NESNEL BİR AHLAK OLANAKLI MI? - 1
|
Erdal Cengiz
Ahlak felsefesinde nesnellik başlığı altında yürütülen tartışmalarının kaynağını bu yüzyılın başlarında G.E. Moore'un doğalcılık yanılımı dediği ahlakın doğal olgulara ilişkin olduğu savına karşı çıkışı oluşturdu. Moore'un karşı çıkışı aslında ahlakın yalnızca normatif değerlerin tartışıldığı bir alan olarak görülmemesine; "İyi davranış nedir?" sorusunun yanı sıra "İyi nedir?" sorusuyla da ilgilenmesi gereken bir alan olarak ele alınmasına yönelikti. "İyi" kavramının kendisinin sorgulandığı metaetik düzlemde, Moore, 'iyi' dediğimiz şeyin psikolojik ya da doğrudan algılanabilecek doğal bir niteliğin karşılığı olarak tanımlanamayacağına; 'iyi' ile 'haz' gibi herhangi bir niteliği aynı tutmanın bir yanılım olduğuna; çünkü haz veren bir şeyin aynı zamanda iyi bir şey olduğunun söylenemeyeceği varsayımından kaynaklanıyordu.
"İyi" kavramının doğal olmayan bir niteliğin karşılığı olduğunu, nesnel ve bilgisine erişilebilen bir niteliği belirttiğini dile getiren Moore'un etkisi şaşırtıcı olmuştur: Doğalcılık yanılımı eleştirisini temel alan deneyci felsefe geleneği içerisindeki kimi düşünürler ahlak yargılarının bilgi içeriği taşımadığım; bir bilgi taşıyor görünseler bile gerçekte buyruk ya da beğeni bildiren öznel ya da saymaca (özneler arası uzlaşım) anlatımlar olduğunu belirttiler. Bu durumda, onlara göre beğeni ya da buyruk kipinde oluşturulmuş tümceler doğru ya da yanlış değerler yüklenebilecek bilgi önermeleri değildin bu yüzden de doğruluğun ölçütü olan nesnellik bu alana, en azından bu alanın konusu olan yargılara yüklenemez. Deneyci yaklaşım bu görüşünü desteklemek için de bilimi örnek aldı. Böylece, ahlakla ilgili bilgimizin nesnelliğini bilimsel bilginin nesnelliğiyle karşılaştırıp, ahlak yargılarının bilimsel önermeler gibi nesnel bir ölçüte vurulamayacağını dile, getirdiler. Bu deneyci yaklaşımın değişik biçimleri olmasına karşın (üstelik deneyci gelenekten olmayanlar bile, onların varsayımını temel alarak toplumbilimsel bir değer kuramı oluşturmak çabasına girip nesnellik anlayışını dışlama eğilimine girdiler), ortak nokta ahlak yargılarının bilgi içeriği taşımadığı ve anlamlarının toplumsal yaşam içerisinde belirlendiği düşüncesi oldu.
