MUTEZİLE'DE ZAMAN - 1
|
Kazım SARIKAVAK
İslâm düşünce tarihinde uğraştıkları bütün meselelerde aklı temele alan ilk itikadı mezhep, Mutezile'dir. Bilindiği gibi Mutezile, birçok müsteşrik tarafından da, İslâm'ın rasyonalistleri diye nitelendirilmiştir. Mutezile mensubu düşünürler, farklı çıkışları, farklı yaklaşımlarıyla İslâm tarihinde bir döneme damgasını vurmuşlardır. Haklarında pek çok spekülasyon üretilen mutezile, bugüne kadar varlığını Zeydiye ( Zeydiye: Bu zümre, Zeyd b. Ali (öl.738 -9)'ye tabi olan ve bugün de faal olan siyasi bir şii mezheptir. Zeydiler, şiî fırkalar arasında sünnîlere en yakın olanlarıdır. Zeydiler, Kelâmda mutezifi olmalarının yanında Tasavvufa karşıdırlar. Bazı ibadet konularında ise, diğer şiî mezheplerle ortak özelliklere sahiptirler. Aile Hukuku açısından kendi dışındakileri reddederler. Aynca muta nikahını kabul etmezler) içerisinde devam ettirmiştir. İlk kurucuları Vâsıl b. Ata (öl. 749) ve Amr b. Ubeyd (öl.762) 'den sonra, bu okul içerisinde Ebu'l Huzeyî el-Allâf (Öİ.841), Nazzâm (Öİ.845), el-Câhız (Öİ.869), Kadı Abdulcabbar (Ö1.1Q25), Zamahşeri (öl.1144) gibi pek çok bilgin ve düşünür yer almıştır.
Mutezile'nin çıkış ve gelişme dönemleri oldukça erken tarihlere rastladığından, görüşleri her açıdan önemlidir. Ancak onlann özellikle tabiat meseleleri hakkındaki düşünceleri elbette çok daha fazla önem arzetmektedir. Zira İslâm dünyasında onların ortaya çıktığı dönemlerde henüz ilmî ve felsefî çeviriler, ya hiç başlamamış veya henüz başlamıştır. Bundan dolayı, onların aynı zamanda fiziği ilgilendiren zaman meselesi ve onunla ilgili diğer kavramlar hakkındaki görüşleri oldukça önemlidir.
Burada hemen belirtmemiz gerekir ki, Mutezile'nin zaman konusundaki görüşlerine yönelik, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, belli başlı hiçbir çalışma yoktur. Bu bakımdan bizim bu araştırmamız, bir ilk deneme niteliği taşımaktadır, denebilir.
Mutezile'nin zaman anlayışını izah edebilmek için, önce doğrudan zamanla ilgili hareket, sükûn (durağanlık), mekân ve bu bağlamda tafra gibi kavramlarla zaman-yaratma ilişkisi, kümûn-zuhûr teorilerini açıklamaya çalışacağız. Ayrıca, zaman-başkalaşma ve öncesizlik-sonsuzluk (kıdem-beka) münasebetleri hakkındaki görüşlerini de zaman merkezli anlatmaya çalışacağız.
Zaman-Hareket-Sükûn İlişkisi
Mutezile'nin zaman anlayışı daha çok, onların hareket anlayışlarının içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla onların zamanla ilgili düşüncelerini öncelikle hareketle ilgili düşünceleri içerisinde ele almak uygun olacaktır. Bu arada hareket söz konusu edildiğinde onunla birlikte sükûn'un (durağanlık) da ne olduğunun mutezile açısından ortaya konulması gerekir. Çünkü Mutezile'ye ait eserlerde, diğerlerinde olduğu gibi, hareket kavramı hep sükûn kavramının karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu açıdan sükûn'un da zamanla ilişkili olduğu açıktır. Bu durumda önce hareketin ve ona bağlı olarak da zamanın ne olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Mutezilî düşünce tarihi içerisinde, fikirlerinin derinliği ve özellikle de tabiat konularındaki düşünceleriyle önemli bir yere sahip olan Nazzâm, bütün cisimlerin hareket ettiğini söyledikten sonra, hareketin itimat ve nakil hareketi olarak ikiye ayrıldığını belirtir. Bunlardan itimat hareketini ise, Nazzâm, "... Allah, cisimleri yarattığında onların hareketi, itimadı bir hareketti...'' diye nitelemiştir. Fakat burada itimat hareketi nedir?, Nasıl gerçekleşmektedir? belirtilmemektedir. Aynca nakil hareketi nasıl bir harekettir? Bu sorulara Nazzâm'ın cevabını Eş'arî şöyle nakletmektedir: "... Hareketler, iki çeşittir: İtimad hareketi ki, o mekândadır; nakil hareketi ise, mekândandır...'' Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, itimad hareketi, mekân içerisinde meydana gelirken; nakil hareketi mekândan mekâna geçiş esnasında gerçekleşmektedir. Yani birinci tür hareket, tek mekânda olurken ikinci tür hareket için, birden fazla mekân gerekmektedir.
Kelime olarak sözlüklerde güvenme, bağlı olma, dayanma, tasdik gibi anlamlara gelen itimat terimi, daha sonra özellikle Nazzâm tarafından bir hareket çeşidi olarak nitelendirilmiştir. İtimat hareketi birleşik bir kavram olarak ne anlama geliyor? Kelam sözlüklerinde bu hareket Mutezile'ye atfen şöyle tanımlanmıştır: "...İtimad hareketi, mekânda gerçekleşir, bunu bir fail gerçekleştirir ki, fail o şeyde zıt olanı ortaya çıkarır ve ona itimadı hareket denilir.." Buna ilaveten itimad hareketi konusunda şunları da belirtmemiz gerekir: İtimad hareketi, sürekli yaratma fikriyle de ilişkilidir. Bu hareket, âlemin varlığının sürekliliği (istimrarı) anlamına gelmektedir. Ancak âlemin varlığa çıkabilmesi için bir var eden olmalıdır. Dolayısıyla, itimad hareketi, Allah'ın evrendeki yaratma işini sürekli sürdürmesi manasına da gelmektedir.
Nazzâm'ın itimat ve nakii diye ikiye ayırdığı hareketi bir oluş olarak nitelediğini de görüyoruz. Nitekim ona göre, "... hareketler, oluştan başka bir şey değildir..." Bu ise, bize, Herakleitos (öl.M.Ö.480)'u hatırlatmaktadır. Ayrıca, Nazzâm'ın bu ifadelerinden onun her iki hareketi de oluş olarak kabul ettiği görülmektedir.
Mutezile'nin önemli isimlerinden Ebu'l-Huzeyl'in hareket konusundaki görüşlerine gelince, Eş'arî'nin nakline göre Ebu'l-Huzeyl, "...cisimde hareket birdir ve iki fail tarafından yapılır. Bu iki failin de, birbirinden farklı iki fiili vardır...'' demektedir.
Sonra, Ebu'l-Huzeyl, cismin hareketinin onun parçalarının sayısınca olduğunu ileri sürer. Yine ona göre, cismin bir kısmına giren yani bir kısmını etkileyen hareket, o cismin diğer kısmım etkilemez. Yine O, hareket, zamana bölünür ve bir zamanda bulunan hareket, diğer zamanda bulunmaz, bu iki ayn ânda olan hareketi iki farklı etken (fail) meydana getirir iddiasını ileri sürer.W Görüldüğü gibi Ebu'l-Huzeyl, zaman ve hareket, hareket ve hareketin faili gibi kavramları birbiri içerisinde, birbirinden ayrılamayan kavramlar olarak nitelemektedir. Yukarıdaki ifadelerde Ebu'l-Huzeyl'in hareketi hem bir, hem de iki olarak nitelemesi bir çelişki gibi görülmektedir. Ancak ifadelere iyi dikkat edilirse, bir çelişkinin olmadığı farkedilir. Zira, bir ânda meydana gelen hareket, bir tanedir, diğer ânda meydana gelen de bir tanedir. Dolayısıyla her ândaki hareketin birbirinden farklı olması gerekir ki, onun anlatmak istediği de budur.
Diğer taraftan, oluş olarak nitelendirilen hareket, yine Ebu'l-Huzeyl tarafından araz (ilinti) olarak da görülmektedir. Bilindiği gibi arazın varlığı cevhere bağlıdır; daha doğrusu onun müstakil bir varlığı yoktur. Dolayısıyla arazlar da, iki zamanda aynı kalmazlar. Onların aynı kalmasını Tanrı'nın onlara "baki kal" demesine bağlayan el-Allâf, zamanın bütün ânlarının kendi başlarına olduklarını ve hiçbir şeyin iki zamanda bir hal üzere kalmadıklarını ileri sürmektedir. Buna göre, evrendeki her türlü oluş ve bozuluşun tek kaynağı Tanrı'dır. Dolayısıyla bu son anlayışıyla da onun Aristocu hareket anlayışından farklı bir görüşe sahip olduğu görülmektedir.
Nazzâm ile hocası Ebu'l-Huzeyl arasında bazı konularda görüş ayrılıkları vardır. Bu farklılıklardan birisi ise, zamanın ve evrenin başlangıcı problemindedir. Nitekim, el-Allâf , âlemin Allah tarafından ilk yaratıldığında sakin olduğunu iddia ederken, hocasının aksine Nazzâm da, Allah'ın ilk yarattığında âlemin hareketli olduğunu iddia etmektedir. Burada Mutezile'nin evrenin yaratılmasına ilişkin fikirlerinin dışındaki hareket ve sükûn konusundaki düşünceleri ise, Aristo'yu hatırlatmaktadır. Zira Aristo, ilk kımıldatıcının hareketsiz olan birinci semaya hareketi verdikten sonra hareketin ondan diğer varlıklara geçerek âleme yayıldığını söylemektedir.
Birbirlerinden çok farklı düşünen Mutezilî düşünürlerinden biri de, Kadı Abdülcabbar'dır. O da, Nazzâm gibi hareketi ikiye ayırır: İhtiyari (isteğe bağlı, kesbî) hareket ve ıztırari (zorunlu) hareket) Bu hareketler nasıl meydana gelir? Kendiliğinden mi? Yoksa bir başkası tarafından mı meydana getirilir? Kadı Abdulcabbar, her iki hareketi de kulun yaptığını, ama Allah'ın yarattığını söyler. Onun bu hareket taksimi diğerlerinden farklıdır. Zira O, burada hareketi, insanî ve ahlakî açıdan ikiye ayırmaktadır. Felsefi ve bilimsel açıdan ise O, hareketi şöyle tarif eder: "Hareket, cisimde bir etki sonucu meydana gelen şeydir ve bu etkinin etkenleri (failleri) değişik olsa da hareket değişmez." Onun bu tanımı ise, daha çok kozmolojik bir tanımdır. Burada özellikle, yine bir oluş olan hareketin sürekli olduğu vurgulanmaktadır.
Şimdi de biraz daha ayrıntılı olarak sükûn nedir? Daha açık olarak Mutezile sükûnu nasıl anlıyor? gibi sorulara cevap arayalım.
Sükûnun ne olduğu sorusuna Kadı Abdülcabbar'ın cevabı ise şöyledir: "... Sükûn, gerçekte hareketin zıddı olarak gerçekleşir ve hareketin akabinde meydana gelir..." Burada hareket ve sükûndan biri bir yerde varsa, diğerinin olmadığına, hareketin sona ermesiyle sükûnun ortaya çıktığına işaret edilmektedir. Yani bir cisimde aynı anda hem hareket hem de sükûn bulunmamaktadır. Nitekim el-Hayyât da, bu hususu şöyle belirtir: "... Cisim, kendisine hareketin girmesiyle (hululuyla) hareket eder; kendisine sükûnun hululuyla da durağan (sükûn) laşır..."
Bu tanımlardan anlaşılan bir önemli nokta ise, gerek hareket ve gerekse sükûnun gerçekleşmesi zaman içerisinde olmaktadır. Yani her ikisi de varlıklarını zamana bağlı olarak gerçekleştirmektedirler. Eş'arî'nin nakline göre Mutezile'nin önemli isimlerinden el-Cübbâî, sükûnu; cansızların ve canlıların sükûnu diye ikiye ayırır. Cansızların sükûnu sonsuz(baki), canlıların sükûnu ise, sonludur. Burada sükûnun canlılarda zıddı olan hareketle ortadan kalkacağına cansızlarda ise, hareketin yokluğundan dolayı sürekli sükûn halinin hakim bulunduğuna işaret edilmiştir. Diğer taraftan Nazzâm, cisimlerin, gerçekte (hakikatte) hareket ettirildikleri halde, kullanılan dilde (lügatte) sakin olarak nitelendiklerini, hareketlerin ise, oluştan başka bir şey olmadığını ileri sürer.
Burada bütün cisimlerin oluş olan hareket halinde bulunduklarını belirten Nazzâm'ın zıddına Muammer b. Abbad es-Sulemî (öl. 830) ise, bütün cisimlerin gerçekte sakin, lügatte hareket halinde olduğunu belirterek, sükûnun oluş olduğunu ifade ediyor/ 19 ) Bu açıklamada özellikle sükûnun bir oluş olarak nitelenmesi oldukça ilginçtir. Zira, daha önce Mutezile'ye atfen ifade edildiğine göre sükûn, iki zamanda bir mekânda aynı kalana denilmekte idi. Yine bu konuda el-Allâf, cisimlerin hakikatte hareket ve sükun halinde olduklarını; ancak hareketin de, sükûnun da oluşun dışında bir şey olduklarını belirtir. Bu ifadelere bakıldığında ise, çok daha farklı bir hareket ve sükûn nitelemesini görüyoruz. Zira burada gerçekte hareket ve sükûnun gerçekleşme alanının cisim olduğu vurgulanırken, önceki iki düşünürden farklı olarak O, hareket ve sükûnun oluş olmadığını belirtir. Bu görüşlerde adeta Hegel'in zamanı "...olduğunda olmayan ve olmadığında da olan varlıktır. (O bir) sezgilenmiş oluştur..." şeklindeki tanımını hatırlatan bir anlayış vardır.
Akılcı oldukları ifade edilen Mutezile'nin, bireysel aklî hürriyete verdiği değeri yukarıdaki görüşler de teyit etmektedir. Zira, hocası el-Allâf'in düşüncelerine zıt bir düşünceye sahip olan Nazzâm'ın görüşleri buna en açık örnektir. Ancak bu ifadelerde birbirine zıt görüşler olmakla beraber, ortak noktalar da vardır. Bu ortak noktalar şöyle tesbit edilebilir: Öncelikle, hepsine göre, cisimler hareket ve sükûna maruzdur. İkinci olarak, cisimleri kendilerinin dışında bir şeyin hareket ettirdiğidir. Üçüncü ve en önem- li ortak nokta ise, oluşun hepsinde de hareket ve sükûnu belirleyen unsur olmasıdır. Bütün bu ortak noktaların üzerinde birleştiği ise, zamandır. Zira zaman, bunların bilinmesi ve belirlenmesi için birinci şarttır.
Mutezile içinde hareket ve sükûn nitelemesine farklı bir pencereden, yeni kavramlar da ekleyerek, bakan bir başka isim de el-Cübbâî'dir. O da, ilk olarak, hareket ve sükûnu oluş olarak niteler; ancak "... hareket, zeval (yok olma) anlamındadır. Hareket, zeval demektir. Yoksa hareket, intikal (bir yerden bir yere geçme) anlamına gelmez. Yok olan harekete zeval adı verilir de intikal adı verilmez..." diyerek hareket anlayışına yeni bir boyut getirmektedir. Burada Cübbaî, diğer Mutezilî düşünürlerden özellikle Nazzâm'ın hareket tanımından çok farklı bir tarif ortaya koymaktadır. Zira O, hareketi, bir nakil olarak görmemektedir. Aynca hareketi tanımlamada yeni bir kavrama müracaat eder ki, o da zeval kavramıdır. Burada hemen şunu da ifade edelim, kelam sözlüklerinde zeval terimi "... hareket, nakil, bir mekândan çıkma, göçüp gitme..." gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Öyle görülüyor ki, Cübbâî tarafından zeval kavramı, çok bilinen anlamlarının dışında farklı bir yönü açısından ele alınmaktadır. Nazzâm gibi, Cübbâî de yeni kavramlar, yeni teoriler geliştirmektedir ki, zeval kavramı buna en açık örnektir.
Bundan sonraki kısımda zaman-mekân ilişkisi nedir? Bu konuyu açıklamak için Mutezile'nin ortaya koyduğu yeni kavramlar var mıdır? Yine hareket-mekân-sükûn arasında bir ilişki var mıdır? gibi sorular cevaplandırılmaya çalışılacaktır.
Zaman-Mekân ve Tafra İlişkisi
Mutezile'nin zaman-mekân ilişkisi konusundaki görüşleri, daha çok cisim, hareket ve oluş kavramları ile birlikte ifade edilmiştir. Aynca Mutezile'nin zaman-mekân anlayışının özellikle Nazzâm'ın tafra (sıçrama) teorisi ile de çok yakın bir ilişkisi vardır.
Cisimdeki hareket ve sükûnun kavranması için zamana ve bunların meydana gelmesi için de mekâna ihtiyaç vardır. Mutezile mekânı, çok açık olmasa da, şöyle niteleyerek önemine işaret ermektedir: "... cisim, var olduğunda ona mutlaka bir mekân gereklidir. Cismin mekâna ihtiyacı ise, onun sürekli oluş halinde olması sebebiyledir..."
Buradan anlaşıldığına göre mekân, cismin içinde ve her türlü oluşun kendisinde gerçekleştiği şeydir. Nitekim, daha açık bir ifadeyle mekân, "...her türlü birleşme ve ayrılmanın yani oluşun kendisinde olduğu mahaldir...'' diye tarif edilmiştir. Bir başka açıdan da mekân-cevher ilişkisiyle mekân, "... cevherin varlığı mekânından ayrılmaz..." diye tanımlanmaktadır. Burada şunu belirtmek gerekir ki bazı mutezilîler, cevheri cisim olarak kabul etmektedirler.
Yukarıda da belirtildiği gibi, cisimlerdeki her oluş ve bozuluş için hem mekân hem de zaman gereklidir. Zira Mutezile'ye göre, "...bu cisimlerde sürekli birleşme, ayrılma, hareket ve sükûn olmaktadır... Bunlar ise, o cisimlerin zamanlarının ve mekânlarının değişmesiyle gerçekleşir.." Dolayısıyla zaman ve mekân cisimlerdeki her çeşit oluşun göstergeleridir.
İslâm düşünce tarihinde uğraştıkları bütün meselelerde aklı temele alan ilk itikadı mezhep, Mutezile'dir. Bilindiği gibi Mutezile, birçok müsteşrik tarafından da, İslâm'ın rasyonalistleri diye nitelendirilmiştir. Mutezile mensubu düşünürler, farklı çıkışları, farklı yaklaşımlarıyla İslâm tarihinde bir döneme damgasını vurmuşlardır. Haklarında pek çok spekülasyon üretilen mutezile, bugüne kadar varlığını Zeydiye ( Zeydiye: Bu zümre, Zeyd b. Ali (öl.738 -9)'ye tabi olan ve bugün de faal olan siyasi bir şii mezheptir. Zeydiler, şiî fırkalar arasında sünnîlere en yakın olanlarıdır. Zeydiler, Kelâmda mutezifi olmalarının yanında Tasavvufa karşıdırlar. Bazı ibadet konularında ise, diğer şiî mezheplerle ortak özelliklere sahiptirler. Aile Hukuku açısından kendi dışındakileri reddederler. Aynca muta nikahını kabul etmezler) içerisinde devam ettirmiştir. İlk kurucuları Vâsıl b. Ata (öl. 749) ve Amr b. Ubeyd (öl.762) 'den sonra, bu okul içerisinde Ebu'l Huzeyî el-Allâf (Öİ.841), Nazzâm (Öİ.845), el-Câhız (Öİ.869), Kadı Abdulcabbar (Ö1.1Q25), Zamahşeri (öl.1144) gibi pek çok bilgin ve düşünür yer almıştır.
Mutezile'nin çıkış ve gelişme dönemleri oldukça erken tarihlere rastladığından, görüşleri her açıdan önemlidir. Ancak onlann özellikle tabiat meseleleri hakkındaki düşünceleri elbette çok daha fazla önem arzetmektedir. Zira İslâm dünyasında onların ortaya çıktığı dönemlerde henüz ilmî ve felsefî çeviriler, ya hiç başlamamış veya henüz başlamıştır. Bundan dolayı, onların aynı zamanda fiziği ilgilendiren zaman meselesi ve onunla ilgili diğer kavramlar hakkındaki görüşleri oldukça önemlidir.
Burada hemen belirtmemiz gerekir ki, Mutezile'nin zaman konusundaki görüşlerine yönelik, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, belli başlı hiçbir çalışma yoktur. Bu bakımdan bizim bu araştırmamız, bir ilk deneme niteliği taşımaktadır, denebilir.
Mutezile'nin zaman anlayışını izah edebilmek için, önce doğrudan zamanla ilgili hareket, sükûn (durağanlık), mekân ve bu bağlamda tafra gibi kavramlarla zaman-yaratma ilişkisi, kümûn-zuhûr teorilerini açıklamaya çalışacağız. Ayrıca, zaman-başkalaşma ve öncesizlik-sonsuzluk (kıdem-beka) münasebetleri hakkındaki görüşlerini de zaman merkezli anlatmaya çalışacağız.
Zaman-Hareket-Sükûn İlişkisi
Mutezile'nin zaman anlayışı daha çok, onların hareket anlayışlarının içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla onların zamanla ilgili düşüncelerini öncelikle hareketle ilgili düşünceleri içerisinde ele almak uygun olacaktır. Bu arada hareket söz konusu edildiğinde onunla birlikte sükûn'un (durağanlık) da ne olduğunun mutezile açısından ortaya konulması gerekir. Çünkü Mutezile'ye ait eserlerde, diğerlerinde olduğu gibi, hareket kavramı hep sükûn kavramının karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu açıdan sükûn'un da zamanla ilişkili olduğu açıktır. Bu durumda önce hareketin ve ona bağlı olarak da zamanın ne olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Mutezilî düşünce tarihi içerisinde, fikirlerinin derinliği ve özellikle de tabiat konularındaki düşünceleriyle önemli bir yere sahip olan Nazzâm, bütün cisimlerin hareket ettiğini söyledikten sonra, hareketin itimat ve nakil hareketi olarak ikiye ayrıldığını belirtir. Bunlardan itimat hareketini ise, Nazzâm, "... Allah, cisimleri yarattığında onların hareketi, itimadı bir hareketti...'' diye nitelemiştir. Fakat burada itimat hareketi nedir?, Nasıl gerçekleşmektedir? belirtilmemektedir. Aynca nakil hareketi nasıl bir harekettir? Bu sorulara Nazzâm'ın cevabını Eş'arî şöyle nakletmektedir: "... Hareketler, iki çeşittir: İtimad hareketi ki, o mekândadır; nakil hareketi ise, mekândandır...'' Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, itimad hareketi, mekân içerisinde meydana gelirken; nakil hareketi mekândan mekâna geçiş esnasında gerçekleşmektedir. Yani birinci tür hareket, tek mekânda olurken ikinci tür hareket için, birden fazla mekân gerekmektedir.
Kelime olarak sözlüklerde güvenme, bağlı olma, dayanma, tasdik gibi anlamlara gelen itimat terimi, daha sonra özellikle Nazzâm tarafından bir hareket çeşidi olarak nitelendirilmiştir. İtimat hareketi birleşik bir kavram olarak ne anlama geliyor? Kelam sözlüklerinde bu hareket Mutezile'ye atfen şöyle tanımlanmıştır: "...İtimad hareketi, mekânda gerçekleşir, bunu bir fail gerçekleştirir ki, fail o şeyde zıt olanı ortaya çıkarır ve ona itimadı hareket denilir.." Buna ilaveten itimad hareketi konusunda şunları da belirtmemiz gerekir: İtimad hareketi, sürekli yaratma fikriyle de ilişkilidir. Bu hareket, âlemin varlığının sürekliliği (istimrarı) anlamına gelmektedir. Ancak âlemin varlığa çıkabilmesi için bir var eden olmalıdır. Dolayısıyla, itimad hareketi, Allah'ın evrendeki yaratma işini sürekli sürdürmesi manasına da gelmektedir.
Nazzâm'ın itimat ve nakii diye ikiye ayırdığı hareketi bir oluş olarak nitelediğini de görüyoruz. Nitekim ona göre, "... hareketler, oluştan başka bir şey değildir..." Bu ise, bize, Herakleitos (öl.M.Ö.480)'u hatırlatmaktadır. Ayrıca, Nazzâm'ın bu ifadelerinden onun her iki hareketi de oluş olarak kabul ettiği görülmektedir.
Mutezile'nin önemli isimlerinden Ebu'l-Huzeyl'in hareket konusundaki görüşlerine gelince, Eş'arî'nin nakline göre Ebu'l-Huzeyl, "...cisimde hareket birdir ve iki fail tarafından yapılır. Bu iki failin de, birbirinden farklı iki fiili vardır...'' demektedir.
Sonra, Ebu'l-Huzeyl, cismin hareketinin onun parçalarının sayısınca olduğunu ileri sürer. Yine ona göre, cismin bir kısmına giren yani bir kısmını etkileyen hareket, o cismin diğer kısmım etkilemez. Yine O, hareket, zamana bölünür ve bir zamanda bulunan hareket, diğer zamanda bulunmaz, bu iki ayn ânda olan hareketi iki farklı etken (fail) meydana getirir iddiasını ileri sürer.W Görüldüğü gibi Ebu'l-Huzeyl, zaman ve hareket, hareket ve hareketin faili gibi kavramları birbiri içerisinde, birbirinden ayrılamayan kavramlar olarak nitelemektedir. Yukarıdaki ifadelerde Ebu'l-Huzeyl'in hareketi hem bir, hem de iki olarak nitelemesi bir çelişki gibi görülmektedir. Ancak ifadelere iyi dikkat edilirse, bir çelişkinin olmadığı farkedilir. Zira, bir ânda meydana gelen hareket, bir tanedir, diğer ânda meydana gelen de bir tanedir. Dolayısıyla her ândaki hareketin birbirinden farklı olması gerekir ki, onun anlatmak istediği de budur.
Diğer taraftan, oluş olarak nitelendirilen hareket, yine Ebu'l-Huzeyl tarafından araz (ilinti) olarak da görülmektedir. Bilindiği gibi arazın varlığı cevhere bağlıdır; daha doğrusu onun müstakil bir varlığı yoktur. Dolayısıyla arazlar da, iki zamanda aynı kalmazlar. Onların aynı kalmasını Tanrı'nın onlara "baki kal" demesine bağlayan el-Allâf, zamanın bütün ânlarının kendi başlarına olduklarını ve hiçbir şeyin iki zamanda bir hal üzere kalmadıklarını ileri sürmektedir. Buna göre, evrendeki her türlü oluş ve bozuluşun tek kaynağı Tanrı'dır. Dolayısıyla bu son anlayışıyla da onun Aristocu hareket anlayışından farklı bir görüşe sahip olduğu görülmektedir.
Nazzâm ile hocası Ebu'l-Huzeyl arasında bazı konularda görüş ayrılıkları vardır. Bu farklılıklardan birisi ise, zamanın ve evrenin başlangıcı problemindedir. Nitekim, el-Allâf , âlemin Allah tarafından ilk yaratıldığında sakin olduğunu iddia ederken, hocasının aksine Nazzâm da, Allah'ın ilk yarattığında âlemin hareketli olduğunu iddia etmektedir. Burada Mutezile'nin evrenin yaratılmasına ilişkin fikirlerinin dışındaki hareket ve sükûn konusundaki düşünceleri ise, Aristo'yu hatırlatmaktadır. Zira Aristo, ilk kımıldatıcının hareketsiz olan birinci semaya hareketi verdikten sonra hareketin ondan diğer varlıklara geçerek âleme yayıldığını söylemektedir.
Birbirlerinden çok farklı düşünen Mutezilî düşünürlerinden biri de, Kadı Abdülcabbar'dır. O da, Nazzâm gibi hareketi ikiye ayırır: İhtiyari (isteğe bağlı, kesbî) hareket ve ıztırari (zorunlu) hareket) Bu hareketler nasıl meydana gelir? Kendiliğinden mi? Yoksa bir başkası tarafından mı meydana getirilir? Kadı Abdulcabbar, her iki hareketi de kulun yaptığını, ama Allah'ın yarattığını söyler. Onun bu hareket taksimi diğerlerinden farklıdır. Zira O, burada hareketi, insanî ve ahlakî açıdan ikiye ayırmaktadır. Felsefi ve bilimsel açıdan ise O, hareketi şöyle tarif eder: "Hareket, cisimde bir etki sonucu meydana gelen şeydir ve bu etkinin etkenleri (failleri) değişik olsa da hareket değişmez." Onun bu tanımı ise, daha çok kozmolojik bir tanımdır. Burada özellikle, yine bir oluş olan hareketin sürekli olduğu vurgulanmaktadır.
Şimdi de biraz daha ayrıntılı olarak sükûn nedir? Daha açık olarak Mutezile sükûnu nasıl anlıyor? gibi sorulara cevap arayalım.
Sükûnun ne olduğu sorusuna Kadı Abdülcabbar'ın cevabı ise şöyledir: "... Sükûn, gerçekte hareketin zıddı olarak gerçekleşir ve hareketin akabinde meydana gelir..." Burada hareket ve sükûndan biri bir yerde varsa, diğerinin olmadığına, hareketin sona ermesiyle sükûnun ortaya çıktığına işaret edilmektedir. Yani bir cisimde aynı anda hem hareket hem de sükûn bulunmamaktadır. Nitekim el-Hayyât da, bu hususu şöyle belirtir: "... Cisim, kendisine hareketin girmesiyle (hululuyla) hareket eder; kendisine sükûnun hululuyla da durağan (sükûn) laşır..."
Bu tanımlardan anlaşılan bir önemli nokta ise, gerek hareket ve gerekse sükûnun gerçekleşmesi zaman içerisinde olmaktadır. Yani her ikisi de varlıklarını zamana bağlı olarak gerçekleştirmektedirler. Eş'arî'nin nakline göre Mutezile'nin önemli isimlerinden el-Cübbâî, sükûnu; cansızların ve canlıların sükûnu diye ikiye ayırır. Cansızların sükûnu sonsuz(baki), canlıların sükûnu ise, sonludur. Burada sükûnun canlılarda zıddı olan hareketle ortadan kalkacağına cansızlarda ise, hareketin yokluğundan dolayı sürekli sükûn halinin hakim bulunduğuna işaret edilmiştir. Diğer taraftan Nazzâm, cisimlerin, gerçekte (hakikatte) hareket ettirildikleri halde, kullanılan dilde (lügatte) sakin olarak nitelendiklerini, hareketlerin ise, oluştan başka bir şey olmadığını ileri sürer.
Burada bütün cisimlerin oluş olan hareket halinde bulunduklarını belirten Nazzâm'ın zıddına Muammer b. Abbad es-Sulemî (öl. 830) ise, bütün cisimlerin gerçekte sakin, lügatte hareket halinde olduğunu belirterek, sükûnun oluş olduğunu ifade ediyor/ 19 ) Bu açıklamada özellikle sükûnun bir oluş olarak nitelenmesi oldukça ilginçtir. Zira, daha önce Mutezile'ye atfen ifade edildiğine göre sükûn, iki zamanda bir mekânda aynı kalana denilmekte idi. Yine bu konuda el-Allâf, cisimlerin hakikatte hareket ve sükun halinde olduklarını; ancak hareketin de, sükûnun da oluşun dışında bir şey olduklarını belirtir. Bu ifadelere bakıldığında ise, çok daha farklı bir hareket ve sükûn nitelemesini görüyoruz. Zira burada gerçekte hareket ve sükûnun gerçekleşme alanının cisim olduğu vurgulanırken, önceki iki düşünürden farklı olarak O, hareket ve sükûnun oluş olmadığını belirtir. Bu görüşlerde adeta Hegel'in zamanı "...olduğunda olmayan ve olmadığında da olan varlıktır. (O bir) sezgilenmiş oluştur..." şeklindeki tanımını hatırlatan bir anlayış vardır.
Akılcı oldukları ifade edilen Mutezile'nin, bireysel aklî hürriyete verdiği değeri yukarıdaki görüşler de teyit etmektedir. Zira, hocası el-Allâf'in düşüncelerine zıt bir düşünceye sahip olan Nazzâm'ın görüşleri buna en açık örnektir. Ancak bu ifadelerde birbirine zıt görüşler olmakla beraber, ortak noktalar da vardır. Bu ortak noktalar şöyle tesbit edilebilir: Öncelikle, hepsine göre, cisimler hareket ve sükûna maruzdur. İkinci olarak, cisimleri kendilerinin dışında bir şeyin hareket ettirdiğidir. Üçüncü ve en önem- li ortak nokta ise, oluşun hepsinde de hareket ve sükûnu belirleyen unsur olmasıdır. Bütün bu ortak noktaların üzerinde birleştiği ise, zamandır. Zira zaman, bunların bilinmesi ve belirlenmesi için birinci şarttır.
Mutezile içinde hareket ve sükûn nitelemesine farklı bir pencereden, yeni kavramlar da ekleyerek, bakan bir başka isim de el-Cübbâî'dir. O da, ilk olarak, hareket ve sükûnu oluş olarak niteler; ancak "... hareket, zeval (yok olma) anlamındadır. Hareket, zeval demektir. Yoksa hareket, intikal (bir yerden bir yere geçme) anlamına gelmez. Yok olan harekete zeval adı verilir de intikal adı verilmez..." diyerek hareket anlayışına yeni bir boyut getirmektedir. Burada Cübbaî, diğer Mutezilî düşünürlerden özellikle Nazzâm'ın hareket tanımından çok farklı bir tarif ortaya koymaktadır. Zira O, hareketi, bir nakil olarak görmemektedir. Aynca hareketi tanımlamada yeni bir kavrama müracaat eder ki, o da zeval kavramıdır. Burada hemen şunu da ifade edelim, kelam sözlüklerinde zeval terimi "... hareket, nakil, bir mekândan çıkma, göçüp gitme..." gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Öyle görülüyor ki, Cübbâî tarafından zeval kavramı, çok bilinen anlamlarının dışında farklı bir yönü açısından ele alınmaktadır. Nazzâm gibi, Cübbâî de yeni kavramlar, yeni teoriler geliştirmektedir ki, zeval kavramı buna en açık örnektir.
Bundan sonraki kısımda zaman-mekân ilişkisi nedir? Bu konuyu açıklamak için Mutezile'nin ortaya koyduğu yeni kavramlar var mıdır? Yine hareket-mekân-sükûn arasında bir ilişki var mıdır? gibi sorular cevaplandırılmaya çalışılacaktır.
Zaman-Mekân ve Tafra İlişkisi
Mutezile'nin zaman-mekân ilişkisi konusundaki görüşleri, daha çok cisim, hareket ve oluş kavramları ile birlikte ifade edilmiştir. Aynca Mutezile'nin zaman-mekân anlayışının özellikle Nazzâm'ın tafra (sıçrama) teorisi ile de çok yakın bir ilişkisi vardır.
Cisimdeki hareket ve sükûnun kavranması için zamana ve bunların meydana gelmesi için de mekâna ihtiyaç vardır. Mutezile mekânı, çok açık olmasa da, şöyle niteleyerek önemine işaret ermektedir: "... cisim, var olduğunda ona mutlaka bir mekân gereklidir. Cismin mekâna ihtiyacı ise, onun sürekli oluş halinde olması sebebiyledir..."
Buradan anlaşıldığına göre mekân, cismin içinde ve her türlü oluşun kendisinde gerçekleştiği şeydir. Nitekim, daha açık bir ifadeyle mekân, "...her türlü birleşme ve ayrılmanın yani oluşun kendisinde olduğu mahaldir...'' diye tarif edilmiştir. Bir başka açıdan da mekân-cevher ilişkisiyle mekân, "... cevherin varlığı mekânından ayrılmaz..." diye tanımlanmaktadır. Burada şunu belirtmek gerekir ki bazı mutezilîler, cevheri cisim olarak kabul etmektedirler.
Yukarıda da belirtildiği gibi, cisimlerdeki her oluş ve bozuluş için hem mekân hem de zaman gereklidir. Zira Mutezile'ye göre, "...bu cisimlerde sürekli birleşme, ayrılma, hareket ve sükûn olmaktadır... Bunlar ise, o cisimlerin zamanlarının ve mekânlarının değişmesiyle gerçekleşir.." Dolayısıyla zaman ve mekân cisimlerdeki her çeşit oluşun göstergeleridir.