CUMHURİYETİN EĞİTİM FELSEFESİNİ KURMA YOLUNDA BİR BÜTÜN İNSAN "HASAN ÂLİ YÜCEL"
|
Ahmet İNAM
Belleğimiz çok zayıf. Geçmişin şimdiye yansıtılması eksik. Özürlü. Hızlı eskitiyoruz kültürümüzü. Yüzlerce kitap, dergi görünüyor ve yitip gidiyor. Cumhuriyeti yaşam öykülerinin bir parçası olarak gören, Osmanlı döneminde doğmuş, ülküleri, heyecanları, düşünsel ve eylemsel tutkuları olan Hasan Âli gibi aydınlarımızın geleceğe bıraktıkları işaretleri anlamakta zorlanıyoruz. Hasan Âli'yi değerlendirmeye çabalıyorlar; onun eğitimci, örgütçü, çeviri etkinliğinin en önemli mimarlarından oluşunu vurgulayıp, toplum içinde, toplumunun ve kültürünün sorumluluğunu taşıyan bir kişi olduğu üstesinde yeterince durmuyorlar.
Hasan Âli'den ne öğrenebiliriz? Öğrenebileceklerimizi öğrenebiliyor muyuz? "Özü olanın izi olur", elenmiştir. Hasan Âli'yi Hasan Âli yapan dinamik bütünlüğün ne olduğu, yaşadığı dönemdeki görevleri, eylemleri, duyguları, iç dünyası hakkında yorumlar yapabiliyor muyuz?
Onunla aramızda zaman olarak boşluklar var. Mirasını gerektiği biçimde devralamadık. Bin dokuz yüz kırkların sonunda bir kopuş yaşandı. Umutları, beklentileri, etkinlikleri içinde, o nevi şahsına münhasır, o sui generis insanın bize iletmeye çalıştıkları ne gibi çarpıtılmalarla ulaşıyor bizlere? Geçmişteki insanımızın mirasını yorumlamakta hep yetersiz kalıyoruz. Hep biçim, hep sonuç olarak, dıştan bakıyoruz ona, izini görüp, özünü göremiyoruz. Burada, sakın, Aristo'nun kimi yorumcularının sandığı gibi, değişmez bir özden söz ettiğim sanılmasın . O nasıl bir insan, nasıl bir kişi idi ki, bize böylesine ürünler verebildi? Onu, geçmişi ile, çevresiyle, bilgisiyle, ahlakıyla, güzellik anlayışıyla, düşüncesiyle, duygusuyla, inancıyla, iradesiyle, bağımsızlık tutkusuyla, yaratıcılığıyla, mizah duygusuyla insan yapan özellikleri neydi?
O bir bütün insandı içinde, bugün çoğumuzun paramparça kopuk kopuk yaşadığı farklı nitelikleri bütünleştiren bir gücü vardı. Çünkü, o, üslubu olan biriydi. İçi, özü olan biriydi. Dışı, böylesi bir bütünleştirilmiş içi taşıyordu. Toplumunun insanlarına benziyordu ama onlardan ayrıydı. O dönem insanının ayrı ayrı taşıdığı özellikleri içinde birleştirebilmişti. Çoğumuza karşıtmış, zıtmış gibi görünen özellikleri birleştirip aşmış, bütünleştirilmişti. Neydi bu, aşılıp, birleştirilmiş zıt özellikler? (İyi Vatandaş. İyi İnsan adlı yapıtında -Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s.l90-şöyle diyordu: "Ferdi varlığımızda karga halindeki zıt kuvvetleri murazenelemeye çalışalım.")