Bu görüşe karşı, öncelikle, ahlakın nesnelliği ile bilimin nesnelliği arasında bir koşutluk, bir benzerlik olduğu söylenebilir. Bu nesnellik anlayışı sözü edilen her iki alandaki gerçekçilik savianyla belirlenmiştir. Deneyci gelenek içerisindeki çağdaş bilim felsefesi gerçekçi bir bilim anlayışına yönelmiş; bilimdeki kuramsal değerlendirmelerin bilim yapma sürecini önemli ölçüde belirlediğini savlamıştır. Bilimsel gerçekçilik olarak adlandırılan bu görüşün temel varsayımı bilimin yöntemlerinin gözlemlenebilir varlıkların bilgisini doğruya yaklaşan bir biçimde sağlayabilmesi olarak dile getirilmiştir. Böyle bir gerçekçi yaklaşımın felsefi çağrışımı da gerçekliğin düşünceyi ya da tasarımları öncelediği olmuştur. Nesnelerin bilgisini ararken doğruya yaklaşıldığı, bilimsel yöntemin kuramdan bağımsız düşünülemeyeceği; kuramla bilimsel yöntem arasında diyalektik bir ilişki olduğu çağdaş bilim kurammdaki gerçekçiliğin öteki anlatımlarıydı. Aslında bu gerçekçilik anlayışı, çok daha temel ve kapsayıcı bir gerçekçilik anlayışının uzantısıydı. Her ne kadar bütünsel bir tanımı verilemese de, metafiziksel gerçekçilik olarak adlandırabileceğimiz bu anlayış nesnel dünyanın olgularının gerçekten varolduğuna olan inançtı. Yani, dünyadaki olguların insan aklınca oluşturulmadığım; insan düşüncesinden bağımsız olgular olduğunu savlamak çok genel anlamıyla metafiziksel gerçekçilik olarak adlandırılabilir. Günümüzde bu gerçekçilik anlayışının aslında anlamsal gerçekçilik olarak adlandırılabileceği, çünkü bilgimizden bağımsız belirli bir gerçeklikle ilgili önermelerimizin doğruluk değerlerinin önermelerin anlamlarıyla ilgili olduğunu, dolayısıyla önermelerin anlamlarının ilişkin oldukları bağlamdan ayrı düşünülemeyeceği; bir bağlam içerisinde kullanılan önermenin bağlamdan bağımsız bir doğruluk değeri taşıyamayacağı; bu yüzden de böyle bir gerçekçilik anlayışının inandırıcı olmadığı söylenmektedir.
Ama böyle bile olsa anlamsal gerçekçilik ve metafiziksel gerçekçilik arasında da bir koşutluk olduğu öne sürülebilir. Şöyle ki önermelerin doğruluk değerlerini kullanıldıkları bağlamdan bağımsız düşünemezsek bile eğer bir gerçeklik varsa ve bizim önermelerimiz bu gerçekliği betimliyorsa, bu durumda önermelerimizin doğru olma koşulu ancak ve ancak betimledikleri gerçekliğin gerçekten onların betimledikleri gibi olmasına bağlıdır. Yani gerçekçilik belirli bir alandaki önermelerin gerçek niteliklerle, olgularla ilgili olduğuna ve bu alanla ilgili birtakım doğru önermeler olduğuna olan inançtır. Aynı anlamda, ahlakın da belirli bir tür olgulara ilişkin olduğu; doğruluk değeri taşıyan kimi önermelerden oluştuğu; ahlaksal önermelerin gerçekte birtakım ahlak olgularını betimlediği ileri sürülebilir. Bu durumda, sorun ahlaksal olgularının varlığıyla ilgilidir. Nasıl tanımlanacaktır bu olgular; kurgusal şeyler olarak mı tanımlanacak yoksa nesnel gerçeklik olarak mı? Ya da ahlaksal olgular olarak adlandıracağımız bu olguların bilgisine sahip olduğumuzun kanıtlan nelerdir? Bu soruların yanıtı hem epistemolojik hem de metalıaksel kimi varsayımlar oluşturmayı zorunlu kılmaktadır. Aslında, nesnel bir ahlak anlayışında birbirlerinden ayrı ve bağımsız düşünülemeyecek bu iki boyutun önce epistemolojik olanını inceleyelim.
Gündelik yaşamda dile getirdiğimiz ahlak yargılarımızın çoğu kimi niteliklerin iyi, kimilerinse kötü olduğunu betimlerler, Örneğin, doğruyu söylemek iyidir ya da sözünde durmak dürüstlüktür gibi ahlak yargılarının ilk bakışta doğru yargılar olduğu açıktır. Ya da yalan söylemek kötü değildir; kedileri tekmelemek doğru bir davranıştır türünden ahlak yargılarının da yanlış yargılar olduğu açıktır. Bu anlamıyla, en azından ilk elden kimi ahlak yargılarının doğru kimilerininse yanlış olduğu bellidir. Bu durumda ahlak önermelerinin doğru ya da yanlış yargıları dile getirdiği, bu nedenle de bildirme-tümceleri olduğu söylenebilir.
Doğru ya da yanlış olarak ayırt edilebilen önermelerin doğruluk değerlerinin belirli bir alandaki olgulara bakılarak belirlenebileceği kuşku götürmez. Ahlak yargıların biçimi ve içeriği, bu yargıların belirli olgulara denk geldiğini göstermektedir.
Örneğin, Bay E.'nin adam öldürmesi yanlıştır türünden bir yargının doğruluğu cinayetin yalnızca Bay E. için yanlış olduğuna değil, adam öldürmenin yanlış olduğuna dayanır. Bu anlamda tek tek ahlak yargılarının daha genel yargılann bir sonucu olduğu ve her ahlak yargısının bildirme kipinde olduğunu, dolayısıyla da içeriğinde bir bilgi taşıdığı söylenebilir. Bu bilginin, gerçekliği olan bir olguya ilişkin olduğu için doğru ya da yanlış olarak değerlendirilebileceğinden de söz edilebilir. Bu durumda, çoğu ahlak yargılanmızm kaynağının ahlaksal nitelikler, ahlak bilgisi, ahlak olguları olduğu açıktır. Yine, iyilik ödülü hak eder; hiç kimse yanlış olduğunu bilmediği eylemlerinden ötürü sorumlu tutulamaz; suçun derecesi cezanın derecesini de belirler gibi ahlak yargılarımızda gönderme yaptığımız ahlaksal nitelikler, ahlak bilgisi, ahlak olgulan vardır. Yani ahlak yargılarımızın biçimi ve içeriği bir ahlak bilgisinin olduğunu, yargılarımızın bir bilgi içeriği taşıdığını göstermektedir. Örneğin, hükümetin zorunlu tasarruf uygulaması adaletsizdir türünden bir yargı hem doğru ya da yanlış denebilecek bir bilgi içeriği taşımakta hem de belirli bir ahlaksal niteliği, yani adaletsizliği bir kuruma ya da bir kişiye ya da bir siyasal yapıya yüklemektedir. Burada akla gelebilecek soru, ahlak yargısında bulunan birinin aslında duygularını ya da isteklerini dile getirip getirmediğidir. Yani, bildirme kipinde dile getirilmiş ahlak yargılarının aslında biçim değiştirmiş buyruk, kural ya da beğeni türünde tümceler olup olmadığı sorusudur. Başka bir deyişle 'Bunu yapmak yanlıştır' türünden bir ahlak yargısının aslında 'Bunu yapma' gibi emir kipinde bir buyruğun ya da 'Bunu yapmaktan sakın' gibi kuralcı kipte bir sözün biçim değiştirmiş bir anlatımı olduğu söylenebilir. Ama böyle varsayımlara karşı şu gerçeğin altının çizilmesi gerekir: Birisi bir ahlak yargısında bulunurken, kendi duygularını dile getirmek isteğinde bulunmayabilir ya da başkalarının davranışını etkilemek umudunda ya da niyetinde olmayabilir. Örneğin, benim ahlak görüşüm sorulduğunda, zorunlu olarak beğenilerimi dile getirmek ya da başkalannı etkilemek amacı gütmeksizin, belirli ahlaksal yargıları söyleyerek kendi ahlak anlayışımı anlatabilirim. Kısaca söylemek gerekirse, ahlak yargılarımızı sanki belirli ahlak olguları varmış ve biz de onlara göre davranıyormuşuz gibi oluştururuz. Bu hem kendimiz açısından hem de başkalarıyla olan ilişkilerimiz açısından geçerlidir. Toplum içerisindeki davranışlarımızı belirli biçimlere sokan ahlaksal zorunluluklarla sık sık karşılaşırız.
I
Ahlak felsefesinde nesnellik başlığı altında yürütülen tartışmalarının kaynağını bu yüzyılın başlarında G.E. Moore'un doğalcılık yanılımı dediği ahlakın doğal olgulara ilişkin olduğu savına karşı çıkışı oluşturdu. Moore'un karşı çıkışı aslında ahlakın yalnızca normatif değerlerin tartışıldığı bir alan olarak görülmemesine; "İyi davranış nedir?" sorusunun yanı sıra "İyi nedir?" sorusuyla da ilgilenmesi gereken bir alan olarak ele alınmasına yönelikti. "İyi" kavramının kendisinin sorgulandığı metaetik düzlemde, Moore, 'iyi' dediğimiz şeyin psikolojik ya da doğrudan algılanabilecek doğal bir niteliğin karşılığı olarak tanımlanamayacağına; 'iyi' ile 'haz' gibi herhangi bir niteliği aynı tutmanın bir yanılım olduğuna; çünkü haz veren bir şeyin aynı zamanda iyi bir şey olduğunun söylenemeyeceği varsayımından kaynaklanıyordu.
"İyi" kavramının doğal olmayan bir niteliğin karşılığı olduğunu, nesnel ve bilgisine erişilebilen bir niteliği belirttiğini dile getiren Moore'un etkisi şaşırtıcı olmuştur: Doğalcılık yanılımı eleştirisini temel alan deneyci felsefe geleneği içerisindeki kimi düşünürler ahlak yargılarının bilgi içeriği taşımadığım; bir bilgi taşıyor görünseler bile gerçekte buyruk ya da beğeni bildiren öznel ya da saymaca (özneler arası uzlaşım) anlatımlar olduğunu belirttiler. Bu durumda, onlara göre beğeni ya da buyruk kipinde oluşturulmuş tümceler doğru ya da yanlış değerler yüklenebilecek bilgi önermeleri değildin bu yüzden de doğruluğun ölçütü olan nesnellik bu alana, en azından bu alanın konusu olan yargılara yüklenemez. Deneyci yaklaşım bu görüşünü desteklemek için de bilimi örnek aldı. Böylece, ahlakla ilgili bilgimizin nesnelliğini bilimsel bilginin nesnelliğiyle karşılaştırıp, ahlak yargılarının bilimsel önermeler gibi nesnel bir ölçüte vurulamayacağını dile, getirdiler. Bu deneyci yaklaşımın değişik biçimleri olmasına karşın (üstelik deneyci gelenekten olmayanlar bile, onların varsayımını temel alarak toplumbilimsel bir değer kuramı oluşturmak çabasına girip nesnellik anlayışını dışlama eğilimine girdiler), ortak nokta ahlak yargılarının bilgi içeriği taşımadığı ve anlamlarının toplumsal yaşam içerisinde belirlendiği düşüncesi oldu.
Bu görüşe karşı, öncelikle, ahlakın nesnelliği ile bilimin nesnelliği arasında bir koşutluk, bir benzerlik olduğu söylenebilir. Bu nesnellik anlayışı sözü edilen her iki alandaki gerçekçilik savianyla belirlenmiştir. Deneyci gelenek içerisindeki çağdaş bilim felsefesi gerçekçi bir bilim anlayışına yönelmiş; bilimdeki kuramsal değerlendirmelerin bilim yapma sürecini önemli ölçüde belirlediğini savlamıştır. Bilimsel gerçekçilik olarak adlandırılan bu görüşün temel varsayımı bilimin yöntemlerinin gözlemlenebilir varlıkların bilgisini doğruya yaklaşan bir biçimde sağlayabilmesi olarak dile getirilmiştir. Böyle bir gerçekçi yaklaşımın felsefi çağrışımı da gerçekliğin düşünceyi ya da tasarımları öncelediği olmuştur. Nesnelerin bilgisini ararken doğruya yaklaşıldığı, bilimsel yöntemin kuramdan bağımsız düşünülemeyeceği; kuramla bilimsel yöntem arasında diyalektik bir ilişki olduğu çağdaş bilim kurammdaki gerçekçiliğin öteki anlatımlarıydı. Aslında bu gerçekçilik anlayışı, çok daha temel ve kapsayıcı bir gerçekçilik anlayışının uzantısıydı. Her ne kadar bütünsel bir tanımı verilemese de, metafiziksel gerçekçilik olarak adlandırabileceğimiz bu anlayış nesnel dünyanın olgularının gerçekten varolduğuna olan inançtı. Yani, dünyadaki olguların insan aklınca oluşturulmadığım; insan düşüncesinden bağımsız olgular olduğunu savlamak çok genel anlamıyla metafiziksel gerçekçilik olarak adlandırılabilir. Günümüzde bu gerçekçilik anlayışının aslında anlamsal gerçekçilik olarak adlandırılabileceği, çünkü bilgimizden bağımsız belirli bir gerçeklikle ilgili önermelerimizin doğruluk değerlerinin önermelerin anlamlarıyla ilgili olduğunu, dolayısıyla önermelerin anlamlarının ilişkin oldukları bağlamdan ayrı düşünülemeyeceği; bir bağlam içerisinde kullanılan önermenin bağlamdan bağımsız bir doğruluk değeri taşıyamayacağı; bu yüzden de böyle bir gerçekçilik anlayışının inandırıcı olmadığı söylenmektedir.
Ama böyle bile olsa anlamsal gerçekçilik ve metafiziksel gerçekçilik arasında da bir koşutluk olduğu öne sürülebilir. Şöyle ki önermelerin doğruluk değerlerini kullanıldıkları bağlamdan bağımsız düşünemezsek bile eğer bir gerçeklik varsa ve bizim önermelerimiz bu gerçekliği betimliyorsa, bu durumda önermelerimizin doğru olma koşulu ancak ve ancak betimledikleri gerçekliğin gerçekten onların betimledikleri gibi olmasına bağlıdır. Yani gerçekçilik belirli bir alandaki önermelerin gerçek niteliklerle, olgularla ilgili olduğuna ve bu alanla ilgili birtakım doğru önermeler olduğuna olan inançtır. Aynı anlamda, ahlakın da belirli bir tür olgulara ilişkin olduğu; doğruluk değeri taşıyan kimi önermelerden oluştuğu; ahlaksal önermelerin gerçekte birtakım ahlak olgularını betimlediği ileri sürülebilir. Bu durumda, sorun ahlaksal olgularının varlığıyla ilgilidir. Nasıl tanımlanacaktır bu olgular; kurgusal şeyler olarak mı tanımlanacak yoksa nesnel gerçeklik olarak mı? Ya da ahlaksal olgular olarak adlandıracağımız bu olguların bilgisine sahip olduğumuzun kanıtlan nelerdir? Bu soruların yanıtı hem epistemolojik hem de metalıaksel kimi varsayımlar oluşturmayı zorunlu kılmaktadır. Aslında, nesnel bir ahlak anlayışında birbirlerinden ayrı ve bağımsız düşünülemeyecek bu iki boyutun önce epistemolojik olanını inceleyelim.
II
Gündelik yaşamda dile getirdiğimiz ahlak yargılarımızın çoğu kimi niteliklerin iyi, kimilerinse kötü olduğunu betimlerler, Örneğin, doğruyu söylemek iyidir ya da sözünde durmak dürüstlüktür gibi ahlak yargılarının ilk bakışta doğru yargılar olduğu açıktır. Ya da yalan söylemek kötü değildir; kedileri tekmelemek doğru bir davranıştır türünden ahlak yargılarının da yanlış yargılar olduğu açıktır. Bu anlamıyla, en azından ilk elden kimi ahlak yargılarının doğru kimilerininse yanlış olduğu bellidir. Bu durumda ahlak önermelerinin doğru ya da yanlış yargıları dile getirdiği, bu nedenle de bildirme-tümceleri olduğu söylenebilir.
Doğru ya da yanlış olarak ayırt edilebilen önermelerin doğruluk değerlerinin belirli bir alandaki olgulara bakılarak belirlenebileceği kuşku götürmez. Ahlak yargıların biçimi ve içeriği, bu yargıların belirli olgulara denk geldiğini göstermektedir.
Örneğin, Bay E.'nin adam öldürmesi yanlıştır türünden bir yargının doğruluğu cinayetin yalnızca Bay E. için yanlış olduğuna değil, adam öldürmenin yanlış olduğuna dayanır. Bu anlamda tek tek ahlak yargılarının daha genel yargılann bir sonucu olduğu ve her ahlak yargısının bildirme kipinde olduğunu, dolayısıyla da içeriğinde bir bilgi taşıdığı söylenebilir. Bu bilginin, gerçekliği olan bir olguya ilişkin olduğu için doğru ya da yanlış olarak değerlendirilebileceğinden de söz edilebilir. Bu durumda, çoğu ahlak yargılanmızm kaynağının ahlaksal nitelikler, ahlak bilgisi, ahlak olguları olduğu açıktır. Yine, iyilik ödülü hak eder; hiç kimse yanlış olduğunu bilmediği eylemlerinden ötürü sorumlu tutulamaz; suçun derecesi cezanın derecesini de belirler gibi ahlak yargılarımızda gönderme yaptığımız ahlaksal nitelikler, ahlak bilgisi, ahlak olgulan vardır. Yani ahlak yargılarımızın biçimi ve içeriği bir ahlak bilgisinin olduğunu, yargılarımızın bir bilgi içeriği taşıdığını göstermektedir. Örneğin, hükümetin zorunlu tasarruf uygulaması adaletsizdir türünden bir yargı hem doğru ya da yanlış denebilecek bir bilgi içeriği taşımakta hem de belirli bir ahlaksal niteliği, yani adaletsizliği bir kuruma ya da bir kişiye ya da bir siyasal yapıya yüklemektedir. Burada akla gelebilecek soru, ahlak yargısında bulunan birinin aslında duygularını ya da isteklerini dile getirip getirmediğidir. Yani, bildirme kipinde dile getirilmiş ahlak yargılarının aslında biçim değiştirmiş buyruk, kural ya da beğeni türünde tümceler olup olmadığı sorusudur. Başka bir deyişle 'Bunu yapmak yanlıştır' türünden bir ahlak yargısının aslında 'Bunu yapma' gibi emir kipinde bir buyruğun ya da 'Bunu yapmaktan sakın' gibi kuralcı kipte bir sözün biçim değiştirmiş bir anlatımı olduğu söylenebilir. Ama böyle varsayımlara karşı şu gerçeğin altının çizilmesi gerekir: Birisi bir ahlak yargısında bulunurken, kendi duygularını dile getirmek isteğinde bulunmayabilir ya da başkalarının davranışını etkilemek umudunda ya da niyetinde olmayabilir. Örneğin, benim ahlak görüşüm sorulduğunda, zorunlu olarak beğenilerimi dile getirmek ya da başkalannı etkilemek amacı gütmeksizin, belirli ahlaksal yargıları söyleyerek kendi ahlak anlayışımı anlatabilirim. Kısaca söylemek gerekirse, ahlak yargılarımızı sanki belirli ahlak olguları varmış ve biz de onlara göre davranıyormuşuz gibi oluştururuz. Bu hem kendimiz açısından hem de başkalarıyla olan ilişkilerimiz açısından geçerlidir. Toplum içerisindeki davranışlarımızı belirli biçimlere sokan ahlaksal zorunluluklarla sık sık karşılaşırız.