Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe ilişkisi üzerine - 1

Hüseyin Gazi Topdemir

Her hangi bir konunun tanımlanması, genellikle o konunun anlaşılmasında gerekli olan temel kavram ve düşüncelerin belirlenmesini gerekli kılar. Bu anlamda bakıldığında "Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe" gibi bir belirlemede benzer şekilde bir kavramsal çerçevenin oluşturulmasını ve bu çerçeveye bağlı olarak bilgi yığınının ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

Bu bakışla yaklaştığımızda, bilimin daha çok "sağlam ve güvenilir" bir bilgi olarak tanımlandığım görmekteyiz. Burada dikkatimizi çekmesi gereken kavram bilgidir. Çünkü burada bilimin bir bilgi olduğu vurgulanmaktadır. Öyleyse, "bilgi" bütün kültür öğeleri içerisinde konumu itibariyle en genel kavramsal yapıdır. Öyle ki, bilim, felsefe, sanat ve hatta din bu kavramsal yapının altında yer alırlar. Bu bakımdan bunların tümü birer bilgi alanıdır. Bu alanların her biri kendine özgü bir "bilgi yığını" olduğuna göre, bilginin genel ve kapsamlı bir tanımına da gereksinim olacaktır. Bilgi kabul edilen tanımlamalar içerisinde en yaygın olan anlatımıyla "bir şeyin bir şey olarak kavranması" şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak "bir şey" ve bir de "kavranma" sözcükleri olduğuna göre, öyleyse bir "kavrayan" ve bir de "kavranan" ya da "bilen" ve "bilinen" olacaktır. O zaman tanım böyle bir belirlemeyi gerektirdiğine göre, bilgi genellikle bir "şeyin" bilgisi olmak durumundadır. Bu anlamda olgu temel birinci adımı oluşturmaktadır. Bu olgu üzerine felsefe, sanat ve bilim yapılır. Entelektüel kültürün bütün bu öğeleri aslında bir "anlama" ve "açıklama" görevini yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu anlamda aralarında bir farklılık söz konusu değildir. Ancak, anlama ve açıklama aşaması bir sonuç içerir. Bu öğeler arasındaki farklılık da zaten burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü sonuç bir bilgi ortaya koymaktadır ve bu bilginin kaynağı, değeri ve elde ediliş yöntemi, bu alanlar arasındaki farklılığı belirlemekte ve sınırlarını çizmektedir. Özellikle "yöntem" burada daha ön plana çıkmaktadır. Bunun nedeni de bilginin sağlamlığına ve güvenilirliğine verilen büyük önemdir. Özellikle bu nitelikleri bakımmdan bilim, tarihsel süreçte kendisini ön plana çıkarmış ve haklı bir unvan elde etmiştir. Öyleyse bilim nedir?

Toplumların başlangıcından bu yana, en ilkel uygarlığın bile, İnsan, Doğa ve Evren üzerine bir söylem ortaya koyduğunu ve doğaya yönelik eylemlerini belirleyen bir bilgi yığını yarattığını, dolayısıyla bilme ve anlama kaygısının daha ilk başta ortaya çıktığını ve bu bilgilerin "düşünüş biçimi" bakımından zamansal olarak bir farklılık taşımadığını görmekteyiz. Çünkü mitoloji bile dünyayı açıklamaya yönelik bir girişim olarak doğmuştur. Benzer şekilde büyü de doğal ve doğaüstü güçleri egemenlik altına alma kaygısı taşıması bakımından adeta tekniğin öncüsü gibidir.

Ancak yine de bu durum bilimin insanlığın ilk ortaya çıkmasıyla birlikte kendini gösterdiği ve bilimsel etkinliğin insan doğasının bir niteliği olduğu ve zaten bilim hep vardı anlamına gelmez. Çünkü her bilgi sisteminin bilimsel olması zorunluluğu olmadığı gibi, bilimsel olma hedef ve amacı gütmeyen bilgi sistemleri de vardır. Bu anlamda bilim karşımıza belirli niteliğe sahip bir bilgi olarak çıkmakta ve bu ayrıcalığını da bilgiyi ortaya koyarken dayandığı temel ilke, teknik ve izlediği yöntemden almaktadır.

Gerçekte "bilimin doğası/niteliği", yüzyıllarca bilim adamları, filozoflar, tarihçiler ve diğer ilgili gruplar tarafından yönlendirilen güçlü bir tartışma konusu olmuştur. Genel bir konsensüs ortaya çıkmamışsa da, farklı bilim kavramları güçlü destekçiler bulmuştur. Farklı görüşlerden birisine göre bilim "kendi çevresi üzerinde kontrol kazanan insanların davranış kalıbı"dır. Bu nedenle bilim geleneksel beceri uğraşları ve teknoloji ile ilgilidir; ve tarih öncesi insan, örneğin, metalleri nasıl işleyeceğini ya da tarımda nasıl başarılı olacağını öğrendiğinde, bilimin büyümesine katkıda bulunacak duruma da gelmiştir. Alternatif bir fikir ise, bilimi kuramsal bir bilgi kütlesi, teknolojiyi ise kuramsal bilginin kılgısal problemlerin çözümüne uygulammı olarak görerek, bilim ve teknoloji arasında ayrım yapar. Bu görüşte, örneğin, otomobil dizayn ve yapım teknolojisi, kuramsal mekanik ve aerodinamikten ve diğer yardımcı kuramsal disiplinlerden farklıdır; yalnızca kuramsal disiplinler "bilim" olarak sayılır.

İkinci yaklaşımı benimseyenler, bilimi kuramsal bir bilgi olarak görürken, genellikle bütün kuramların (içeriği veya karakteri ne olursa olsun) bilimsel olduğunu kabul etmek istemezler. Bu durumda belirli tür kuramları dışlamak gerekmiştir. Dolayısıyla da bir kuramın bilimsel olduğuna, diğerinin bilimsel olmadığına karar vermeyi sağlayacak bir "ölçüt"e gereksinim olmuştur. Bu yüzden bilimi kendi anlatımının formuyla -evrensel, kanun türünde anlatımlar, matematiksel olarak ifade edilmiş olmak gibi-, tanımlamak çok popüler hale gelmiştir. Ancak bu, zaman içerisinde oldukça sınırlayıcı bir ölçüt olarak görülmüş ve onun yerine bilimi kendi metodolojisiyle tanımlamanın daha uygun olacağı sonucuna varılmıştır. Günümüzde özellikle bilimin doğası ve yapısı üzerine yapılan çalışmalar bu yaklaşıma dayanırken, tarihin değişik dönemlerinde de bilime ve bilimsel bilgiye ilgi duyan bilim ve düşün adamları da, çıkmıştır: Aristoteles (M.Ö. 384-322), Roger Bacon (1214-1292), Francis Bacon (1565-1626), Rene Descartes (1596-1650), David Hume, (1711-1776) Immanuel Kant (1724 -1804) ve John Stuart Mili (1806-1873) bu alanda çalışanların önemlilerinden bazısıdır. 19. yüzyıldan itibaren ise bu bireysel çalışmalar aynı zamanda ekol düzeyindeki çalışmalara kaynaklık etmiştir. Bu durum özellikle August Comte (1798-1857)'un pozitivizm üzerine yaptığı ayrıntılı çalışmalarla ivme kazanmış ve "Viyana Çevresi"yle çağdaş formuna ulaşmıştır.

Bütün bu tartışmalar mutlak bir uzlaşmaya varılmasını sağlamamış olsa da, bilimin doğası hakkındaki bilgi birikiminin artmasın yol açmıştır. Bu birikimin özellikle 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaştığını görmekteyiz. Bunun nedeni bu dönemin özelliğinde yatmaktadır. Nedir bu dönemin özelliği?

Aslında bilimi anlama çabalarının yoğun olarak ortaya çıkışı, Modern Çağ ile başlar. Ancak bu süreçte özellikle Rönesans'ın ve ona bağlı olarak ortaya çı­kan Aydınlanmanın özel bir önemi vardır. Çünkü Rönesans Ortaçağ yaşamında büyük değişimlerin oluştuğu ve evrensel Ortaçağ devletinin ulus devletlere bölünmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde orta sınıfın gelişen girişimciliği sonucu ekonomide yeni gelişmeler ortaya çıkmış, böylece kilisenin maddi gücü sarsılmış ve derebeyliğin dayanakları ortadan kalkmıştır. Bu yeni durum şehirli orta sınıfın alışkanlıklarını da değişime uğratmış ve başta eğitim olmak üzere artık kiliseden kopuk davranma ön plana çıkmaya başlamıştır.  Bu değişim felsefe ve bilimde de yerini bulmuştur. Geleneğe ve onun getirdiği değer ve anlayışa baş kaldırmak düşüncesi yaygınlaşmış ve sonuçta birliğe ve bü­tünselliğe dayanan Ortaçağ anlayışının yerine artık doğruya varmak için birden çok yolun olduğu kabul edilmeye başlanmıştır. Ancak ortaya çıkan bu pek çok çığırın birleştiği bir ortak nokta bulunuyordu: Skolastiği reddetme. Böylece, gerçekleştirilen Aristoteles ve onun yoğunlaşmış büyük otoritesinin kırılmasına yönelik çalışmalar bu çağın en büyük başarısı olmuştur.

Böylece Batı Dünyası, Rönesans düşüncesiyle, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda, özellikle de bilim ve felsefe alanında, tarihinin hemen hiçbir döneminde rastlanmayan büyük bir atılımı gerçekleştirmiştir. Ortaya çıkmış olan bu temel atılım, bir yandan doğaya ilişkin yeni ve güvenilir bilgiler üretmeyi sağlarken, diğer taraftan matbaanın yaşama geçirilmesiyle birlikte de, bu bilgilerin, doğru ve hızlı bir biçimde geniş halk kitlelerine ulaştırılması olanaklı hale gelmiştir. Bu dönemde aynı zamanda, Colombos'un yeni bir kıta bulmasıyla birlikte büyük keşif yolculuklarına aşın merak duyulmaya başlanmış, bunun sonucunda edinilen coğrafi bilgilerle de dünyanın o dönemdeki çehresi bir hayli değişmiştir. Ayrıca teleskopun bulunması da hem gemicilikte hem de bilimde büyük bir olgu bilgisi birikimi sağlamıştır ve dünya hızla bir "bilgi çağına" doğru gitmeye başlamıştır. Böylece Batı kültür dünyasında önemli ve çı­ğır açıcı gelişmeler kaydedilebilmiştir. Bunun sonucunda yeni bir döneme girmiş olan Batı düşüncesi, kısa sürede bilim ve felsefe gibi üst entelektüel alanlarda dev adımlar atmayı başarmış ve sonuçta 18. yüzyıl bilimsel devrimini gerçekleştirmiştir.

Bilgi çağma doğru bu hızlı gidiş, ister istemez, bilimsel bilginin elde edilme sürecine duyulan ilgiyi de artırmıştır. Artan bu ilgi sonucu bilimsel yöntem konusu çok sık tartışılmaya başlamış ve bilimsel bilginin nitelikleri üzerinde ciddi değerlendirilmelere gidilmiştir. Çünkü Kopernik (1473-1543), Kepler (1571-1630) ve Galileo'nun (1564-1642) doğa olaylarına dayanan araştırmaları sonucunda elde ettikleri keşiflerle Aristotelesçi felsefenin yanlışları aşılmıştı. Ancak, geriye ana çizgileriyle ve genel ilkeleriyle Aristoteles'in niçin ve nasıl yanlışa düştüğünü göstermek, yönteminin kendine özgü zayıflığını ortaya koymak, ve onun yerine daha iyi ve daha güçlü bir yöntem getirmek kalmıştı. Bu önemli işi gerçekleştiren ise Francis Bacon (1565-1626) olmuştur. Çünkü Aristotelesçi yöntem ilk kez bu denli ayrıntılı ve yıkıcı eleştriyle karşı karşıya bırakılmıştır. Elbetteki Bacon'ın böyle bir çalışmaya girmesinin altında yatan özel nedenler vardır. Her şeyden önce Bacon'ın amacı doğaya ilişkin doğru ve güvenilir bilgiler elde etmektir. Ona göre bilimde ilerleme olmalı ve kesin bilgiye ulaşılabilmelidir. Bu insanlığın kurtuluşu için önemlidir. Çünkü bilimle insanlığa yararlı bir çok yeni buluş sağlamak olanaklıdır. Bu bağlamda konuyu değerlendirdiğimizde, Bacon'a göre bilimin, bilim için değerli olmadığını, aksine bilimin insanlara yararlı olduğu ölçüde önemli olduğu düşüncesinin ön planda yer aldığım görmekteyiz. Bunu anlamak aslında zor değildir. Çünkü o dönemde büyük insan kitleleri çok kötü koşullarda yaşamaktadırlar. Bundan dolayı sihir, büyü ve astrolojiden yardım bekliyorlar. Oysa Bacon'a göre onların bu koşullarda kurtulmaları ancak doğaya egemen olmalarıyla olanaklıdır. Doğa bir takım doğaüstü marifetlerle, sihir ve büyüyle egemenlik altına alınamaz. Ancak onun kanunlarını bilmekle kontrol altına alabiliriz. Çünkü "bilgi güç demektir".

Böylece modern bilimin yapılanmasının temelini hazırlayan çabaların yoğunlaştığı bir döneme dönüşmüş olan Aydınlanmayla, Kopernik (1473-1543) ile başlayan yeni dönem Kepler (1571-1630), Galileo ve "Newton (1642-1727) ile dönemin gerçek anlayışını yansıtan bir olgunluğa ulaşmıştır. Buna bağlı olarak, matematikte, astronomide ve fizikte bilinen ve egemen olan kuramların yerine yeni kuramlar önerilebilmiş ve etkin olmasını sağlayacak adımların atılabilmesi sağlanmıştır. Bu adımın atılmasında özellikle klasik dönem yapıtlarına başvuran çalışmaların yoğunlaşması da etkili olmuştur. Özellikle Galileo'nun matematiksel fizik çalışmasını ön plana çıkarmasında bu etki açık olarak gö­rülmektedir.

1-2-3-4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP