Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 4

Fakat mantıksal atomculuğun yöntemi daha ileriye gidilmesini gerektirir. En basit atomik olgu, yani düşünce ve dil bakımından mümkün olan en basit “şeylerin durumu” bile; örneğin “Sokrates bilgedir”de olduğu gibi, büyük ölçüde onu oluşturan öğelere bölünebilir. Böylece “Tractatus”, artık çözümlenmeye tabi tutulmayan varlığın ve bilginin en basit öğelerine kadar analize devam eder. Çünkü bunlar atomik olgulardan bağımsız olarak tek başlarına incelenemezler. Ancak şeylerin durumu, son tahlilde bileşenlerine indirgenir. Bu ilksel öğelere Wittgenstein “nesne” (Gegenstande) diyor. “Tractatus”un İngilizceye yapılan son çevirilerinde “Gegenstande” belki de arı olarak bu kavramın cümledeki mantıksal ve dilbilgisel işlevinin altı çizilmesi için “objeler” olarak verilmiştir. “Nesnelerin şekillenişi, şeylerin durumunu oluşturur”. (2.0272)

“Tractatus”ta bulduğumuz tanımların çokluğundan dolayı, Wittgenstein’ın nesnelerden (obje) bahsederken tam olarak neyi kastettiğini anlamamız kolay değildir. Fakat onların imkânını gerekli kılan şey, dünyanın tözsel temelinin mantıksal gerekliliğidir. “Objeler dünyanın tözünü oluştururlar, bu yüzden de bileşik olamazlar”. (2.021) “Töz, olgudan bağımsız olarak varolan şeydir”. (2.024)

Wittgenstein’ın felsefi düşüncesinin fenomenal-pozitivist temelleri kaçırılırsa, bütün bu “dünyanın tözü” olarak objelere yönelik tanımlar, materyalistçe uyarlanmış us için kabul edilebilir hale gelir. Hatta gerçekliğin ve bilginin ”son” mahiyeti olan mantıksal–lengüistik uzun yolculuktan dinlenmemizin vaktinin geldiği de düşünülebilir.

Ancak bu aceleci bi r sonuç olurdu. Asl ında şeyler in maddesel olarak daha basit olmadıklarını daha iyi anlayabilmemiz için Wittgenstein’ın, “nesnel tözler”in nasıl gerçekleştiklerinden bahsettiği aforizmalara bakmamız yeterlidir. “Nesneler, şeylerin tüm durumlara yönelik imkânlarını içerirler”. (2.014) “Şeylerin olgularına katılma imkânı, nesnelerin biçimidir”. (2.0141) “Dünyanın tözü, sadece -bir biçimi belirleyebilir, hiçbir maddesel özelliği değil. Çünkü bunlar ancak önermelerle temsil edilirler. Ancak nesnelerin biçimlendirilmeleriyle oluşturulurlar. ”. (2.0231)

Bu şekilde, birer töz olarak Wittgenstein’cı objelerin (nesnelerin), “şeylerin durumu” ile ilgili şu ya da bu yapılandırmayı meydana getirdikleri oranda, sadece kısmi olarak her mümkün dilsel durumun içeriğine katıldıkları anlaşılmaktadır. Objelerin (nesnelerin) tözsel rolü, “varolan”ın, yani dilin temelinde yatan ve tanımlanması için başka dilsel birimlere ihtiyaç duyulmayan, temel tanımlamaların açıklamasının gerekliliğiyle ilişkilendirilir. 2.0211 aforizmasının da gösterdiği gibi Wittgenstein’a göre başlangıçsal dilsel öğelere izin verilmeksizin bir durum her zaman gerçeklik bakımından bir diğerine bağımlı olurdu. “O zaman dünyanın (doğru ya da yanlış) bir biçimini oluşturma imkânı bulunmazdı”. (2.0212) Anscombe’ın dediği gibi , Wittgenstein “ … bundan bir durumun bölünmesinden daha fazlasını kastetmiş olamaz … ” “Çünkü bir durumun anlaşılması için, eğer o gerçekçi ise (what is the case), neyin varolduğu bilinmeli”.

Bilhassa bu şekilde, birer töz olarak nesneler, gerekli unsurlar kendilerine katılarak “basit durumlar”la ilintilenirler. “İlk önce, Wittgenstein’ın düşüncesinin temel çizgisinin açıklanması gerekiyor –diyor D. Pears,- onun çıkış noktası naif olgusal betimlemeler idi. Fakat o , Russelli ’ınkine benzer , onları gündelik yaşamda hattabilimde uygulandıkları gibi, naif gerçekçi durumların biçiminde incelemiyordu. Dilin düşünceyi değişik biçimlere soktuğunu ve düşüncelerimizin gerçek biçiminin, sadece onların ifade edildikleri dilin analiz edilip, -ona göre basit durumlar olan-, kendi son öğelerine ayrıştırıldığında kendini göstereceğini düşünüyordu”.

Kant’ın eleştirelliğinin en önemli tezlerini iktibas edip mantıksal atomculuğun pozitivist gerekliliklerine uydurarak Wittgenstein, düşünmenin mantığını dilin mantığına dönüştürdü. “Mantığı anlamak için gerek duyduğumuz “deneyim”, bir şeyin şöyle ya da böyle olduğu değil, fakat bir şeyin olduğudur: Fakat bu hiç te deneyim değildir. Mantık, her deneyimden öncedir –bir şeyin böyle olduğundan. Nasıl’dan öncedir, ne’den önce değil”. (5.552)

Moritz Schlick’in evindeki konuşmalardan birinde, mantıksal gerekliliğin nasıl anlaşılması gerektiği sorusuna Wittgenstein şu yanıtı verir: “Tractatus”umun bir yerinde ben şöyle dedim: Mantık “ Nasıl ? ” sorusuna a priorik olan , “ Ne ? ” sorusuna ise a piriorikolmayandır. Mantık şuna bağımlıdır: Bir şeyin varlığını sürdürdüğü (bir şeyin varolduğu anlamında), olguların olduğudur. O, olguların karakteristiğinden, böyle olabilecek olan her şeyden bağımsızdır”. …Bilhassa bu anlamda, düşündüğümüz ve konuşabildiğimiz bu “varolan” dünyanın, mantığın “transandantal” ve aynı zamanda “dünyanın bir ayna yansıması” olmasının, nasıl mümkün olduğunun anlaşılması gerekir.

Mantığın “ transandantal ” olarak tanımlanması, bize hemen I . Kant’ı - onun bilginin insan usundan, içeriğinin ise, duyusal deneyden çıkarılması gerektiği ile ilgili çabasını- anımsatır. Fakat Kant’ın bakış açısına göre, mantığa uygulanan Wittgenstein’cı “transandantallık” ve “dünyanın yansıması”nın birleştirilmesi doğru omazdı . O , birini yada öbürünü redderedi . Çünkü
“transandantallık” a prioriklikle, yani “genel olarak şuurun” deneysel yetisinin varoluşunu ve deneysel objelerin bilgisini gerekli şartlara uyarlaması ve onları arı usun prensiplerinin temelleri üzerinde düşünmesiyle eşdeğerdir.

Şüphesiz , Kant’ın “ arı usun eleştirisi”nin etkisi altında, Wittgenstein “Tractatus Logico–Philosophicus”ta dile yönelik genel gramatikal gereklilikleri, nesnel dünyanın mümkün bilgisinin mantıksal (yani içeriğe yönelik biçimsel olarak ilgisiz kalan) sınırlarına dönüştürdü. Düşünmenin ve konuşmanın bu kurallarının dışında gerçek olarak varsayılabilecek olan şey, bilim ve felsefe tarafından bir soruşturma objesi olamaz. Onun hakkında, mademki mantıksal olarak düşünüp konuşamıyoruz, susmalıyız… “Tractatus”un, metafiziğin ve teolojinin kavramlarının mutlak içeriklerine yönelik iddialara verdiği hüküm böyledir.

I. Kant, yargının mantıksal yasa ve kategorilerinin a priorik, yani transandantal anlamını, bir sistem olarak sadece mümkün deneyin biçimsel şartlarına yönelik uygulamaya sahip olan, “genel şuur”un sentetik yetisinden çıkardı. Wittgenstein (“Tractatus” döneminde), a priorik düşünmenin mantıksal uygulamasını dilin gerekli gramatikal yapısına bağladı. Bu durumda mantıksal yasalar, nesnel dünyanın makul bilgisinin objektif biçimlerinin kendi anlamlarını kaybedip kendi “gerçeklik” ve “gerçekdışılıkları” hakkında konuşmanın anlamsız olduğu boş, içeriksiz totolojilere dönüşürler. “Tractatus Logico–Philosophicus” bu mantığın gücünde, felsefenin sadece kendi kavramlarını, bilgiden bağımsız gerçekliğe yönelik mutlak varlıklarla ilişkilendiren “metafizik” olarak değil, ancak “mantık” olarak ta bilim olma hakkını reddetti. Felsefeye, diğer bilimleri her türlü idealist, düalist ya da materyalist metafiziğin etkisine düşmekten korumaya yönelik, mütevazı profilaktik rolüyle yetinmesi kaldı.

Felsefesiz “Felsefi Araştırmalar”

Metafizik yanılgılar, sözcüklerin tuhaf terkiplerinden oluşmuştur. Metafiziğin dili, dilsel sembolizmin mantıksal gerekliliğine uymadığından dolayı, anlamsızdır… Ludwig Wittgenstein, “Tractatus Logico–Philosophicus”ta bu şekilde konuşuyordu. Ancak naif insanın söylevinin çok çeşitliliği “Felsefi Araştırmalar”ın yazarına, düşüncenin dilsel ifadesinin bağlanacağı katı ve değişmez mantık kurallarının varolmadığını anımsatır.

“Tractatus”, düşüncenin gerekli çizgilerini, konuşmanın gerekli biçimlerinde ararken, “Felsefi Araştırmalar”ın bu tür evrensellik iddiaları yoktur. Artık dil, düşüncenin gerekli yapısına, buradan da hem “erken” dönemindeki Wittgenstein hem de (belirli bir döneminde) Bertrand Russell için olduğu gibi dünyanın yapısına nüfuz edilmesi mümkün olan düşüncenin aracısız gerçekliği değildir. “Felsefi Araştırmalar”, “Tractatus Logico–Philosophicus” için bir zamanlar temel olan , dile yönelik “ dogmatik ” hatta “ metafiziksel” yansıma teorisiyle, gürültülü bir şekilde bağlarını koparır. “Düşünce, cümle ile eşdeğer değildir. Çünkü İngilizcedeki bir cümle Fransızcadaki bir cümleyle benzeşmez, ancak yine de aynı anlamı ifade edebilirler”. Wittgenstein geç döneminde, Cambridge’deki öğrencilerine, önceki görüşlerini kastedip neredeyse harfi harfine René Descartes’ın delillerini Thomas Hobes’a karşı istiareli bir şekilde kullanarak, bu şekilde konuşur.

Fakat dış benzerliğe rağmen, analitik filozof tarafından söylenen şey, felsefi rasyonalizmin sınıflandırılması düşüncesinden çok uzaktır. Çünkü Ludwig Wittgenstein’da, ismin (sözcüğün) belirlenmiş nesnenin objektif doğası ile ilintilendirilmesinden değil, fakat neredeyse düşüncenin tam uzaklaştırılmasından bahsedilir.

Filozoflar çok sık sözcüklerin anlamını araştırmaktan, analiz etmekten bahsederler. Ancak unutmayalım ki, sözcük bizden bağımsız bir güçten anlamını alır ve bu yüzden de , gerçekten neanlama geldiğini açıkladığı bir çeşit bilimsel araştırmanın olması gerekir. Bir sözcük birinin ona verdiği anlama sahiptir. Böylece, evrenin “diliyle” konuşan “Tractatus Logico–
Philosophicus”un filozofunun yerinde, şimdi, tüm çabasını sadece sözcüklerin cümledeki kullanımının konuşucu–dinleyici iletişiminin muayyen gündelik gerçekleştirilmesinin kullanımının betimlemesine yöneltmiş olan mütevazı filozof duruyor. “Felsefi Araştırmalar”ın yazarı, sözcük ve cümle türlerinin çok çeşitliliğinin, mantıkçıların (“Tractatus Logico–Philosophicus”un yazarı da dâhil) dilin yapısıyla ilgili söyledikleri şeylerle karşılaştırılması tuhaftır, yazıyor”.

İnsanlar, “nesnelerin vaftiz edilmesi”, “nesne ile konuşmaya başlıyoruz” gibi, şeylere isimlerle hitap edilmesinin özel bir tinsel eylem olduğunu varsayarlar. “Geç” Wittgenstein bunun; “sadece felsefe yapıldığında ortaya çıkan sözcüğün tuhaf bir kullanımı” olduğundan bahseder. Dolayısıyla unutulmamalıdır ki, “dil oyunları” sürecinde işaretlenmek, “konu dışı olarak incelenmekten kurtulan” nesnenin kendisiyle değil, fakat konuşmacı–dinleyici ilişkisi tarafından belirlenen durumda sözcüğün önermede yerine getirdiği göreve bakılması gerektiği ile ilgilidir. Bu ilişkide aslında kendiliğinden varolan bir nesne (bu bize hiçbir zaman aracısız olarak verilmez) değil, fakat tanımlanan sözcüğün dilsel uzlaşımında oynadığı biricik rolü kastedilir. Bundan dolayı, “nesne” kavramını ya da daha doğrusu neyin “nesne” olarak adlandırılması gerektiğini, bilme teorisi ya da düşünmeye yönelik (mantık) bilim değil, fakat gramer yani sözcüklerin önermelerdeki birleştirilmesi kuralları ile ilgili bilim tanımlar. “Dilbilgisi bir şeyin ne tür bir nesne olduğunu söyler” … “Öz dilbilgisinde ifade edilmiştir”.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP