Temsilciler

Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi akla büyük önem ve yer vererek yeni bir rasyonalite geliştirmeye çalıştılar.[31] Ama pozitif bilimlere dayanarak düşünce üreten ilk düşünür, Tanzimat düşünürü Hoca Tahsin Efendi olsa gerektir.[32]Hoca Tahsin Efendi, Ahmet Mithat Efendi ve Beşir Fuad, materyalist fikirleri yayma konusundaki çalışmaları dağınık ve metotsuz olsa da, bu anlayışın ülkemize girip yayılması için ilk koşulları hazırlayan düşünürler arasında sayılabilir.[33]

Hoca Tahsin EFENDİ (1811-1881)

Hoca Tahsin, Türkiye’de Batılılaşma hareketinin ilk önderlerindendir. 1811’de Yanya vilayetinde doğdu. Sadrazam Reşit Paşa tarafından seçilip Avrupa’ya gönderilenler arasında yer aldı.[34]

XIX. yüzyılın ikinci yarısı… Tanzimat ve Islahat Fermanları ilan edilmiştir. Elhâsıl, Osmanlı’nın Batının vaziyetinin iyice farkına vardığı ve özellikle de maarif alanında bir nevi “teyakkuz” durumuna geçtiği zamanlardır. 1857’nin Mart ayında tahsil için Paris’e varan Osmanlı öğrencileri arasında 46 yaşında sarıklı, cübbeli bir Hoca Efendi de vardı. Islahat Fermanı, sonrasında sadece “ilm”ini almak üzere Avrupa’ya gönderilen öğrencilere, hem Arapça, Farsça, Türkçe ve İslâm ilimlerini öğretmek hem de dönünce Darülfünun’un modern bilimlerde uzmanlaşmış muallimlerinden biri olmak amacıyla tabiî ilimler tahsilinde bulunmak görevlerini derûhte etmişti. Hoca Tahsin Efendi’nin Paris’teki bir diğer görevi ise Paris’teki Osmanlı tebaasının imamlığı görevini ifa etmekti.[35]

Hoca Efendi hem fakültelerde derslere girdiği hem de sanat ve kültür çevresiyle hemhâl olduğu Paris’e hayran kalmıştı. Bu hayranlığını “Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise/ Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” dizeleriyle ifade eden Hoca Tahsin Efendi Paris’te on iki yıl ikamet etmiştir.[36]

Hoca Paris’ten dönmeden şöhreti Dersaadet’e ulaşmıştı. Materyalist felsefeyi benimsediği, Paris kahvelerinin müdavimi olduğu, Namık Kemal başta olmak üzere Yeni Osmanlılarla dostluk kurduğu, bir ara sarığını çıkartıp hasır şapka taktığı ve bu nedenle bazılarınca “Mösyö Tahsin” ya da “Gavur Tahsin” olarak anıldığı, sarığıyla bilardo oynadığı, amelde ihmalkâr olduğu... [37]

İstanbul’a dönüşünde başarısı ve bilgisiyle dikkat çekmiş, yeni açılacak olan Darülfünuna başhoca (rektör) tayin edilmiştir. Darülfünun kütüphanesine Fransa’dan hümanizm ve pozitivizm konularını içeren kitaplar getirmesi tepkilerine neden olmuştur. [38]

Muhtelif rivayetlere göre ya Hoca Tahsin’in içinde güvercin olan bir fanusun havasını boşaltarak canlıların oksijensiz yaşayamadıklarını kanıtlamaya çalıştığı bir vakum deneyi ya da Cemaleddin Afganî’nin konuşmasında peygamberliği bir nevi sanata benzetmesi yüzünden hem Darülfünûn’dan atılmış hem de Darülfünûn kapatılmıştır. Benzer bir durum gelen talebelere tabiî ilimleri öğrettiği dönemlerde de yaşanmış, Hoca bu talebelerin itikadını bozmakla suçlanmıştır.[39]

Hem Hoca Tahsin’in bizzat kendisi hem de Şemseddin Sami, Abdülhak Hamid, Necip Asım gibi öğrencileri uğradığı haksızlıklara sitem etmişler ve her fırsatta bu ithamlara cevap vermişlerdir. Örneğin, Şemseddin Sami Hafta dergisinde “Hoca Tahsin” başlıklı bir yazı dizisi yayınlamış ve “Hoca Tahsin’in itikadı tam ve kâmil olduğuna benimle beraber şehadet edecek pek çok zevât bulunur; Amelde kusuru var idiyse de… Heyhât! Kimin yok?” ifadeleriyle hocasını savunmuştur.[40]

Matematiğe ve müspet ilimlere ilgi duyan Hoca Tahsin’in alemin yaratılışı, insan ve diğer canlıların meydana gelişi gibi konularda zaman zaman evrimci açıklamalarda bulunması, Darwin’in varlıkların oluşumuyla ilgili düşüncelerinin Kutsal Kitaba uygun olarak geliştirilmesiyle yaratılma olayının açıklanabileceğini söylemesi, madde ve kuvvetin ebedi olduklarını ileri sürmesi o dönem için oldukça yeni sayılabilecek fikirlerdir.[41]

Hoca Tahsin’in fikirlerini sunarken bazı yerlerde zaman zaman kullandığı muğlak ve kaçamak ifadeler onun materyalist olduğu izlenimini uyandırmış olsa da bu ifadelerin ardından onun sahip olduğu fikirlerin ayet ve hadislere uygun olduğunu göstermek üzere örnekler vermesi, bilinçli bir şekilde materyalizmi savunmadığı, ancak fikirlerinde materyalizme meyleden unsurların var olduğu izlenimini uyandırmaktadır. [42]

- Ahmet Rıza (1859-1930)

- Beşir Fuad (1852-1887)

- İbrahim Şinasi (1824-1871)

- Rıza Tevfik (1868-1949)

- Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957)

- Ahmet Şauyb (1876-1910)

- Abdullah Cevdet (1869-1932)

- Baha Tevfik (1884-1914)




Baha TEVFİK (1884-1914)

Baha Tevfik 1884'de İzmir'de doğdu. Lise sonda gazetelerde felsefi yazılar yazar. Bu sıralarda materyalist fikirlere sahip olduğunu anlıyoruz. Kendisini en çok etkileyen kitap Buchner'in “Madde ve Kuvvet” idir. Bu kitap bütün dünyasını değiştirir- “Alla, din, ruh, kader, yaratılış konularında materyalist bir anlayışa sahip olmasında ve ateistliğinde bu eserin oldukça önemli bir rolü vardır.[102]

Yükseköğrenimini Mülkiye Mektebi’nde tamamladıktan sonra (1907), bir süre felsefe öğretmenliği yaptı.[103] Biyolojik ve evrimci materyalizmin temsilciliğini yapan, ateizmi açıkça benimseme ve ifade etme cesareti gösteren bir düşünür ve iyi bir polemikçi idi. [104]

Osmanlı Sosyalist Fıkrası’nın kurucularından ve ilk merkez yürütme kurulu üyelerindendi (1910). Bu partinin yayın organı İştirak’te yazdı, yönetimine katıldı. Türkiye’de maddecilik akımının ilk örneklerini verdi.[105]Büchner’in tüm dünyayı etkileyen temel yapıtının tamamını üç cilt halinde Madde ve Kuvvet adıyla Ahmet Nebil ile birlikte 1910’lu yıllarda Türkçeye çevirmiştir. Teceddüd-i İlmî ve Felsefî Kütüphanesinin yayın organları olan Piyano, Yirminci Asırda Zekâ ve Felsefe Mecmuası gibi dergiler Baha Tevfik’in çabalarıyla çıkarılmıştır. [106]

Büchner, XIX. asır mekanik materyalizminin en tanınmış, popüler isimlerinden birisi, belki de birincisidir. Başeseri olan Madde ve Kuvvet(Frankfurt, 1855), hemenhemen dünyanın bütün kültür dillerine çevrilmiştir. Yarım yüzyıllık bir gecikme ile bu yüzyılın iptidalarında Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından Türkçeye çevrilmiş, gerek Türk maddecileri üzerinde büyük tesirler icra etmiştir. Büchner Türkiye'de özellikle pozitivist, materyalist ve ateist düşüncelerin yayılmasında birinci derecede bir rol sahibidir. Hatta kendi çağındaki başka bir batılı düşünürün ülkemizde bu kadar derin bir etkide bulunduğunu söylemek oldukça zordur.[107]

Abdullah CEVDET (1869-1932)

Doktor, şair ve siyaset adamı olan Abdullah Cevdet, materyalist ve evrimci görüşlerin yayılmasına çalışanlardandır. Abdullah Cevdet’in entelektüel hayatı, birtakım tereddütlerle başlamış, fikirlerinin netleşmesi zaman almıştır. Gençliğinde gayet dindar olduğu ve 1890-1891’de yazdığı şiirlerinin bir kısmını dini duyguların etkisiyle kaleme aldığı bilinmektedir. Ancak Tıbbıye öğrencisiyken İbrahim Temo’nun kendisine vermiş olduğu Felix Isnard isminde bir Fransız tarafından Materialisme et Spiritualisme adlı kitabı okumasıyla zamanla kendisi için yeni ufuklar açılmış, Tıbbiyenin son senesinde ise L. Büchner’in temel eserini okumasıyla dünya görüşü tamamıyla değişmiştir.[90]

İttihat ve Terakki’ye dönüşecek İttihad-i Osmani Cemiyeti adlı gizli örgütü kuran beş tıbbiyeliden birisidir. Okulu bitirdikten sonra geçici görevle Diyarbakır’a gönderildi; İttihat ve Terakki’nin Diyarbakır şubesini kurdu. Bu şehirde bulunduğu sırada Mehmet Ziya Bey (Gökalp)’in intihar girişiminde ilk müdahale eden ve onu kurtaran kişi oldu; örgüte girmesini sağladı.[91]

İttihatçı hareketleri tehlikeli görüldüğünden 1895'te İstanbul’a döndüğünde bozgunculukla suçlanarak tutuklandı ve başkentten uzaklaşması için Trablusgarp Merkez Hastanesi'nin göz hekimliğine getirildi. Fakat cemiyet adına çalışmalarına orada da devam etti. Bir buçuk yıl görev yaptıktan sonra hapsedildidört ay sonra serbest bırakıldığında, Fizan'a sürülmesinin kararlaştırıldığını öğrenince, önce Tunus'a kaçtı; oradan 1897 yılında Fransa'ya geçti.[92]

Fransa’nın ardından Cenevre'ye yerleşerek; Jön Türklerle buluştu. Derneğin yayın organı olan Osmanlı Gazetesi’ni Türkçe - Fransızca olarak çıkardı ve istibdata karşı yazılar yazdı. Batı eserlerinden çeviriler yaptı.“Sultan Hamid hakkında yüz yalan uydurdum. Bazısına kendim de inandım” demekten kendisini alamamıştır.[93]

Yayımladığı yazılardan rahatsız olan padişah Abdülhamit, siyasi yazılar yazmaması ve İstanbul’a dönmemesi koşuluyla kendisini Viyana elçilik doktorluğuna atamayı önerince teklifi kabul etti. Onun Abdülhamit’e jurnalcilik yaptığı ve gazeteyi kapatıp Viyana’da doktorluğu kabul etmesinin bunun kanıtı olduğu öne sürülmüştür. 1903’te büyükelçi Mahmut Nedim Paşa’yı tokatlaması üzerine Avusturya’dan sınırdışı edildi. Cenevre’ye dönerek Osmanlı İttihat ve İnkılap Cemiyeti’ni kurdu ve örgütün yayın organı olarak yeniden Osmanlı Gazetesi’ni çıkardı.[94]

1904’te İçtihat adlı bir basımevi kurdu. Basımevinde batılılaşma yanlısı eserler bastı. 1910’da İstanbul’a döndü. İttihat ve Terakki yönetimine karşı eleştirel tutumu nedeniyle baskılara maruz kaldı. İşgal yıllarında sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından Sıhhiye Genel Müdürlüğü’ne atanan Abdullah Cevdet, kadınlara ilk kez genelev vesikası verilmesi uygulamasını başlatınca halktan gelen tepki üzerine görevden alındı. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kuruluşunda rol oynadı, Kürt Teali Cemiyeti’nde de çalıştı. “Seçkin” insanların yetişmesine yönelik bir eğitimi ve biyolojik materyalizmi savunan Abdullah Cevdet daha Cumhuriyet kurulmadan Latin harflerine geçilmesi gerektiğini vurguladı ve kadın hakları konusundaki görüşleriyle dikkat çekti.[95]

İşgal yıllarındaki İngiliz yanlısı tutumu ve Kürt milliyetçi örgütlerinde yer almasından dolayı I. Dünya Savaşı sonrasında siyasal iktidarın gözünden düşmüştü. Cumhuriyet döneminde hakkında “devlet hizmetinde ömür boyu görev almama” kararı verildi. Yaşamının geri kalanını şiir kitapları yazarak, çeviri yaparak ve İçtihad’ı yayımlayarak geçirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Cevat Paşa’nın Elazığ milletvekilliğinden çekilmesi üzerine onun yerine meclise girmesi söz konusu olduysa da 1925’te göçmen getirilmesine ilişkin sözleri nedeniyle “damızlık adam getirmek istiyor” şeklinde söylenti çıkarılınca siyasetle ilişkisini kesti. 1928 yılında devlet başkanı Atatürk’ün isteğiyle Fransız filozof Jean Meslier’nin kaleme aldığı din eleştirisi kitabını çevirdi; eser, "Akl-ı Selim" adıyla Devlet Matbaası’nda, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında yayımlandı.[96]

29 Kasım 1932’de İstanbul’da kalp krizinden hayatını kaybetti. Dinsizlikle suçlanan Abdullah Cevdet'in Ayasofya Camii’ne getirilen cenazesi sahipsiz kalmış, cenaze namazının kılınmaması gerektiği ifade edilmişse de Peyami Safa’nın ricası üzerine namazı kılınmış, birkaç belediye görevlisi tarafından Merkezefendi Mezarlığı’na gömülmüştür.[97]

Avrupa’nın entelektüel çevrelerinde diyalektik ve tarihsel materyalizmin önemli bir yer tuttuğu bir dönemde mesleğinin de etkisiyle fizyolojist-biyolojik materyalizmi benimsemiş ve kendi çıkardığı İctihad mecmuasında yayınladığı yazıları, eserleri, tercümeleri yoluyla bu alandaki fikir ve görüşleri yaymaya çalışmıştır. Büchner’in Madde ve Kuvvet adlı eserinin bir kısmını Fenn-i Ruh (1911) adıyla tercüme eden Abdullah Cevdet, maddenin ezeli ve ebedi gerçek olduğu düşüncesini, maddenin fenafillahı diye açıklamıştır. [98]

İslamiyeti ve İslâm peygamberini şiddetle eleştiren R. Dozy’nin Tarih-i İslâmiyet’ini çevirerek yayınlaması ve bu kitaptaki fikirlerini benimsediğine dair açıklamaları çeşitli çevrelerden tepkiler almıştır. Ama tüm bunlar Meşrutiyet sonrası özgürlük ortamından yararlanan bir taraftar grubu oluşturmasına engel teşkil etmemiştir. [99]

Gerek Osmanlı Toplumunun gerekse tüm İslâm toplumlarının geri kalmasında en önemli etken olarak dini görür. Toplum tarafından İslâm’ın reddedilmesinin zorluğunu fark eden Abdullah Cevdet ve arkadaşları zaman zaman dinden yararlanma yoluna giderek dinden yalnız siyasi amaçlı değil, daha çok İslâm ülkelerinin kültürel birliğini sağlayacak bir araç olarak faydalanmayı uygun görmüşlerdir.[100] İslâm birliği düşüncesi onun için Batı ülkelerinin emperyalist siyasalarına karşı bir sığınaktı.[101]

Ahmet ŞUAYB (1876-1910)

İstanbul’da doğdu. Vefa idadisi ve Mekteb-i Hukukta okudu. Servet-i Fünun grubunun en kuvvetli tenkitçisi ve felsefecisidir. Pozitivizmi derli toplu tanıtan ilk yazarlarımızdandır.[86] Ahmet Şuayp'tan önce Beşir Fuat pozitivizm ile materyalizm arasındaki farklara değinmiş, ancak ayrımın felsefi yönünden çok edebi yönüne ağırlık vermiştir. Hüseyin Cahit Yalçın da ayrımın estetik yönünü ele almıştır. Ancak ilk olarak Ahmet Şuayp pozitivizmi her yönüyle kapsamlı şekilde incelemiş, felsefi, tarihsel, edebi yönlerini birlikte ele almıştır.[87]

Genç yaşta Batının fikir hayatına ilgi duyan Ahmet Şuayb, Fransa’da yayınlanan dergilere ve gazetelere abone olmuş, Servet-i Fünun’daki Hayat ve Kitaplar adlı ilk makalesinde amacının okuyucularını erdemli Batının eserlerinden haberdar etmek ve tarih, felsefe, hukuk hakkında daha fazla malumat arzulayan ilim ve irfan isteklilerine faydalı bilgiler sunmak olduğunu ifade etmiştir. [88]

Comte’a özel bir önem atfederek onu yüzyılın en büyük fikir hizmetçisi ve Descartes’dan sonra Fransa’nın en büyük düşünürü olarak kabul eden Şuayb, Comte’un fen ile felsefenin sınırlarını en iyi şekilde belirlediğini ve insan ruhunun temel eğilimlerini tanımladığını ifade etmiştir. [89]

Hüseyin Cahit YALÇIN (1874-1957)

Balıkesir’de memur bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen H. Cahit Yalçın, 1896 yılında Mülkiye’yi derece ile bitirdikten sonra İstanbul okullarında bir süre yöneticilik görevini sürdürmüş, Servet-i Fünun topluluğuna katılmış ve şöhretini bu dergideki makaleleri yoluyla yapmıştır.[78] Cumhuriyet yıllarına kadar ateşli polemiklerin kahramanı olmuş, Servet-i Fünun çevresinin İttihat ve Terakki Cemiyeti politikalarının cesur bir savunucusu olmuştur.[79]

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra memuriyetten ayrılan ve edebiyatı bırakan Hüseyin Cahit; gazeteciliğe ve siyasete başladı. İttihat ve Terakki yöneticilerinin isteği doğrultusunda Ağustos 1908'de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım Kadri ile birlikte Tanin gazetesini kurdu. İlk sayısı 1 Ağustos 1908’de yayımlanan gazetenin başyazarlığını üstlendi. İttihat ve Terakki'nin siyasi alanda bir nevi kalemşoru oldu. Tanin, zamanla kamuoyunun gözünde İttihat ve Terakki ile özdeşleşti ve onun yayın organı olarak görüldü. Hüseyin Cahit, aynı yıl İttihat ve Terakki'den milletvekili seçildi. 1908-1912 Osmanlı Meclisi Mebusanı ile 1912 Nisan-Ağustos Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda İstanbul milletvekili olarak yer aldı. Meclisin ikinci dönem çalışmalarında meclis başkanlığını yürüttü.[80]

31 Mart Ayaklanması sırasında ayaklanmayı çıkaran güçler tarafından matbaası basılan ve öldürülmeye çalışılan Hüseyin Cahit, saklanıp kurtulurken Lazkiye milletvekili Mehmet Aslan Bey, ayaklanmacılar tarafından Hüseyin Cahit sanılarak öldürüldü. Hüseyin Cahit ise Rus elçiliğinin yardımı ile Romanya’ya kaçtı ve Mehmet Reşat’ın tahta çıkarıldığı 27 Nisan 1909’da ülkeye dönerek gazetesinin yayınını sürdürdü. Hükümete yönelik eleştirileri yüzünden 1912’de gazetesinin kapatılması üzerine Viyana’ya kaçan Hüseyin Cahit, Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra İstanbul’a dönebildi. 31 Ocak 1913’te yeniden çıkartmaya başladığı Tanin’de eleştirilerini artık İttihat ve Terakki’ye yöneltti.[81]

I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgal edilip meclisi dağıtan İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü (1919). 1922'de Malta’dan İstanbul’a döndükten sonra Tanin adıyla gazete çıkarmasına izin verilmeyince gazeteyi "Renin" adıyla çıkarmaya başladı. İsmet İnönü'nün teklifiyle tekrar politikaya dönmüştür. V. Dönem (Ara Seçim),VI. Dönem Çankırı, VII., VIII. Dönem İstanbul ve IX. Dönem Kars Milletvekilliği yapmıştı1948’den itibaren CHP’nin resmi yayın organ olma özelliği taşıyan Ulus Gazetesi'nde başyazarlık yaptı. 1957 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti.[82]

Pozitivist düşünce yakınlığı daha lise Çağlarında başlamıştır. Kendisini skolastik bataklığından kurtaranın Fransızca Bilmesi ve Batı Kültürünün olduğunu söyler.[83] Mekteb-i Mülkiye-i Şahane yıllarında arkadaşı Ahmet Şuayb aracılığıyla yasaklı Jön Türk yayınlarına ulaşan ve bu yıllarda Fransız Edebiyatına ilgi duyan Hüseyin Cahit’in Fransızcası yaşamının sonuna değin yaptığı çeviri faaliyetleriyle gelişmiştir. Kendi döneminin pek çok düşünürü gibi Beşir Fuad’ın materyalist-pozitivist düşüncelerinden ve Ahmet Rıza ile Mizancı Murat’ın yazılarından derinden etkilenir. [84] Pozitivizmin edebiyat yoluyla Türkiye’de yayılmasında gayret etmiştir. Eserleri, daha çok edebiyat ağırlıklı olup, roman, hikâye, tenkit, şiir, hatıra ve makale türlerinden oluşmaktadır.[85]

Rıza TEVFİK (1868-1949)

1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Edirne vilayetine doğdu. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul’da bir Musevî okulunda okudu. İspanyolca ve Fransızca öğrendi. Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye'den kovulduktan sonra 1890’da Tıbbiye'ye girdi. Tıp eğitimi sırasında da birkaç defa hapse girdi çıktı; hapiste mahkumları isyana teşvik etti. Okulu 1899’da bitirip doktor olabildi.[71]

1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosuna girdi. 1908'de ilân edilen II. Meşrutiyet sonrası Selim Sırrı Bey (Tancan) ile birlikte at üstünde İstanbul'un asayişinden sorumlu oldu. İstanbul'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en önde gelen şahsiyeti olarak sivrildi ve devrim günleri boyunca Dersaadet'te en etkili kişileri arasına girdi. Bu dönemde iri cüssesi ile nam salmıştı.[72]

Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düştü. Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor, devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine karşı çıkıyordu. İttihatçılarla mücadele için 1912’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na girdi. Bu sırada Sultan II. Abdülhamit’ten özür dileyen bir şiir de yazdı. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Maârif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak bulundu. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstâdı oldu. 1919’da Şura-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yaptı.[73]

Darülfünun’da felsefe dersleri verdi. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabaladı. 23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık verdiği konferanslar ile tanındı.[74]

Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşması'nı (10 Ağustos 1920) imzaladı. Bu nedenle Yüzellilikler listesinde yer aldı ve 1922’de yurtdışına kaçtı. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan'da yaşadı. Af Kanunu’ndan faydalanarak 1943’te kendi ifadesiyle "hesaplaşmak için değil, vedalaşmak için" yurda döndü. 31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Vakıf Gurebâ Hastanesi’nde zatürreeden öldü. Mezarı, Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’nda bulunmaktadır.[75]

İngiliz pozitivist filozoflarının etkisinde kalmış, üstad olarak benimsediği H. Spencer’ın yanı sıra Darwin, J.S.Mill gibi birçok düşünürün fikirlerini ve eserlerini sansürün tüm şiddetine rağmen nakil, şerh ve izah etmekten çekinmemiştir.[76] Türkiye’deki ilk felsefe ders kitaplarından olan Felsefe Dersleri adlı eseri lise öğrencilerine verdiği şekliyle yayınlamıştır, yakın tarihimizde felsefe ve filozof kavramlarının anlamı üzerine ilk ciddi felsefi tahlil olma özelliğine sahiptir.[77]

Ahmet RIZA (1859-1930)

1859'da İstanbul'da doğdu. Kendisi dünyaya geldiği zaman babası Ali Rıza Bey sürgünde bulunuyordu. Ali Rıza Bey, "Kırım Savaşı sırasında İstanbul'a gelen İngilizlerle dostluk kurması, iyi İngilizce bilmesi ve İngilizler gibi giyinmesi dolayısıyla İngiliz Ali Bey diye tanınmıştır. Ali Rıza Bey'in babası Ziraat ve Darphane nazırıdır. Dedesi Kemankeş Ahmed Efendi de III. Selim'in sır kâtibi olmuştur. Ali Rıza Bey yabancı dil bilgisi, geniş kültürü dolayısıyla Viyana ve Berlin'de elçiliklerde vazife görmüştür. Annesi Naile Hanım, Viyanalı Avusturya asilzadelerinden iken Müslüman olmuş" bir bayandır.[60]

Galatasaray Sultanisi’ni bitirdikten sonra bir süre Babıali Tercüme odasında çalıştı.[61]1884'de, ziraat yüksek tahsili için, babası tarafından özel öğrenci olarak Paris'e gönderilir. Yükseköğrenimini tamamlayınca yurda döner. Sahası ile ilgili bir işe giremeyince devrin Maarif Nezaretine müracaat eder.[62] Bursa Maarif müdürüyken 1887 yılında görevinden istifa etti. [63]

1889 yılında Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılı nedeniyle düzenlenen sergiye katılmak üzere Paris’e gitti ve karşı olduğu II. Abdülhamit yönetimine muhalefet edebilmek için burada kaldı.Çeşitli gazete ve dergilerde Osmanlı yönetimini eleştiren yazılar yayımladı. İstanbul’da kurulmuş olan İttihad-ı Osmaniye Cemiyeti üyeleriyle yazıştı. 1895’te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan örgütün Paris şubesi başkanlığını üstlendi. Cemiyetin ilk resmi yayın organı olan Meşveret gazetesini ve Fransızca ekini çıkarmaya başladı.[64]

Çeşitli eserlerinde Montesquieu, Locke, Voltaire, Helvetius, D’Holbach, Gustave Le Bone, E. Renan, H. Spencer gibi XVII. ve XVIII. yy. düşünürlerinden etkilendiğini belirtmiştir.[65] Paris’e dönüşünde bu konudaki bilgilerini artırmak üzere Fransız pozitivistlerinin başında bulunan Pierre Laffitte’in derslerine devam etmiş ve bu grubun yayınladığı La Revue Occidentale’de yazmaya başlamıştır. Dergide Türkiye temsilcisi olarak resmen ismi vurgulanmıştır.[66]

Başkanlığını yürüttüğü İttihat ve Terakki Cemiyetine isim verilirken Ahmet Rıza Comte’un vecizesi olan ‘ordre et progres’ (düzen ve terakki) isminin verilmesini isteyecek kadar Comte etkisinde idi. Ancak İstanbul’dakiler bunu olduğu gibi kabul etmedikleri için küçük bir değişiklikle ‘ordre’ yerine ‘union’ kelimesi konularak Union et Progres (İttihat ve Terakki) ifadesi derneğin ismi olarak kabul edildi. Derneğin yayın organı olan Mechveret gazetesi pozitivist düşüncenin gelişiminde önemli bir rol oynadı. [67]

Dikkat çeken görüşlerden biri devlet yönetiminde bir uzmanlar zümresi yetiştirmenin önemi ve gereği üzerinde durmasıdır. Zaman içinde halkı eğiterek müttefikleri haline getirme düşüncesine yönelik inancın giderek azalmasıyla Meşveret çevresinde elitist görüş kuvvetleniyordu. Osmanlıda yeni bir düzen için orduya büyük görev düşeceğini Meşveret dergisinde sürekli belirtir. [68]

Düşüncelerinde dikkat çeken bir diğer husus İslami dogmaya bir vahy-i ilahi olarak değer vermemekle birlikte, İslam’ın sosyal değerine dikkat çekmesi ve bu doğrultuda İslam’ı toplumsal gelişme açısından ahlaki temeli sağlayacak birleştirici bir unsur olarak ele almasıdır. [69]

II. Meşrutiyet ilan edilince İstanbul’a döndü ve hürriyetçilerin babası sıfatı ile törenle karşılandı. Meclis-i Mebusan İstanbul üyesi seçildi. Daha sonra da oybirliğiyle Meclis-i Mebusan Başkanlığına seçildiyse de İttihatçılarla arası açıldığından 1920’da merkez komitesinden çıkarıldı. 1912’de Ayan Meclisi üyesi, mütarekeden sonra Ayan Meclisi başkanı oldu; ancak Damat Ferit Paşa’yla anlaşmazlığa düştü ve yönetime sert eleştiriler yöneltti. 1919’da Mustafa Kemal’in isteğiyle yeni kurulacak devleti tanıtmak amacıyla Fransa’ya gitti. Lozan Anlaşması’ndan sonra yurda döndü, siyasal yaşamdan çekilerek anılarını yazdı.[70]

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP