Bir Dil Olarak Bilim ve Bilgi - 3
|
İnsanlar çoğu zaman farkında olmadan da metafor yaparlar. Bazen bu metaforlar insanın düşüncesindeki açmazları adeta birebir yansıtabilmektedirler. Örneğin yaşam hakkı ile ilgili metaforlar kullanarak kürtaja karşı çıkan bir insanın yine metaforlar kullanarak idam cezasından yana tavır alması bir düşünsel-dilsel paradoks olarak nitelenebilir. Günlük dilde bu sorun “tutarlılık” kavramı çerçevesinde tartışılmaktadır.
Metafor, esas olarak bir inşadır. İnsan, herhangi bir nesne ya da olgu ile ilgili anlamı, daha önce başka nesne ya da olguları anlatmak için kullanılan imgelerle ifade edebilir ve böylece bir inşa yapmış olur.
Metafor, insanın, sınırlı ifade ya da anlamlandırma gücünü ileri boyutlarda artırmakta; adeta sınırsız bir güç haline getirebilmektedir.
Bu bir insan yetisidir ama aynı zamanda dili kullanan insan için kaçınılmaz bir yol sayılabilir. Bir olguyu kavramak ve açıklamak, zorunlu olarak o olguyu diğer olgularla karşılaştırmak demektir.
Karşılaştırma ise diğer olgulardan bir takım anlam imgelerini kullanmayı öngörmektedir. Örneğin Marx, “alt yapı ve üst yapı” ayrımını yaparken, yani kapitalist bir üretim moduna göre biçimlenmiş toplumu tanımlarken daha önce mekansal anlatımlar için kullanılan imgelere başvurarak metafor yapmaktadır.
Geleneksel bilim anlayışının, en temel iki öncülü doğruluk ve nesnellik (objektiflik) olarak tanımlanabilir. Geleneksel bilim anlayışında, evrenin insanın algılarından bağımsız nesnelerden oluştuğu ve bu nesnelerin bilginin konusu olduğunu Kant’tan beri kesin bir kabul görmektedir. Bilgi, nesneler ile ilgili gerçekliklerin temsilidir ve bu nesnel gerçekliğin temsilini sağlamanın yolu bilimdir, bilimsel yöntemlerdir.
Bu anlayışta insanın öznel (sübjektif) algılarına yer yoktur; öznelliğin bilim için “olmazsa olmaz” koşul sayılan nesnelliği zedeleyeceği varsayılmaktadır. İşi dil bazında, özellikle insanın dili metaforlarla zenginleştirilmesi çerçevesinde ele alınca sıkıntıların baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.
Bilim, nesnel gerçekliğin dil ya da önermeler ile temsil edilmesi (ya da yansıtılması) olarak tanımlanınca insanın (öznenin) anlamlandırmasından bağımsız bir anlamlandırma olgusu kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmiş olacaktır.
Bilimin işlevi nesnel gerçekliği yansıtmaktır ve bu nesnel gerçeklik yansıtmayı yapan özneden bağımsızdır.
Yani geleneksel bilim anlayışına göre insanın şöyle ya da böyle düşünüyor olması ya da arzulaması bilimsel ya da nesnel gerçekliği değiştirmez. Bilim, bu çerçevede (bilimsel önermeler olarak) öznenin anlamlandırmasından bağımsızdır.
Bu durumda da bir dil olarak bilimde metaforlara yer olmayacaktır. Bu ise olanaksızdır, dili kullanan öznenin özgürlük içinde metafor yapması kaçınılmazdır. Örneğin bir Eskimo’ya cehennemin nasıl bir yer olduğu anlatılırken soğukluk tanımı ile ilgili metaforlar kullanılacaktır, başka türlü anlatım olanaksızdır.
İşte dilin bu pragmatik özelliği, geleneksel bilim felsefesinde ortaya çıkan açmazları dil-bilim özdeşliği üzerinde aşmada sıkıntılar yaratmaktadır. Bir dil olarak bilimin, herkes için geçerli (yani nesnel) doğruyu yansıtması gerekmektedir. Ancak dilin bunu yapabilmesi, pragmatik öğesi nedeni ile sınırlı kalmaktadır; dilsel paradokslar, metaforlar vb. anlamlandırmada görecelilik özellikleri nesnel gerçekliğin doğru olarak nitelenen temsilini sorunlu hale getirmektedir.
Burada sorun, kısaca ifade etmek gerekirse, bir nesnel gerçekliğin nesnel gerçekliğe sahip olmayan bir süreç (dil) ile temsilinin mümkün olup olmayacağıdır. İşte postmodern düşünürler, bu noktanın altını çizerek, yani dilin taşıdığı özellikler nedeni ile doğruluk temsili yapmaya uygun olmadığını öne sürerek bilimin olabilirliğini sorgulamaktadırlar.
Bilimi bir dil olarak tanımlamak, epistemolojik darboğazların aşılmasına katkı sağlamış; örneğin genelleme yapabilme sorunu bir ölçüde çözülmüştür.
Genelleme, buna göre bir dilsel işlem olan soyutlamaya indirgenebilmektedir. Soyutlama bir kavramın içlemini (o kavram ile ilgili özellikler) daraltarak kaplam alanını genişletmektir.
Dil-bilim özdeşliği çözümlemesi içinde nedensellik bağıntısının da ortadan kalkacağı söylenebilmektedir. Zaten bilim alanındaki büyük sıçramalar nedensellik düşüncesinin yıkılmasını sağlamıştır.
Örneğin Einstein’ın belki de bütün zamanların en büyük bilim adamı sayılması, evrenin dinamizmini kuramlaştırması ve nedensellik yerine göreceliliği getirmesinden kaynaklanmış bulunmaktadır.
Gerçekten de fizik ve astro-fizik alanlarındaki çalışmalar evrenin dinamik özelliğini, yani sürekli hareket içinde olduğunu ve değiştiğini gösterebilmektedir. Galaksiler sürekli hareket halindedir ya da üzerinde insanların yaşadığı dünya gezegeninin parçası olduğu güneş sisteminin nasıl oluştuğu, geliştiği ve son bulacağı ortaya konabilmektedir.
Bütün bu göz kamaştırıcı bilimsel gelişme ışığı altında zaman ve uzay boyutlarından bağımsız bir mutlak gerçeklikten hiçbir biçimde söz edilemeyeceği açıktır.
Bu saptamayı temel alarak bilim dilleri dahil herhangi bir dil önermesinin doğruluk/yanlışlık betimlemesinin zaman ve uzay boyutlarına bağlı olacağı söylenebilmektedir. Bu, felsefi bir çözümleme değil bilimsel bir bulgu olarak düşünülmelidir.
Herhangi bir önermenin doğru/yanlış betimlemesinin zaman ve uzay ile sınırlı olması acaba ne demektir, bunun anlamı nedir?
Metafor, esas olarak bir inşadır. İnsan, herhangi bir nesne ya da olgu ile ilgili anlamı, daha önce başka nesne ya da olguları anlatmak için kullanılan imgelerle ifade edebilir ve böylece bir inşa yapmış olur.
Metafor, insanın, sınırlı ifade ya da anlamlandırma gücünü ileri boyutlarda artırmakta; adeta sınırsız bir güç haline getirebilmektedir.
Bu bir insan yetisidir ama aynı zamanda dili kullanan insan için kaçınılmaz bir yol sayılabilir. Bir olguyu kavramak ve açıklamak, zorunlu olarak o olguyu diğer olgularla karşılaştırmak demektir.
Karşılaştırma ise diğer olgulardan bir takım anlam imgelerini kullanmayı öngörmektedir. Örneğin Marx, “alt yapı ve üst yapı” ayrımını yaparken, yani kapitalist bir üretim moduna göre biçimlenmiş toplumu tanımlarken daha önce mekansal anlatımlar için kullanılan imgelere başvurarak metafor yapmaktadır.
Geleneksel bilim anlayışının, en temel iki öncülü doğruluk ve nesnellik (objektiflik) olarak tanımlanabilir. Geleneksel bilim anlayışında, evrenin insanın algılarından bağımsız nesnelerden oluştuğu ve bu nesnelerin bilginin konusu olduğunu Kant’tan beri kesin bir kabul görmektedir. Bilgi, nesneler ile ilgili gerçekliklerin temsilidir ve bu nesnel gerçekliğin temsilini sağlamanın yolu bilimdir, bilimsel yöntemlerdir.
Bu anlayışta insanın öznel (sübjektif) algılarına yer yoktur; öznelliğin bilim için “olmazsa olmaz” koşul sayılan nesnelliği zedeleyeceği varsayılmaktadır. İşi dil bazında, özellikle insanın dili metaforlarla zenginleştirilmesi çerçevesinde ele alınca sıkıntıların baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.
Bilim, nesnel gerçekliğin dil ya da önermeler ile temsil edilmesi (ya da yansıtılması) olarak tanımlanınca insanın (öznenin) anlamlandırmasından bağımsız bir anlamlandırma olgusu kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmiş olacaktır.
Bilimin işlevi nesnel gerçekliği yansıtmaktır ve bu nesnel gerçeklik yansıtmayı yapan özneden bağımsızdır.
Yani geleneksel bilim anlayışına göre insanın şöyle ya da böyle düşünüyor olması ya da arzulaması bilimsel ya da nesnel gerçekliği değiştirmez. Bilim, bu çerçevede (bilimsel önermeler olarak) öznenin anlamlandırmasından bağımsızdır.
Bu durumda da bir dil olarak bilimde metaforlara yer olmayacaktır. Bu ise olanaksızdır, dili kullanan öznenin özgürlük içinde metafor yapması kaçınılmazdır. Örneğin bir Eskimo’ya cehennemin nasıl bir yer olduğu anlatılırken soğukluk tanımı ile ilgili metaforlar kullanılacaktır, başka türlü anlatım olanaksızdır.
İşte dilin bu pragmatik özelliği, geleneksel bilim felsefesinde ortaya çıkan açmazları dil-bilim özdeşliği üzerinde aşmada sıkıntılar yaratmaktadır. Bir dil olarak bilimin, herkes için geçerli (yani nesnel) doğruyu yansıtması gerekmektedir. Ancak dilin bunu yapabilmesi, pragmatik öğesi nedeni ile sınırlı kalmaktadır; dilsel paradokslar, metaforlar vb. anlamlandırmada görecelilik özellikleri nesnel gerçekliğin doğru olarak nitelenen temsilini sorunlu hale getirmektedir.
Burada sorun, kısaca ifade etmek gerekirse, bir nesnel gerçekliğin nesnel gerçekliğe sahip olmayan bir süreç (dil) ile temsilinin mümkün olup olmayacağıdır. İşte postmodern düşünürler, bu noktanın altını çizerek, yani dilin taşıdığı özellikler nedeni ile doğruluk temsili yapmaya uygun olmadığını öne sürerek bilimin olabilirliğini sorgulamaktadırlar.
Bilimi bir dil olarak tanımlamak, epistemolojik darboğazların aşılmasına katkı sağlamış; örneğin genelleme yapabilme sorunu bir ölçüde çözülmüştür.
Genelleme, buna göre bir dilsel işlem olan soyutlamaya indirgenebilmektedir. Soyutlama bir kavramın içlemini (o kavram ile ilgili özellikler) daraltarak kaplam alanını genişletmektir.
Dil-bilim özdeşliği çözümlemesi içinde nedensellik bağıntısının da ortadan kalkacağı söylenebilmektedir. Zaten bilim alanındaki büyük sıçramalar nedensellik düşüncesinin yıkılmasını sağlamıştır.
Örneğin Einstein’ın belki de bütün zamanların en büyük bilim adamı sayılması, evrenin dinamizmini kuramlaştırması ve nedensellik yerine göreceliliği getirmesinden kaynaklanmış bulunmaktadır.
Gerçekten de fizik ve astro-fizik alanlarındaki çalışmalar evrenin dinamik özelliğini, yani sürekli hareket içinde olduğunu ve değiştiğini gösterebilmektedir. Galaksiler sürekli hareket halindedir ya da üzerinde insanların yaşadığı dünya gezegeninin parçası olduğu güneş sisteminin nasıl oluştuğu, geliştiği ve son bulacağı ortaya konabilmektedir.
Bütün bu göz kamaştırıcı bilimsel gelişme ışığı altında zaman ve uzay boyutlarından bağımsız bir mutlak gerçeklikten hiçbir biçimde söz edilemeyeceği açıktır.
Bu saptamayı temel alarak bilim dilleri dahil herhangi bir dil önermesinin doğruluk/yanlışlık betimlemesinin zaman ve uzay boyutlarına bağlı olacağı söylenebilmektedir. Bu, felsefi bir çözümleme değil bilimsel bir bulgu olarak düşünülmelidir.
Herhangi bir önermenin doğru/yanlış betimlemesinin zaman ve uzay ile sınırlı olması acaba ne demektir, bunun anlamı nedir?