Estetik duygu sanat eserlerinde nasıl yansır?

Estetik duyguyu ve gelişimini incelerken, onun nesnel bir gerçekliğe sahip olduğunu, insanı hayvandan ayıran tinsel bir güçten ortaya çıktığını ve tarihsel olarak, toplumsal pratik sürecinde oluştuğunu gördük. Şimdi de, bu duygunun sanat eserlerinde nasıl yansıdığını, gerçekleştiğini gö­relim.

Yine daha önce gördüğümüz gibi nesneler, gerçeklikler ve süreçler, bilimsel bilgi düzeyinde ayrı, artistik dü­zeyde ayrı biçimlerde değerlendirilirler. örneğin, yeryüzünde 200-300 km. yüksekte dünya çevresinde dolaşan bir uzay gemisinden, bulutlarla sarılı dünyanın o çok renkli görünümü bilim adamlarınca ışığın kırılması, yansıması vb. bilimsel hakikatlerle açıklanırken, sanatçıda, insanın uzaya egemen olma yolunda attığı adımların ilkinin coşkulu bir belirtisi, geleceğin bir muştusu olarak yansır.

Bir ülkede, emekten, tüm insanların mutluluğundan yana bir politik partinin seçimleri kazanması ya da yitirmesi bir politikacı için, bir toplumbilimci için soğukkanlı­lıkla incelenecek bir kitle hareketi gerçeği olduğu, içine sevincin ya da düş kırıklığının karışmaması gereken bir incelemeyi zorunlu kıldığı halde, bir şair için, bir romancı için umutların gerçekleşmesinden doğan bir coşku, gelecek güzel günlere güven taşıyan, ya da tersi durumda umut kırıklığını yadsıyan, insanların direncini bileyen, onları ayakta tutmağa çalışan bir duygu doğurabilir.

Sanatçı bu duygusunu, artistik imge yoluyla duyurma­ğa çalışır. Artistik imgede yansıyan bu gerçekliğin değerlendirilmesi bu imgede kendiliğinden vardır. Sanatçı, okuyucusuna, dinleyicisine, seyircisine bu imgenin dışında bir retorik kanıtlama yoluyla değil artistik imge yoluyla duyurmağa çalışır bunu. Güzel, kandırıcı sözlerle bir gerçe­ği başkalarına duyurmak, birtakım açıklamalara girişerek bir gerçeğin iyi anlaşılmasına çalışmak, bir sanatçının de­ğil olsa olsa, yukardaki örnekte olduğu gibi, bir politikacı­nın, bir toplumbilimcinin işidir.

Engels, Minna Kautsky'ye yazdığı bir mektupta bunu şöyle dile getirmektedir: « ... bence yönseme, özellikle belirtilmeksizin, konumdan ve eylemden kendi kendine doğmalıdır, yazar da ortaya atılıp okura, gösterdiği toplumsal ça­tışmaların gelecekteki tarihi çözümlerini anlatmak zorunluluğunu duymamalıdır.» (Marx-Engels, Sanat ve Edebiyat, s. 51)

"Her türlü öğretici (didaktik) çaba, sanat eserinin kendine özgü niteliğini; artistik bilgiye, sanat eserini estetik olarak algılayan kimseyi coşturmak, sarsmak gücünü veren biçimi ortadan kaldırır.» (Marcei Breazu)

Bu, sanat düzeyinde meydana getirilmiş her sanat yapıtının, sanat alıcısını belli bir gerçekliğin değerlendirilmesine zorlayacağı anlamına gelmez. Sanatçının bizi, imge yoluyla yansıtılmış gerçekliğin belli bir değerlendirilmesine zorlaması; bu zorlamanın, eserini estetik yönden algılayan herkes için geçerli olması, bu imgenin içerdiği değerin nesnel bir gerçekliği olmasına bağlıdır; kendisini zorla kabul ettiren, bu nesnel gerçekliktir bir bakıma. öyle ki, okuyucunun, seyircinin, dinleyicinin artistik duyarlığı, tıpkı gö­zünün, ışıktan gelen uyartıya tepki göstermemezlik edemeyeceği gibi, kulağının, akustik bir uyartıyı almamazlık edemiyeceği gibi bu değeri de kabul etmemezlik edemez.

öte yandan, estetik değer bir kez ortaya çıktıktan sonra nesnel özelliği sürer gider. Sanat, dünyanın pratik tinsel özümlenmesi yollarından biri olduğuna göre, sanat­çının bilgisi maddi bir gerçekleşme içinde biçimlenir. Sanatçının bu görüşünün bu maddi biçimlenişi, çağının, ulusunun ve sınıfının artistik bilincinin bir yoğunlaşmasını ve kristalleşmesini temsil eder. Sonsuz bir maden filizinden sanatçının çıkardığı bu değerli parça, insanlığın artistik bilincinin görmezlikten gelemeyeceği bir gerçeklik olarak sürer gider, çünkü bu nesnel gerçeklik, yüzyıllarca, bu artistik bilinci zorunlu olarak etkiler. Sanat şaheserleri, artistik bilginin bu maddeleşme ürünleri: Mısır, Hint, Gotik mimarisinin büyük anıtları, Mimar Sinan’ın camileri; Homeros'un destanları; Praksiteles'in ya da Michelangelo’nun heykelleri; Shakespeare'in trajedileri, Moliere’in komedileri; büyük ustaların tabloları; Bach'ın, Beethoven'in, Mozart'ın müziği; Cervantes'in, Balzac'ın, Tolstoy'un, Şolohof'un romanları; Whitman'ın, Mayakovski’nin, Nâzım’ın şiirleri yüzyıllar, binyıllar boyunca nesnel birer gerçeklik olarak, insanın artistik duyarlığının maddi tanıkları olarak kalırlar.

Descartes

İskenderiye mektebi 2 dünyanın buluştuğu bir kültür ocağıydı, Doğu ve Greko-Latin medeniyeti.