1. Düşünce (Düsünme)- Eylem İkiliği. O bir eylem adamıydı. "Düşünüyorum, o halde varım" onda "çalışıyorum o halde varım" olmuştu. Bakanlığı sırasındaki bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, açtığı okullar, oluşturduğu kurumlar, ön ayak olduğu yayın etkinliğinin ardında, bir bakanda görmeye alışık olmadığımız, bir düşünce birikimi vardı. Düşünme hevesi, kuramlara ilgi, merak, irdeleme, anlama, sistemleştirme tutkusu içinde idi. Hayattan yalıtılmış düşünceden yana değildi. Düşüncesiz yaşamadan yana hiç değil. Yaşadığımız dönemin çarpıtılmış pragmacı anlayışında, sonuç alma, sonucun dayandığı düşünce zeminini görmezlikten gelinerek gerçekleştirilmeye çalışıldı. Düşünce yoksulluğunun, alınan sonuçları nasıl olumsuz yönde etkilediğini görüyoruz.
2. Düşünce-Duygu ikiliği. Düşünmek, 'Kuru', 'soyut', insan bütünlüğünden yalıtılmış bir etkinlik değildir. İnsan duyguları olan varlıktır. Bunu genç yaşında sezmişti Yücel. Yeni Hayat şiiri 1926'da (29 yaşında iken) yayınlanmıştı. Şöyle diyordu başlarken:
Duymadan düşünmek yok bizim dinimizde
Biz kalp adamlarıyız, gönül eriyiz.
Gönül eriydi. Düşünen bir gönül eri. O dönemin Bergson'cu felsefeyle mevlevî bir bakış açısından gelen kültür mirasını yaşamına katmıştı.
3. İç-Dış ikiliği. İnsanın iç dünyasıyla dışı arasındaki ilişkiyi, eylemsiz çileci bir mistik olarak değil de, atılımcı, dünyayı değiştirmeye çabalayan bir eylem adamı olarak yorumluyordu. Dış için aynasıydı. Dışa hep iç yönünden bakmak gereğini vurguluyordu. İçten Dıştan adlı yapıtı 1938'de yayınlanmıştı. İçimiz hem birey hem toplum hem kültür olarak dışımızı beslemeliydi. İçi boş insanlar, içi boş bir kültür olmamalıydık. Özümüzden yola çıkmalıydık. Taklitçi, salt dış görünüşe önem veren insan ve kültürlerin kolayca yitip gideceğini görmek gerekiyordu. Bu da bizi bir diğer ikiliği yorumlamaya götürüyor:
4. İçerik- Biçim ikiliği. Gerek kişiliğinde, gerekse kişiliğini yansıtan Yazılarında, onun anlatım biçimine ne denli önem verdiğini görüyoruz. "Üslub-u beyan, aynıyla insan" sözü ona yakışıyordu. İçi olan biriydi. Eylem adamlarının çoğunda bugünlerde gözlemlediğimiz "iç dünya yoksunluğu"nun, onun yaşayışına baktığımızda, eylem alanında başarılı olmak için hiç de gerekli olmadığını görüyoruz. İç dünyasına dışına yansıyabiliyordu. İçerikle, biçim birbiriyle sıkı bağ içindeydi.
5.Özel-Kamusal İkiliği. Bu ikilikte, vicdan kavramının önemine dikkat etmek gerekir. Vicdanımız bize özgü idi, özeldi (private). Ama, mahremiyetimizde, toplumun vicdanı da vardı. En yalnız anlarımızda bile, toplum bize bakıyor gibi düşünmeliydik. Ahlak duygumuzun dayandığı sorumluluk, kamusal alanda çıkarlarımız için kullanabileceğimiz özel alanımıza, özel hayatımıza özen göstermeye götürüyordu bizi. Namık Kemal'in "bais-i şekvi hüzn-ü umumidir Kemal" dizesini anımsayalım. Bireyin toplumun hüznünden yalıtılmış, onun uzağında bir hüznü olamazdı. Yücel, bu ikiliği kendi benliğinde birleştirip aşmış biriydi.
6.Evrensel-Yerel İkiliği. Evrensel olan bilime, kendi kültürümüzden yola çıkarak katkıda bulunacaktık. Kendi dilimizle evrensel olanı düşünecektik. Evrensel kültüre katkı kendi yerel kültürümüzden gelecekti. Kendi değerlerimizi evrensel bir gözle görecek; evrensele katkıyı kendi Özümüzden yola çıkarak sağlayacaktık. Böylece medeniyet-kültür çatışması, biz-onlar, bilim-inanç zıtlıkları ortadan kalkacaktı.
7. Elestiri-Umut İkilisi. Yücel, gelecekten beklentisi olan, umutla yaşayan biriydi. Bu gün, birçok Aydınımız içine düştüğü yılgınlık, umutsuzluk boşluğu onda yoktu. İyimserdi. Yaşama sevinci ile doluydu. Bu umut ve sevinç, çekilen acılara, yapılan yanlışlara kayıtsız kalma anlamına gelmiyordu. Haddimizi bilecek, yanlışlarımızdan öğrenecek, kendimizi eleştirme cesaretini yitirmeyecektik. Eleştirel bakış, elimizden umudumuzu almayacaktı.
İşte çok kısa olarak değindiğimiz bu ikiliklerin farkında, bu ikilikleri yaşayarak,, zenginleştiği iç dünyasıyla, eylemlerini gerçekleştirdi Yücel. O bir "eren"di. Ama geçmişte kalmış, eskimiş dünyanın uzağında, kendini münzevî, çileci bir hayata terk etmiş bir eren değildi; yeni, yepyeni bir hayatın ereniydi. Yeni hayat, yaşadığımız toplumsal, ekonomik kültürel koşullardı. Bu koşulları bilip, bu koşullan aşmaya çalışacak, bunu yaparken, kendimize ait olanı yakalamaya çabalayacaktık.
"Yeni Hayât", şiirine duygu ile düşüncenin birlikteliğini vurgulayarak başlamıştı. Bitirirken, geçmişimizle ("eren" olma!), geleceği (yeni hayat!) birleştirerek, umutla yürümeyi öneriyordu. Bu haliyle, eşi bulunmaz bir tutumu sergiliyor, üslubunu ortaya koyuyordu. Dünya kültüründe yer almamız, evrensel olanla birleşmiş farklılığımızla gerçekleşecekti:
"Her yerde bulunmaz eşimiz bizim
Biz yeni hayatın erenleriyiz."
Belleğimiz çok zayıf. Geçmişin şimdiye yansıtılması eksik. Özürlü. Hızlı eskitiyoruz kültürümüzü. Yüzlerce kitap, dergi görünüyor ve yitip gidiyor. Cumhuriyeti yaşam öykülerinin bir parçası olarak gören, Osmanlı döneminde doğmuş, ülküleri, heyecanları, düşünsel ve eylemsel tutkuları olan Hasan Âli gibi aydınlarımızın geleceğe bıraktıkları işaretleri anlamakta zorlanıyoruz. Hasan Âli'yi değerlendirmeye çabalıyorlar; onun eğitimci, örgütçü, çeviri etkinliğinin en önemli mimarlarından oluşunu vurgulayıp, toplum içinde, toplumunun ve kültürünün sorumluluğunu taşıyan bir kişi olduğu üstesinde yeterince durmuyorlar.
Hasan Âli'den ne öğrenebiliriz? Öğrenebileceklerimizi öğrenebiliyor muyuz? "Özü olanın izi olur", elenmiştir. Hasan Âli'yi Hasan Âli yapan dinamik bütünlüğün ne olduğu, yaşadığı dönemdeki görevleri, eylemleri, duyguları, iç dünyası hakkında yorumlar yapabiliyor muyuz?
Onunla aramızda zaman olarak boşluklar var. Mirasını gerektiği biçimde devralamadık. Bin dokuz yüz kırkların sonunda bir kopuş yaşandı. Umutları, beklentileri, etkinlikleri içinde, o nevi şahsına münhasır, o sui generis insanın bize iletmeye çalıştıkları ne gibi çarpıtılmalarla ulaşıyor bizlere? Geçmişteki insanımızın mirasını yorumlamakta hep yetersiz kalıyoruz. Hep biçim, hep sonuç olarak, dıştan bakıyoruz ona, izini görüp, özünü göremiyoruz. Burada, sakın, Aristo'nun kimi yorumcularının sandığı gibi, değişmez bir özden söz ettiğim sanılmasın . O nasıl bir insan, nasıl bir kişi idi ki, bize böylesine ürünler verebildi? Onu, geçmişi ile, çevresiyle, bilgisiyle, ahlakıyla, güzellik anlayışıyla, düşüncesiyle, duygusuyla, inancıyla, iradesiyle, bağımsızlık tutkusuyla, yaratıcılığıyla, mizah duygusuyla insan yapan özellikleri neydi?
O bir bütün insandı içinde, bugün çoğumuzun paramparça kopuk kopuk yaşadığı farklı nitelikleri bütünleştiren bir gücü vardı. Çünkü, o, üslubu olan biriydi. İçi, özü olan biriydi. Dışı, böylesi bir bütünleştirilmiş içi taşıyordu. Toplumunun insanlarına benziyordu ama onlardan ayrıydı. O dönem insanının ayrı ayrı taşıdığı özellikleri içinde birleştirebilmişti. Çoğumuza karşıtmış, zıtmış gibi görünen özellikleri birleştirip aşmış, bütünleştirilmişti. Neydi bu, aşılıp, birleştirilmiş zıt özellikler? (İyi Vatandaş. İyi İnsan adlı yapıtında -Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s.l90-şöyle diyordu: "Ferdi varlığımızda karga halindeki zıt kuvvetleri murazenelemeye çalışalım.")
1. Düşünce (Düsünme)- Eylem İkiliği. O bir eylem adamıydı. "Düşünüyorum, o halde varım" onda "çalışıyorum o halde varım" olmuştu. Bakanlığı sırasındaki bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, açtığı okullar, oluşturduğu kurumlar, ön ayak olduğu yayın etkinliğinin ardında, bir bakanda görmeye alışık olmadığımız, bir düşünce birikimi vardı. Düşünme hevesi, kuramlara ilgi, merak, irdeleme, anlama, sistemleştirme tutkusu içinde idi. Hayattan yalıtılmış düşünceden yana değildi. Düşüncesiz yaşamadan yana hiç değil. Yaşadığımız dönemin çarpıtılmış pragmacı anlayışında, sonuç alma, sonucun dayandığı düşünce zeminini görmezlikten gelinerek gerçekleştirilmeye çalışıldı. Düşünce yoksulluğunun, alınan sonuçları nasıl olumsuz yönde etkilediğini görüyoruz.
2. Düşünce-Duygu ikiliği. Düşünmek, 'Kuru', 'soyut', insan bütünlüğünden yalıtılmış bir etkinlik değildir. İnsan duyguları olan varlıktır. Bunu genç yaşında sezmişti Yücel. Yeni Hayat şiiri 1926'da (29 yaşında iken) yayınlanmıştı. Şöyle diyordu başlarken:
Duymadan düşünmek yok bizim dinimizde
Biz kalp adamlarıyız, gönül eriyiz.
Gönül eriydi. Düşünen bir gönül eri. O dönemin Bergson'cu felsefeyle mevlevî bir bakış açısından gelen kültür mirasını yaşamına katmıştı.
3. İç-Dış ikiliği. İnsanın iç dünyasıyla dışı arasındaki ilişkiyi, eylemsiz çileci bir mistik olarak değil de, atılımcı, dünyayı değiştirmeye çabalayan bir eylem adamı olarak yorumluyordu. Dış için aynasıydı. Dışa hep iç yönünden bakmak gereğini vurguluyordu. İçten Dıştan adlı yapıtı 1938'de yayınlanmıştı. İçimiz hem birey hem toplum hem kültür olarak dışımızı beslemeliydi. İçi boş insanlar, içi boş bir kültür olmamalıydık. Özümüzden yola çıkmalıydık. Taklitçi, salt dış görünüşe önem veren insan ve kültürlerin kolayca yitip gideceğini görmek gerekiyordu. Bu da bizi bir diğer ikiliği yorumlamaya götürüyor:
4. İçerik- Biçim ikiliği. Gerek kişiliğinde, gerekse kişiliğini yansıtan Yazılarında, onun anlatım biçimine ne denli önem verdiğini görüyoruz. "Üslub-u beyan, aynıyla insan" sözü ona yakışıyordu. İçi olan biriydi. Eylem adamlarının çoğunda bugünlerde gözlemlediğimiz "iç dünya yoksunluğu"nun, onun yaşayışına baktığımızda, eylem alanında başarılı olmak için hiç de gerekli olmadığını görüyoruz. İç dünyasına dışına yansıyabiliyordu. İçerikle, biçim birbiriyle sıkı bağ içindeydi.
5.Özel-Kamusal İkiliği. Bu ikilikte, vicdan kavramının önemine dikkat etmek gerekir. Vicdanımız bize özgü idi, özeldi (private). Ama, mahremiyetimizde, toplumun vicdanı da vardı. En yalnız anlarımızda bile, toplum bize bakıyor gibi düşünmeliydik. Ahlak duygumuzun dayandığı sorumluluk, kamusal alanda çıkarlarımız için kullanabileceğimiz özel alanımıza, özel hayatımıza özen göstermeye götürüyordu bizi. Namık Kemal'in "bais-i şekvi hüzn-ü umumidir Kemal" dizesini anımsayalım. Bireyin toplumun hüznünden yalıtılmış, onun uzağında bir hüznü olamazdı. Yücel, bu ikiliği kendi benliğinde birleştirip aşmış biriydi.
6.Evrensel-Yerel İkiliği. Evrensel olan bilime, kendi kültürümüzden yola çıkarak katkıda bulunacaktık. Kendi dilimizle evrensel olanı düşünecektik. Evrensel kültüre katkı kendi yerel kültürümüzden gelecekti. Kendi değerlerimizi evrensel bir gözle görecek; evrensele katkıyı kendi Özümüzden yola çıkarak sağlayacaktık. Böylece medeniyet-kültür çatışması, biz-onlar, bilim-inanç zıtlıkları ortadan kalkacaktı.
7. Elestiri-Umut İkilisi. Yücel, gelecekten beklentisi olan, umutla yaşayan biriydi. Bu gün, birçok Aydınımız içine düştüğü yılgınlık, umutsuzluk boşluğu onda yoktu. İyimserdi. Yaşama sevinci ile doluydu. Bu umut ve sevinç, çekilen acılara, yapılan yanlışlara kayıtsız kalma anlamına gelmiyordu. Haddimizi bilecek, yanlışlarımızdan öğrenecek, kendimizi eleştirme cesaretini yitirmeyecektik. Eleştirel bakış, elimizden umudumuzu almayacaktı.
İşte çok kısa olarak değindiğimiz bu ikiliklerin farkında, bu ikilikleri yaşayarak,, zenginleştiği iç dünyasıyla, eylemlerini gerçekleştirdi Yücel. O bir "eren"di. Ama geçmişte kalmış, eskimiş dünyanın uzağında, kendini münzevî, çileci bir hayata terk etmiş bir eren değildi; yeni, yepyeni bir hayatın ereniydi. Yeni hayat, yaşadığımız toplumsal, ekonomik kültürel koşullardı. Bu koşulları bilip, bu koşullan aşmaya çalışacak, bunu yaparken, kendimize ait olanı yakalamaya çabalayacaktık.
"Yeni Hayât", şiirine duygu ile düşüncenin birlikteliğini vurgulayarak başlamıştı. Bitirirken, geçmişimizle ("eren" olma!), geleceği (yeni hayat!) birleştirerek, umutla yürümeyi öneriyordu. Bu haliyle, eşi bulunmaz bir tutumu sergiliyor, üslubunu ortaya koyuyordu. Dünya kültüründe yer almamız, evrensel olanla birleşmiş farklılığımızla gerçekleşecekti:
"Her yerde bulunmaz eşimiz bizim
Biz yeni hayatın erenleriyiz."