Yapabilirim” sözcüğü besbelli ki, dilbilgisel (mantıksal) bir kavram, fakat maddi (bir şey –E. P.) anlamına gelmez”.
Dilbilgisi ve mantığın kurallarını dikkate alan her durumun temsil ettiği “resim”, dolaylı olarak sadece bir mümkün durumu, yani dilbilgisi ve mantığın kurallarını dikkate alan şeylerin varlığını betimler. Bilhassa “resmin biçimi”nin ve “gerçekliğin biçimi”nin eşitliği bunda bulunur. Bu şekilde 3’üncü aforizmada belirtildiği gibi, düşünmenin, “olguların mantıksal resmi” olduğu anlaşılır.
Böylece Wittgenstein’a göre, sadece insan dilinin gerekli mantıksal biçimlerinde kendini gösteren insan düşüncesinin mantıksal resmi, her gerçekliğin tüm mümkün bilgisinin sınırlarını çizer.
Dünyayla olan nazari ilişki (olguların toplamı, yani “nesnelerin tüm mümkün durumları” olarak ya da kendi bütünlüğünde var “olan” olarak) giderek, mümkün dilsel ifadenin çerçevesine dâhil olan ilişki olarak açıklanır. “Nesne, şeylerin tüm mümkün durumlarında yer alabildiği sürece bağımsızdır; fakat bu bağımsızlık biçimi şeylerin durumuyla bir bağıntı biçimidir yani bu bir bağımsız olmama biçimidir . ( sözcüklerin iki farklı şekilde , tek başına ve önermede ortaya çıkmaları imkânsızdır.)” (2.0122)