Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 2

Doğa bilimlerinde ortaya çıkan bu büyük atılıma bağlı olarak, geleneksel anlamda etkinliğini sürdüren matematik, fizik ve astronominin yamnda, bu dönemden itibaren tarik, biyoloji, psikoloji, sosyoloji, matematiksel mantık, mekaniksel biyoloji kısaca davranışsal ve sosyal bilimler gibi gittikçe farklılaşan ve çeşitlenen çok sayıda bilim dalı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların hiç­ biri diğerine benzememekte, ancak hepsi de bilim diye adlandırılmaktadır. O zaman bütün bilimleri kapsayacak bir bilim tanımının yapılması gerekecektir. Ya da niçin birbirinden çok farklı olmasına rağmen bu uğraşlara bilim denildiğinin ele alınıp incelenmesine gereksinim vardır. Çünkü bilim bir bilgi türü­dür. Ancak diğer bilgi türlerinden kendisini ayıran özelliklere sahiptir. Bu özellik daha işin çok başında tanım aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Genel ve yaygın bir kanı açısından ele alınırsa bilim "sağlam ve güvenilir" bir bilgidir. Böyle bir tanım kabul edilecek olsa bile, o zaman da bu sağlam ve güvenilirliği sağlayanın ne olduğu veya böyle bir niteliğin garantisini neyin verdiğinin de apaçık olarak ortaya konulması gerekir. Bu anlamda bilimi kendisine konu edinen, onun yapısını, doğasını, kavramlarının gerçeklikle ilişkisini, yöntemini ve kuramlarının niteliğini araştıran, dolayısıyla da bilimi felsefî açıdan anlamaya çalışan bir ilgi alanına bu dönemde her şeyden daha çok gereksinim olmuştur.

Bilimi anlama çabasını besleyen diğer bir neden de, bilime yaklaşık ikiyüz yıl boyunca duyulan güven ve bağlanmanın,' 18. yüzyılda doruğa çıkması ve ar dından da çok büyük bir krize dönüşmesidir. Çünkü 19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarına doğru fizik ve matematikte oluşan devrimci gelişmelere bağlı olarak Newton'ün fizik kuramı çökmüş ve yenisiyle yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Yüzyılımızın başlarında Einstein'ın (1879-1955) varolan geometri sistemlerini ve fizik kanunlarım, zaman ve mekan arasında yeni kurulan bağıntı­lar bakımından ele alan görelilik kuramı ve bundan kısa bir süre önce geliştirilmiş olan kuantum fiziği Eukleides ve Newton sistemlerini ağır problemlerle karşı karşıya koyunca, hem bilim adamlarını hem de filozofları bilim üzerinde daha ayrıntılı düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmiştir.

Böylece yoğunlaşan bilimi anlama çabaları, bu dönemde biri tarihsel ve diğeri de felsefî yönden olmak üzere iki boyutta gelişmeye başlamıştır. Bilimi tarihsel süreç içerisinde onaya konulmuş ürünlerini inceleyerek anlama çabası bilim tarihinin, bilimsel etkinliği yapısı, yöntemi ve kavramları açısından ele alıp değerlendirme ise bilim felsefesinin doğuşuna yol açmıştır.

Bu iki etkinlikten bilim tarihini bir akademik disiplin haline getiren George Sarton'dır (1884-1956). Bilim tarihini insanlığın manevi tarihinin en önemli bö­lümlerinden biri olarak değerlendiren Sarton, bilim tarihinin bilginin birikmesi ve gelişmesi bakımından diğer entelektüel etkinliklerden farklılık taşıdığını ve eğer insanlığın ilerlemesi açıklanacaksa, bilim tarihinin bu konuda en yararlı araç olacağını belirtmektedir.

Bu anlamda Bilim Tarihi, kültürün, özellikle de entelektüel kültürün en temel bileşenidir ve başta bilimsel düşünüş olmak üzere, insanın bütün zihinsel etkinliklerinin tarihsel serüvenini içermesi bakımından ayrıcalıklı bir önem ta şımaktadır. Bu bakımdan bilimsel, kültürel ve siyasi boyutlar içermektedir. Çünkü bir ulusun kendi tarihinin görkemini görmek ve göstermek için baş vuracağı en iyi alanlardan birisi bilim tarihidir. Bu bakımdan uluslar hem genel hem de kendi bilim tarihlerini ve dolayısıyla da tarihte yakalamış oldukları başarıları gün ışığına çıkarabilmek için bu alanda önemli ve köklü çalışmalar yapmak zorundadırlar.

Bu yüzden bilim tarihi çok geniş bir bilgi alanını kapsar. İlgi alanı geçmiş­tedir ve bu nedenle yönelimi de tarihsel olmak durumundadır. Diğer taraftan bir bütün olarak geçmişin bilinmesinin hem bugün ve hem de geleceğin anlaşılmasında önemli rolü olduğundan, insanlar çok sık olarak geçmişe, yani tarihe yönelirler. Ancak tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlanmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli ya da önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla da, bilim tarihi çok önemli bir boşluğu doldurmakta ve bilimsel etkinliğin doğasının anlaşılması ve etkin konuma getirilmesi bakımından rol oynamaktadır. Bilim tarihinin bu önemli işlevinin anlaşılması ise ancak onun başlı başına bir konu olarak ele alınması ve işlenmesine bağlıdır. Yakın zamanlara kadar genellikle felsefe, tarih ya da bilim gibi bir konu içerisinde ele alındığı için bilim tarihine ilişkin açık ve bağımsız bir düşüncenin oluşması kolay olmamıştır. Şimdilerde geleneksel yapılanmanın yanı sıra çoğunlukla bağımsız bilim tarihi bölümlerinin kurulması bilim tarihi hakkmdaki düşüncelerin daha rahat anlaşılmasını sağlamıştır.

Felsefe, tarih ve bilim gibi diğer disiplinlerle, ilişkili olması, bilim tarihini disiplinler arası bir çalışma haline getirmekte, buna bağlı olarak diğerlerinden farklı ve bu anlamda zorlu bir disiplin yapmaktadır. Bu yönünün bulunması da konunun yeterince yaygınlaşıp, gelişmesini engelleyen bir etmen olmaktadır. Buna bir de bilim tarihi metinlerinin yazılmış olduğu Latince, Yunanca, Arapça, Farsça ve Osmanlıca gibi bir klasik dilin öğrenilmesinin zorluğu da eklendiğinde, bilim tarihi araştırmalarının güçlüğü daha da net olarak ortaya çıkmaktadır.

Ancak her şeye karşın bilim tarihi insanın entelektüel etkinliğinin bir serü­venidir ve gelinen son noktanın ne olduğunun anlaşılması için, tarihsel sürecin tam olarak anlaşılmasına gereksinim vardır. Bu yapılmaz ise tarihteki her parlak başarı ya da bir dönemde ortaya çıkan büyük atılımı doğru olarak anlamlandırmak olanaklı olmaz. Bu durumda, Newton ya da Einstein birer "mucize" olarak nitelendirilebilirler. Benzer şekilde başlangıçta "mucize" olarak nitelenmiş olan Antik Yunan'da sergilenen bilimsel başarı da ancak, Mısır, Mezopotamya, Babil, Hint ve Çin'in sergilediği başarıların gün ışığına çıkarılmasıyla anlaşılmış ve anlamlı hale gelmiştir. Ancak, bu bağlamda bilim tarihini modern kuramların ön bilgisinin geçmişin soluk gölgelerinde aranması olarak da görmemek gerekir. Çünkü böyle bir durumda Einstein'ı eski Mısır'da, Kant'ı Mezopotamya'da ortaya çıkarmak yanlışına düşülebilir. Oysa ki, her çağ kendi içinde değerlidir. Bu anlamda yine bilim tarihi gerçek bir yol gösterici olabilir. Benzer şekilde bilim tarihçisi örneğin, Ptolemaios'un (M.S. 150'lerde yaşamış) gezegen hareketlerine ilişkin açıklamalarını Newton'ın gök mekaniği açısından düzeltmekle de görevli değildir. O yalnızca her kuramı kendi dönemi ve koşulları içerisinde değerlendirmekle yükümlüdür.

Diğer taraftan, bilim tarihi geçmişte ortaya konulmuş olan ve bugünün dü­şünce, kavrayış ve bakış açısıyla değerlendirildiğinde "aptalcaymış" gibi gelen açıklamaların doğru bir bakışla anlamlandırılmasında da tek çaredir. Çünkü eğer geçmiş kuramlar birer "boş inanç" ve "aptalca" açıklamalar olarak görülecekse, o zaman bugün bizim savunduğumuz görüşler de gelecekte aynı biçimde değerlendirilebilecektir. Bu ise insanlığın uzun soluklu deneyimlerinin ve kazanmalarının acımasızca değerlendirilmesinden başka bir şey değildir. Aslında buradaki temel zorluk bilimsel etkinliğin sonu olmayan bir bina gibi olmasıdır. Her katta biraz daha yükselirsiniz, ancak bina asla tamamlanmaz. Her aşamada doğa daha ayrıntılı kavranır, ancak oluşturulan her kuramı daha yetkin hale getirmek olasıdır. Bilim tarihi perspektifi içerisinde bilgi ve bilimin gelişmesini incelediğimizde de bu durumu açıkça görmemiz olanaklı olacaktır.

Bilimsel bilginin gelişmesini açıklamaya yönelik anlatımların tarihine yö­neldiğimizde, genellikle bilimsel bilgi için bazı nitelemeler yüklendiğini görmekteyiz Örneğin bilimsel bilgi insanlığın üzerinde birleştiği bir bilgidir gibi. Böyle bir bilgi doğal olarak, insanlar arasında din, dil, milliyet ve ırk ayrımı söz konusu olmaksızın geçerli bilgi olacaktır. Bu özelliği taşıyabilmesi için de bir tür tartışmazlık statüsünü kazanmış olması gerekir. Bu nedenle bilimsel bilgi doğmakta olan bilgiden çok, belirli ölçülerde klasikleşmiş bir bilgidir. Bilimsel bilginin tarihsel gelişimini izlediğimizde bu durumu açıkça görebilmekteyiz. Örneğin Eski Yunanlılar, bu türden nitelik kazanmış Mısır ve Mezopotamya biliminde yeterince yararlanmışlardır. Benzer durum İslâm Dünyası için de geçerlidir. Onlar da Eski Yunanın klasikleşmiş bütün bilgilerini almaktan çekinmemişlerdir. Daha sonraki dönemler için de bu durum örneklenebilir. Öte yandan bu yüksek düzeyli kültürel ilişkiler bilimin uluslararası niteliğini kanıtlayan örnekler olması bakımında da dikkat çekicidir.

1-2-34

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP