Wittgenstein’ın Felsefi Metamorfozu - 6
|
Fakat Ludwig Wittgenstein’ı felsefi cehaletle suçlamak oldukça büyük bir düşüncesizlik olurdu. O, geleneksel felsefe problemleri ve onların şimdiye kadarki konumlarıyla, onları tanımadığından değil, ancak bunu yapmanın anlamsız olduğunu düşündüğünden dolayı ilgilenmek istemez. Çağdaş bir felsefeden gelebilecek tek yarar, usumuzu bilinçli olarak felsefe yapmaktan, bilimsel kavram ve yasaları bilinç ve dilsel iletişimden bağımsız olarak var olan bir dünyanın gerekliliğine götüren, metafiziksel illüzyonlara düşmekten korumaktır. “Bu sorunlar (felsefi –E.P.) yeni denemeler yaparak değil , ancak her zaman bildiğimizi sistemleştirmek suretiyle çözülürler.
Felsefe, usavurmamızın dilimizin araçlarıyla büyülenmesine karşı bir mücadeledir”. Dolayısıyla felsefi uğraşıların ciddiyeti, düşüncenin varlığa yönelik tutumunu karakterize eden belirli bir genel problematiğin ciddiyet ve zorluklarıyla değil, tam tersine –felsefenin benzeri tüm problemlerden bağımsız hale getirilmesi ile ilgilidir. Felsefi uğraşıların anlamı, gündelik dilimiz üzerine kurulan mantıksal kuralların bilim ve yaşamdaki doğru kullanımına yönelik analitik karakterinde bulunur.
“Geç” Wittgenstein’ın bakış açısına göre, hiçbir özel objeyi araştırmadığından dolayı kendi nazari problemleri olmamasına rağmen, felsefenin toplumun entelektüel gelişimindeki rolü, sadece yeniden analiz etme ve bizi çevreleyen dünyaya yönelik en genel düşünce değişim aracı olarak dilsel iletişimlerimizin temeline yönelik bilimsel malzeme oluşturmasına çağırılılığı ölçüde, önemli olabilir.
“ Fesefede teknik bir yöntem yoktur , ancak yöntemler vardır , aynen farklı terapilerde olduğu gibi.”. Bu anlamda filozofun toplumun entelektüel sağlığıyla ilgili işi, neredeyse, doktorun fiziki sağlığımızla ilgili işi kadar önemlidir. “Felsefenin sonuçları, bir takım önemsiz anlamsızlıkların ve usavurmanın dilin sınırlarına çarpması esnasında oluşan şişkinliklerin açığa çıkmasıdır. Bu şişkinlikler bu keşfin değerini görmemizi sağlarlar”.
Bu noktadan , felsefe tarihi bize kendini artık bir aldatmaca dizisi olarak (Wittgenstein’ın “Viyana” çevresinden olan mantıkçı pozitivist yakınları için olduğu gibi) değil, fakat birbirine göre farklılık arz eden ve sadece görünüşte bir ve aynı kurallara riayet eden dil oyunları olarak tanıtır. Bu şekilde ortaya çıktı ki, belirli öncüllerden hareket etmiş olan subjektif bir idealist, var olanın hissetme kompleksinden ibaret olduğunu iddia ettiğinde, bir materyalistin duygularıyla kendisinden bağımsız gerçekliğin nitelik ve özelliklerini algıladığına emin olduğunu iddia ettiğinde, bunu söylemeye ne kadar hakkı varsa, onun da tam o kadar hakkı vardır (ya da daha doğrusu –bu şekilde dili yanlış kullanır). Dolayısıyla analitik filozofa göre, ne materyalizm ne de idealizm, ne rasyonalizm ne de düalizm diğerine tercih edilmeyi hak eder. Onun, klasik İngiliz ampirizminin temel prensiplerini izleyen, fakat lengüistik analizin kurallarındaki güçlü değişikliğe maruz kalan düşünceleri, dili, felsefenin araştırılmaya yönelik tek layık objesi haline dönüştürür.
Böylece lengüistik analizin felsefesi, usun, dilin düşüncemizin önüne koyduğu sınırlarını geçmeye çalıştığı sırada oluşan şişkinlikleri (önceki metafiziğin hatalı kavramlarını) aşamalı olarak uzaklaştıracağı bu cerrahi bıçağa dönüşür. “Tractatus Logico–Philosophicus”, düşüncenin varoluşa yönelik ilişkisiyle ilgili geleneksel felsefe problematiğini, düşünce ve gerçekliğin yapısal birliğine yönelik (dilin yansıma teorisi üzerine) mantıksal lengüistik problemle değiştirmeyi ilan ederken, “Felsefi Araştırmalar” için artık insan–dünya ilişkisine yönelik bakış açısının da anlamı yoktur.
Fakat bu kadar devamlı bir lengüistik filozof dahi, bilhassa lengüistik analizin imkânları doğrultusunda metafiziğin uzun asırlık “aldatmacaları”nın önüne geçmeye çalıştığı ölçüde kendi bilme imkânlarına yönelik soruyla (genel olarak bilimin imkânıyla doğrudan ilgili olan soru) karşılaştığında her zaman düşünen usu endişelendiren problemlerden tamamen kurtulamaz. “Geç” Wittgenstein’ın kendisi de, yüzeysel olarak bakıldığında, geçmişte temel olarak kabul edilen felsefi problemlerin, kendisinin “manzara dosyaları” olarak adlandırdığı son eserinin farklı paragraflarının anlamına dikkatli olarak bakıldığında hiç birisiyle işi olmamasına rağmen, araştırmacı karşısında en temel felsefi probleme gerçekten de nihai, ancak ardılsal lengüistik bir yanıt bulur. Bu durum, “geç” Wittgenstein’ın çevirmen ve ardıllarının dünyada genel olanın ve bilginin doğasına yönelik sorunun analitik çözümü için “aile benzerlikleri” denilen teorinin sınırlandırmalarına yönelik büyük dikkatlerinin nedenini de açıklamaktadır.
Bir düşünürün felsefe tarihine kaydedilmesi her çağda her şeyden önce şuna göre değerlendirilmiştir: Bu düşünürün “ilk bilim”in gelişiminin mantıksal bel kemiğini oluşturan problemler üzerine olan bakış açısı ne kadar orijinal ve aynı zamanda çıkış noktaları ne kadar süreklidir. Eğer birine, yakın geçmişte çok daha meşhur düşünürler (ilk sırada “Viyana Çevresi”nin üyelerini, hatta Bertrand Russell’ı kastediyorum) hep daha çok nazari unutulmanın
gölgesinde kalmalarına rağmen, bilhassa Ludwig Wittgenstein gibi başkalarıyla kıyaslandığında pek te fazla olmayan çalışmalarıyla günümüzde en büyük analitikçi filozof olması tuhaf görünürse, bunun açıklamasını süreklilikte ve önemli bir ölçüde de “Tractatus Logico–Philosophicus” (Wittgenstein’ın “erken” dönemi) ve “Felsefi Araştırmalar”ın (Wittgenstein’ın “geç” dönemi) temelinde yer alan iki nazari programın tamamlanmış olmasında aramalıdır. Bilhassa düşünme ve dilin gerçeklik ve bilgisinin genel yapısına yönelik problemin lengüistik denemesi, Wittgenstein’ın iki felsefesi arasındaki mantıksal köprüyü oluşturup büyük oranda “Tractatus”un mantıksal atomculuğundan “Soruşturmalar”daki naif dilin analizine geçişi açıklamaktadır.
Lengüistik analizin felsefesi (en tamamlanmış şekliyle Ludwig Wittgenstein’da) bilginin, bilincin dışındaki nesnelerin genel ve gerekli ıralamalarına ulaşma imkânının pozitivist reddinin çağdaş varyantını temsil eder. Wittgenstein’cı, geneli “aile benzerliğine” indirgeme yaklaşımı, us’ta doğuştan fikir ve prensiplere yer veren rasyonalist teorileri olduğu gibi, duyusal deneyin temeli üzerinde nesnenin varolmayan izlerinin soyutlanması olan, ampirik endüktif prosedürleri de reddeder. Geneli “aile benzerliği”ne indirgeme, bilginin (duyusal–rasyonel), gerçek insan bilincinden bağımsız olan şeyleri bir obje olarak alma imkânının reddedilmesine dayanan son tarihi fenomenalist bakış açısıdır.
Ludwig Wittgenstein adım adım, doğruluk ve gerçekliğin son pozitivist kriteri olarak ostensive definition ’ın nazari yetersizliklerini fark eder. İnsanın düşündüğü ve konuştuğu her şey, şartlı olarak ta olsa, gösterilerek kontrol edilebilir mi? Çünkü naif dilin analizi konumundan, bilhassa bu temel felsefi problemle ilgili olarak Wittgenstein, “dil oyunları” ve “aile benzerlikleri” kavramlarını getirerek, düşünce ve dilimizin gerçek varoluşlarla bağlanma gerekliliklerini elemeye çalışır.
“Aile benzerlikleri”, dil oyunları sürecinde ortaya çıkar ki, ondan bağımsız olarak tek başına varolması mümkün degildir . “Örneğin, “oyunlar” dediğimiz süreçleri gözden geçir. Tahta-oyunlarını, kart-oyunlarını, top-oyunlarını, sportif-oyunlar vbg. kastediyorum. Bunların hepsinde ortak olan nedir? —Şunu deme: “Ortak bir şeyin olması gerekir yoksa onlara ‘oyunlar’ denmez”. – Ancak onlarda ortak bir şeyin olup olmadığına bak. –Çünkü eğer onlara bakarsan hepsinde ortak olan bir şeyi görmeyeceksiniz ama benzerlikleri, bağıntıları ve üstelik onların bütün bir dizisini göreceksin. Denildiği gibi: Düşünme ama bak!” Daha sonra da: “Bu benzerlikleri “aile benzerlikleri”nden daha iyi bir ifade ile ıralayamıyorum; çünkü bir ailenin üyeleri arasındaki çeşitli benzerlikler; boy, yüz çizgileri, göz rengi, yürüyüş, mizaç vb. aynı şekilde üst üste gelir ve kesişirler. –Ve şöyle diyeceğim: “Oyunlar” bir aile oluşturur”.
Bu konumdan “geç” Wittgenstein, sadece geleneksel metafiziği değil, fakat “geleneksel” mantıksal pozitivizmi de, gizli metafizik öncüllerini göstererek, eleştiriye tabi tuttu. Filozof nesneyi unutmalı. Onun gerçekten varolup olmadığı , cümledeki sözcüğün anlamı için önemli değildir. Bu yüzden dilin işlevselliğinin analizinde, nesnenin konu dışı oduğu ortaya çıkar . “Düşüncelerin bu aşamasından önce şu nokta üzerine konuşalım: Kendisine hiçbir şey karşılık gelmiyorsa bir sözcüğün hiçbir anlamı yoktur. –“Anlam” sözcüğü, bu sözcüğün karşılığı olan nesneye işaret etmek için kullanıldığında, onun dilde yanlış kullanıldığını tespit etmek önemlidir . Yani bir ismin anlamı ismin taşıyıcısıyla karıştırılır. Bay N.N. öldüğünde, ismin taşıyıcısının öldüğü söylenir, anlamının değil. Zaten böyle bir şeyin söylenmesi anlamsız olurdu. Çünkü isim anlam taşımayı sürdürmezse, “Bay N. N. ölüdür” demenin bir anlamı olmaz”.
İsmin (sözcüğün) tuhaf bir şekilde (bilhassa naif ifade şekli açısından) nesnesizleştirilmesi ve sadece, kendi tarafından objeye götürülerek değil, ancak sözcüğün belirli bir dil oyunu içindeki görevine göre incelenen “anlamla” bağlanmasına yönelik okuyucuda, hiçbir şüphe bırakmaması için bu paragrafın tamamını çevirdim. Bunun gücünde, “gösterme i le tanımlama”da bilen süje için bilinen objenin gerçekliğini kanıtlayan kriteri aramak gerçekten de anlamsızdır. Bu anlamda Wittgenstein, bu tipik pozitivist kriteri, “illüzyonik” olarak tanımlamakta haklıdır”.
Bu yolla Wittgenstein aşamalı olarak kendi kararını, yani uzun asırlık felsefe tarihinde tüm tartışılan soruların kesin lengüistik anlamsızlaştırılmasını açıklığa kavuşturur. Lengüistik adım, sadece bilinen nesnelerin doğası etrafındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmakla kalmadı, fakat aynı zamanda gnoseolojik süjenin de “oyundan” çıkarılması için nazari öncülleri verdi. Daha geç ardılları tarafından “süjeye yönelik sahipsizlik teorisi” olarak adlandırılan teorisinin, ne tinin tözü ne de düşüncenin taşıyıcısı olarak beden ile değiştirilmesine ihtiyacı yoktur: Sadece felsefede, diyor Wittgenstein, şu tarz problemler ileri sürülür: “Diğer insanlar benim gökyüzünün rengine yönelik hislerime sahip midirler ? Bir beden nasıl olur da bir tine sahip olabilir? Taşın herhangi bir hissi var mıdır? Bilgi benim tinime mi aittir? vb. Bilim ve naif insanın bu tarz çözümsüz soruların yanıtlanmasına ihtiyacı yoktur. Çünkü felsefenin gerçek amacı şu olmalıdır: “Sineğe, içine düştüğü şişeden çıkış yolunu göstermek” .
Başka sözcüklerle ifade edecek olursak lengüistik metot, felsefenin, objenin materyalist ya da sübjektif aslına yönelik bir kanıt olarak introspection’ ı (kendini bilme) kullanmaktan vazgeçmesi şartını getirir. Çünkü “felsefe yaparken kendimize baktığımızda şunu görürüz: Dilbilgimizin saf ve basit bir resim tasarımı. Olgular değil, ama sanki tasarlanmış söylev tarzları”. Böylece Wittgenstein aşamalı bir şekilde dil ile ilgili mantıksal bir deneme olarak, sadece felsefe tarihini değil, fakat bizi çevreleyen gerçekliğin doğasına ulaşmaya çalışan diğer her bilimin tarihini de değiştiren ve anlamsızlaştıran bihevyoristik bir bakış açısına ulaştı.
“ Bir manzara dosyasından diğerine ” adım adım ilerlerken , ‘ Felsefi Araştırmalar’ın yazarı “Tractatus Logico–Philosophicus”un kendi okuyucularını çağırdığı şeyi yerine getirdi. “Benim önermelerim şunu açıklığa kavuşturur: Beni anlayan biri, bu önermeleri, üzerlerinden yukarıya tırmanmak için basamak olarak kullanmışsa , sonunda onların anlamsız olduklarını fark eder. (Söz gelimi, merdiveni tırmandıktan sonra itmelidir.) Bu önermeleri aşması gerekir. O zaman dünyayı doğru görür”. (6.54).
İnsan şunu kendine sormadan edemiyor; merdiveni ittikten sonra, yere düşmeyecek miyiz? Fakat nazari merdivenlerden düşmekten acımadığına göre nereye düştüğünüze bakmamız geri kalıyor. “Wittgenstein’ın geç felsefesinin bu kadar büyük bir kısmının, dilin en naif incelemesi ile ilgili olması paradoksaldır, yazıyor Pears. İnsanlar felsefenin nereye gittiğine hayret ediyorlar.
“Tractatus” anlaşılması çok zor bir kitap olabilir, fakat en azından eski tarzda felsefi bir çalışma olduğu apaçık ve çelişki götürmezdir. Ancak geç döneminde, Wittgenstein’ın kendisi de işaret ettiği gibi, söylediği şeylerin anlaşılması daha kolay olmasına rağmen, aynı zamanda bu söylediklerinin temellendirmelerinin görülmesi çok daha zordur…”
Artık şüphe yok ki, “Felsefi Araştırmalar”ın bakış açısına göre, merdivenden yukarıya çıkış, “Tractatus Logico–Philosophicus”un aradığı, baş ağrıtan “ideal dil”in illüzyonik yüksekliklerinden aşağıya doğru, gündelik dilin kaynayan kazanına bir iniş olduğu ortaya çıkmıştır. Ludwig Wittgenstein’ın felsefi metamorfozunun (çifte felsefesinin) son neticesi budur. Diyalektik-materyalist açıdan, onun mantıksal-lengüistik felsefesine yönelik eleştirel bir analiz, kesin olarak, gerçeklik ve bilginin büyük sorunları karşısında çağdaş analitik pozitivizmin, nazari çaresizliğini ortaya çıkarır.
Felsefe, usavurmamızın dilimizin araçlarıyla büyülenmesine karşı bir mücadeledir”. Dolayısıyla felsefi uğraşıların ciddiyeti, düşüncenin varlığa yönelik tutumunu karakterize eden belirli bir genel problematiğin ciddiyet ve zorluklarıyla değil, tam tersine –felsefenin benzeri tüm problemlerden bağımsız hale getirilmesi ile ilgilidir. Felsefi uğraşıların anlamı, gündelik dilimiz üzerine kurulan mantıksal kuralların bilim ve yaşamdaki doğru kullanımına yönelik analitik karakterinde bulunur.
“Geç” Wittgenstein’ın bakış açısına göre, hiçbir özel objeyi araştırmadığından dolayı kendi nazari problemleri olmamasına rağmen, felsefenin toplumun entelektüel gelişimindeki rolü, sadece yeniden analiz etme ve bizi çevreleyen dünyaya yönelik en genel düşünce değişim aracı olarak dilsel iletişimlerimizin temeline yönelik bilimsel malzeme oluşturmasına çağırılılığı ölçüde, önemli olabilir.
“ Fesefede teknik bir yöntem yoktur , ancak yöntemler vardır , aynen farklı terapilerde olduğu gibi.”. Bu anlamda filozofun toplumun entelektüel sağlığıyla ilgili işi, neredeyse, doktorun fiziki sağlığımızla ilgili işi kadar önemlidir. “Felsefenin sonuçları, bir takım önemsiz anlamsızlıkların ve usavurmanın dilin sınırlarına çarpması esnasında oluşan şişkinliklerin açığa çıkmasıdır. Bu şişkinlikler bu keşfin değerini görmemizi sağlarlar”.
Bu noktadan , felsefe tarihi bize kendini artık bir aldatmaca dizisi olarak (Wittgenstein’ın “Viyana” çevresinden olan mantıkçı pozitivist yakınları için olduğu gibi) değil, fakat birbirine göre farklılık arz eden ve sadece görünüşte bir ve aynı kurallara riayet eden dil oyunları olarak tanıtır. Bu şekilde ortaya çıktı ki, belirli öncüllerden hareket etmiş olan subjektif bir idealist, var olanın hissetme kompleksinden ibaret olduğunu iddia ettiğinde, bir materyalistin duygularıyla kendisinden bağımsız gerçekliğin nitelik ve özelliklerini algıladığına emin olduğunu iddia ettiğinde, bunu söylemeye ne kadar hakkı varsa, onun da tam o kadar hakkı vardır (ya da daha doğrusu –bu şekilde dili yanlış kullanır). Dolayısıyla analitik filozofa göre, ne materyalizm ne de idealizm, ne rasyonalizm ne de düalizm diğerine tercih edilmeyi hak eder. Onun, klasik İngiliz ampirizminin temel prensiplerini izleyen, fakat lengüistik analizin kurallarındaki güçlü değişikliğe maruz kalan düşünceleri, dili, felsefenin araştırılmaya yönelik tek layık objesi haline dönüştürür.
Böylece lengüistik analizin felsefesi, usun, dilin düşüncemizin önüne koyduğu sınırlarını geçmeye çalıştığı sırada oluşan şişkinlikleri (önceki metafiziğin hatalı kavramlarını) aşamalı olarak uzaklaştıracağı bu cerrahi bıçağa dönüşür. “Tractatus Logico–Philosophicus”, düşüncenin varoluşa yönelik ilişkisiyle ilgili geleneksel felsefe problematiğini, düşünce ve gerçekliğin yapısal birliğine yönelik (dilin yansıma teorisi üzerine) mantıksal lengüistik problemle değiştirmeyi ilan ederken, “Felsefi Araştırmalar” için artık insan–dünya ilişkisine yönelik bakış açısının da anlamı yoktur.
Fakat bu kadar devamlı bir lengüistik filozof dahi, bilhassa lengüistik analizin imkânları doğrultusunda metafiziğin uzun asırlık “aldatmacaları”nın önüne geçmeye çalıştığı ölçüde kendi bilme imkânlarına yönelik soruyla (genel olarak bilimin imkânıyla doğrudan ilgili olan soru) karşılaştığında her zaman düşünen usu endişelendiren problemlerden tamamen kurtulamaz. “Geç” Wittgenstein’ın kendisi de, yüzeysel olarak bakıldığında, geçmişte temel olarak kabul edilen felsefi problemlerin, kendisinin “manzara dosyaları” olarak adlandırdığı son eserinin farklı paragraflarının anlamına dikkatli olarak bakıldığında hiç birisiyle işi olmamasına rağmen, araştırmacı karşısında en temel felsefi probleme gerçekten de nihai, ancak ardılsal lengüistik bir yanıt bulur. Bu durum, “geç” Wittgenstein’ın çevirmen ve ardıllarının dünyada genel olanın ve bilginin doğasına yönelik sorunun analitik çözümü için “aile benzerlikleri” denilen teorinin sınırlandırmalarına yönelik büyük dikkatlerinin nedenini de açıklamaktadır.
Bir düşünürün felsefe tarihine kaydedilmesi her çağda her şeyden önce şuna göre değerlendirilmiştir: Bu düşünürün “ilk bilim”in gelişiminin mantıksal bel kemiğini oluşturan problemler üzerine olan bakış açısı ne kadar orijinal ve aynı zamanda çıkış noktaları ne kadar süreklidir. Eğer birine, yakın geçmişte çok daha meşhur düşünürler (ilk sırada “Viyana Çevresi”nin üyelerini, hatta Bertrand Russell’ı kastediyorum) hep daha çok nazari unutulmanın
gölgesinde kalmalarına rağmen, bilhassa Ludwig Wittgenstein gibi başkalarıyla kıyaslandığında pek te fazla olmayan çalışmalarıyla günümüzde en büyük analitikçi filozof olması tuhaf görünürse, bunun açıklamasını süreklilikte ve önemli bir ölçüde de “Tractatus Logico–Philosophicus” (Wittgenstein’ın “erken” dönemi) ve “Felsefi Araştırmalar”ın (Wittgenstein’ın “geç” dönemi) temelinde yer alan iki nazari programın tamamlanmış olmasında aramalıdır. Bilhassa düşünme ve dilin gerçeklik ve bilgisinin genel yapısına yönelik problemin lengüistik denemesi, Wittgenstein’ın iki felsefesi arasındaki mantıksal köprüyü oluşturup büyük oranda “Tractatus”un mantıksal atomculuğundan “Soruşturmalar”daki naif dilin analizine geçişi açıklamaktadır.
Lengüistik analizin felsefesi (en tamamlanmış şekliyle Ludwig Wittgenstein’da) bilginin, bilincin dışındaki nesnelerin genel ve gerekli ıralamalarına ulaşma imkânının pozitivist reddinin çağdaş varyantını temsil eder. Wittgenstein’cı, geneli “aile benzerliğine” indirgeme yaklaşımı, us’ta doğuştan fikir ve prensiplere yer veren rasyonalist teorileri olduğu gibi, duyusal deneyin temeli üzerinde nesnenin varolmayan izlerinin soyutlanması olan, ampirik endüktif prosedürleri de reddeder. Geneli “aile benzerliği”ne indirgeme, bilginin (duyusal–rasyonel), gerçek insan bilincinden bağımsız olan şeyleri bir obje olarak alma imkânının reddedilmesine dayanan son tarihi fenomenalist bakış açısıdır.
Ludwig Wittgenstein adım adım, doğruluk ve gerçekliğin son pozitivist kriteri olarak ostensive definition ’ın nazari yetersizliklerini fark eder. İnsanın düşündüğü ve konuştuğu her şey, şartlı olarak ta olsa, gösterilerek kontrol edilebilir mi? Çünkü naif dilin analizi konumundan, bilhassa bu temel felsefi problemle ilgili olarak Wittgenstein, “dil oyunları” ve “aile benzerlikleri” kavramlarını getirerek, düşünce ve dilimizin gerçek varoluşlarla bağlanma gerekliliklerini elemeye çalışır.
“Aile benzerlikleri”, dil oyunları sürecinde ortaya çıkar ki, ondan bağımsız olarak tek başına varolması mümkün degildir . “Örneğin, “oyunlar” dediğimiz süreçleri gözden geçir. Tahta-oyunlarını, kart-oyunlarını, top-oyunlarını, sportif-oyunlar vbg. kastediyorum. Bunların hepsinde ortak olan nedir? —Şunu deme: “Ortak bir şeyin olması gerekir yoksa onlara ‘oyunlar’ denmez”. – Ancak onlarda ortak bir şeyin olup olmadığına bak. –Çünkü eğer onlara bakarsan hepsinde ortak olan bir şeyi görmeyeceksiniz ama benzerlikleri, bağıntıları ve üstelik onların bütün bir dizisini göreceksin. Denildiği gibi: Düşünme ama bak!” Daha sonra da: “Bu benzerlikleri “aile benzerlikleri”nden daha iyi bir ifade ile ıralayamıyorum; çünkü bir ailenin üyeleri arasındaki çeşitli benzerlikler; boy, yüz çizgileri, göz rengi, yürüyüş, mizaç vb. aynı şekilde üst üste gelir ve kesişirler. –Ve şöyle diyeceğim: “Oyunlar” bir aile oluşturur”.
Bu konumdan “geç” Wittgenstein, sadece geleneksel metafiziği değil, fakat “geleneksel” mantıksal pozitivizmi de, gizli metafizik öncüllerini göstererek, eleştiriye tabi tuttu. Filozof nesneyi unutmalı. Onun gerçekten varolup olmadığı , cümledeki sözcüğün anlamı için önemli değildir. Bu yüzden dilin işlevselliğinin analizinde, nesnenin konu dışı oduğu ortaya çıkar . “Düşüncelerin bu aşamasından önce şu nokta üzerine konuşalım: Kendisine hiçbir şey karşılık gelmiyorsa bir sözcüğün hiçbir anlamı yoktur. –“Anlam” sözcüğü, bu sözcüğün karşılığı olan nesneye işaret etmek için kullanıldığında, onun dilde yanlış kullanıldığını tespit etmek önemlidir . Yani bir ismin anlamı ismin taşıyıcısıyla karıştırılır. Bay N.N. öldüğünde, ismin taşıyıcısının öldüğü söylenir, anlamının değil. Zaten böyle bir şeyin söylenmesi anlamsız olurdu. Çünkü isim anlam taşımayı sürdürmezse, “Bay N. N. ölüdür” demenin bir anlamı olmaz”.
İsmin (sözcüğün) tuhaf bir şekilde (bilhassa naif ifade şekli açısından) nesnesizleştirilmesi ve sadece, kendi tarafından objeye götürülerek değil, ancak sözcüğün belirli bir dil oyunu içindeki görevine göre incelenen “anlamla” bağlanmasına yönelik okuyucuda, hiçbir şüphe bırakmaması için bu paragrafın tamamını çevirdim. Bunun gücünde, “gösterme i le tanımlama”da bilen süje için bilinen objenin gerçekliğini kanıtlayan kriteri aramak gerçekten de anlamsızdır. Bu anlamda Wittgenstein, bu tipik pozitivist kriteri, “illüzyonik” olarak tanımlamakta haklıdır”.
Bu yolla Wittgenstein aşamalı olarak kendi kararını, yani uzun asırlık felsefe tarihinde tüm tartışılan soruların kesin lengüistik anlamsızlaştırılmasını açıklığa kavuşturur. Lengüistik adım, sadece bilinen nesnelerin doğası etrafındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmakla kalmadı, fakat aynı zamanda gnoseolojik süjenin de “oyundan” çıkarılması için nazari öncülleri verdi. Daha geç ardılları tarafından “süjeye yönelik sahipsizlik teorisi” olarak adlandırılan teorisinin, ne tinin tözü ne de düşüncenin taşıyıcısı olarak beden ile değiştirilmesine ihtiyacı yoktur: Sadece felsefede, diyor Wittgenstein, şu tarz problemler ileri sürülür: “Diğer insanlar benim gökyüzünün rengine yönelik hislerime sahip midirler ? Bir beden nasıl olur da bir tine sahip olabilir? Taşın herhangi bir hissi var mıdır? Bilgi benim tinime mi aittir? vb. Bilim ve naif insanın bu tarz çözümsüz soruların yanıtlanmasına ihtiyacı yoktur. Çünkü felsefenin gerçek amacı şu olmalıdır: “Sineğe, içine düştüğü şişeden çıkış yolunu göstermek” .
Başka sözcüklerle ifade edecek olursak lengüistik metot, felsefenin, objenin materyalist ya da sübjektif aslına yönelik bir kanıt olarak introspection’ ı (kendini bilme) kullanmaktan vazgeçmesi şartını getirir. Çünkü “felsefe yaparken kendimize baktığımızda şunu görürüz: Dilbilgimizin saf ve basit bir resim tasarımı. Olgular değil, ama sanki tasarlanmış söylev tarzları”. Böylece Wittgenstein aşamalı bir şekilde dil ile ilgili mantıksal bir deneme olarak, sadece felsefe tarihini değil, fakat bizi çevreleyen gerçekliğin doğasına ulaşmaya çalışan diğer her bilimin tarihini de değiştiren ve anlamsızlaştıran bihevyoristik bir bakış açısına ulaştı.
“ Bir manzara dosyasından diğerine ” adım adım ilerlerken , ‘ Felsefi Araştırmalar’ın yazarı “Tractatus Logico–Philosophicus”un kendi okuyucularını çağırdığı şeyi yerine getirdi. “Benim önermelerim şunu açıklığa kavuşturur: Beni anlayan biri, bu önermeleri, üzerlerinden yukarıya tırmanmak için basamak olarak kullanmışsa , sonunda onların anlamsız olduklarını fark eder. (Söz gelimi, merdiveni tırmandıktan sonra itmelidir.) Bu önermeleri aşması gerekir. O zaman dünyayı doğru görür”. (6.54).
İnsan şunu kendine sormadan edemiyor; merdiveni ittikten sonra, yere düşmeyecek miyiz? Fakat nazari merdivenlerden düşmekten acımadığına göre nereye düştüğünüze bakmamız geri kalıyor. “Wittgenstein’ın geç felsefesinin bu kadar büyük bir kısmının, dilin en naif incelemesi ile ilgili olması paradoksaldır, yazıyor Pears. İnsanlar felsefenin nereye gittiğine hayret ediyorlar.
“Tractatus” anlaşılması çok zor bir kitap olabilir, fakat en azından eski tarzda felsefi bir çalışma olduğu apaçık ve çelişki götürmezdir. Ancak geç döneminde, Wittgenstein’ın kendisi de işaret ettiği gibi, söylediği şeylerin anlaşılması daha kolay olmasına rağmen, aynı zamanda bu söylediklerinin temellendirmelerinin görülmesi çok daha zordur…”
Artık şüphe yok ki, “Felsefi Araştırmalar”ın bakış açısına göre, merdivenden yukarıya çıkış, “Tractatus Logico–Philosophicus”un aradığı, baş ağrıtan “ideal dil”in illüzyonik yüksekliklerinden aşağıya doğru, gündelik dilin kaynayan kazanına bir iniş olduğu ortaya çıkmıştır. Ludwig Wittgenstein’ın felsefi metamorfozunun (çifte felsefesinin) son neticesi budur. Diyalektik-materyalist açıdan, onun mantıksal-lengüistik felsefesine yönelik eleştirel bir analiz, kesin olarak, gerçeklik ve bilginin büyük sorunları karşısında çağdaş analitik pozitivizmin, nazari çaresizliğini ortaya çıkarır.