TAŞKÖPRÜLÜZÂDE VE KATİP ÇELEBİYE GÖRE TÜRK KÜLTÜRÜNDE FELSEFENİN YERİ
|
Murtaza KORLAELÇÎ
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi 1495 yılmda Bursa'da doğmuştur. Künyesiîsamüddin'dir. Ibn Kemal, Ebussuud Efendi ve Kınahzâde Ali Çelebi gibi XVI. yüzyıla şeref veren büyük alimlerimizdendir. Babası cihetinden Taşköprülü olduğuiçin Taşköprülüzâde olarak ün yapan düşünürümüzün babası, Muslihiddin MustafaEfendi de öndegelen alimlerimizden olup, Yavuz Sultan Selim (1466-1520)'in hocasıdır.
Ahmet Isamüddin Efendi (Taşköprülüzâde), babası ve diğer alimlerden öğrenimini tamamladıktan sonra tedris hayatına atılmış, Saha medreselerine müderrislik etmiştir. Tefsir, edebiyat kelâm, terceme-i ahval başta olmak üzere diğer birtakım ilimlerde ihtisas sahibidir, istanbul kadısı iken gözleri görmez olmuş, dokuz yıl bu hal üzere yaşamış,1561'de amâ olarak vefat etmiştir.
Taşköprülüzâde ilimleri ana hatları ile şöyle tasnif ediyor:
A- Serî ilimler. Bunlar ancak peygamberlerden elde edilirler.
B- Serî olmayan ilimler. Bunlar da aklen elde edilip, müstakil olurlar.
Serî ilimlerin tamamı öğülmüş olan ilimlerdir. Bunlardan kitap, sünnet, icma ve kıyas gibi ilimler asıl ilimlerdir. Fıkhî meseleler, nahiv, meanî ve hat gibi ilimler de ikinci derecedeki ilimlerdir. Serî ilimlerin korunması (hıfzı) bu alet ilimlerine bağlı olduğu için, bunlar zaruridir.
Taşköprülüzâdeye göre hiçbir ilim, ilim olması bakımından zemmedilmiş olmaz. Ancak zemmedilmesi birkaç şeyden dolayıdır. Bunlardan biri şudur: Bir ilme başlayan, 6 ilmi idrake kadir olamazsa o kimse için bu ilim zemmedilmiş ilimlerden olur. Felsefe ilimleriyle meşgul olanların çoğu böyledir. Hakikati, hakikat olmayandan temyize kadir olamıyor. Düşünürümüzün bu fikri eleştiriye açıktır. Çünkü sadece felsefede değil, diğer birçok ilimlerde de yeni başlayanlar, o ilmi idrake kadir olamamaktadır. Dolayısıyla belirtilen bu ölçü çok da sıhhatli görünmemektedir, ikinci olarak halka zarar vermeye vesile olan sihir ve tdsimat ile halkı vehme düşüren ilimler de zemmedilmiş ilimlerdendir.
"İlim, merd-i mütekebbire hasımdır. Ondan yararlanmak ihtimali yoktur,"
diyerek ilimde tevazuun gerektiğini belirten düşünürümüze göre, her ilmin bir şerefi vardır. Bu şeref ya semeresinden dolabıdır, veya delillerinin kuvvet ve sağlamlığından dolayıdır. Birincisi din ilimleridir, çünkü bunların semeresi ebedî hayattır. Dolayısıyla bu hayatın sonu yoktur. Bu nedenle diğerlerinden daha şereflidir. İkincisi ise tıp ilmidir. Bunun semeresi de bedenin hayatıdır. Bu hayat ise ölüm zamanına kadardır. Allah Teala'nın, meleklerinin, kitaplarının ve Resullerinin ilimleri, semere cihetinden en şerefli ilimlerdir. Çünkü bunların meyvesi saadet-i ebediye ve devlet-i uhreviyedir.
Ma'rifetullah, gayelerin gayesi ve bütün saadetlerin başıdır. Bu ilim hürdür. Başkasına hizmet etmez. Fakat diğer bütün ilimler ona hizmetçidir. Bununla beraber düşünürümüze göre Allah demekten maksat mücerret dil adalesini kımıldatmak ile, o şerefli kelimeyi zikir ve irad değildir. Zira uzuvlann hareketi fayda vermez. Allah bilgisi ve sevgisi kalpde devamlı olup, tesirini devam ettirdikçe yararlı olur. Kalpte meydana gelen bu tesire itikat denilir ki iman ile isimlendirilir.
Görüldüğü gibi Allah bilgisini imana bağlayan Taşköprülüzâde, nazarî hikmet(felsefe) hakkındaki görüşlerini de şöyle belirtiyor: "Bilinmiş ola ki nazarî hikmet ilimlerinde, bir şeyin künhünü ve hakikatanı anlamak için araştırma, ya hem hariçte hem de bahis katında maddeden münezzeh olan bir varlık üzerinde yapılır; veya dışarda maddesi (maddeye mukarin) olup fakat bahiste maddesi olmayan bir varlık üzerinde yapılır; veyahut da hem dışarda, hem de bahiste maddesi olan bir varlık üzerinde yapılır. Birinci kısım, ilahiyattan bahsettiği için (ilm-i ilâhî) olarak isimlendirilir. Konusu maddeden mücerret olduğu için buna ilm-i âlâ da denilir. Tabiat ilimlerinden sonra okunması yönüyle (ilm-i mabadettabiiyye = metafizik) olarak da isimlendirilir. İkinci kısım, nefisler evvela onunla riyazat olunmaya alışmış olduğu için /ilm-i riyazi) olarak isimlendirilir. Zira nefisler, ilkin kesin bilgiye alışsın diye, öğretime onunla başlarlardı. Hatta öğretimde mantıktan önceye bile alınırdı. Üçüncü kısım, cisimlerin yapılarından (tabiatlarından) bahsettiği için (ilm-i tabîî) olarak isimlendirilir. Ayrıca bütünüyle madde ile ilgili olduğu için de (ilm-i edna) olarak da isimlendirilir."
Düşünürümüze göre hikmet ilimlerinin aslını, belirtilen üç ilim teşkil eder. Bunların herbirinin de birçok dallan vardır. Ancak hikmet kelimesinin eski anlamını yitirmesini de pek tasvip etmeyen Taşköprülüzâde şöyle diyor: "Eskiden hikmet hayr-ı kesir addolunurdu. Nitekim Kur'an'da Kelâm-ı Rabb-ı Celîl buna natık olup " (Allah) hikmeti dilediği kimseye verir. Kime de hikmet verilirse, şüphesiz ona çok hayır verilmiş demektir. Akıl sahiplerinden başkası düşünemez." buyurmuştur.
Hz.Risaletpenah da şöyle buyurmuştur: "Kişinin hikmetten bir kelime öğrenmesi, onun için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." Şimdi ise hikmet tabibe, şaire ve müneccime naklolunmuşlar. Hatta şol taifeye de ki çarşı ve sokakta halka, kur'a yuvarlayarak remi ilmi yapanlara da hakîm denildi, imdi nazar eyle ki nakl-i evvel kande, nakl-i sanî kandedir."
Felsefe (hikmet) ilimleri ile serî ilimlerin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu, aralarında hakikatte bir ihtilaf olmadığını savunan Taşköprülüzâde bu husustaki fikirlerini de şöyle sergiliyor: "Zanneyleme ki ulûm-ı hikemiye muhalif-i ulûm-ı şeriyye ola, değildir. Bilâ hilaf ancak birkaç mesail-i yesirededir, kesirede değildir. Bazı mesail gerçi zahiren muhaliftir. Lâkin tahkik olunursa her veçhile muvafık, herbiri diğeri ile musafih (el sıkışmış) ve muaniktir (kucaklaşarak birbirinin boynuna sarılmışlardır.)
Görüldüğü gibi felsefe ile şen ilimlerin, biraz derinliğine araştırılırsa, birbirinden ayrılmaz iki dost olduklarını kabul eden düşünürümüz, îdris aleytıisselâm'ı bütün nazarî hikmetlerde (felsefede), külli üstad kabul etmektedir. Ona göre Allah, Idris aleyhisselâm'a nübüvvet ve hikmetle beraber yıldız ilmini de vermiştir. 72 dil konuşan Idris aleyhisselâm, Hermes veya Heramis diye isimlendirilir. Yunanlılar da Ermiş dediler.
Böylece felsefeyi bir peygamber ile başlatan Taşköpürülüzâde hikmet sultanlarını sayarken de şöyle diyor: "Malum ola ki hikmet sultanlarından biri de Eflatundur. Yunan'da olan hikmet direklerinin efdalıdır."
Düşünürümüze göre Platon hikmeti, Fisagor ile Sokrat'tan almıştır. Eflatun'un talebesi Aristotales de hikmet üstadlarındandır. Aristotales kelimesinin manası hikmeti sever, yahut fazıl, kâmil demektir. (....) Onun ölümünden sonra şehir halkı, zor işleri olduğu zaman, kabri başında toplanırlar, müşkillerini giderirlerdi. Öyle inanırlardı ki onun kabrinin bereketi, fikirlerini düzeltir ve akıllarını çoğaltır.
Taşköprülüzâde iki tane Batılı hikmet üstadı saydıktan sonra müslüman filozofları ele alıyor. Bunların en önde geleni Farabi'nin mertebesine nail olamamıştır. Farabi Türktür. Bağdad'a sonradan gelmiştir. Arapçayı da bilmiyordu, sonradan öğrenmiştir. Felsefeyle (ilm-i hikmetle) çok meşgul oldu. Ebu Bişr Matta bin Yunus el-Hakîm'in hizmetine girdi. Mantik ilminde, Aristotales "in kitabının şerhinde 70 sayfayı onunla birlikte okudu. (...) Daha sonra mantık bilgisinin bir kısmını da Harran şehrinde Hakîm Nasırî Ebî Hanna Ibn Haylân'dan aldı. Daha sonra Bağdad'a gelip felsefe ilimlerini okudu. Rivayete göre Aristoteles'in Kitâb el-Nefs (De Anima)ini elde edenler, üzerinde Farabi'nin hattı ile "ben bu kitabı 200 kere okudum" ifadesinin yazılı olduğunu görmüşlerdir. Aristoteles'in bu kitabı ruhla ilgilidir. Farabi'nin "Aristoteles'in el-Sema' el-Tabîî (Physica)sini 40 kere okuyup yine tekrara muhtacım. Eğer ben Aristoteles'e yetişmiş olsaydım öğrencilerinin en büyüğü olurdum" dediği rivayet edilmektedir."
Düşünürümüz Farabi'den sonra hikmet üstadı olarak Ibn Sina, îmam-ı Fahrürrazi, Nasır-ı Tusî, Şehabeddin Suhreverdî, Seyyid Şerif Cürcanî, Celâleddin Devvânî, Osmanlı alimlerinden Muslihiddin Mustafa ve Hocazâde'nin isimlerini saymaktadır.
Taşköprülüzâde'ye göre ilmin bazısına meyledip, diğer kısmına düşmanlık yapmak büyük bir cehalettir. Bilmediğini hor görüp küçümsemek ilim adamına yakışmayan bir tavırdır. Meselâ, bütün ilimlerin aslı ve etrafında dönüp dolaştıkları nokta; zihinlerin ve anlayışların düzenleyicisi ve ölçüsü olan Mantık ilmidir. Buna rağmen Mantığın zemmedilip küçük görülmesi bu kabildendir. Düşünürümüz bu tutumun, islâm âleminde vukubuluşunu şöyle ifade ediyor: "Ebu Hayyan Bahr isimli tefsirinde yazmıştır ki Endülüs yarımadasında ikamet eden mantık ilmi erbabı, fukahanın saldırı ve hücumundan korktuklarından keşf-i râz etmeyip (gizli bir şeyi ortaya çıkarmayıp) Mantıktan, mefal diye bahseder ve bu veçhile ibareleri değiştirirlerdi. Hatta bazı vezirler oğluna bir mantık kitabı satın almak istediklerinde, korkularından fukahadan gizlerlerdi.
Taşköprülüzâde'ye göre bu şekilde, ilimlerin değerini inkâr edip başkalarını takliden onları zemmeylemek kabulü mümkün olmayan bir harekettir. Bu hususta Hz.Ali (R.A.)'nin şu görüşü gereğince hareket etmelidir: "Hakkı, halk ile bilme, evvelâ hakkı bil sonra ehlini bilirsin." Bir ilim ne kadar zemmedilirse edilsin sahibi, faydasından tamamıyla mahrum olmaz, diyen Taşköprülüzâde şöyle devam ediyor:
"ilim ismi takılan her şey öğülen ilimlerden değildir. Bil ki ulûmdan her nesneki şeriata muhalif ola elbetteki mezmumdur. Lakin şol kimse ki kalbinde şeriat kaidelerini tam derinliği ile bile, ve kalbi Nebi-i Kerîmin azameti ile dolu olup hıfz-ı kitab ve sünnet ve zapt-ı furu'-i ahkâm-ı şeriat ile akîde ve dinini takviyet eyleye ona felsefe ilmine nazar etmek helâldir. Fakat iki şartla: Evvela onların şeriata muhalif olan meseleleri ile uğraşmaya. Eğer uğraşırsa, öbürünü redde kudret niyetine mütaala etmek gerektir. İkinci olarak onların sözlerini İslâm âlimlerinin sözleri ile mecz ve ol cevherden yapılmış hoş su kabını murdar bir çanak parçası eylemeye. Pahası ağır olan ömrü onu tahsile harç eylemeye. Gerçekten, hakla batıl ve sahih ile fasid-i âtıl arasını farketmeye kudret hasıl olmadığı için umum müslümanlara zarar azim olmuştur. (...) Ama selef âlimlerinden lmam-ı Gazâlî ve lmam-ı Razî ve onların emsali, Allah onlara rahmet eylesin, gerçekten kelâm kitaplarını hikmet ile mecz eylemişlerdir. Lakin redd-i tank-ı fesadı sedd içindir."
Görüldüğü gibi Taşköprülüzâde felsefeyle uğraşmayı birtakım şartlara bağlıyor. Ancak kendisi "Mevzuatu'1-Ulûm" isimli eserinin birçok yerinde, iddiasını kuvvetlendirmek için Antik Yunan filozoflarının görüşlerini ileri sürüyor. Meselâ ilim öğrenmenin şartlannı belirtirken şöyle diyor: "Zenon itti ki Aristotalis'ten işittim, der idi ki üstadım Flaton'dan işittim. 01 dahi üstadı Sokrat'tan işîtmiştir, der idi ki hikmeti öğrenmeye azimet ve niyet eden kimseye layık olur ki taze civan ve âsûda kalpli olup sahûhu'l-mizaç ola ve dünya lezzetlerini idrake iltifat eyleyemeye. İlme muhabbeti bir mertebe ola ki ilim üzerine bir nesneyi tercih ve ihtiyar edüp onun erbabı ile yar olmaya" İlmin önemini belirtirken de kendi görüşlerini teyid için şöyle diyor: "Nitekim Flaton-ı ilâhî demiştir ki hiçbir kötü ilim yoktur ki cehil ondan daha kötü olmasın." İlim sahibi bir kimsenin, başkasından takdir beklememesi hususundaki görüşlerini kuvvetlendirmek için, Platon'un şu sözlerini naklediyor: "Nitekim Eflatun demiştir: Senin gayrın seni bilmediği, senin kendine, âlim olduğuna zarar vermesin. Yani, kendinde ilim var idigüne âlim isen, gayrın bilmediğinden sana zarar yoktur ki elem çekesin."
Buraya kadar vermeye çalıştığımız bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Taşköprülüzâde'ye göre felsefe, tercümeler yoluyla İslâm alemine nakledildikten sonra en kuvvetli koruyucu ve açıklayıcısını Müslüman Türklerde bulmuştur. Bunların en başta gelenleri Farabi ve İbn-i Sina'dır, felsefe, seriate muhalif görülen yönleriyle tasvip görmezken, seriate muhalif olmayan yönleri ile Türk kültüründe, zaman zaman en yüksek mevkini almıştır, denilebilir. Ateist olmayan felsefenin serî ilimlerle uyuştuğu savunulmuş, hatta biraz sonra göreceğimiz Kâtip Çelebi (1609 -1657)'ye göre felsefe, Müslüman Türk ilim dünyasının en kuvvetli canlandırıcısı
olmuştur.
KÂTİP ÇELEBİ (1609-1657)
Bilindiği gibi, Kâtip Çelebi'nin asıl ismi Mustafa olup, Hacı Halife lakabı ile tanınmaktadır. İstanbul'da doğmuştur. Babası Abdullah, Enderun'da silahtardır. Kırımlı imam Isa Halife'den din, llyas Hocadan Arap grameri dersleri aldı. 1623'te divan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine kâtip oldu. Babasının yanında Tercan seferine katıldı (1624). Bağdad'ın alınışında bulundu (1626). Dönerken babası Musul'da öldü. Kâtip Çelebi, Diyarbakır'da bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geldi. Kadızâde'den dersler aldı. Arapça ve Farsça bilen Kâtip Çelebi, Şeyh Muhammed Ihlâsî'nin yardımı ile Latince ve Fransızca kaynaklardan yararlandı. Birçok değerli
eserler yazdı. 1657'de istanbul'da vefat etti.
Kâtip Çelebi'ye göre beşerî ilimlerin ilgisi bilinmeyen Mutlak'ın varlığı veya yokluğu üzerinedir. Var olan Mutlak, mutlak maddeden müstağni olursa, bu tür ilişkilerle ilgili araştırma sahalarına (mübahase)+ îlm-i ilâhî denir. Bu ilmin birçok şubesi vardır. Bu sahada araştırma yapanlar ya hakimlerdir veya mütekelîimlerdir. Var olan zihinde maddeden müstağnî, dışarda maddeye mutaç olursa bununla ilgili araştırma sahalarına İlm-i Riyazi denir. Bu ilim dört kısımdır: Sayı, astronomi/hey'et, geometri ve musikî. Bunların herbirinin de birçok şubeleri vardır. Var olan hem zihinde hem de dışarda mutlak maddeye muhtaç olursa bununla ilgili araştırma sahalarına îlm-i Tabu denir. Bu ilmin de şubeleri çoktur.
Kâtip Çelebi'ye göre bütün nazarî ve aklî ilimler bu kısımların dışında değildir. Bunlardan fikir ve nazar yoluyla bahsolunur. Fikirde hatadan korunmak için istidlal ve nazarı (düşünmeyi), kitap haline getirip ismine llm-i Mizan veya îlm-i Mantık dediler. Mantık ilimlerin mizan ve miyarıdır. Seyyid Şerif Cürcanî'ye göre ilmini mantıkla değerlendirip ölçmeyen alimin ilmine saygı gösterilip itibar edilmez.
Düşünürümüze göre mantık ilmi "maksud-ı bizzat değil, makasıdı tahsile vesile ve alettir. Yaratılışın başlangıcından beri bütün milletler arasında kabul edilmiş zarurî, hakikî ve burhanı bir ilimdir."
Fakat serî ilimler ki, bu asırda murad, Islâmî ilimlerdir. Ya maksud-ı bizzattır veya onu tahsile vesiledirler. Maksud-ı bizzat olmayanlar ulum-i edebiye ve ulum-i arabiyedir. Maksud-ı bizzat olanlar ise Kur'an, Tefsir ve Hadistir. Kelâm bunların furu'udur. Müteahhirîn mebahis-i hikemiyeyi de kelâma karıştırmışlardır.
"Aklî ve hikmet ilimlerinden bî behre olan, diğer ilimlere tamamıyla vakıf olamaz" diyen Kâtip Çelebi bu bilgileri verdikten sonra felsefi ilimlerin inkarının nasıl ortaya çıktığını şöyle açıklıyor: "...Bundan sonra halk arasında şayi olan inkarın aslına gelelim. Sadr-ı Islâmda Sahâbe-i Kiram Hz. Peygamber (S.A.V.)'den ahz ve rivayet ettikleri kitap ve sünnete teşebbüs edip, kavaid-i Islâmiye rusuh ve istihkâm bulmadan gayri ilimlerle meşgul olmayı tecviz etmediler. Onlann vyasaklanması hususunda da şiddet gösterdiler. (...) Zira böyle olmasa halk, Kitabullah ve Sünnet-i Resulillahî hıfzdan kalıp, diğerleri ile meşgul olurlardı. Ve kavid-i Islâmiye bu mertebe rusuh ve istihkâm bulmazdı. Sadr-ı evvelde onlar ol maslahatı gördüler. Sadr-ı sanide ve saliste tabiîn edille-i şeriyyeden ahkam-ı îlâhiyeyi istimbat edüp yazdılar ve çizdiler."
Böylece îslâmî ilimler kitap halinde yazılıp çizilerek sağlama bağlandıktan sonra, diğer ilimlerle karıştırılma tehlikesi ortadan kalktı. Bundan sonra gelen büyük islâm alimleri, eşyanın hakikati ilmini bilmenin müslümanlar için de çok önemli olduğunu açıkladılar. Bunun üzerine Emevî ve Abbasîler döneminde felsefeyle (ulum-ı evail) ilgili kitapların tercümeleri yapıldı. Salim fıtrat, sağlam akıl sahipleri her asırda onları okuyup tahsil ettiler. Hikmet ile şeriatı cemeden /birleştiren) araştırmacıların eserleri her asırda meşhur ve muteber olup, revaç buldu. lmam-ı Gazâlî, Imam-ı Fahrürrazî, allame Aduddin ve etbaı, Kadı Beydavî, Şirazî, Kütbüddin Razî ve Sa'deddin Teftazzanî, Seyyid Şerif Cürcanî ve öğrencileri büyük araştırmacılar makamına ulaşıp yalnız bir fende kalmadılar.
İşin gerçek yönü böyleyken, Kâtip Çelebi'ye göre, birçok boş kafalı (hali-yüz-zihn) kimseler, sadr-ı evvelde, karıştırılır endişesiyle yapılan yasaklamayı görünce taş gibi donup kaldılar; aslını araştırıp düşünmeden felsefî ilimleri red ve inkar ederek zemme başladılar. Yeri göğü bilmez cahil iken âlim geçindiler. Bu tip insanlar "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtamilini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar." Ayet-i Kerîmesindeki nazarı (düşünmeyi), bakar gibi gözle bakmak sandılar.
Sultan Süleyman Han zamanında hikmet ile şerîatı cemeyleyen (birleştiren) âlimler şöhret sahibi idi. Fatih Sultan Mehmet Han, Semaniye Medreselerini yaptırınca Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin öğrenimini vakfiyesine şart olarak kaydetmişti. Daha sonra gelenler, "bu dersler felsefiyattır" diyerek kaldırıp yerine Hadiye ve Ekmel derslerinin öğrenimini makul buldular. Yalnız ona akla uygun gelmeyen kısaltmalar yapmakla (ana iktisar-ı na ma'kûl olmağla) ne felsefiyat ve ne de Hidaye ve Ekmel kaldı.
Kâtip Çelebi bu husustaki görüşlerini Keşf-üz-Zunun isimli eserinde daha açık bir şekilde şöyle ifade ediyor: "Diyorum ki felsefe ve hikmet ilimleri, İslam'ın fethinden sonra, Osmanlı Devletinin orta devrelerine kadar Anadolu'da da faydalı oldu. Bu asırlarda kişinin şerefi, aklî ve naklî ilimlerde elde ettiği bilgiler ve bu sahadaki tahsilinin miktarı ile orantılı idi. Bu asırda hikmet ve şeriatı birleştiren allâme Şemseddin Fenan, Fazıl Kadızâde Rumî, allâme Hocazâde, allâme Ali Kuşçu, Fazıl Ibn Müeyyed, Mirim Çelebi, allâme Ibn Kemal ve FAzıl Kınalızâde gibi derin (fuhûl) âlimler vardı. Kmahzâde bunların sonuncusudur. Gerileme devri başlayınca, bazı müftülerin, felsefeyi tedristen kaldırıp, onun yerine Hidaye ve Ekmel derslerini koymaları sebebi ile ilimlerin rüzgarı durdu. İlimler bütünüyle yok oldu."
Buraya kadar verilen bilgilerden açıkça anlaşılacağı gibi Kâtip Çelebi'ye göre felsefe, diğer milletlerin kültürlerinde olduğu gibi Türk kültüründe de önemli bir yer işgal etmektedir. Osmanlı Medreselerinde ilmin sönmesi, felsefenin tedrisattan kaldırılmasıyla vukubulmuştur. Gerçek felsefenin, bugünkü kültürümüz için de aynı önemi taşıdığını söylemekle yanılacağımızı sanmıyorum.
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi 1495 yılmda Bursa'da doğmuştur. Künyesiîsamüddin'dir. Ibn Kemal, Ebussuud Efendi ve Kınahzâde Ali Çelebi gibi XVI. yüzyıla şeref veren büyük alimlerimizdendir. Babası cihetinden Taşköprülü olduğuiçin Taşköprülüzâde olarak ün yapan düşünürümüzün babası, Muslihiddin MustafaEfendi de öndegelen alimlerimizden olup, Yavuz Sultan Selim (1466-1520)'in hocasıdır.
Ahmet Isamüddin Efendi (Taşköprülüzâde), babası ve diğer alimlerden öğrenimini tamamladıktan sonra tedris hayatına atılmış, Saha medreselerine müderrislik etmiştir. Tefsir, edebiyat kelâm, terceme-i ahval başta olmak üzere diğer birtakım ilimlerde ihtisas sahibidir, istanbul kadısı iken gözleri görmez olmuş, dokuz yıl bu hal üzere yaşamış,1561'de amâ olarak vefat etmiştir.
Taşköprülüzâde ilimleri ana hatları ile şöyle tasnif ediyor:
A- Serî ilimler. Bunlar ancak peygamberlerden elde edilirler.
B- Serî olmayan ilimler. Bunlar da aklen elde edilip, müstakil olurlar.
Serî ilimlerin tamamı öğülmüş olan ilimlerdir. Bunlardan kitap, sünnet, icma ve kıyas gibi ilimler asıl ilimlerdir. Fıkhî meseleler, nahiv, meanî ve hat gibi ilimler de ikinci derecedeki ilimlerdir. Serî ilimlerin korunması (hıfzı) bu alet ilimlerine bağlı olduğu için, bunlar zaruridir.
Taşköprülüzâdeye göre hiçbir ilim, ilim olması bakımından zemmedilmiş olmaz. Ancak zemmedilmesi birkaç şeyden dolayıdır. Bunlardan biri şudur: Bir ilme başlayan, 6 ilmi idrake kadir olamazsa o kimse için bu ilim zemmedilmiş ilimlerden olur. Felsefe ilimleriyle meşgul olanların çoğu böyledir. Hakikati, hakikat olmayandan temyize kadir olamıyor. Düşünürümüzün bu fikri eleştiriye açıktır. Çünkü sadece felsefede değil, diğer birçok ilimlerde de yeni başlayanlar, o ilmi idrake kadir olamamaktadır. Dolayısıyla belirtilen bu ölçü çok da sıhhatli görünmemektedir, ikinci olarak halka zarar vermeye vesile olan sihir ve tdsimat ile halkı vehme düşüren ilimler de zemmedilmiş ilimlerdendir.
"İlim, merd-i mütekebbire hasımdır. Ondan yararlanmak ihtimali yoktur,"
diyerek ilimde tevazuun gerektiğini belirten düşünürümüze göre, her ilmin bir şerefi vardır. Bu şeref ya semeresinden dolabıdır, veya delillerinin kuvvet ve sağlamlığından dolayıdır. Birincisi din ilimleridir, çünkü bunların semeresi ebedî hayattır. Dolayısıyla bu hayatın sonu yoktur. Bu nedenle diğerlerinden daha şereflidir. İkincisi ise tıp ilmidir. Bunun semeresi de bedenin hayatıdır. Bu hayat ise ölüm zamanına kadardır. Allah Teala'nın, meleklerinin, kitaplarının ve Resullerinin ilimleri, semere cihetinden en şerefli ilimlerdir. Çünkü bunların meyvesi saadet-i ebediye ve devlet-i uhreviyedir.
Ma'rifetullah, gayelerin gayesi ve bütün saadetlerin başıdır. Bu ilim hürdür. Başkasına hizmet etmez. Fakat diğer bütün ilimler ona hizmetçidir. Bununla beraber düşünürümüze göre Allah demekten maksat mücerret dil adalesini kımıldatmak ile, o şerefli kelimeyi zikir ve irad değildir. Zira uzuvlann hareketi fayda vermez. Allah bilgisi ve sevgisi kalpde devamlı olup, tesirini devam ettirdikçe yararlı olur. Kalpte meydana gelen bu tesire itikat denilir ki iman ile isimlendirilir.
Görüldüğü gibi Allah bilgisini imana bağlayan Taşköprülüzâde, nazarî hikmet(felsefe) hakkındaki görüşlerini de şöyle belirtiyor: "Bilinmiş ola ki nazarî hikmet ilimlerinde, bir şeyin künhünü ve hakikatanı anlamak için araştırma, ya hem hariçte hem de bahis katında maddeden münezzeh olan bir varlık üzerinde yapılır; veya dışarda maddesi (maddeye mukarin) olup fakat bahiste maddesi olmayan bir varlık üzerinde yapılır; veyahut da hem dışarda, hem de bahiste maddesi olan bir varlık üzerinde yapılır. Birinci kısım, ilahiyattan bahsettiği için (ilm-i ilâhî) olarak isimlendirilir. Konusu maddeden mücerret olduğu için buna ilm-i âlâ da denilir. Tabiat ilimlerinden sonra okunması yönüyle (ilm-i mabadettabiiyye = metafizik) olarak da isimlendirilir. İkinci kısım, nefisler evvela onunla riyazat olunmaya alışmış olduğu için /ilm-i riyazi) olarak isimlendirilir. Zira nefisler, ilkin kesin bilgiye alışsın diye, öğretime onunla başlarlardı. Hatta öğretimde mantıktan önceye bile alınırdı. Üçüncü kısım, cisimlerin yapılarından (tabiatlarından) bahsettiği için (ilm-i tabîî) olarak isimlendirilir. Ayrıca bütünüyle madde ile ilgili olduğu için de (ilm-i edna) olarak da isimlendirilir."
Düşünürümüze göre hikmet ilimlerinin aslını, belirtilen üç ilim teşkil eder. Bunların herbirinin de birçok dallan vardır. Ancak hikmet kelimesinin eski anlamını yitirmesini de pek tasvip etmeyen Taşköprülüzâde şöyle diyor: "Eskiden hikmet hayr-ı kesir addolunurdu. Nitekim Kur'an'da Kelâm-ı Rabb-ı Celîl buna natık olup " (Allah) hikmeti dilediği kimseye verir. Kime de hikmet verilirse, şüphesiz ona çok hayır verilmiş demektir. Akıl sahiplerinden başkası düşünemez." buyurmuştur.
Hz.Risaletpenah da şöyle buyurmuştur: "Kişinin hikmetten bir kelime öğrenmesi, onun için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." Şimdi ise hikmet tabibe, şaire ve müneccime naklolunmuşlar. Hatta şol taifeye de ki çarşı ve sokakta halka, kur'a yuvarlayarak remi ilmi yapanlara da hakîm denildi, imdi nazar eyle ki nakl-i evvel kande, nakl-i sanî kandedir."
Felsefe (hikmet) ilimleri ile serî ilimlerin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu, aralarında hakikatte bir ihtilaf olmadığını savunan Taşköprülüzâde bu husustaki fikirlerini de şöyle sergiliyor: "Zanneyleme ki ulûm-ı hikemiye muhalif-i ulûm-ı şeriyye ola, değildir. Bilâ hilaf ancak birkaç mesail-i yesirededir, kesirede değildir. Bazı mesail gerçi zahiren muhaliftir. Lâkin tahkik olunursa her veçhile muvafık, herbiri diğeri ile musafih (el sıkışmış) ve muaniktir (kucaklaşarak birbirinin boynuna sarılmışlardır.)
Görüldüğü gibi felsefe ile şen ilimlerin, biraz derinliğine araştırılırsa, birbirinden ayrılmaz iki dost olduklarını kabul eden düşünürümüz, îdris aleytıisselâm'ı bütün nazarî hikmetlerde (felsefede), külli üstad kabul etmektedir. Ona göre Allah, Idris aleyhisselâm'a nübüvvet ve hikmetle beraber yıldız ilmini de vermiştir. 72 dil konuşan Idris aleyhisselâm, Hermes veya Heramis diye isimlendirilir. Yunanlılar da Ermiş dediler.
Böylece felsefeyi bir peygamber ile başlatan Taşköpürülüzâde hikmet sultanlarını sayarken de şöyle diyor: "Malum ola ki hikmet sultanlarından biri de Eflatundur. Yunan'da olan hikmet direklerinin efdalıdır."
Düşünürümüze göre Platon hikmeti, Fisagor ile Sokrat'tan almıştır. Eflatun'un talebesi Aristotales de hikmet üstadlarındandır. Aristotales kelimesinin manası hikmeti sever, yahut fazıl, kâmil demektir. (....) Onun ölümünden sonra şehir halkı, zor işleri olduğu zaman, kabri başında toplanırlar, müşkillerini giderirlerdi. Öyle inanırlardı ki onun kabrinin bereketi, fikirlerini düzeltir ve akıllarını çoğaltır.
Taşköprülüzâde iki tane Batılı hikmet üstadı saydıktan sonra müslüman filozofları ele alıyor. Bunların en önde geleni Farabi'nin mertebesine nail olamamıştır. Farabi Türktür. Bağdad'a sonradan gelmiştir. Arapçayı da bilmiyordu, sonradan öğrenmiştir. Felsefeyle (ilm-i hikmetle) çok meşgul oldu. Ebu Bişr Matta bin Yunus el-Hakîm'in hizmetine girdi. Mantik ilminde, Aristotales "in kitabının şerhinde 70 sayfayı onunla birlikte okudu. (...) Daha sonra mantık bilgisinin bir kısmını da Harran şehrinde Hakîm Nasırî Ebî Hanna Ibn Haylân'dan aldı. Daha sonra Bağdad'a gelip felsefe ilimlerini okudu. Rivayete göre Aristoteles'in Kitâb el-Nefs (De Anima)ini elde edenler, üzerinde Farabi'nin hattı ile "ben bu kitabı 200 kere okudum" ifadesinin yazılı olduğunu görmüşlerdir. Aristoteles'in bu kitabı ruhla ilgilidir. Farabi'nin "Aristoteles'in el-Sema' el-Tabîî (Physica)sini 40 kere okuyup yine tekrara muhtacım. Eğer ben Aristoteles'e yetişmiş olsaydım öğrencilerinin en büyüğü olurdum" dediği rivayet edilmektedir."
Düşünürümüz Farabi'den sonra hikmet üstadı olarak Ibn Sina, îmam-ı Fahrürrazi, Nasır-ı Tusî, Şehabeddin Suhreverdî, Seyyid Şerif Cürcanî, Celâleddin Devvânî, Osmanlı alimlerinden Muslihiddin Mustafa ve Hocazâde'nin isimlerini saymaktadır.
Taşköprülüzâde'ye göre ilmin bazısına meyledip, diğer kısmına düşmanlık yapmak büyük bir cehalettir. Bilmediğini hor görüp küçümsemek ilim adamına yakışmayan bir tavırdır. Meselâ, bütün ilimlerin aslı ve etrafında dönüp dolaştıkları nokta; zihinlerin ve anlayışların düzenleyicisi ve ölçüsü olan Mantık ilmidir. Buna rağmen Mantığın zemmedilip küçük görülmesi bu kabildendir. Düşünürümüz bu tutumun, islâm âleminde vukubuluşunu şöyle ifade ediyor: "Ebu Hayyan Bahr isimli tefsirinde yazmıştır ki Endülüs yarımadasında ikamet eden mantık ilmi erbabı, fukahanın saldırı ve hücumundan korktuklarından keşf-i râz etmeyip (gizli bir şeyi ortaya çıkarmayıp) Mantıktan, mefal diye bahseder ve bu veçhile ibareleri değiştirirlerdi. Hatta bazı vezirler oğluna bir mantık kitabı satın almak istediklerinde, korkularından fukahadan gizlerlerdi.
Taşköprülüzâde'ye göre bu şekilde, ilimlerin değerini inkâr edip başkalarını takliden onları zemmeylemek kabulü mümkün olmayan bir harekettir. Bu hususta Hz.Ali (R.A.)'nin şu görüşü gereğince hareket etmelidir: "Hakkı, halk ile bilme, evvelâ hakkı bil sonra ehlini bilirsin." Bir ilim ne kadar zemmedilirse edilsin sahibi, faydasından tamamıyla mahrum olmaz, diyen Taşköprülüzâde şöyle devam ediyor:
"ilim ismi takılan her şey öğülen ilimlerden değildir. Bil ki ulûmdan her nesneki şeriata muhalif ola elbetteki mezmumdur. Lakin şol kimse ki kalbinde şeriat kaidelerini tam derinliği ile bile, ve kalbi Nebi-i Kerîmin azameti ile dolu olup hıfz-ı kitab ve sünnet ve zapt-ı furu'-i ahkâm-ı şeriat ile akîde ve dinini takviyet eyleye ona felsefe ilmine nazar etmek helâldir. Fakat iki şartla: Evvela onların şeriata muhalif olan meseleleri ile uğraşmaya. Eğer uğraşırsa, öbürünü redde kudret niyetine mütaala etmek gerektir. İkinci olarak onların sözlerini İslâm âlimlerinin sözleri ile mecz ve ol cevherden yapılmış hoş su kabını murdar bir çanak parçası eylemeye. Pahası ağır olan ömrü onu tahsile harç eylemeye. Gerçekten, hakla batıl ve sahih ile fasid-i âtıl arasını farketmeye kudret hasıl olmadığı için umum müslümanlara zarar azim olmuştur. (...) Ama selef âlimlerinden lmam-ı Gazâlî ve lmam-ı Razî ve onların emsali, Allah onlara rahmet eylesin, gerçekten kelâm kitaplarını hikmet ile mecz eylemişlerdir. Lakin redd-i tank-ı fesadı sedd içindir."
Görüldüğü gibi Taşköprülüzâde felsefeyle uğraşmayı birtakım şartlara bağlıyor. Ancak kendisi "Mevzuatu'1-Ulûm" isimli eserinin birçok yerinde, iddiasını kuvvetlendirmek için Antik Yunan filozoflarının görüşlerini ileri sürüyor. Meselâ ilim öğrenmenin şartlannı belirtirken şöyle diyor: "Zenon itti ki Aristotalis'ten işittim, der idi ki üstadım Flaton'dan işittim. 01 dahi üstadı Sokrat'tan işîtmiştir, der idi ki hikmeti öğrenmeye azimet ve niyet eden kimseye layık olur ki taze civan ve âsûda kalpli olup sahûhu'l-mizaç ola ve dünya lezzetlerini idrake iltifat eyleyemeye. İlme muhabbeti bir mertebe ola ki ilim üzerine bir nesneyi tercih ve ihtiyar edüp onun erbabı ile yar olmaya" İlmin önemini belirtirken de kendi görüşlerini teyid için şöyle diyor: "Nitekim Flaton-ı ilâhî demiştir ki hiçbir kötü ilim yoktur ki cehil ondan daha kötü olmasın." İlim sahibi bir kimsenin, başkasından takdir beklememesi hususundaki görüşlerini kuvvetlendirmek için, Platon'un şu sözlerini naklediyor: "Nitekim Eflatun demiştir: Senin gayrın seni bilmediği, senin kendine, âlim olduğuna zarar vermesin. Yani, kendinde ilim var idigüne âlim isen, gayrın bilmediğinden sana zarar yoktur ki elem çekesin."
Buraya kadar vermeye çalıştığımız bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Taşköprülüzâde'ye göre felsefe, tercümeler yoluyla İslâm alemine nakledildikten sonra en kuvvetli koruyucu ve açıklayıcısını Müslüman Türklerde bulmuştur. Bunların en başta gelenleri Farabi ve İbn-i Sina'dır, felsefe, seriate muhalif görülen yönleriyle tasvip görmezken, seriate muhalif olmayan yönleri ile Türk kültüründe, zaman zaman en yüksek mevkini almıştır, denilebilir. Ateist olmayan felsefenin serî ilimlerle uyuştuğu savunulmuş, hatta biraz sonra göreceğimiz Kâtip Çelebi (1609 -1657)'ye göre felsefe, Müslüman Türk ilim dünyasının en kuvvetli canlandırıcısı
olmuştur.
KÂTİP ÇELEBİ (1609-1657)
Bilindiği gibi, Kâtip Çelebi'nin asıl ismi Mustafa olup, Hacı Halife lakabı ile tanınmaktadır. İstanbul'da doğmuştur. Babası Abdullah, Enderun'da silahtardır. Kırımlı imam Isa Halife'den din, llyas Hocadan Arap grameri dersleri aldı. 1623'te divan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine kâtip oldu. Babasının yanında Tercan seferine katıldı (1624). Bağdad'ın alınışında bulundu (1626). Dönerken babası Musul'da öldü. Kâtip Çelebi, Diyarbakır'da bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geldi. Kadızâde'den dersler aldı. Arapça ve Farsça bilen Kâtip Çelebi, Şeyh Muhammed Ihlâsî'nin yardımı ile Latince ve Fransızca kaynaklardan yararlandı. Birçok değerli
eserler yazdı. 1657'de istanbul'da vefat etti.
Kâtip Çelebi'ye göre beşerî ilimlerin ilgisi bilinmeyen Mutlak'ın varlığı veya yokluğu üzerinedir. Var olan Mutlak, mutlak maddeden müstağni olursa, bu tür ilişkilerle ilgili araştırma sahalarına (mübahase)+ îlm-i ilâhî denir. Bu ilmin birçok şubesi vardır. Bu sahada araştırma yapanlar ya hakimlerdir veya mütekelîimlerdir. Var olan zihinde maddeden müstağnî, dışarda maddeye mutaç olursa bununla ilgili araştırma sahalarına İlm-i Riyazi denir. Bu ilim dört kısımdır: Sayı, astronomi/hey'et, geometri ve musikî. Bunların herbirinin de birçok şubeleri vardır. Var olan hem zihinde hem de dışarda mutlak maddeye muhtaç olursa bununla ilgili araştırma sahalarına îlm-i Tabu denir. Bu ilmin de şubeleri çoktur.
Kâtip Çelebi'ye göre bütün nazarî ve aklî ilimler bu kısımların dışında değildir. Bunlardan fikir ve nazar yoluyla bahsolunur. Fikirde hatadan korunmak için istidlal ve nazarı (düşünmeyi), kitap haline getirip ismine llm-i Mizan veya îlm-i Mantık dediler. Mantık ilimlerin mizan ve miyarıdır. Seyyid Şerif Cürcanî'ye göre ilmini mantıkla değerlendirip ölçmeyen alimin ilmine saygı gösterilip itibar edilmez.
Düşünürümüze göre mantık ilmi "maksud-ı bizzat değil, makasıdı tahsile vesile ve alettir. Yaratılışın başlangıcından beri bütün milletler arasında kabul edilmiş zarurî, hakikî ve burhanı bir ilimdir."
Fakat serî ilimler ki, bu asırda murad, Islâmî ilimlerdir. Ya maksud-ı bizzattır veya onu tahsile vesiledirler. Maksud-ı bizzat olmayanlar ulum-i edebiye ve ulum-i arabiyedir. Maksud-ı bizzat olanlar ise Kur'an, Tefsir ve Hadistir. Kelâm bunların furu'udur. Müteahhirîn mebahis-i hikemiyeyi de kelâma karıştırmışlardır.
"Aklî ve hikmet ilimlerinden bî behre olan, diğer ilimlere tamamıyla vakıf olamaz" diyen Kâtip Çelebi bu bilgileri verdikten sonra felsefi ilimlerin inkarının nasıl ortaya çıktığını şöyle açıklıyor: "...Bundan sonra halk arasında şayi olan inkarın aslına gelelim. Sadr-ı Islâmda Sahâbe-i Kiram Hz. Peygamber (S.A.V.)'den ahz ve rivayet ettikleri kitap ve sünnete teşebbüs edip, kavaid-i Islâmiye rusuh ve istihkâm bulmadan gayri ilimlerle meşgul olmayı tecviz etmediler. Onlann vyasaklanması hususunda da şiddet gösterdiler. (...) Zira böyle olmasa halk, Kitabullah ve Sünnet-i Resulillahî hıfzdan kalıp, diğerleri ile meşgul olurlardı. Ve kavid-i Islâmiye bu mertebe rusuh ve istihkâm bulmazdı. Sadr-ı evvelde onlar ol maslahatı gördüler. Sadr-ı sanide ve saliste tabiîn edille-i şeriyyeden ahkam-ı îlâhiyeyi istimbat edüp yazdılar ve çizdiler."
Böylece îslâmî ilimler kitap halinde yazılıp çizilerek sağlama bağlandıktan sonra, diğer ilimlerle karıştırılma tehlikesi ortadan kalktı. Bundan sonra gelen büyük islâm alimleri, eşyanın hakikati ilmini bilmenin müslümanlar için de çok önemli olduğunu açıkladılar. Bunun üzerine Emevî ve Abbasîler döneminde felsefeyle (ulum-ı evail) ilgili kitapların tercümeleri yapıldı. Salim fıtrat, sağlam akıl sahipleri her asırda onları okuyup tahsil ettiler. Hikmet ile şeriatı cemeden /birleştiren) araştırmacıların eserleri her asırda meşhur ve muteber olup, revaç buldu. lmam-ı Gazâlî, Imam-ı Fahrürrazî, allame Aduddin ve etbaı, Kadı Beydavî, Şirazî, Kütbüddin Razî ve Sa'deddin Teftazzanî, Seyyid Şerif Cürcanî ve öğrencileri büyük araştırmacılar makamına ulaşıp yalnız bir fende kalmadılar.
İşin gerçek yönü böyleyken, Kâtip Çelebi'ye göre, birçok boş kafalı (hali-yüz-zihn) kimseler, sadr-ı evvelde, karıştırılır endişesiyle yapılan yasaklamayı görünce taş gibi donup kaldılar; aslını araştırıp düşünmeden felsefî ilimleri red ve inkar ederek zemme başladılar. Yeri göğü bilmez cahil iken âlim geçindiler. Bu tip insanlar "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtamilini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar." Ayet-i Kerîmesindeki nazarı (düşünmeyi), bakar gibi gözle bakmak sandılar.
Sultan Süleyman Han zamanında hikmet ile şerîatı cemeyleyen (birleştiren) âlimler şöhret sahibi idi. Fatih Sultan Mehmet Han, Semaniye Medreselerini yaptırınca Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin öğrenimini vakfiyesine şart olarak kaydetmişti. Daha sonra gelenler, "bu dersler felsefiyattır" diyerek kaldırıp yerine Hadiye ve Ekmel derslerinin öğrenimini makul buldular. Yalnız ona akla uygun gelmeyen kısaltmalar yapmakla (ana iktisar-ı na ma'kûl olmağla) ne felsefiyat ve ne de Hidaye ve Ekmel kaldı.
Kâtip Çelebi bu husustaki görüşlerini Keşf-üz-Zunun isimli eserinde daha açık bir şekilde şöyle ifade ediyor: "Diyorum ki felsefe ve hikmet ilimleri, İslam'ın fethinden sonra, Osmanlı Devletinin orta devrelerine kadar Anadolu'da da faydalı oldu. Bu asırlarda kişinin şerefi, aklî ve naklî ilimlerde elde ettiği bilgiler ve bu sahadaki tahsilinin miktarı ile orantılı idi. Bu asırda hikmet ve şeriatı birleştiren allâme Şemseddin Fenan, Fazıl Kadızâde Rumî, allâme Hocazâde, allâme Ali Kuşçu, Fazıl Ibn Müeyyed, Mirim Çelebi, allâme Ibn Kemal ve FAzıl Kınalızâde gibi derin (fuhûl) âlimler vardı. Kmahzâde bunların sonuncusudur. Gerileme devri başlayınca, bazı müftülerin, felsefeyi tedristen kaldırıp, onun yerine Hidaye ve Ekmel derslerini koymaları sebebi ile ilimlerin rüzgarı durdu. İlimler bütünüyle yok oldu."
Buraya kadar verilen bilgilerden açıkça anlaşılacağı gibi Kâtip Çelebi'ye göre felsefe, diğer milletlerin kültürlerinde olduğu gibi Türk kültüründe de önemli bir yer işgal etmektedir. Osmanlı Medreselerinde ilmin sönmesi, felsefenin tedrisattan kaldırılmasıyla vukubulmuştur. Gerçek felsefenin, bugünkü kültürümüz için de aynı önemi taşıdığını söylemekle yanılacağımızı sanmıyorum.