Sonra Avrupa için hayli uzun süren karanlık bir devir. Kıta değiştiren düşünce ve İslâm mücahitlerinin eline geçen meşale...

İbn Haldun'la Doğu Rönesansı biter, Asya karanlığa gö­mülür. Meşale Asya'dan Avrupa'ya geçer tekrar. Bazan düşünce ırmağı kumların altına gömülüverir, sonra berrak ve gür yeniden çıkar.

Rönesans, Thierry'nin dediği gibi 12. yüzyılda başlar. Düşünce belli bir tarih seyri içinde gelişir, onu sosyal realiteden almak, sfenks haline sokmaktır.

Ortaçağ Avrupa'nın kuruluş devri. Matbaa ve pusulanın icadı, kâğıt. Küçük zannedilen, ama tarihin iplerini elinde bulunduran birçok fetihler. Ortaçağ hiyerarşiye dayanır. Saint-Thomas d'Aquin bir mertebeler dizisi yapar. Zirvede Tanrı var, Eflâtun'un zirvesinde iyilik vardı. Feodal bir cemiyet, derebeyleriyle rahiplerin Avrupası. Tek istihsal vasıtası kılıç.

Kölelik yerini toprak köleliğine terkeder, köyler doğar ve yavaş yavaş dünkü toprak köleleri şehir communaute (cemaat)'lerini kurarlar.

Ziraat ve endüstri ile meşgul olan thiers etat (üçüncü sınıf) doğar. 13. yüzyıl feodal dünyanın kemal çağı. Zirveye varan her cemiyet çökmeye yüz tutar.

Köylü mütevekkildir, ahmaktır, batıl inançları vardır ve tarihin dışındadır.

İstihsal vasıtaları yenilenmedikçe köy hep aynıdır. Ve bu vasıtaları kendi kendine değiştiremez.

Ticaret başka. Speculation hem ticaret, hem düşünce mânâsına gelir.

Düşüncenin beşiği şehirdedir. Düşüncenin, yani felsefenin. Komünler, şehirler derebeylerinin baskısından kurtulduktan sonra yeni bir devir başlar.

Toprağı alın teri ile sulayan insanlar derebeyleri tarafından sömürülmektedir. Artık piramidin temeli olan büyük halk tabakası, bu bir avuç insanın kendini istismarına izin vermez.

Kilisenin telkinlerine karşı şüphe başlar, zaten tüccarlar meslek icabı şüphecidirler.

Kepler, Galileo çıkmış, tabiat ilimleri almış yürümüştür, ama felsefî düşünce henüz emeklemektedir.

Rönesansla ferdiyetçilik başlar. İnsan o zamana kadar communaute'nin içinde erimiştir.

Dante, Michel Ange, Machiavelli, Vico, Vinci.. ya tiers etat'nın, ya aristokrat bir burjuvazinin çocukları.

Çağdaşlarıyla gönlü arasında uçurum açılan ilk burjuva Montaigne'dir. Şüpheden bile şüphe eden bir şüphe. Que sais-je? (Ne biliyorum?). Hiçbir şeye, hattâ cehaletine bile inanmaz. Bir parça A. Gide. Hiçbir şeye karar vermeyen, düşünceden düşünceye atlayan bir fikir adamı.

Rabelais daha halk, daha kavganın içinde. Montaigne, Fransız ihtilâlinden sonraki burjuvadır, Rabelais, ihtilâli yapan halk.

İkisi de birer hazırlayıcı.

Gerçekte Avrupa medeniyetinin ilk manifesto'su Descartes'in "Usûl Hakkındaki Risâle"sidir. (Bizde 1895,1938 ve Vekâletin 2. baskısı "Konuşma" diye yanlış çevrilmiştir.) "Usûl Hakkındaki Risâle" liberal burjuvazinin beyannâmesidir.

Kiliseyi çatırdatan en büyük düşünce tacidarları, meselâ Descartes, meselâ Voltaire Cizvitler'in talebesiydi. Kitaplar Descartes'in kanma bilmeyen merakını doyurmamışlardı. İnsanları tanımak, ülkeler gezmek istiyordu. Bunun için asker oldu. Hayat kitabını okudu. 10 Kasım 1619'da Tuna kıyısında "poele"in içindedir. Hayatının dönüm noktası o gece.

Düşünce tehlikelerle doludur. Tanrı'nın kudretine ortak olmak arzusudur kiliseye göre.

Descartes memnu bölgeye girdiğini sanır ve kendini Tanrı'ya nasıl affettireceğini düşünür bütün gece.

Tezadlar içinde bir zekâ, ama çağının tezadları bunlar. Descartes maskeli filozoftur.

Emerson, "Fikir adamı egoist olmak mecburiyetindedir," der. "Kalabalık alışkanlıklarını bozanı, kendisinden ileriyi göreni sevmez" der.

Descartes askerlikten fildişi kuleye çekilir. Düşünür ve yazar. 1633'de Galilee'nin akıbeti onu büsbütün korkutur. Öyle ki eserini yakar.

Descartes tedbirlidir, korkak değil. Rabelais "Ben hakikat âşığıyım," der, "ama darağacına kadar" diye ilâve eder.

Descartes İsveç'te, kraliçe Kristine'in misafiri iken 54 yaşında öldü. Uçuk benizli, hasta bir adamdı. Çok uyurdu. Şaşı kadınlara ve hizmetçilere zaafı vardı. Freud'den önce kendi psikanalizini yapmıştır. İlk sevgilisi şehlâ imiş, ondan şehlâ kadınlardan hoşlanırmış.

Descartes, Fransız burjuvazisinin kendini bulduğu insan.

"Usûl Hakkında" şöyle başlar "Akıl, en iyi bölüşülmüş olan nimettir. Aklın eşitliğini haykırmak, insanların eşitliğini haykırmaktır." Bu cümlede bütün demokrasi var.

Pascal'ın dediği gibi, insan düşünen bir saz. Tabiatın en zayıf yaratığı, ama düşünebiliyor.

Descartes'ın getirdiği büyük yenilik, teori ile pratiği birleştirmesidir (Praxis ile logos). Matematik bir oyundu, Descartes onu bütün ilimlerin metodu yapar.

Cebri geometriye tatbik ederek analitik geometriyi ve mekanik fiziği kurar. Tabiat ilimlerine matematiği sokar. Virgilius çağdaşlarının eserlerinden parçalar alır, eserine kormuş. Söylemişler: "Evet" demiş, "onlara böyle bir şeref bahşettim. İncileri gübre arasından çıkardım".

Descartes Tanrı'nın varlığını şöyle ispatlar: "Şüphe ediyorum. Şüphe etmek mükemmel olmamak. Mükemmel olmadığını bilmek, ancak mükemmel olduğuna inandığım bir varlığın bana bu mükemmeliyet fikrini vermiş olmasına inanmaktır".

Doğu, gönülün, aşkın, hayâlin vatanıdır, Batı, aklın, tekniğin, realitenin vatanı.

Descartes rasyonalist ve idealist felsefenin ilk büyük temsilcisi.

Felsefe bir ferdin eseri, dünya görüşü bir devrin. Kartezyanizm bir felsefe, rasyonalizm bir dünya görüşü. Marksizm bir felsefedir, diyalektik materyalizm bir dünya görüşü.

Kaynak: Cemil Meriç - Sosyoloji Notları

İnsan nereye?

Servet, küstah; sefalet, tehditkâr. Voltaire'in kahkahası bay­kuşun ulumasından farksız, yakın harabelerin rüyasıyla sermest bir baykuşun. Gözler, ya doğacak fecirlerin hasretiyle yaşlı, ya kaybolan bir altın çağın.

Bu çökmeye mahkûm medeniyet üç sütun üzerinde duru­yor; süngü, açlık, fuhuş. Fransa yorgundur, zaferden yorgun, yenilgiden yorgun, sefahatten yorgun, sefaletten yorgun. Ve burjuvazinin gittikçe kabaran iştihası.

Saray kanlı akibetinden habersiz. İmtiyazlılar filozoflar­la kadeh tokuşturuyor.

Altın çağ yalnız zamanın külleri altında kaybolan bir bel­de değil, denizlerin ötesinde de mevcut. Ummanı aştın mı: Eldorado. Sen de böyle bir Eldorado yaratabilirsin, "Emil’ ı oku: "Her şey Yaratan'ın elinden çıkarken güzel...", bu bir nâra. Konuşan, filozoftan çok hicivci, "insanın elinde yozlaş­mış her şey."

İyi ama Yaratan'ın eserini tahrip eden insan da Yaratan'm eseri değil mi? Güzel, güzel'i nasıl bozar? Belli ki şuuraltında konuşan, "ilk günâh" masalı. Yedi canlı bir masal bu. Calvin ahlâkı bu masala dayanıyor; kapitalizm, Calvin ahlâkına.

Rousseau için şeytan: özel mülkiyet. İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir dediği günden beri doğ­ru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia facia­yı. Sonunda medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.

Oysa Oscar Wilde için iğrenç olan tabiatın kendisi. Ter­biye de içtimaî'ye yöneldiği ölçüde bozucu. Şu çocuğa bakın diyor, ne kadar sevimli, bir de şu yirmisindeki haytaya ba­kın: nobran, edebsiz, lanet. Onu bu hâle getiren toplum yani terbiye.

Ummanların ötesinde bir altın şehir yok. İnsan her ülke­de hilekâr ve yırtıcı, zaruret tünelinden hürriyet alanına çı­kamadı henüz. Elli bin yıl öncesine kıyasla çok daha güçlü­yüz. Ama gelişme bütünü kucaklamıyor. Yol iniş çıkışlarla, geriye dönüşlerle, sapışlarla uzamaktadır.

Dünle yarın, karanlıkla aydınlık boğaz boğaza. Vedalarla Avesta'nın anlattığı kavga sona ermedi. Soyumuzun ana dâ­valarından hangisi çözüme bağlanabildi? Sanayi devrimi ha­yat üslubunu altüst etti ama kafalar hep aynı. Devler her çağda vardı. Zerdüşt'le Russell, Yajnavalkiya* ile Sartre aynı insan. Cilâlı Taş Devri'nden bu yana insanlığın en büyük za­feri on dokuzuncu yüzyılda gerçekleşmiş: madde üzerinde hâkimiyet. Kimin hâkimiyeti? Üç buçuk Avrupalının. Ya al­tüst olan ruh dengemiz?

"İnsanın elinde yozlaşmış her şey", doğru ama her şeyi düzelten de insan değil mi? Peygamberler de, veliler de, kah­ramanlar da insan. Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazhk. Hayatın kanunu tezat. Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü.

Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana. Dâhi iki taşın çarpışmasından doğan kıvılcım. Marx da toplumun eseri, Lacenaire de. Ama ikisi de toplum-dışı.

Versailles bahçeleri gibi tarhlara ayrılmış toplum ama tarhların sının belirsiz.

Toplumun içinde birçok toplumu var. Büyük adam, kucağında yaşadığı toplumun üvey evlâdı dünkü, yarınki, ötelerdeki bir toplumun çocuğu. Rousseau'yı, Rousseau yapan yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı? Marx, avukat Manc'ın oğlu olmaktan çok Rousseau'nun Saint-Simon'un, Hegel'in çocuğu.

Kaderimizi çizen toplum, ama ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık. Dalgaların bir tarihi var mı? Kişilik bir kopuş, bir olmayan'a, bir olacağa bağla­nıştır. Görünen toplum içinde görünmeyen toplumu seçmek.

İnsan tabiatı değiştirirken kendini de değiştirilmiş, yal­nız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam bir devin sırtına tırmanan cüce, diyor Michelet. Belki doğru, dev: Goliat yani yürüyen dağ parçası, sırtındaki cüce: Davut yani zekâ. Bü­yük adam, kalabalığı tekme ile uyandıran kılavuz. Sonra uyanan Caliban efendisini parçalar.

Tarih hürriyetle kader, ruhla madde arasındaki kavgaymış. Bir kelime ile tabiatla insanın kavgası. Tabiat hep aynı tabiat, ne var ki insan hep aynı insan değil. Ummanlar deh­şetinden bir şey kaybetmedi. Ama çağdaş Ülis'in emrinde yü­zen şehirler var. Ve Jüpiter'in korkunç silâhını, emekleyen bir çocuğun parmakları bir avuç ışığa kalbedebiliyor. Nesil­ler fetihlerini nesillere devretti ama ilerleyen yalnız homo faber. Bütün bu zaferler biraz göz boyayıcı.

Jean Rostand, "tabiatın sırlarından bazılarını aşırdık, diyor, ilim adamı çok defa ne yaptığını bilmeyen bir büyücü çırağı. Tabiat kuvvetlerini, uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi mıncıklıyor... ya arslan kızıverirse. Will Durant hiç " iyimser değil, "deprem devi şöyle bir dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır ne gökdelen." İki robotun yanlış bir hareketi, nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden kaoslaştırabilir. İn­sanlık, barut fıçıları üzerinde rakseden sarhoş. Ağzında siga­ra ve elinde havaî fişekler.

Soyumuz Tanrı'nın halifesiymiş, pek toy bir halife. Kâi­natın bu yeni misafiri nihayet bir milyon yaşındadır. Elbet hataları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak yükselinebilir.

Yaratan'ın elinden çıkarken her şey güzelmiş, kime göre güzel? Evren bir ham madde deposu. Her şeyi biçimlendiren insan; güzel de iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan, yani yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip kurabilen ustaların sayısı bir asırda üç-beş. Ötesi mevaşi.


Kaynak: Cemil Meriç - BU ÜLKE

Herakleitos'tan fragmanlar - 3

1- Bu her zaman mevcut olan logos'u insanlar yalnızca işitmeden όnce degil, işittikten sonra da anlamıyorlar. Her şey bu logos'a göre olup bittigi νe ben her şeyi dogasına göre ayirt ettigim νe nasıl oldugunu bildirip aςıkladıgım halde, sόylediklerimle ve yaptιklarımla karşılaştıklarında acemi gibi davranıyorlar. Uykudayken ne yaptıgını unutan diger insanlar gibi bunlar da uyanıkken ne yaptιklarının farkında degiller.

2- Logos her şeye ortak olmasιna karşιn, çogunluk sanki kendilerine özel düşünceleri varmış gibi yaşar.

3- Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmış olsaydı, öküzler yemek için burçak bulduklarında, onlara mutlu varlıklar derdik.

4- Kana bulanarak anndιrmaya ςalışıyorlar kendilerini, ςamura batmış birinin kendini ςamurlu suyla yιkamasι gibi. Çamurla temizlenen birine herkes deli der. Karşılarιndaki tanrı heykellerine yakarıyorlar, konuşur gibi duvarlarıyla evlerin. Ne tanrιlar ne de kahramanlar hakkιnda bir şey bildikleri var.

5- Var olan her şey duman haline donϋşseydi, onları tek tek burnumuzla ayırt edebilirdik.

6- Karşιt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum dogar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.

7- Eşekler samanι altιna tercih eder.

8- Her sürüngen kırbaçlanarak otlaga güdülür.

9- Αynι ırmaklara girenlerin üzerinden farklι sular akar; ruhlar nemli olandan buharlaşırlar.

10- Domuzlar temiz su yerine pis sudan hoşlanır.

Bilimi anlamanın önemi nedir?

Bilimi anlamanın önemi nedir, buna neden lüzum vardır? Bu soruya şu iki yönden cevap verebiliriz.

1 — Bilimin uygulama sonuçları yaşamamızı giderek artan ölçülerde her cephesinde etkilemektedir;

2 — Bilimsel düşünceyi tanıma çağımız aydını için bir entelektüel zorunluluktur.

Bilimin yaşamamızı etkileyen uygulama sonuçları çok çeşitlidir. Her gün kullandığımız alet ve makinelerin bir listesi bile bunların hayatımızdaki önemini göstermeye yeter. Telefon, radyo, tren, uçak, otomobil, elektronik hesap makineleri, atom bombası v.b... bilimin teknolojideki uygulamasından elde edilen, dünyamızı hızla değiştiren araçlardan başlıcalarıdır. Bilimsel yollardan edinilen bilgiler insanoğluna doğal çevresini kontrol altına alma olanağını sağlamış; doğa kuvvetlerini kendi yaşamını kolaylaştırma, daha rahat, daha emin ve daha uzun yaşama yolunda kullanma yeteneğini vermiştir. 300 yıl önce, Francis Bacon, «Bilgi kuvvettir» demişti. Bilginin tükenmez bir kuvvet kaynağı olduğu, insanoğlunun uzaya açılan teknik başarılarıyla gü­nümüzde iyice ortaya çıkmıştır.

Bu sonuçlar bilimin bizim için önemli olan bir cephesini teşkil eder. Bundan belki de daha önemli bir başka cephesi, bilimin güçlü bir düşünme metodu olmasıdır.

Bilimsel düşünme belli bir kafa disiplini gerektirir. Bu disiplini kazanmış bir kimse her şeyden önce gerçeğe dö­nüktür; olaylara saygılıdır. Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı olmasını bilir; olgulara dayanmayan uluorta genellemelerden kaçınır; akla ya da ortak-duyuya ne kadar yakın görünürse görünsün hiç bir konuda peşin fikirlere, dogmatik inanç­lara saplanmaz. Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için, düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlik ölçüsü de güvenilir gözlem verileridir. Gözlem verilerine ters düşen, ya da onları aşan, her türlü iddia, teori veya genelleme, duygusal çekiciliği ne olursa olsun, şüphe konusu olmak zorundadır. Bir iddianın geçerliği, olgulara uygunluk gösterdiği kadardır.

Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü mistik ve doğaötesi görüşlerin karşısında yer alır. Doğada cereyan eden olayları, doğaüstü kuvvetlerin varlığını tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider.

Son olarak bilimsel düşüncenin bir anlama, bir bulma ve doğrulama metodu olduğunu söylemeliyiz. İnsanlık uzun geçmişinde, aynı amaçlar için başka yolları da denemiştir. Mitoloji, din, metafizik gibi bilim dışı yollar, evreni anlama çabaları arasında sayılabilir. Fakat bu çabaların hiç biri ba­şarılı olmamıştır, bilimsel metodun sağladığı güvenilir bilgiye, olguları açıklama gücüne erişememiştir.

İlerde daha genişçe ve ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu üç nokta bilimin entelektüel değerini belirten temel özelliklerdir. Demek oluyor ki, bilimin değeri bir yandan teknolojideki uygulaması ile faydaya yönelmiş icatlarda, öte yandan nitelikleri belli bir kafa disiplini, rasyonel bir dünya görüşü ve evrenin insanoğlu için sır olan yanlarını ve iş­leyişini anlama, açıklama ya da betimleme metodu teşkil etmesinde kendisini göstermiştir. Bu iki cepheli değer, yü­zeyde uyuşmaz gibi görünse de aslında birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Zira, faydaya dönük teknolojik gelişmeler, temelde fayda gözetmeyen, sırf insanoğlunun bilme ve anlama çabasına dayanan bilgi ve açıklamaları gerektirdiği gibi, bu tür bilgi ve açıklamaların kapsamını genişletme, ge­çerlik ve güvenirliğini artırma bakımından da teknik araçlara ihtiyaç vardır.

Kaynak: Cemal Yıldırım - 100 soruda bilim felsefesi

Spinoza’nın 11. Tezi

Mustafa Çağlar Atmaca

‘‘Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa sorun onu değiştirmektir.’’ Marx’ın meşhur 11. tezi… Marx’ınkine farklı şekilde de olsa benzer, aynı tınıya sahip şöyle bir 11. tezi Spinoza’dan da çıkarabiliyoruz: filozoflar şimdiye dek duyguları “insanların yanlışlarından ötürü düştüğü kötülükler olarak sayıp, bu yüzden de duyguları hafife almak, aşağı görmek, kınamak ya da daha ahlaklı gözükmek gerektiğinde yadsımak alışkanlığındaydılar”; oysa “insan davranışlarını aşağılamamaya, bu davranışlara üzülmemeye, onları yadsımamaya ama onlar üzerine gerçek bir bilgi edinmeye özen göstermek” gerekir. (Politik İnceleme, 1: 1 ve 1: 4). Etik-politik sonuçları kayda değer, esasen ikisi de birbirinin zıddını söylüyormuş gibi gözüken iki tez var elimizde. Ortak bir tınıdan bahsederken bu iki tezin aynı şeyi söylediğinin kastedildiği düşünülmemeli. Veya Marx’ın eleştirdiği “yorumlama-anlama” faaliyetinin Spinoza’nın kastettiği “anlama” faaliyetiyle aynı olduğunu sanmak da haksızlık olur. Ortak olan, her ikisinin de esasen bir karşı-felsefenin formülünü veriyor olmasıdır.

Gülme, ağlama, öfkelenme, sadece anla… Birkaç yüzyıl mesafeden sanki başka bir karşılık Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski’den gelir buna: “Anlamaktansa sevmeli hayatı!” Hayatla girilen ilişkiye dair ve iki farklı uçtaymış gibi görünen bu iki önermeyi nasıl kavramalıyız, nasıl diyaloğa sokmalıyız? Belki başka bir düşünürün, Nietzsche’nin yardımını alarak.

11. teze dönecek olursak, Spinoza’nın karşılarına dikildiği filozofların özelliği “ayaklarının yere basmıyor” oluşudur. İnsanı olduğu gibi değil, olmasını istedikleri üzerinden değerlendirirler ve siyaset onlar için bir hayalden, ütopyadan başka da bir şey değildir esasen. Filozoflar şimdiye dek tahakküm biçimlerini, yönetim şekillerini incelediler, ama diğer yandan –“filozoflarınkinden daha uygulanabilir şeyler yazan siyasetçilerin” aksine– etik değil, ütopik düşüncelere savruldular; bu tahakkümün kökeninde yatan duygusal mekanizmaları “hafife aldılar, aşağıladılar, güldüler, yadsıdılar” ve anlamadılar. Ütopik bir gelecek projeksiyonunun olması, bu ütopyanın gerisinde olup bitenler için geleceğe dönük bir yargı, önyargı geliştirir. Önyargı, insanların şeylerin nedenlerinin bilgisinden yoksun olmasından gelir, der Spinoza. Anlamak, tam da bu açıdan, nedenlerin bilgisine erişmek demektir (ikinci ve üçüncü tür bilgi bu seviyeye giden merdivenin basamaklarıdır).

Spinoza’nın 11. tezini şöyle yorumlayabiliriz öyleyse: şeyleri ancak onlarda bize gülünç, tiksindirici, öfkelendirici gelen şeyleri aşarak, bu duyguları yatıştırarak anlayabiliriz. Anlamak, öfkelenmemek, gülmemek, aşağılamamak demektir. Nietzsche Spinoza’nın tam da karşısında görünüyor bu açıdan. Foucault’nun da işaret ettiği gibi, Spinoza’nın aksine Nietzsche için bunlar anlamanın önünde engel değil, bilakis anlamanın tam da koşullarıdır. Anlamak, her biri bir kuvvet durumuna karşılık gelen bu duyguların etrafında dönen mücadelelerin neticesi, hatta bu mücadelenin kendisidir: öfkelendiğim, kızdığım, alaya aldığım sürece anlamış olurum. Yani, duygulanımlar anlamaya giden yolda aşılası engeller olarak değil, tam da bu yolu döşeyen taşlar olarak belirirler.

Gülme yoluyla aşağılama, değersizleştirme, öfke yoluyla kinlenme… Bunların açıkça bir güç ve iktidar konumuna işaret ettikleri anlaşılmıyor mu sahiden de? Ama Nietzsche ve Spinoza’daki farklı şekillerde güç ve iktidar konumlarına: bir yandan Nietzsche’deki haliyle, gülmeden, öfkelenmeden gelen bir güç, mesafelenme ve tahakküm kurma kudreti; diğer yandan bunlar, bizi güldüren, öfkelendiren şeylere maruz kalmak, yenik düşmek, edilgen ve pasif kalmak anlamına da geliyor ve dolayısıyla Spinoza’nın dediği gibi, gülmemek, ağlamamak, öfkelenmemek, sadece anlamak, maruz kalmışlığı aşmak, perdenin ardına bakmak gerekiyor.

Etika’sının büyük kısmını duygulara ayıran Spinoza’nın duyguları böyle bir kenara atıp bıraktığını düşünmek saflık olurdu. Çünkü yine Spinoza’dan biliyoruz ki “iyiyi arzulamayız, arzuladığımız şey iyidir” (Etika, 3. Kitap, 39. Önerme Notu). Bu şöyle de okunabilir: Beden bize asla yalan söylemez. Ama, “bedenin neye kudretinin yetip yetmediğini bilemeyiz” (Etika, 3. Kitap: 2. Önerme Kanıtı). Bize iyi veya kötü gelen şeyleri ancak karşılaşmalarda, bedenimizin deneyimlerinde öğreniriz. Beden-dışı bir kıstası, aşkın bir ölçütü kerteriz alıp iyi ve kötüyü verili kabul etmeyiz. Başka bir deyişle, “iyilik” ve “kötülük” değil, iyi ve kötü haller, durumlar vardır.

Açığa çıkmış duyguları aşıp ulaşılabilecek bir öze varmak, mutlak bir anlama, sakinliğini koruma aslında Spinoza için bile mümkün görünmüyor: Kendisinin Hollanda’daki hamileri sayılan de Witt kardeşlerin ayaklanan kalabalık tarafından linç edildiğini gördüğü zaman çok öfkelendiğine dair bir anekdot anlatılır. Diğer yandan ilginç sayılabilecek bir anekdot daha var: Blyenbergh’le olan mektuplaşmaları (“Kötülük Mektupları” demişti bunlara Deleuze). Esasen teolojik bir tartışma etrafında dönen bir mektuplaşma aralarındaki. Mektuplaşmalarının bir yerinde konumuz açısından ilginç bir şey olur. Her şey yolunda giderken, aralarında bir tartışma zemini olduğunu düşünüp koyu dindar olan Blyenbergh’in kinayeli sorularına yine de yanıt vermeyi sürdürürken, Spinoza bir noktada Blyenbergh’in artık kinayeyi de aşıp açıkça suçlamaya dönüşen hakaretamiz soruları karşısında cevap vermeyi bırakır ve mektuplaşmayı keser. Tam da artık bir tartışma zemininin olmadığını ve dolayısıyla mektuplaşmanın onu “neşeden” uzaklaştırıp “kederlendirdiğini” anladığı anda aldığı bir karar… Bu iki anekdottan yola çıkarsak Spinoza şunu demek istiyor sanki: gülme, ağlama, öfkelenme, umutlanma, kaygılanma çünkü bunlar senin maruz kaldığın, nedenini bilmediğin etkilerin uyandırdığı hallerdir; bir tür bilgisizlik, bir köleliktir. O yüzden neyle karşı karşıya olduğunu bil, ona maruz kalma, onu anla, ancak böyle başa çıkabilirsin.

Bu Nietzsche’nin kastettiğinden farklı bir anlama durumuna işaret ediyor. Spinoza için anlamak, öyle görünüyor ki, basitçe duygulanımları aşıp, alt edip bir üst perdeye geçmek değil, tam da bunların ne yapıp ettiğinin, bedeni nasıl etkilediğinin farkına varmak demek. Eğer üçüncü tür bir bilgi varsa, bu tam da kudretinin nelere yetip yetmediğini bilmediğimiz bedenin nelerden etkilendiğini, nelerden nasıl duygulandığını bilmek demek öyleyse.

Sıkı bir Nietzscheçi olan Foucault “bilginin radikal kötülüğüne” dair çok şey yazıp çizdi. Bilginin bu radikal kötülüğü esasen bir tahakküm kurma biçimi, tahakküm ilişkisidir; etkilenmeyecek bir mesafeye çekilme, dolayımlamadır. Duyguların doğrudanlığının aksine, bilme bir mesafelenmedir, mesafelenme süresi içerir. Dostoyevski’nin Nietzscheçi bir tonda söylediği gibi, hayatı anlamaya gerek bırakmayacak şekilde doğrudan sevmek, nefret etmek, öfkelenmek, kızmak, gülüp geçmek, duygulanmak… Spinoza’nın buradaki itirazı, duyguların bulanık fikirler (Etika, 3. Kitap: Duyguların Genel Tanımı), hep bir maruz kalma biçimi olduğu, haliyle de savrulmalara, maruz bırakılmışlığa, edilgenliğe sevk ettiği olacaktır. Tam da Spinoza’ya Nietzsche’nin müdahalesidir bu nokta. Bu noktanın bazı yanlış anlamalara ve oldukça da tehlikeli yanlış anlamalara müsait olduğunu söyleyebiliriz (Ulus Baker Spinoza için “felsefesi antidotsuz alınmaması gerekir” derken galiba böyle bir şeye de işaret ediyordu): “anlamak-bilmek” ve “hak vermek”, bunlar aynı şeyler midir? Bir kötülük karşısında, en değerli gördüğümüz adalet, özgürlük, yaşam hakkı vs. gibi kavramlara halel getiren eylemler karşısında öfkelenmeyecek miyiz? Ya da öfkelenmeyerek, anlayarak, nedenlerini bilerek, buna hak vermiş mi oluyoruz? Spinoza için şu çok açık: Anlamak, hak vermek değildir. Anlamak, nedenlerin bilgisine erişmektir. Anlamak-bilmek, Spinoza düzleminde düşünmeye devam ediyorsak eğer, Marx’ın eleştirisini yönelttiği anlama biçiminden farklı olarak, suya sabuna dokunmayan bir edim değil, aksine, bizi kederlendiren[1] ve kudretten düşüren şeyler karşısında neşelenmek[2], korkuyu bertaraf etmek, karşı atağa geçmektir.

Etik-politik sonuçları kayda değer demiştik. Öyle ki Etika ile yetinmeyerek Spinoza’yı Politik İnceleme ve Teolojik-Politik İnceleme’yi yazmaya kadar götürmüş bu mesele. Bu mesele toplumsal ve politik, çünkü:

“İktidarlarını keder ve ıstırap yaratmak, başkalarının kudretini azaltmak, dünyayı karartmak üzerine tesis eden insanlar vardır. Keder sanki neşeye dair bir vaatmişçesine, başlı başına bir neşeymişçesine davranırlar. Keder, esaret veya güçsüzlük, ölüm kültü yaratırlar. Zehirledikleri ruhlara keder göstergelerini bir ideal, neşe olarak sunmaktan geri durmazlar. Despot ve Rahip, dehşet verici ikili, yaşamın korkunç yargıçları.”[3]

Ama…

Korku iki tarafı keskin bir bıçaktır; avam için de, despotlar için de. Despotlar bu yüzden, kendilerine yönelebileceğinden korktuklarından, avamı yönetmek için korkuya gerekesinim duyarlar. Bir anlamda, despotların avam üzerinde yarattığı korkunun nedeni avamın yarattığı korkudur –özellikle hiçbir şeyden korkmadıklarında. Çünkü “avam korkmazsa korkutucu olur” (Etika, 4. Kitap: 54. Önerme Notu). Anlamak, tam da bu bağlamda, Spinoza düşüncesinin kalbinde yer alıyor: Korkunun güçleri bize saldırmakta, pekâlâ, ama tam da korktukları için saldırdıklarını anlamamız gerekiyor.

Dipnotlar:

[1] “Keder, insanın yetkinliğinin mükemmel seviyeden daha düşük seviyeye geçişidir” (Etika, 3. Kitap: 3. Tanım).


[2] “Sevinç, insanın yetkinliğinin daha düşük bir seviyeden daha mükemmel bir seviyeye geçişidir” (Etika, 3. Kitap: 2. Tanım)

[3] Gilles Deleuze, Critique et Clinique, Les Éditions de Minuit: Paris, s. 180.


Kaynak: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/9128/spinoza-nin-11-tezi

İyi bir felsefe eğitiminin ön koşulları

Üst düzey hayvanlarının yavrularına uyguladıkları eğitimi ger­çek anlamda eğitim saymazsak, gerçek anlamda eğitimin yalnızca insan için sözkonusu olduğunu söyleyebiliriz. İnsan eğitilebilen tek varlıktır ya da tek hayvan türüdür.Başka hayvanların bireyleri kendi önceki deneylerinden ve başkalarının, bu arada kendilerin­den öncekilerin deneylerinden yararlanamazlar. Bir sirkte iki kö­pek topluluğunun balonlara kafa atarak maç yapmaları kazanılmış yoğun deneyimlerin sonucu değildir, basit ya da iğreti bir öykün­me olgusudur, sık sık yinelenmedikçe yokolup gideceği gibi başka öykünmelerin gerçekleştirilmesine de katkıda bulunmaz. Yeni bir öykünme için çalışmaya baştan başlamak gerekir.

İnsan tüm beden yapısıyla ve tüm fizyolojik ve ruhsal işlevleriy­le eğitime uyarlı bir varlıktır. Doğayla yaşamsal alışveriş içinde ku­rulmuş ya da oluşmuş olan beynimizin ve başparmağımızın gücü bizi eğitilebilir kılan etkenlerin başında gelir. Bir önceki biçimimiz olan maymun dallarda sallanırken kuyruğuyla ve elleriyle övünedursun, biz başparmağımızla hemen her şeyi istediğimiz gibi tuta­bilme yeteneğine sahibiz. Bu durum bizi doğa içinde ayrıcalı kılar­ken yaratıcı düzeye de yükseltmektedir. Yaratıcı gücümüzün en büyük kaynağı elbette beynimizdir. İnsan yalnızca verileri alan bir varlık değil, olasılıklar arasından olacağı gören ve geleceği kuran bir varlıktır. Yaratıcılığın temel anlamı bu dönüşme ve dönüştür­me yatkınlığında ya da bu yaratma yatkınlığında kendini ortaya koymaktadır.

Evet, insan eğitilebilen bir varlıktır, daha doğrusu kendini eğitebilen bir varlıktır. Eğitimin dıştan gerçekleştirilen bir dönüştürme etkinliği olduğunu düşünmek yanlış olur. Eğitimin şu ince noktası her zaman gözümüzden kaçıyor: gerçekte kimseyi eğitemeyiz, an­cak birilerinin kendilerini eğitmesine yardımcı olabiliriz. Bu çerçevede felsefe eğitimini de kişiye felsefi bilgiler vermek yerine kişi­yi felsefi bilgiler edinme çabasında yalnız bırakmamak olarak dü­şünebiliriz. İyi bir eğitim göstermeye değil buldurmaya dayanır. İyi bir felsefe eğitimi de kişiye felsefi bilgi donanımına ulaşma yolun­da yardımcı yöntemler geliştirebilecek bir eğitim olabilir ancak.

"Gel bana felsefe öğret" diyebilen bir kişinin felsefe öğrenmek gibi bir kaygısı olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Felsefe eğitimi yoğun bir yöntem arayışı ve sorunların sağlıklı bir biçimde tartışıl­ması temeli üzerine kurulmalıdır. Ancak bunun her şeyden önce, bugün felsefe bölümlerinde uygulandığını sandığım öğretim anla­yışının tersi bir yönde, tarihsel çerçevede gerçekleştirilmesi gerekir. Felsefi bilgi tarihsel bilgidir, tüm felsefi bilgiler tarih boyunca birbi­ri içinden çıkarak gelmişlerdir. Marx'ı Hegel'siz, Hegel'i Kant'sız, Kant'ı Leibniz'siz, Leibniz'i Descartes'sız, Descartes'ı Platon'suz kavrayamayız. Bu çerçevede felsefeye başlayacak kişiye önerile­cek temel yöntem tarihsel araştırma yöntemi olmalıdır.

İyi bir felsefe eğitimi gelişmiş bir kültür temeli üzerine kurulabi­lir ancak. Üniversiteler ve yüksek okullar özel meslek eğitimi veren kurumlardır. Felsefe de özel bir meslek dalı olarak bu kurumlarda öğretilebilir ancak. Kültür ilkokullarda, ortaokullarda ve liselerde verilecektir. Bilimin, sanatın, felsefenin ve siyasetin gerçekliğe uy­gun temel kavramlarına ya da ilksel bilgisine azdan çoğa doğru bu basamaklardan geçerek ulaşılacaktır. Bilim, sanat, felsefe ve siya­set, birbiriyle sürekli etkileşen bu dört alan, bütün bir gerçekliğin temel anlatımını ortaya koyarlar. İnsanı bilmek bu dört alanda insanlık tarihinin gelişimini ve bu gelişim içinde sağlanan kavramsal zenginliği görmek ve edinmek demektir. Sağlıklı bilinç ancak böy­lesi bir çaba içinde oluşabilir.

Bizim ilkokullarımızda, ortaokullarımızda ve liselerimizde veri­len eğitimin kişiyi gerçekliğe uyarlı bir bilince yani sağlıklı bir. bilin­ce ulaştırması olası değildir. Liseyi bitirmiş bir delikanlı ya da bir genç kız tam anlamında bozuk bir bilinçle bir meslek sahibi adayı olarak üniversitenin kapısına gelir. Bu kapıyı açabilmek için bir ta­kım yalan yanlış ezber bilgiler edinmiştir, bu durumda ona gerçek­liğin temel bilgisine ulaşmış bir kişi diyemezsiniz. Onda ne ortak bilinç adına bir tutarlılık ve yetkinlik ne de ayrı bilinç adına bir renklilik bulabilirsiniz. Bu kişi yazık ki sağlıklı bir biçimde çocuklu­ğunu ve erginliğini yaşayıp yetişkinliğe adım atmış kişilikli bir in­san adayı görünümünde değildir. Onun zihni felsefede de başka alanlarda da ancak bir takım teknik ilişkileri kavrayabilecek düzey­dedir.

Böyle bir kişiye felsefe eğitimi yaptırmak, daha doğrusu böyle bir kişinin felsefede kendini eğitmesine yardımcı olmak bir muci­zeyi gerçekleştirmek olacaktır. On sekiz yirmi yaşlarında bir insan bireyinin bütün bilincini kazımak ve onu yeni baştan oluşturmak düşüncesi ancak bilim-kurgu filmlerine yaraşır bir düşüncedir. Gene de bozulmuş bir bilinci felsefenin aydınlatıcı ve düzenleyici gücüyle arındırmak belli ölçülerde de olsa olasıdır. Bozuk bilinç sahibi kişi kafasında giderilemez şemalar ya da inanç kalıpları oluşturmuş kişidir. Onun için düşünmek kafasındaki bir düşünce kalıbını dışlaştırmaktır. Felsefe eğiticisine burada çok büyük bir iş düşmektedir: bozulmuş ya da yabancılaşmış bilinci boş katışıkla­rından arındırmak.

Felsefe bölümleri edebiyat fakülteleri içinde iğreti bölümlerdir. Edebiyat sanatın bir bölümüdür, felsefe edebiyatın bir bölümü de­ğildir. Felsefe bölümlerinin edebiyat fakültelerine bağlanmış olmasındaki saçmalık kimseyi tedirgin etmemektedir. Felsefe bölümle­rinin öğreticileri sorunlarını edebiyatın sorunlarıyla bir tutmak zo­rundadırlar bu durumda. Oysa felsefe apayrı bir bilgi alanıdır, onun kendi yöntemlerini tam tamına bağımsız bir biçimde ortaya koymuş olan felsefe fakültelerinde öğretilmesi ya da okutulması gerekir. Edebiyat uzmanıyla felsefe uzmanını yanyana getirecek tek koşul her ikisinin kültür adamı olarak insanlığın çeşitli sorunla­rına ortak bir gözle bakıyor olmaları olabilir ancak.

Öte yandan filozof ya da en azından felsefe araştırmacısı yetiş­tirmeyi amaçlayan kurumla felsefe öğretmeni yetiştirmeyi amaçla­yan kurumun aynı olması da akla yatkın değildir. Felsefe öğret­menleri felsefe fakültelerinde yetiştirilirken filozof ya da felsefe araştırmacısı yetiştirmek için kitlesel eğitim yaptırmak diye bir so­runu olmayan felsefe enstitüleri kurulmalı ve bu alanda çalışmak isteyen gençler bugün hemen her fakültede yapıldığı gibi engellenmek yerine alabildiğine özendirilmelidir. Kitlesel eğitim yaptır­makla yükümlü bir felsefe adamının filozof ya da felsefe araştır­macısı yetiştirmeye vakit ve güç ayıramayacağı kesindir.


Kaynak: AFŞAR TİMUÇİN - ÖZGÜR PROMETHEUS
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP