Miletliler'in Teorileri

Yunan materyalizminin büyük değeri, dünyanın kuruluşu üstüne mitolojiye değgin fikirlerin ve dinî mahiyetteki evrenin yaratılış bilgilerinin (cosmogoni) yerine doğanın sonsuzluğu ve yokolmazlığı doktrinini ve bütün doğa olaylarının başlangıç ve gelişme teorisini ortaya koymuş olmasındadır.

Materyalizmin en eski temsilcileri, varlığın kökünde tanrısal bir eylem değil tek maddî bir ilke, bir "ilk madde" bulunduğunu zaten ifade etmişlerdi. Demek ki onlar, dünyanın maddî niteliğini ve çeşitli olayların hareket (devinme) halindeki maddenin çeşitli biçimlerini temsil ettiklerini ileri sürüyorlar. Fizik, masalın yerini alıyor. Dünyaların meydana gelişi ve gelişim seyirleri doğal süreçlerle belirlenmiş­tir. Hattâ, yıldızlar da, Platon, Aristoteles ve stoacıların kendilerini her zaman yerleştirecekleri yerden, tanrıların katından madde sırasına gelirler.

Milet'li Thales temel unsurun su olduğunu ilân ediyordu. Aristo'ya göre, o bu görüşünü gözlem üstüne kuruyordu: her varlık, yani her bitki yaş tözlerle (cevherlerle) beslenir, herşeyin ya tohumu ya da filizi yaştır ya da neme ihtiyacı vardır. Nihayet, su donup katılaşarak ya da buharlaşarak her şeyi üretir, toprak bile suyun ya yatağı ya da deposudur.

Şunu eklemek gerekir ki, Thales, maddeyi (hyle) ancak onun içinde var olan ve onu canlandıran bir kuvvetle (zoe) birlikte tasarlıyordu. Su, hayatı ve onun bütün belirtilerini bizzat kendi özünde ihtiva eder. Bunun içindir ki ilk materyalistlerin felsefesine "hylozoisme" denilir. Bu felsefede devindiren (muharrik) devinenden (müteharrik) ayrılmamış­tır, devindiren, hareket veren, doğanın dışında değildir.

Thales'de herşeyin "tanrıyla dolu" olduğunun belirtilmesi yalnızca, maddeye gene kendisi tarafından can verildiğinin saptanması anlamına gelir.

Her hareketin nedenini bazı doğaüstü dış etkenlerde değil doğrudan doğruya maddenin içinde arayan bu felsefenin çok büyük tarihsel önemi oldu. Herzen, "Doğanın incelenmesi üzerine mektupları'nın" (Les letters sur l'etude de la nature) üçüncüsünde doğru olarak şu gözlemde bulunuyor.

"Thales'in doğaya başvurduğu andan itibaren Olympos'un kaderi çizildi; Thales, doğada gerçeği arayarak ve puta tapıcı tanımlamaları hesaba katmaksızın kendi anlayışını açıkladı, lyonyalılar'ın içinde yaşadıkları atmosfer Eleusis’in esrarlarının ölümünü filiz halinde içinde taşıyordu. îyonyalılar’ı, şeylerin temel unsuru olarak amprik bir eleman seçmeleriyle ortaya çı­kan, düşün alanındaki yetersiz kavrayışları yüzünden kınayacak bir kimse haklı olurdu; ama öte yandan Yunanlıların, ilkelerini doğanın dışında değil içinde aramaya, sonsuzu, sonu olanda, düşünceyi varlıkta, ölümsüzü ölümlüde aramaya sevkeden salt gerçekçi olan dirayeti en doğru biçmide değerlendirmek de önemlidir. Onlar, bilimsel bir alana el atmışlardı."

Devinme halindeki sonsuz bir madde kabul edilen suyun, temel unsur olarak anlaşılması, herşeyin sudan çıktığı ve suya geri döndüğü fikri, maddenin bir durumdan ötekine geçişi üstüne materyalist teorinin parlak bir taslağını teşkil ediyordu. Bilimsel ve rasyonalist yol açı­lıyordu.

L. Mabilleau bunları geçen yüzyılda çok iyi anlatıyordu:

"İngiliz kimyacısı Prout, basit olarak bilinen cisimlerin, her ne kadar bir an için indirgenemez gibi görünseler de, birbirlerinden bağımsız olamıyacaklarını bulunca, bu cisimler içinde en hafif ve en basit olanını, hidrojen'i seçti ve bunun ötekilerin ilk maddesi olduğunu, ötekilerin bunun elemanlarının gittikçe artan bir yoğunlaşması ile birbiri arkasından sırayla meydana geldiklerini tasarladı. Bu, Thates'in yapmış olduğuna benzer bir şey değil miydi? Evrensel bileştirici (terkip edici) rol ile yü­kümlü elemanın, Yunan fizikçisi tarafından yanlış seçilmiş olması ve bu yanlış seçmin, bugün çocukça bulmağa kendimizde hak gördüğümüz nedenlerle yapılmış olması o kadar önemli değildir; ilke konmuştur ve devam edecektir."

Benzerliklere elbette aşırı bir önem verilmemelidir. İlkçağ Yunan bilginlerinin hava, su, toprak vb. arasındaki kimyasal ayrılıklar üstüne hiçbir fikirleri yoktu. Bu elemanların fizik özelliklerini de hemen hemen hiç bilmiyorlardı. Bunun içindir ki örneğin ateşin topraktan, havanın ateşten, suyun havadan doğduğunu ifade ederek, çok kez, doğa olaylarının dıştaki ve görünen benzerlikleri ve ayrılıkları üzerinde duruyorlardı. Bu tanımlamalar ne kadar safça olurlarsa olsunlar, fizik ve kimyanının sonraki buluşlarına ne kadar aykırı bulunurlarsa bulunsunlar, bu durum, onların dünyanın maddî birliği (unite) konusunda derin bir önsezi taşımalarını önlemez, ve bu önsezi İlkçağ materyalizminin başlıca kazancını teşkil eder.

Thales'in vatandaşı, ve öğrencisi Anksimenes temel unsur olmak rolünü havaya verir. Seyrekleşmiş hava, ateşi, yoğunlaşmış hava rüzgârı, bulutları, suyu, toprağı ve sonunda taşı yaratır. Böylece nicelikte bir değişme nitelikte bir değişmeyi anlaşılır kılmakta, izah etmektedir.

Felsefe tarihçileri, Anaksimenesin, değişkenliği, devingenliği, biçim değiştirebilirliği ve varlığının evrenselliği ile; yağmuru, onun sonucu olarak balçığı ve ateşi meydana getirir görünüşü ile "hava"yı genel temel unsur olarak kabul etmekle, mantıklı olmak bakımından, Thales’i nasıl aştığını göstermek için kendilerini sıkıntıya sokmadılar.

Tanrılar havayı yapmadılar, ama hava tanrıları yaptı. Nasıl ki, ruhumuz (canımız) havadan yapılmış olduğu için bizi bir tüm olarak, bağlı bir bütün halinde tutar; nasıl ki soluk (souffle) ve hava da bütün dünyayı kucaklar.

Milet'deki materyalizmin üçüncü temsilcisi Anksimandros, dünyanın nitelik bakımından bütün çeşitliliğini doğrudan doğruya algılanabilir (idrak edilebilir) bir töze vardırmaktan vazgeçti ve tek ve ölümsüz temel unsurun, zaman ve mekan (etendue) ve nitelik bakı­mından sınırsız, başka bir deyimle sonsuz ve belirsiz (indetermine) olan apeiron olduğunu ileri sürdü.

Yalnız bu sonsuz madde, hiç yok olmadan, sonsuza kadar yaratıcı olabilir; o, Thaldes'in suyu, Anksimenes'in havası gibi kendiliğinden devinir, ve her şeye kendi bağrında can verir. Apeiron bütün zıtları bir kudret halinde içinde saklar; kendi öz enerjisi gereğincedir ki bütün varlıkları kendinden çıkarttırır. Bundan böyle madde kavramı somut ve duyusal anlamlardan kurtulmuştur.

Bu düşünürler, dünyayı, mitolojiye aykırı biçimde, sonsuz ve aralıksız olarak sürüp giden bir değişme ve gelişme içinde görüyorlardı, örneğin, Anaksimenes, "güneş, ay ve bütün gök cisimleri"nin, ilk baş­ta topraktan yapıldıklarını öğretiyordu; "topraktan, seyrekleşerek ateş olan nem yükseliyordu, ve bu yükselen ateşten yıldızlar oluşmuşlardı. Deney yolu ile ispattan yoksun olan bu görüşün çocuksuluğuna karşın bu, dünyayı maddesel birliği ve gelişmesi içinde ilk kavrama girişimi çok büyük bir önem taşır.

Milet'lilerin materyalizmi, tanrı tanımazlığa (ateisme) açıkça eğilim gösterir, ilkçağ geleneği Thales'i bir tanrıtanamaz olarak kabul etmeye kadar varır; çünkü, Thales tanrıları kabul etmekle birlikte onları, bütün canlı varlıklar için olduğu anlamda, bozulabilir sayıyor, ve onların, bütün bu varlıklar gibi, sudan gelme balçıktan yaratıldıklarını kabul ediyordu. Anaksimandros'a göre, sonsuz evrenin sayısız dünyaları­nın, ne oluşunda, ne gelişmesinde, ne de yok olmasında tanrıların hiçbir payı yoktu. Anaksimenes tanrıların da ilk temel unsurdan, havadan meydana geldiklerini öğretiyordu; onun ardıllarından biri, Anaksagoras ve Leukippos'un ötesindeki öğrencisi olan Apollonyalı illiryalı Diogenes bu öğretiyi tekrarlıyacaktır. Dünyanın bütün dönü­şümlerini tanrıların işe karışmasıyla değil, maddenin ölümsüz ve tanrı­sız hareketiyle açıklar.

O zamana kadar masalın, mit'in yeterli olduğu yerde bu herşeyi kavramak iradesi "çok devrimci" bir şey, "müthiş bir olay" idi.

iyon materyalistleri olayların çeşitliliğini ve sonsuz akıcılığını öğ­rettiler. Anaksimandros'un, henüz gelişmemiş bir biçimde de olsa, tek maddî temel unsurun bağrında, çeşitli olayların meydana çıkışının sebebi olan zıtlıkların varlığı sorununu ortaya koyduğunu daha önce de göstermiştik. O, apeiron'dan içinde saklı bulundurduğu zıtların: sıcak ve soğuğun, kuru ve yaşın açığa çıktıklarını ve böylece bütün şeylerin meydana geldiğini söylüyordu. Bu anlatım bir ile çoğul'un diyalektiğinin bir sanısını içinde saklar.

Anaksimandros'un 'kendiliğinden' diyalektiği, onun, apeiron'dan üreyen sayısız dünyanın kuruluşları ve yokoluşları üstüne materyalist teorisinde kendini gösterir. Theophraste, bu öğretinin değerli tanıklığı­nı yapmıştır:

"... Anaksimandros, Thales’in arkadaşı, Sınırsızlıkta, genel oluşların ve genel yokoluşların bütün nedeni yatmaktadır, diyor Anaksimandros'dan başlayaraktır ki, gökler ve genel olarak sayıları sonsuz olan duygular kuruldu diyor. Bu dünyaların yıkı­lışları ve ondan çok önce yaradılışları, sonu olmayan bir zamandan beri onların her zaman aynı olan dönüşleri sonucunu verdi."

Bu dünyaların hepsinin benzer bir kuruluşu, benzer bir yapısı ve benzer bir kaderleri vardır. Eğer nedenler aynı ise onlarla bağıntılı sonuçların da değişmez olduğu gerekircilik (determinizm) temeli üzerine kurulan büyük bilimsel yapıların önsezisini görürüz.

Kaynak: Georges Cogniot - İLKÇAG MATERYALİZMİ

Filozof Diyojen, Büyük İskender ve insan hakları

Dinçer KAYA


İnsan, hür doğmuş ama her yerde zincire vurulmuştur.” (Jean Jacques Rousseau)

“Gölge etme!”, 2400 yıl önce Sinoplu düşünür Diyojen’in (MÖ 412 ? - MÖ 320) Makedonya Kralı Büyük İskender’e söylediği unutulmaz söz. Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri adlı kitabında Diogenes Laertios bu olayı şöyle anlatır: “Kreaneion’da güneşlenirken, İskender başına dikilip ‘Dile benden ne dilersen!’ dedi. O da ‘Güneşimi engelleme yeter!’ diye karşılık verdi.” Bu arada belirtelim; yaygın olarak söylendiği gibi, Diyojen İskender’e, “Gölge etme başka ihsan istemem!” dememiştir; böyle bir dilenci ağzı, Diyojen’in kişiliğine aykırı düşer. Diyojen,“Gölge etme!” demiştir.

"İnsan, insana karşı!

İnsanlık, insana karşı! İnsanın gücü, insana karşı! Yeni yeni fark etmişiz..." (Ali Nesim)

Peki ama insanlık, bu iki basit kelimeyi 2400 yıldır neden unutmamıştır; neden insanlar bu sözü birbirlerine hatırlatmaktadırlar? Hemen söyleyelim; bir insanın (bu isterse bir kral olsun) bir başka insana, “Dile benden ne dilersen!” demesi, o insanın özgürlüğüne ve insan haklarına (ve demokrasiye) en büyük tehdittir de onun için. Bir ülkede, “Demokrasiye müsaade ediyorum.” diyen bir ses varsa, o ülkede demokrasi yoktur. Bir ülkede, “Demokrasiye paydos!” diyen birileri varsa, o ülkede demokrasi özgürlük ve insan hakları en büyük tehdit altındadır. “Diktatörlüğü yıkacağım, demokrasi getireceğim!” diye, bir ülkeyi (Irak) işgal edip petrolünü, milli zenginliklerini yağmalayanlar ve yüz binlerce insanı öldürenler, insan haklarına ve demokrasiye ne kadar saygılıdırlar?

Diyojen’in yaşamı

Dışlanmak, asılmaktan daha büyük eziyettir.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

MÖ 410 ? yılında Sinop’ta dünyaya geldiği bilinen ve tarihte “Sinoplu Diyojen” diye ün yapan bu Kinik filozof, asıl mesleği kuyumculuk olan bir kalpazanın oğludur. Sinop’ta devlet bankasından sorumlu banker olan babası Hakesios, Perslere ödenecek devlet vergisini sahte para basmak suretiyle gasp edince, veya Diyojen’in kendisi açgözlülüğü nedeniyle kalpazanlık yapınca, baba-oğul Sinop’tan sürülmüş, önce Delphoi’ye, ardından Atina’ya gelip yerleşmişler.

Diyojen, Atina’da umduğunu bulamamıştır. Yunanistan’da bir sürgün olarak ömrünü sürdüren Diyojen’in hak ve özgürlükleri kısıtlı olduğu gibi, herhangi bir geliri de yoktu. Babası ile birlikte çok sıkıntı çekmiş, sefalet içinde yaşamıştır. Öğretmeni Antishene’i tanımadan önce açlık, rezillik, korkunç sıkıntılar içinde, dostsuz ve himayesiz kalan Diyojen, farelere imrenecek kadar yokluklar içinde kalmış, bir gün yiyecek bulmak için koşturan bir fareyi görünce: “Hele bak bu hayvan Atinalıların mutfağına girmeyi biliyor da ben onların sofralarına oturamamak talihsizliğindeyim!” diye bağırmıştır. Ve o andan itibaren hayvanların yaşamını doğaya daha uygun bularak onların yaşamına özenmiştir. Bu arada Antisthenes'nin doğaya uygun yaşama çağrısını işitmiş ve öğrencisi olmak için ona koşmuştur. Öğretmenliği bırakmış ve ders vermemeye yemin etmiş olan Antisthenes kendisini kabul etmeyerek sopası ile kovunca, Diyojen, başını uzatarak: “Vur, konuştuğun sürece beni kovabilecek kadar sert bir sopa bulamayacaksınız!” demiştir. Antisthenes, bu inatçı adamın inadı ve ısrarı karşısında yeminini bozmuş ve yeniden öğretmenliğe başlayarak Diyojen’i yetiştirmiştir.

Kinik felsefesi

Kinik (köpeksi) okul, Sokratesçi okullardan biri kabul edilir. Okulun adının nereden geldiği konusunda iki tez vardır: Birincisi, okulun kurucusu Antisthenes'in, Sokrates'in ölümünden sonra “Kynosarges gymnasion”da ders vermeye başladığı ve okul bu yörede kurulduğu için “Kinikler okulu” adını aldığıdır. İkinci teze göre ise, okulun adı Yunanca “kynik” sözcüğü “kyon”dan (eski Yunancada: “köpek”) gelmektedir. Diyojen’in öğretmeni Antisthenes, mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını, erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din vb. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin.

Kinikler, kendilerine özgü çilecilik ve töretanımazlık anlayışlarıyla her türlü uygarlık değerini yok saydıklarından ve yaşama biçimleri hiçbir kuralı tanımama “ilke”sine dayandığından bu adla anılmışlardır. Doğal ve sade yaşamı öne çıkaran kinik filozoflar, bu yaklaşımlarına uygun bir kişilik örneği olarak da Sokrates’i gösterirler.

Kinizmin ününü, dolayısıyla kinizmin yayılmasını sağlayan Diyojen’dir. O, bu öğretiyi eyleme dönüştürmüş ve gerçek erdeme ancak bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Söylentiye göre bir fıçının içinde yaşayan Diyojen, böylece toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen yalıtmaya yönelmiştir. Bu doğaya uygun yaşayışın temelleri, insani değerlerin doğaya aykırı olduğunu öne süren Stoacılık(1) tarafından beslenmiştir.

Diyojen bir sürgündü, kötü bir suçla suçlanmış bir adamın oğluydu, herkes tarafından itilmiş, hakaret ve küçümseme ile karşılaşmıştı. Ama onda güçlü bir irade, kararlılık ve cesaret vardı. Üstelik çok iyi konuşuyordu, üstün ve pırıl pırıl bir zekâya sahipti.

Diyojen, günlük yaşamında çok zaman kirli ve pis elbisesi, köpek derisine benzeyen mantosu ile dolaşır, geceleri heykel diplerinde ve sokak köşelerinde yatardı. Bir keşkülü, bir fıçısı ve bir sopası vardı. Ölü gömmekte kullanılan fıçının içinde yaşaması herkesi şaşırtıyordu. Fıçısından başka bir de tahta maşrapası vardı. Ama bir gün, çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu görünce, “Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti.” diyerek maşrapa çanağı da kırıp attı. Diyojen, aşırı gururlu bir insandı ve herkesi küçümserdi! Sıradan insanlardan nefret eder ve o derece küçük görürdü ki, bir öğle vakti elinde fenerle “Bir adam arıyorum.” diye bağırarak Atina sokaklarında dolaşmış, böylece Atina’da adam görmediğini anlatmak istemiştir. Kış günleri çıplak ayakla karlar üzerinde dolaşır, donmuş heykelleri kucaklar, vücuduna eziyet ederdi. Eflatun ona “Çılgın Sokrates” derdi. Servet ve varlık düşmanıydı, bunların erdeme ters düştüğünü iddia ederdi. Zamanın felsefe okullarını da çekinmeden eleştiren bir kişiydi. Günün hatiplerine, “zamanın uşakları” derdi. Eflatun’un öğretimini, “zaman kaybettirme” olarak nitelerdi.

Bu konuşmada, Platon’a yakıştırılan kişinin ya da filozofun tiranın hizmetine girmek suretiyle yoksulluktan kurtulması olarak özgürlük ile kiniğin (Diyojen’in) kendisini yoksulluk içinde yaşamak suretiyle tirana hizmet etmekten kurtarması olarak özgürlük arasındaki farklılığın ortaya konması amaçlanır. Diyojen’in kitapları (Diyologlar, Tragedyalar, Mektuplar) günümüze ulaşmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri birbirinden ayrılmayan Diyojen’le ilgili en değerli bilgiyi, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri adlı kitabın yazarı Diogenes Laertios’un aktardığı çoğu otantik yüzlerce anekdottan (2) öğreniyoruz. İnsanlar arasında yüzlerce yıldan beri anlatılan bu anekdotlar, Diyojen’le ilgili en değerli malzemeyi oluşturmaktadır.

Diyojen, insan için iki disiplin kabul ediyordu:

1- Ruh disiplini

2- Beden disiplini

Ona göre, beden disiplini jimnastikle elde edilebilirdi. Ruh ise ancak erdem ile gelişebilirdi. Erdemin ne olduğunu araştırmış, onun doğaya uygun yaşamak olduğunu bulmuştu. Yani bir insanın erdemli olabilmesi için, doğaya uygun yaşaması gerekmekte idi. Bu ise olabildiğince arzu ve ihtiyaçları azaltmak, hatta kaldırmaktan ibaretti. (Sokrates’in, agora’da, “Bu pazar yerinde ihtiyacım olmayan ne kadar çok şey var!” deyişini hatırlatalım.) Bu nedenle refah, nezaket, güzel sanatlar ve bilim, cezalandırılmaları gereken fazlalıklardır; zenginlik, asalet ve onur, iğrenilecek şeylerdir. Din ve kanunlar, politikanın icatlarıdır. Evlenme ve mülkiyet kaldırılması gereken fazlalıklardır. Zira doğa hükümetinde her şey ortaklaşadır: servet, kadınlar, çocuklar...

Zamanın bütün filozoflarının hükümdarlarla temas içinde olmaya özen gösterdikleri bir çağda, Sokrates’in ruhuna sadık kalan Diyojen, bu tür ilişkilerden sakınmaya özen göstermiştir. Her yönden kendine yeten güçlü biri olmaya çalışan, ama bu erdemleri politika alanına girdiği zaman korumanın mümkün olmadığını iyi bilen Diyojen, filozofun yoksul, ama kendine yeten erdemli hayatını, saray filozofunun zengin fakat eğilmiş hayatına kesinlikle tercih edilmesi gerektiğini savunmuştur. Diogenes Laertios, bu konuda onunla Platon arasında geçen ama gerçeği kuşkulu şu konuşmayı aktarmıştır: “Platon, bir gün onu yeşillik yıkarken görünce, yanına yaklaşıp usulca, ‘Dionysos’un hizmetinde olsaydın, şimdi yeşillik yıkamazdın.’ dedi; o da aynı biçimde usulca, ‘Sen de yeşillik yıkasaydın, Dionysos’a hizmet etmezdin.’ diye karşılık verdi.

Diyojen’den sözler

Diyojen’e, felsefenin ne yararını gördüğü sorulunca, “Her şey bir yana, talihin cilvelerine karşı hazırlıklı olmayı öğrendim.” demiştir.

Gök âleminden söz eden bir adama: “Gökten ne zaman geldin?" diye sorarak; ancak görülebilen ve mevcut şeylerden söz edilebileceğini, bunun dışında hiçbir hakikatten bahsedilemeyeceğini kanıtlamak ister.

Kendisinin vaktiyle kalpazanlıkla uğraştığını hatırlatanlara: “Evet, bir zamanlar sizlere benzemem lazım gelmişti. Fakat şimdi, siz benim olduğum hale asla gelemezsiniz.” diye cevap vermiştir.

Atina’da bir okula girdiği zaman, orada öğrencilerden başka birçok heykeller de gördüğünde, öğretmene dönerek: “Oto, tanrıları da sayarsak epey öğrenciniz var.” der.

Diyojen’e, “Hayvanlardan en şiddetli ısıran hangisidir?” diye sordular. “Vahşi hayvanlardan, insanın gıyabından konuşanlar; ehli hayvanlardan ise, dalkavuklar.” diye cevap verdi.

Diyojen’e, “Dünyada en fena hal nedir?” diye sordular. “Hem ihtiyar hem fakir olmaktır.” dedi.

Birisi, “Adam ne vakit evlenmeli?” diye sordu. “Genç ise, henüz evlenme zamanı gelmemiştir. İhtiyar ise, vakti geçmiştir.” dedi.

Bir gün sokakta oturmuş ekmek yiyordu. Gelip geçenler başına toplandılar; kendisine “köpek” dediler. Diyojen, “Köpek sizsiniz ki, ekmek yemekte olan bir adamın etrafını alıyorsunuz.” dedi.

Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken gördü ve ne yaptığını sordu. Diyojen, “Babanızın kemiklerini arıyorum; ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” dedi.

Yunanistan’ın hangi tarafında akıllı adamlar gördüğünü sordular. “Isparta’da pek çok çocuk gördüm; fakat hiçbir yerde adam görmedim.” dedi.

Yaşamanın bir felaket olduğunu söyleyen birine, Yaşamanın değil, ama kötü yaşamanın bir felaket olduğunu söyleyen Diyojen, arpını akort ederken gördüğü birine, “Yaşamını ruhunla uyumlu hale getiremezken, bu tahtaya ahenkli sesler vermeye utanmıyor musun!” demiştir.

Gene bir defa sokak ortasında, “Adamlar! Adamlar!” diye haykırmaya başladı. Birtakım halk etrafına toplandı. Diyojen, “Ben adamları çağırıyorum!” diye sopası ile onları ürküttü.

Bir gün ciddi, faydalı bir nutuk veriyordu. Önünden çok sayıda adam geçtiği halde, onu dinlemeye rağbet eden olmuyordu. Birdenbire şarkı söylemeye başladı. Halk derhal başına üşüştü. “Sadece eğlence ararsınız. Hiç doğru söz dinlemek zahmetine katlanmazsınız!” diye hepsini azarladı.

Diyojen insanların hendek kazmak ve tekme atmak için yarıştıklarını (günümüzde futbol oyunu gibi), ama düzgün adam olmak, ahlaklı bir yaşam sürmek için kimsenin kılını bile kıpırdatmadığını söylüyordu.

Diyojen, derdi ki: “Dengesiz arzular, insanları perişan eden felaketlerin kaynağıdır. İşsiz adamların işidir aşk! Terbiye dairesinde söylenmiş bir nutuk, baldan örülmüş bir ağ gibidir.”

Yeryüzünde en iyi şey nedir, diye sordular. “Hür olmak” diye cevap verdi.

Altının rengi neden sarıdır, diye sordular: “Kıskananı çoktur da ondan” dedi.

Pis yerlerde oturduğu için kendisine ileri geri söylenenlere şu cevabı verdi: “Güneş daha da pis yerlere girer, ama hiçbir zaman bozulmaz.”

Bir eşkıya, fakir olduğu için ona hakaret etti. Diyojen, hiç kızmadı; sadece, “Bir adama, fakir olduğu için hakaret edildiğini hayatımda hiç görmedim; ama pek çok insanın hırsızlıklarından ötürü asıldıklarını gördüm.” dedi.

Bir gün çok dar bir sokakta, zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa, “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!”

Diyojen’e, “İhtiyarladınız. Artık dinlenmeniz gerek.” dediler. Diyojen, “Niçin?” diye sordu ve şöyle dedi: “Eğer koşucu olsaydım, koşunun sonuna doğru yavaşlamam mı gerekirdi? Tam tersine bütün gücümle koşmam gerek!”

Biri, Diyojen'e sordu: “Ne zaman yemek yemeliyim?” Diyojen cevap verdi: “Zengin isen, canının istediği zaman; fakir isen, bulduğun zaman.”

Bir gün sokakta giderken hâkimlerin, devlet hazinesinden bir küçük şişe çalmış bir adamı işkence yapmak üzere götürdüklerini gördü ve dedi ki: “İşte, büyük hırsızlar bir küçük hırsızı yakalamış götürüyorlar.”

Görüldüğü gibi bu kısa öyküler, filozofların Nasrettin Hocası Diyojen’in kinik yaşam tarzına özgü hicivciliğini, sözünü hiçbir şeyden sakınmamayla beliren cesaretini ve hazır cevaplılığını gösterdiği gibi, onun politik otorite karşısında mutlak bağımsızlığını da yansıtır.

Ölümünden sonra onun adına Korintoslular bir sütun, Sinoplular da bir heykelini dikmişler, adını ve anısını yaşatmışlardır. Erdemi ve etik hayatı doğaya uygun yaşanmış bir hayat, diye tanımlayan Diyojen’in yaşam felsefesini şöyle özetleyebiliriz: Kendine yetme ve sadelik...

Diyojen’in MÖ 324 yılında Korintos'ta öldüğü biliniyor. Toplumumuzda hiciv şairimiz Eşref, Neyzen Tevfik ve “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür.” diyen Sakallı Celâl, Diyojen’den çizgiler taşıyan kişilerdir.

Bugün Diyojen’in düşüncelerini bilmeden, tasavvuf’un terk-i dünya, terki-i ukba, terk-i terk görüsünü; “Her şey değişir, bir derede iki kere yıkanılmaz.” diyen Herakleitos’u tanımadan gene tasavvuf’un ileri sürdüğü sürekli dönüşümü; sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri yapan Pythagoras’ı öğrenmeden Hurufiliğin yazılarla, sayılarla ne söylemek istediğini; Orpheus’u dinlemeden Bektaşilik törenlerinin gerçek nedenini kavramak mümkün değildir.

“Hepimiz canlıyız (insanlar, çiçekler, eşekler vd.)
Hepimiz bu dünyanın çocuklarıyız
Ve hepimiz hak ediyoruz yaşamayı...” (Tamer Öncül)

Kaynakça:

1) Diogenes Laertios. Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Şubat, 2003.

2) Cevizci, Ahmet. İlkçağ Felsefe Tarihi, Bursa: Asa Kitapevi, 1998.

3) Sena, Cemil. Filozoflar Ansiklopedisi, 4 Cilt, İstanbul. Remzi Kitapevi, 1974.

4) Muallimoğlu, Nejat. Düşünen İnsana Hazine, İstanbul. Avcıol Basım Yayın, Şubat 2007.

Dipnotlar

1) Stoacılık; Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262) tarafından kurulan, MS III. yüzyıla değin varlığını sürdüren, Helenistik ve Roma döneminin en gözde felsefe okulu. Aklın egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun duygular karşısında sarsılmazlığını (ruh dinginliği ve duygulara kapılmama) ve bir yandan da dünya yurttaşlığı ülküsünü savunan felsefe akımı. Bu akım ayrıca “tümtanrıcı”, “usçu” ve “maddeci” görüşleri savunuyor olmasıyla da dikkat çekmektedir.

2) Kısa, özlü, güldürücü öykü. Fıkra.

Kaynak: bilimveutopya.com.tr

Fikir tarihi nasıl tetkik edilmelidir ?

Felsefe tarihinin tetkikinde esas şart müverrihin hareket noktasını bilmektir. Çünkü ayni filozofu iki müverrih başka tarzlarda görebilir. Hattâ bu suretle insan bir tezada bile düşebilir: Gomperz'in ve Zeller'in felsefe tarihleri gibi. Meselâ, Gomperz, W. James'in dediği gibi tefekkür şahsiyetten ayrılamaz, fikrine taraftar olarak, Zeller ise fikir müstakildir, ve sadece fikir olmak üzere tetkik etmelidir, esasına dayanarak eserlerini yazmışlardır.

Felsefe tarihinde usul

Felsefe tarihi yazmak hususunda başlıca iki usul vardır :

1 — Determinizmi kabul eden usul.
2 — Hürriyeti kabul eden usul.

Birinciler filozofları yaşadıkları devrin mahsulü olarak görürler. Bu telâkki azçok değişebilirse de, umumî karakterleri aynıdır, İkinciler filozofları sadece ferd olarak hattâ bazan fikirleri mücerred olarak alırlar.

Bundan iki netice doğar.

Birinciden doğan netice :

Filozof ezelî hakikati getiren adam değildir. Meselâ, Eflâtun'u düşünelim. Eflâtun sırf devri tefekkürünün sembolüdür. Binaenaleyh bu güne göre onda ezelî hakikat aranamaz. Bu sadece bizim fikrî kültürümüzü tamamlar. Fakat bizi aktif bir hale koyamaz.

İkincisinden çıkan netice :

Fikir ezelî olduğu için onun hakikati daimî ve içtimaî şartlarm üstündedir. İdealist ve spiritüalist olanlar buna taraftardır. Değişen kısımların içinde değişmeyen bir özün bulunduğuna inanırlar. Meselâ, Hamelin'e ( bu hususta tipik bir müverrihtir ) göre mefhumlar ezelîdirler, onlar Kant'ın dediği gibi zaman ve mekân sırası içinde değil bunların üstündedirler.

Siyasî felsefe

Umumiyetle felsefe ilim üzerinde bir düşünüştür. Siyasî felsefe ise aksiyon felsefesi demektir. Cemiyet içinde neticelerine kadar ulaşan beşerî aksiyonun üzerinde teemmüldür. Temaşa ve bilgi ile kanaat etmez. Bu bilgiyi iman haline getirmeğe çalışır. Halbuki sanat ve ilim felsefesinin böyle bir imana ulaşmak gayesi yoktur. Onları sadece tesbit eder. Bu itibarla siyasî felsefe ahlâk felsefesi
gibidir. Fakat ahlâk felsefesi mücerred iki insan arasındaki aksiyonu ele alır. Bunun bir cemiyet içinde ne vaziyet alacağını düşünmez. O halde siyasî felsefe tam aktif, ahlâkçı felsefe yarı aktiftir. Bu itibarla her siyasî felsefe bir ahlâk felsefesini tazammun eder. Halbuki her ahlâk felsefesi siyasî felsefeyi tazammun etmez.

Felsefeyi şöyle ayırabiliriz :

I- Bilgi felsefesi, ilim felsefesi, Sanat felsefesi.

II- Aksiyon felsefesi, Ahlâk felsefesi, Siyaset felsefesi.

Bir felsefe sadece bilgi felsefesi olursa sistemin mukaddimesi vaziyetinde kalır. Bir felsefenin tam olması için bilgiden başlayıp aksiyona geçmesi icabeder: Spinoza gibi. Şu halde felsefeler içinde en tamı siyasî felsefedir.

Eski Yunandan beri filozoflar iki yol takib etmişlerdir.

1 ) Aksiyona kadar giden tam felsefe

2 ) Tabiatle iktifa edenler, yani tabiatı insanlardan müstakil düşünenler. İyonya mektebi, Thales, Anaximenes gibi.. Thales allahların müdahalesini kaldırmıştır.

Siyasî felsefe deyince : mevzuu insan olan felsefeyi anlıyoruz. İnsan için felsefenin birbirine tamamen aykırı iki görüşü vardır:

1: İnsana irca edilen görüş (egocentrisme veya anthropocentrisme) esası şu : Alemin merkezi insandır; her şey insan içindir. Sofistlerde, Vahdeti vücudda bu telâkkiyi görüyoruz.

2: İnsanı izah eden felsefe ki, gayesi insanın sosyal varlığını izah etmektir. Bunlara içtimaî felsefeler diyebiliriz.

Bu telâkkiye göre biz, siyasî — organizasyonlardan ibaret olan — cemiyette yaşıyoruz. Her şeyden önce, bu cemiyetin izah edilmesi, hareketlerimize bir nizam verilmesi matluptur. İçtimaî felsefenin başlıca nümuneleri: İbni Haldun ve Vico'dur. îbni Haldun müverrih ve filozoftur. Fakat bütün tetkiklerinde esas insan cemiyetlerinin izahı olmuştur. Vico « Yeni ilim » adlı eserinde Descartes'ın yarıda bıraktığı ilim felsefesini ileri götürmüş, devletin mahiyetini oradan çıkarmıştır. Hegel, Kant'ın yarıda bıraktığı aksiyon felsefesini ileri götürmüştür. Hobbes aynı şekilde materyalizm telâkkisini tam bir içtimaî felsefe haline koymuş, "Leviathan" ile bir siyaset felsefesi meydana getirmiştir. Aynı zamanda hem metod getiren hem de aksiyon felsefesini ( ve daha sonra içtimaî felsefeyi ) tamamlıyan dehâlar pek nadirdir: Eflâtun ve Hegel gibi. Descartes'in metodunu Vico ve Spinoza tamamladılar. Spinoza yarıda kalmış bir Descartes'ın nihayete götürülmesidir. Materyalizm muhtelif filozoflarda yalnız bir bilgi nazariyesi idi. Hobbes ile tam bir içtimaî felsefe olmuştur.

Her siyasî felsefe zımnen bir ilim ve ahlâk felsefesi olduğu için onlarla alâkadardır. Meselâ Benedetto Croce «philosophie de la pratique» adlı eserinde sistemini hulâsa ve itmam etmiştir. Burada bütün hegelianizmin ancak bir kanun tarifi ile tam şeklini aldığı görülüyor.

içtimaf felsefe ile sanat felsefesinin münasebetleri.

Her siyasî felsefe zımnen bir sanat felsefesi olmağa mecburdur. Çünkü sanat iki manada anlaşılır : Sanat eseri üzerinde düşünmek, bediî his üzerinde düşünmek,. İçtimaî felsefe birinci kısım ile meşguldür. Çünkü bu kısım politik varlığın bir cüzüdür. Eflâtun'un "Cumhuriyet'inde", Leviathan da, Simmel'in eserlerinde bunu açıkça görürsünüz.

Kaynak: Hilmi Ziya Ülken - İçtimai Doktirinler Tarihi (1935)

Büklümlü düşünce

Düşünme genellikle dışa dönüktür: düşüncede çoğun düşünce-olmayan bir şey dile gelir. Değişmez kural değildir ama bu. Kendini de konu yapabilir, yapmalıdır düşünce. Dü­şünce, yalnızca nesnelere atılan bir ok değil, kendi üzerine bükülen bir yaydır. Düşüncenin düşünce olarak kendine özgü anlamı, kapsamı, sınırı,başarıyı araştırması büyük ya­rarlar sağlar. Uygarlığın en seçkin birkaç doğrultusundan bi­ridir bu araştırma.

Düşünceler

Kimi: durup dururken çakıverir, yakar, aydınlatır.

Kimi: parlarken söner, iz bile bırakmaz.

Kimi: çalışıp çabalarsın, bağırıp çağırırsın bir türlü gel­mek bilmez.

Kimi: kovarsın gitmez.

Kimi: sımsıkı kapatırsın kendini, gene de içe sızar.

Kimi: gelir gider, gider gelir, gelir gider...

Kimi: bakar büyütür, okula gönderir, sokakta gezdirir, alanlarda dolaştırırsın, gene de adam olmaz. Günün birinde bir bombaya dönüşüp öz-bilinci yakıp yokeder.

Kimi: umutsuz, bir yana atarsın, bir de bakarsın, günün bi­rinde, kıvrılıp kaldığı bilinçaltında en güzel çiçeklerle be­zenmiş.

Pek azı, pek azı düşüncelerin: doğar, büyür, gelişir, ser­pilir, olgunlaşır, meyve verir.

Öyle bir çiçek ki düşünce, — su, hava, toprak, yel, ısı, nem, güneş... herşey upuygun, tam kıvamında olacak herşey.

Yetmiyor gene de. Sonra gereken ne peki? Beklemek, özellikle beklemek, hiçbirşey yapmadan beklemek.

Şaşılacak şey şu ki, her yüzyılda insanı gerçekten hayran bırakacak nitelikte beş-on özgün çiçek boyatıp gelişiyor.

Düşünce, başıbozukluk anlamında özgürlük değildir. Her şeyden önce düzgün düşünmek gerek; buysa çekidüzen ister.

Boyutlarını genişletmek için zaman zaman deliliğe özense bile, düşünce olmaktan çıkmak istemeyen düşünce, kendi de koymuş olsa, birtakım kurallara uymak zorundadır.

Doğuştan bazı yatkınlıklar olmadan gerçekleşemese de öğrenmeye dayanan bir insan başarısıdır düşünme. Evde, so­kakta, okulda, işyerinde, olaylardan, başkalarından, özbenden, yanıla düzelte öğrenilir düşünme.

Düşünmenin öğrenmekle alıp vereceği olmadığını söy­lemek için insanın (düşünme diye bir şeyden azçok haberi varsa) düşünmeyi öğrenmiş olması gerekir. Oysa düşünme hiçbirzaman tam bir yetkinlikle öğrenilemez.

Büyük düşünürler bile bir bakıma düşünme-öğrencileridir.

İşler yolunda gitmeyince kafa pek işlemiyor. İşler yolunda gitti mi de, hayalgücünü yardıma çağırıp işlerin sarpa sar­dığını tasarlamayınca kafa işlemek istemiyor.

Bizim gibi düşünenleri, en güzel nitelemelerle bezeriz: akıllı, anlayışlı, iyi, soylu, yüce...

Bizim gibi düşünmeyenleri en aşağı erdemsizliklerle ba­tırırız: akılsız, kör, kötü, erdemsiz, zavallı.

Benim gibi düşünmeyenlere çok şey borçluyum: Bana taban tabana karşıt olsalar da, benim düşündüklerimi çü­rütmekten başka bir amaç da gütmeseler, hınca kapılmaz ak­lımı kullanırsam, düzgün düşünmenin büyük ölçüde koşulu, vazgeçilmez yardımcısı onlar. — İçtenlikle böyle düşün­müyorsak, düşündüklerimize belbağlanmasını istemeye pek hakkımız yok.

Önemli olan düşüncelerimizle karşımızdakini tutsak almamız değil, onunla birlikte düşünmemizdir.

Bir düşüncenin benim olması, gerçekten olgun olmasını gerektirmez. Ne var ki olgun bir düşüncenin benim düşüncem olmasına çalışmalıyım. Buysa düşünürken çok kez başkalarına başvurmamı kaçınılmaz kılar. Ne var ki bunu hiçbir yan-duyguya kapılmadan, seve seve yapmak gerekir.

Düşünmek herşeyi ille de sorunlaştırmak diye anlaşılacaksa, eksik olsun öyle düşünme! Neye yönelirse yönelsin, yöneldiği şeyi eninde sonunda çarpıtıp yoksullaştırır, tadın­dan eder böyle bir düşünme; ille de yanıta, giderek kesin ya­nıta varmak ister de ondan. Soru-yanıt bağını kaçınılmaz bir yargı diye benimseyen düşünmelerse, ergeç birkaç kavrama, çok kez önyargıya tutsak edip güdükleştirir insanı. Oysa dü­şünme, genellikle düşünme diye bilinen alışkanlıklarla iş­lemleri aşmaktır.

Yanlış Bir Düşünme Politikası

Nesneleri, olayları, durumları, ilişkileri, süreçleri tek bir açıklama kalıbına sığdırmaya yeltenmek, hem dünyayı dar­laştırmak hem insanı küçültmektir. Açıklama güzel şey, - çe­şitli açıklama yollan olduğunu bilen için ama. Örneğin, ağaçların yeşilini "ışın bileşimi" başlığı altında topladığımız belirli bir düşünme işlemiyle kendimize aydınlık kıldığımızı

söyleyebiliriz. Bu, yararlandığı yöntem, kotardığı deneylerle fizik bir aydınlatma olarak saygıdeğer bir başarıdır, kuş­kusuz. Ne var ki bu açıklayışın biricik geçerli yol olduğunu savunmak, pekçok kimse bu yolun yolcusu olmaya özense de, insanı çileden çıkaran bir tutumdur aslında. Hele ağaç­ların yeşilini: güneşle dalların evlenmesi diye tasarlayan ozanları; yeryüzünün güzellik bezeği diye anlayan res­samları evrende yeri olmayan kişiler diye görmek, son de­rece üzücü bir açıklama tutumu. Ne yazık ki çoğun yanlış eğitim bu tutumu doğal bir yazgıymış gibi benimsetmeye ça­lışmakta.

"Bu soruyu ilk ben düşünmek isterdim" demedikçe bir so­ruya eğilmenin ne önemi var! Çözümü olmasa da, evreni o sorusuz tasarlayamıyorsak, o soru olmadan evren cansıkıcı

bir anlamsızlıksa, evren o sorudan ötürü yaşanmaya değer bir evrense — işte o zaman o soruya kendimizi vermeliyiz.

Böyle sorular var mı, peki? İşte eğitimin önemli görev­lerinden biri, insanı bu yolda bilinçlendirmek.

Düşünmeye başlamadan önce benimsediğin sonucu, düşünmenin bitiminde ne yapıp edip elden bırakmayacaksan hiç düşünme daha iyi.

Yıkım

Bütün yıkım şurdan geliyor: önce herşeyi doğal bir­liğinden çekip tek tek elealıyor, sonra da birbiriyle olan iliş­kilerini ortaya koymak için akla karayı seçiyoruz. Sözgelimi: düzgün düşündüğümüzü sanıp insan'ı toplumdan ayırıyor, sonra da toplumla bağlarını bulmaya çalışıyoruz; öğrenciyi öğretmenden ayrı tasarlıyor, sonra da birbirlerine yak­laştırmaya savaşıyoruz. Yeşil yaprağı güneşten ayrı elealıyor, sonra aralarındaki bağı kurmaya kalkışıyoruz. Oysa herşey birbiriyle kaynaşmış, herşey birlikte, herşey, varlık gereği bu böyle, canlıyla cansız, insanla toprak, havayla ateş, ölümle yaşam.

Düşünmek, bir çeşit borçlanmaktır. Bu tür borcu yanlış'la öderiz; karşılığında doğrular sağlarız ama.

Düşünme-Ekonomisi

Her çağın, her dönemin kafaya çivi gibi saplanan söz­cükleri var. "Tanrı", "akıl", "uzay", "devrim", "çevre sağlı­ğı", "barış" gibi kavramlar bunlar. Konuşmadan eylemeye tüm yaşama, ayrıntılara dek bunların dolayında dönüp bi­çimlenir. İşte "ekonomi" de bunlardan biri, birkaç yüzyıldan beri yoğunluğu hızla artan bir mıknatıs gibi etki alanına çek­medik birşey bırakmıyor. Seks'ten din'e, dostluk'tan eğlence'ye, eğitim'den yönetim'e her kesime çekidüzen veren o. Ernst March'tan beri "düşünmeye" de elattı, yakında yüz ya­şında "düşünme-ekonomisi".

Az çabayla çok bilmek — dönüp dolaşıp böyle tanımlanıyor düşünme ekonomisi. Açıklamalarını yalın tutacaksın, her yönüyle evrenin yapısı yalındır da ondan; bunu yaptın mı düşünce-ekonomisine uyuyorsun demektir; herçeşit bilmede, herçeşit kültür dalında geçerli bir ilkedir bu.

Aslında sorarsanız, alabildiğine abartılıyor düşünmede ekonomi. Ekonominin başka işlerdeki yeri, önemi yad­sınamaz ama bu böyle diye düşünmeyi de ekonomiye zor­lamak, düşünmeyi bir bakıma ekonomiye tutsak etmek ne ekonomiye ne düşünmeye yaraşır. Gerçi boş lâf, gereksiz ayrıntı düşünmeye de ekonomiye de zararlıdır. Gene de, düşünme-ekonomisini taşıyan anavarsayımın sanıldığı gibi şaş­maz bir dayanıklılığı yok: Kesin bir veri değil evrenin yalın olduğu; tam tersine, sonu gelmez tartışmalar boşandıran bir sanı bu. Ayrıca: göreli bir kavram "yalınlık"; "neye göre yalın?" — diye sorar sormaz bulanıveriyor işler: bakış-açısına göre değişip çelişmeden çelişmeye sürüklüyor insanı yalınlık. Düğmeyi çevirince odamın elektrikle aydınlanması ile televizyon camında sesli-sözlü birtakım görüntüler gör­mem arasında, yalınlık yönünden, genellikle, bir ayırım gö­zetiriz. Bu bağlamda aydınlanma olayının görüntü olayından daha yalın olduğunu söyleriz çekinmeden. Oysa tavandan sarkan lambanın ışık saçması, bir bakıma, son derece kar­maşık bazı matematik, teknik, fizik kuramlarıyla dizi dizi deney ve işlemlerin sonucu.

Matematik, bilim, teknik biryana, din, toplum, insan gibi kesimleri de, ne denli deşersek deşelim o denli yalınlığa meydan okuyan varlık alanları. Bir bakıma insan yalın bir varlık. Oysa beyin zarının küçücük bir gözeneği bile ina­nılmaz oranda karmaşık bir gerçeklik. Hele sanat, — ya şiir? Gel de Genç Abdal'ın:

Sakla kulum beni, saklayım seni

dizesinin anlamını, gülünç olmadan yalın bir biçimde açıkla.

"Düşünme-ekonomisi" kendi kendini çürüten bir deyim. Daha kavramın öziçeriği ekonomik bir tutumla yalınlaştırılamayacak kadar karmaşık.

Düşünme-ekonomisine gücü herşeye yeten kuşatıcı bir ilke diye bakmaktansa, araştırmaları başlatıp ileri götüren, zaman zaman başarıyla kullanılabilen yararlı bir gereç gö­züyle bakmamız yerinde olur. Nitekim bir düşünceyi hem doğru hem ekonomik olmaya zorlamak yanıltıya düşmektir. İki düşünceden biri ekonomik ama yanlış, öbürü karmaşık yapılı ama doğru ise, düzgün düşünmeden uzaklaşmak is­temiyorsak, ekonomik düşünmeyi bırakıp doğru olana belbağlamamız gerekir. Sağlam düşünmek, çok kez yalınlıktan kaçınıp karmaşık düşünmeye dalmaktan çekinmemektir.

Düşünmede ekonominin gücünü abartmamalıyız. Aşırı ekonomi nasıl nekeslik türünden bir eylem ve ahlâk erdemsizliğiyse, sınırları çarpıtılan bir düşünce de "ekonomi" sözcüğünün başka yörelerdeki yetkesine ne denli yaslanırsa yaslansın gene de bir bilgi ve kuram düşüklüğüdür.

İyi düşünmek, böylesi düşünme-ekonomisinden sakınma­yı buyurur.

("Düşünme-ekonomisi" İçin Ek: — "Düşünme-ekonomisi" kavramı yalın içerikli bir kavram olsaydı bu konuda söy­lenenler çok daha kısa tutulabilirdi. Oysa yukarda değinilen birkaç noktadan da açığa çıktığı üzere çokanlamlı, kaypak bir deyimin dağınıklığı var düşünme-ekonomisinde. İşte bundan, "düşünme ekonomisi"ne geniş ve gevşek bir tutum­la yaklaştığımı söyleyenler çıkarsa, tutarlı ve gerekçeli bir şey yapmak istediklerinde, bunu ancak "düşünme ekonomi­si" üzerinde koca koca ciltler yazarak yapabileceklerini, kuş­kusuz, gözden yitirmemek zorundadırlar.)

Düşünmek: herkesin yürüdüğü yollardan başka yollarda yürüme yürekliliği göstermek gerektirir. O yollar dönüp dolaşıp herkesin gittiği yola götürse bile, hazır yolların sürüyle yolcusu ile kendi yolunu kendi açan tek yolcu arasında büyük ayrılıklar vardır.

Başkası Düşünsün

"Benim yerime başkası düşünsün" diyen, bu olumsuz dav­ranışın tüm sonuçlarına katlanmak zorundadır.

Kendine ve başkalarına soyut-somut yollarda yardıma ça­lışan herkes, özünü yeniliklere bırakmak, ürküsüz soruştur­mayı göze almak zorundadır.


Kaynak: Nermi UYGUR - YAŞAMA FELSEFESİ -DENEMELER-

Felsefe, metafizik ve bilim

Felsefe tabiat hakkında toplu bir görüşün araştırılması, evrensel bir açıklama denemesidir, aynı zamanda, hem bilimlerin özeti ve tamamlanması, hem genel bilimdir ve, büyük kardeşleri din ve şiir gibi, tam anlamıyle bilimden farklı, insan dehasının görünüşleri dizisi arasında ayrı bir dal oluşturan bir uzmanlık şubesidir.

Belli olay gruplarını konu olarak alan ve bunların nedenlerini gözlemek, kendilerine göre meydana geldikleri kanunları ifade etmek amacını güden bilimlerden farklı olarak, felsefe, âlemi bütün olarak açıklamak evrensel olay veya fenomeni anlatmak için, bu grupların ve onların özel kanunlarının üstüne yükselen insan zihninin çabasıdır, başka bir deyişle, o, bütün bilimlerin temelinde bulunan şu soruya cevap vermek ister niçin bu âlem vardır ve nasıl oluyor da olduğu gibidir? Ve bunun öbür yüzü gibi olan şu somya cevap vermeye çalışır, neyi bilebilirim ve bilim nasıl meydana geliyor? Varlık ve onun örttüğü sır, bilgi, onun şartları, metotları: felsefe araştırmalarının çift konusu işte budur.(1)

Fakat felsefenin kendine özgü bir konusu ve ayrı bir alanı olması, onu en sıkı bir bağla pozitif bilime bağlı olmaktan çıkarmaz; öte yandan bilim de, zarar görmeksizin, bu bağı koparamaz. Felsefe, metotlarını ve sistemlerinin ilk maddesini bilimden ve özellikle psikolojiden ve psikolojiye bağlı olan bilimlerden alır. Felsefe olmasa, bilimler, birliği olmayan bir küme, cansız bir bedendirler, bilimler olmasa, felsefe bedensiz bir ruh kalır ve şiirden ve şiirin rüyalarından hiçbir suretle ayırt edilemez. Bilim, felsefenin temeli ve onun kumaşı gibidir, bilim, Aristoteles’in dilini kullanmak gerekirse, kuvve halinde (en puissance) felsefedir, diğer taraftan felsefe fiil halinde (en acte) bilimdir, bilginin en yüksek fonksiyonu, bilimsel zihniyetin ve onun her şeyi birliğe götürmek istiyen tabiî eğiliminin en yüksek tatmin şeklidir.

Öz ve çıkarları gereği birbirlerine yakından bağlı olan felsefe ve bilim, başlangıçlarında ve kaderlerinde de gene böyle birbirlerine bağlıdırlar. Nedenleri ayırt etmek -rerum cognoscere causas-ve onları bir ilk nedenin birliğine indirgemek hususunda çok güçlü bir içgüdünün sürüklediği insan zihni, fizikte, matematikte, ahlâkta basit birkaç hakikat elde eder etmez, onların sentezini yapmaya, bunlardan evrensel teoriler, ontolojik ve kozmolojik sistemler meydana getirmeye, yani felsefe, metafizik yapmaya savaşır. Varlık hakkındaki bilgisizliğine gerek hayal gücü ile, gerek çocukluğun ve dehanın, hakikati tahmin eden, ama aramıyan o harikulade içgüdüsüyle çare bulur. Eskilerin felsefesinin apriorist, idealist ve fantastik karakteri buradan, fakat eşsiz büyüklüğü de gene buradan geliyor. Pozitif bilgi toplamı arttıkça, bilimsel çalışma bölündükçe ve bu sayede geliştikçe, felsefe şiirden daha çok ayrılır, metotları güç kazanır, bilimler genişledikleri ölçüde felsefe teorileri sağlamlaşır. Her bilimsel hareket bir felsefî hareketi meydana getirir, her yeni felsefe bilim için bir güç kaynağı olur. Eğer Ortaçağda bu bağlılık kopmuş görünüyorsa, çatışma sadece görünüştedir, bilime karşı düşmanlık veya ilgisizlik varsa, bu, Okul’un (lTEcole) resmî felsefesinden gelmektedir; yoksa bu, hiçbir vakit bağımsız Hıristiyan, Yahudi ve Arap filozoflarında yoktur. XIX. yüzyılda da, Roger Bacon ve Verulam'ın devirlerinde olduğu gibi, bilimle belli bir felsefe arasında aykırılık olabilir. Gerçek bilim ve gerçek felsefe her zaman tamamıyle uyuşmuşlardır ve rekabet gibi gelen görünüşler arkasında, onların anlaşmalar bugün olabildiği kadar tamdır.

Avrupa felsefesini yaratmış olmak şerefi îonia'lı Yunanlılar'a aittir (2); NeoLatin'ler ve Cermen’ler ona yeni gelişmelerini vermiş olmak şerefini kazanmışlardır.

Böylece, taslağım, çizdiğimiz tarihte, Ortaçağla (geçit devri) hem birbirinden ayrılan, hem birbirine bağlanan iki büyük devir ortaya çıkıyor.

A. Yunan felsefesi de iki devrede gelişmektedir; bu iki devre yukarıda sözünü ettiğimiz temel sorunlara tekabül eder ve aralarında gerek metot, gerek araştırma konulan bakımından ayrılık vardır: biri kendiliğinden yaratma (creation spontanee), diğeri şüpheci düşünce ve tekrar devri; biri metafiziğe, matematiğe, senteze, diğeri eleştiriye, analize ve bilimin hayata uygulanmasına ayrılmıştır.

1. Birincisine hâkim olan sorun, eşyanın başlangıcı (İriliğine) sorunudur: oluş (le devenir). Bunun ayırdedici vasfı, îonialılar'da materyalist, İtalya filozoflarında spiritüalist olan Doria zihniyetinin etkilediği bir panteizmin bulunmasıdır. Meydana getirdiği sistemler, geleceğin bütün doktrinlerinin, özellikle yeni bilimsel düşüncenin iki kutbu olan monist ve atomist hipotezlerin tohumunu içlerinde saklamaktadır. — Bu devre Thales'ten Protagoras ve Sokrates'e, yahut Î.Ö. 600'den 440’a kadar uzanmaktadır.

2. Eleştirici düşünce çağı Protagorasin panton metron anthropos (insan her şeyin ölçüsüdür) sözüyle başlıyor; bundan, Ksenophanes, Zenon, Herakleitos tarafından sezilmiş olan şu esaslı hakikat çıkıyor: fenomenin meydana gelişinde insan zihni işe karışmaktadır. Tabiat sorunlarıyle ruh sorunları; kozmoloji'ye ait sorulara, mantık ve eleştiri soruları; eşyanın özü hakkındaki düşüncelere, hakikatin ölçüsü ve varlığın amacına ait araştırmalar katılıyor. Yunan felsefesi, derinlik bakımından Platon’da, alanının genişliği bakımından Aristoteles ve İskenderiye biliminde gelişmesinin en yüksek derecesine vanyor.

B. Kuzey ırklarının istilâlarıyle bilimsel-ilerlemelerin durması, düşüncenin durması sonucunu doğurdu. Yakacak şey kalmadığından, felsefî zihniyetin meşalesi sönüyor. On yüzyıllık sürekli bir çalışmayı, önce derin bir uyku olan, sonra geçmişi tekrarhyan (Platon ve Aristoteles) ve geleceği hazırlıyan başka bir on yüzyıl kovalıyor.

Tarihin mantığı, Ortaçağda, bu geçit devrinden öncesine ve sonrasına oranla daha az belli olmakla beraber, gene de burada Attike felsefesininkilere paralel iki devre görülür: birincisi Platoncu, realist, geçmişe dönüktür (Augustinus'tan Anselmus'a kadar); İkincisi peripatetisyen'dir, nominalist'tir, geleceği içinde saklamaktadır.

C. Yeni felsefe, XV. yüzyıldaki bilimsel ve edebî uyanmadan doğuyor. Bunun tarihi de, Yunan düşüncesininki gibi:

1. Bir yayılma ve ontolojik sentez devresi (Bruno, Descartes, Spinoza, Leibniz), ve,

2. Bir eleştirici düşünce ve analiz devresi (insan zihni hakkındaki denemeler, Locke, Hume, Kant ve onu izleyenler) gösterir. Avrupa felsefe tarihinin üç büyük devrinde görülen paralellik, insan zihninin birbirini kovalıyan gelişmelerini yöneten kanunların aynı olmasından ileri gelmektedir.


NOTLAR:

(1) Bu soruların birincisine karşılık olmak itibariyle felsefe, spekülatif düşünce, metafizik, ontoloji (varlık teorisi) adlarını alır. İkincisiyle uğraşınca, transandantal felsefe, eleştirel (cridque) felsefe, nooloji (düşünce teorisi), yani mantık, yahut varlık veya düşünülen şeyden ayrı olarak işleyişinde alınan düşünce teorisi, ve bilgi teorisi, yahut varlıkla ilişkisi içinde ele alınan düşünce ve onun araştırma metotlarının teorisi olur. Metafizik düşüncelerden vazgeçerek matematik ve deneysel bilimlerin sentezi olmakla yetindiği vakit felsefe, positif felsefe veya positivizm adlarını alır. Postivizm sadece sistemler arasında daima çelişme bulunduğunu gösteren tarihî olaya dayanabilir, yani sade deneyden gelen bir temele sahip olabilir, yahut insan zihninin akıl tarafından yapılan bir analizine dayanabilir. Birinci halde şüphecilik (scepticisme), ikinci halde eleştiricilik (criticisme) adını alır. Şüpheciliğe zıt olarak dogmatizm vardır, bu meslek insan zihni için eşyanın ve onun ilk nedeninin objektif bir bilgisinin mümkün olduğuna, her türlü düşünceden önce veya usavurma sonucunda inanır. Akılcılık bu bilgiye a priori düşünce ile varılacağını iddia eder; deneycilik (empirisme) müşahede ve endüksiyon veya a posteriori düşünceden başka metot kabul etmez. Saf (püre) veya a priori spekülasyon, düşüncede her türlü varlıktan önce ve yüksek olan ilk olayı gören idealizm’in tercih ettiği metottur, ampirizm, aksine olarak, düşüncenin, neden veya ilk olay olmak şöyle dursun, bunun daha önce bulunan bir varlıktan geldiği fikrine dayanır ve onda bulunan malzemenin başka herhangi bir kaynaktan gelmeyip (idealizm'in doğuştan [inne] fikir veya aksiomları, mistisizm'in iç duyu veya dinî hissi vb...), ona duyular tarafından verildiğini söyler (sansüalizm).

Eğer ilk nedenin etkisi, teleolojik veya bir gaye gözeterek meydana gelen faaliyete zıt olarak, bilinçsiz ve iradesiz gibi düşünülürse, realizm, materyalizm ve mekanizm olur. Öbür yandan, ilk nedeni bir şahıs haline getirerek, onda yalnız meydana gelen bir fikir değil, fakat eşyanın üstünde duran (süpranatüralizm, transandans), ve onlan serbest iradesine göre (teizm) veya değişmez kanunlar vasıtasıyle (deizm) idare eden bir varlık olarak gördüğü vakit idealizm, spiritüalizm olur: Bu, panteizm'e, natüralizm'e, monizme zıt olarak, ruh ve madde, yaradan ve tabiat düalizm'idir. Panteizm, natüralizm veya monizm, neden fikrini cevher kavramına benzeterek, ilk nedeni, eşyanın bizzat cevheri (Tanrının âlemin içinde olması - immanence de Dieu) ve onun tavırlarının bütününü (l'emsemble de ses modes) veya olayları, evreni, canlı bir birlik (monizm), bizzat tabiatın sonucu olan kanunlara göre kendi kendini yöneten bir ve aynı toplu varlık (natüralizm) sayar. Monizm ya mutlak ya da çokparçalıdır, birincisi âlemin cevherini (substance cosmique) mutlak bir birlik gibi, İkincisi birbirine indirgenemeyen birliklerden oluşmuş sayar; bu sonuncusu bu birlikleri sonsuz küçük yer kaplamalar (Ğtendues) [atomlar] veya tamamıyie mekânda bulunmıyan kuvvet merkezleri {dynamid veya monadlar) gibi düşündüğüne göre, atomizm veya dinamizm adım alır. —Bellibaşlı örneklerini şimdi saydığımız sistemlerin doğması ve birbirini izlemesi, çözümünü vermek istedikleri sorunların sıra ile meydana çıkması ve değişmesi,  tarafların veya okulların kavgaları arasında âlem hakkındaki  görüşün ilerlemesi: işte kısaca felsefe tarihi budur.

(2) Bununla Yunan felsefesinin mutlak ve tam orijinalliğini söylemek istemiyoruz. Onun gelişmesi üzerinde Doğu'nun yaptığı etkiden şüphe etmek kabil değildir. Mısır'la temasa girmeden, yani onlara memleketini açan Psammetik devrinden önce, Yunanlılarda tam anlamıyile felsefe izine rastlanamaz. Bundan başka, Yunan felsefesinin babaları hep tornalıdırlar, Küçük Asya'dandır ki felsefe önce İtalya’ya ve oldukça geç bir devirde Atina'ya, yani asıl Yunanistan'a getirilmiştir. Fakat bizim için kesin ve esaslı olan şey, îonia felsefesinde, ve daha ilk adımlarında, cesareti, nispeten korkak olan Attike felsefesiyle tezat oluşturan ve çok uzun bir zihnî gelişmeyi gerektiren fikirler bulmamızdır. Mısır ve Gildan biliminin etkisi —ki buna Hcrodotos da tanıklık etmektedir—, Arap okullarının Ortaçağda Hıristiyan düşüncesinin gelişmesi üzerindeki etkisine benzetilebilir. Bu etki, Gladisch (Die Religlon und die Philosophie in ihrer yveltgeschichtlichen Enîwicktung) ve Roeth (Geschichie der ahendldndischen Philosophie) tarafından büyütülmüş ve Zeller (Die Philosophie der Griechen, c. I,'çev. Boutroux) tarafından haksız olarak inkâr edilmiştir. Olağanüstü derecede zengin ve doktrinlerinde Yunan felsefesine son derece benziyen Hint felsefesine gelince, bu Yunan felsefesini sadece dolaylı bir şekilde etkileyebilmiş ve Avrupa ancak XIX. yüzyılda Colebrooke ve onu izleyenler sayesinde, onun etkisini hissetmiştir.

Kaynak: Alfred Weber - Felsefe Tarihi

Kant Felsefesinde Metafiziğin Yeri

Geleneksel felsefede çoğu zaman metafiziklerin temel ön dayanakları, o metafizik sistem içinde temellendirilmiştir. Buna karşılık Kant, metafiziğin temellerini metafiziğin dışında bir yerde, saf aklın genel yasalarında arıyor olması yolu ile diğer düşünürlerden ayrılmaktadır.

Kant’ın saf akla yönelttiği eleştiri ile olgusal bilginin sınırları belirlenecek ve olgusal deneyimin apriori koşulları ortaya çıkarılacaktır. Metafiziğin olanağının ve kaynağının ortaya konması, kapsamının belirlenmesi ve sınırlarının çizilmesi görevinde dayanak, olgular değil, saf aklın kendisi olmuştur.

Kant açısından metafizik, iki anlamdadır. Bunlardan ilki doğa bilimlerini de mümkün kılan, olgusal deneyimin zorunlu ön koşullarına işaret eden sentetik apriori ilkeler bütünlüğüdür. Bu anlamı ile metafizik, bizim meşru bilgimizin sınırını çizmeye yönelik ön dayanakları ortaya koyar. Bu anlamı ile eleştireldir. İkinci türden metafizik ise meşru bilgi alanımız belirlendiğinde, bunun dışında kalan alan hakkında, aklın âdeta kaçınılmazcasına ortaya koyduğu kanılar bütünlüğü olarak mutlak metafiziktir. Kant’ın soruşturması sonucunda olanaklı olup olmadığını belirlemek istediği de bu mutlak metafiziktir.

Bu türden metafizik savlar, felsefeyi âdeta bir savaş alanına çevirmiştir ve şimdi ona karşı bir reform önerilmektedir. Felsefe, bütün olası deneyimin ötesine geçmeye ve deneyimin dışındaki alana ilişkin savlar ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat bu amacı gerçekleştirebilmek için gidilebilecek mümkün (bilgimizin dışında) bir yer yoktur. Bu yüzden felsefenin ilk görevi, insan düşüncesine ilişkin sistematik bir eleştiridir. Mümkün meşru bilginin biçimine ve sınırlarına yönelik eleştirel soruşturma, olası bir metafizik sistem için de meşru temelin ne olabileceğini gösterecektir. Bu eleştiri, pek çok metafizik spekülasyonun meşru olmayan temellere dayandığını ortaya koyacaktır. Soruşturma sonucunda ortaya çıkan manzara ise pek çok büyük metafizik sisteminin hiçbir şey ile temellendirilmemiş olduğudur.

Kant’ın eleştirisi metafizik bilgi yetimize, yani saf akla, bizzat aklın kendisi tarafından uygulanacak bir sınamadır. Bu, aynı zamanda metafizik bilginin olanaklılığının ve neyin metafizik bilginin olanağı dâhilinde olduğunun sınanmasıdır. Böyle bir metafizik, eğer olanaklı ise, inceleme nesnelerini olanaklı deneyimin sınırları içinde tutmak zorunda kalacaktır.

Metafiziğin apriori bir bilgi olarak neyi başarıp neyi başaramayacağının ortaya konması için, bütün apriori bilginin olabilirliği, ilkeleri ve sınırları belirlenmelidir. Böylelikle metafiziğin hem kaynakları hem sınırları hem de kapsamı ortaya konabilecektir.

Kant insanın bilme yetisini duyarlık, anlama yetisi ve akıl olarak belirlemiş; duyarlığın formları olarak uzay ve zamanı, saf anlama yetisinin kavramları olarak kategorileri, saf aklın kavramları olarak da ideleri ortaya koymuştur. Mutlak metafiziğin konusu, hiçbir deneyim ile ilişkili olmayan saf aklın kavramları ve idelerdir. Görüler ve kategoriler, deneyim ile olan bağlantıları nedeni ile bütün meşru bilgiyi üretirken ideler bu koşulu sağlayamadıkları için, bilgi olarak değer taşımayan metafizik anlatımlara yol açmaktadırlar.

Kant’a göre, insan aklı doğal bir yanılsama içindedir. Mutlak metafiziksel sorular da bu doğal yanılsamanın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlar insanın bilme etkinliğinin bir türünden zorunlulukla türemektedirler. Bu yanılsamanın ürünü olan aklın idelerine karşılık gelen hiçbir deneyim nesnesi yoktur. Deneyimin koşullarını aşan, deneyimde kendisine karşı gelecek hiçbir şey bulunmayan kavramlar ile bilgi üretilemez. Dolayısı ile bu alandaki bilgi uğraşısı, aklın olgusal açıdan bilgi değeri olmayan metafizikler üretmesi ile sonuçlanır. Bu bakımdan ideler, mutlak metafiziğin kurucu ögeleri olarak konumlanırlar.

Duyusal algılama alanında bulunan ve bu bakımdan bilgiye konu olan nesne fenomen alanında ve bu fenomene kaynaklık ettiği varsayılan kendinde şey ise noumen alanında bulunurlar. Bir kullanımında noumenon içeriği boş fakat sınırlandırıcı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bir diğer kullanımında, bu kavramın metafizik bir içeriği vardır. Bu metafizik içerik, anlama yetisinin duyarlığı sınırlandırmak için koyduğu sınırı aşmasından, yani düşüncelerin genel formları olan kategorilerin kendinde şeylere uygulanması olanağından doğar.

Kant, kendinde şeylerin kuramsal bilgisinin olanaksızlığını temel tez olarak ortaya koymakla birlikte, aynı zamanda bu tür soruların insan aklındaki zorunlu temelini de göstermiştir. Noumenanın bilinemez fakat çelişkiye düşmeksizin düşünülebilir olduğunu göstermekle Kant, metafiziğin bir bilim olarak değil, fakat genel olarak olabilirliğinin insanın bilme yetisinde yer aldığını belirtmiştir.

Kant, kategorilerin kendinde şeylere uygulanacak biçimde genişletilmeleri durumunda, bilgi vermeleri bakımından boş olduklarını ileri sürmüş; öte yandan da onların bu biçimde genişletilmesine pratik akıl bağlamında bir temel bulmaya çalışmıştır. Ona göre tanrı, özgürlük ve ölümsüzlükle ilgili düşüncelere sahip olmak olanaklı, hatta gereklidir. Fakat bu düşünceler her ne kadar iyi temellendirilmiş olurlarsa olsunlar, hiçbir anlamda bilgi meydana getirmez, asla bilgiye eş değer olamazlar. Fakat tam da bu bakımdan metafizik önermeler anlamdan yoksun değil, tersine belli bir biçimde söylendiklerinde bütünü ile anlamlıdırlar.

Metafizik sistemler iç tutarlılığa sahiptirler. Onların önermelerini doğru ya da yanlış sayacak biçimde ele alma yolları da vardır. Her metafizik sistem, önce kavramlarına ilişkin belli tanımlar ortaya koymak ve sonra da bu tanımlamalardan mantıksal sonuçlar çıkarmakla oluşur. Bu bakımdan başlangıçta kimi zaman aksiyom olarak verilen tanımlar kabul edildiğinde, bunlardan çıkan sonuçların da kabul edilmesi zorunludur.

Mantıkçı pozitivizm olarak bilinen akım yüzyılımızda sadece felsefede değil, diğer alanlarda da etkili olmuş olan düşünce biçimidir. Yüzyılımızın başlarında Viyana’da Moritz Schlick önderliğinde bir araya gelmiş bilim adamı ve düşünürler temelde felsefeyi metafizik olan her şeyden arındırma gayesinde olmuşlardır. Felsefe ve bilimin yargılarının metafizikten arındırılmasının anlam problemine yönelik bir çalışma aracılığı ile birlikte yürütüleceğini düşünmüşlerdir.

Onlara göre felsefe bir bütün olarak evrenin ne olduğunu ortaya koymaya çalışan yada varlığın özünün nasıl olduğuna ilişkin teoriler üreten bir uğraşı değildir. Mantıkçı pozitivist anlayış, felsefeyi metafiziklerin sorduğu türden sorulara cevap verme çabasında olan değil, bu soruların bir anlam taşımadığını gösteren bir uğraşı olarak almışlardır. Onlara göre felsefenin diğer bir görevi de doğa bilimlerinin kavramlarını anlamca aydınlatmak ve onların ifadelerinde de ortaya çıkması olası olabilecek karışıklık ve kaypaklıklara eleştirel bir yaklaşım ile açıklık kazandırmaktır. Mantıkçı pozitivizm ile birlikte felsefe, artık dünyanın yapısını, düşünceleri, ideleri doğrudan incelemek yerine, bunları dildeki yansımaları bakımından değerlendirmekte ve dile mantıksal bir çözümleme aracılığı ile yaklaşmaktadır. Amaçlanan sonuç metafiziksiz felsefedir.

Onlara göre metafizik olan bir şey, bir anlam taşımamaktadır. Çünkü onun doğrulanma ya da yanlışlanma şansı yoktur. Metafiziklerin ortaya koymuş olduğu bir yargıyı kanıtlanmak için sunulan argümanlar, bu yargının aksi bir görüşü kanıtlamak için sunulanlardan daha doğru olmamaktadır. Bu durum, metafiziğin ifadelerinin doğru ya da yanlış olmaması sonucunu doğurmaktadır. Metafizik yargılar doğru ya da yanlış olmadıklarından dolayı bunların anlamlı oldukları da söylenemez. Viyana Çevresi düşünürlerine göre metafizik, bir cevabı olmayan sorulardan ve doğruluğu bu sorulara yönelik sunulmuş ama doğruluğu kanıtlanamayan yanıtlardan kurulmuş bir yapıdır. Metafiziğin hem sorduğu soruların hem de bu sorulara verdiği yanıtların anlamlı olmadıkları düşünülmektedir. Bu görüş uyarınca metafiziğin ifadeleri doğrulanabilir, anlamlı bir sav öne sürmediklerinden dolayı bir bilgi değeri taşımamakta ve bu yüzden de doğru ya da yanlış olarak değerlendirilememektedir.

Mantıkçı pozitivizmin felsefeyi metafizik yargılardan arındırma amacında olduğunu söylemiştik. Viyana Çevresi düşünürleri, bunun yolunun doğrulama kavramına yönelik bir çalışma ile mümkün olacağını iddia etmektedirler. Çünkü onlara göre felsefenin ifadeleri doğa bilimlerinde olduğu gibi gerçeklik ile karşılaştırılarak doğru ya da yanlış olabilecek ifadeler değillerdir. Bu noktada da doğrulama kavramı devreye girmektedir. Eğer felsefenin ifadelerinin doğrulanma koşulları net bir biçimde ortaya konursa bu yolla bu ifadelerden hangilerinin anlamlı olduğu ve hangilerinin bir anlam taşımadığı da belirlenecektir. Aynı zamanda doğrulama kavramı, anlamlı olanın belirlenmesini sağlayacağından dolayı bilimselliğin ölçütü olarak da görülmüştür.

Felsefenin ifadeleri deney ve gözlem ile doğrulanamadığından, bu amacını dil analizi üzerinden gerçekleştirme eğilimindedir. Felsefe bir tür dil analizi olarak görülmektedir. Dile yöneltilen soruşturmanın neyin anlamlı olduğu ve neyin anlam taşımadığı konusuna bir açıklık getireceği düşünülmektedir. Mantıkçı pozitivist felsefe açısından metafizik, Kant’ta olduğu gibi, insanın bilmesine yönelik bir sorun olarak değil, dilin mantığına ilişkin bir sorun olarak görülmektedir. Dilin mantıksal çözümlenmesi ile ifadelerdeki karışıklıkların, yanlış kullanımların aydınlatılması ve böylelikle de bilimsel ifadelerin düzgün kurulması amacı güdülmektedir. Dil analizi, mantıksal bir analiz olmak durumundadır. Çünkü mantık, her türden anlamlı ifademizin üzerinde yükseldiği bir yapı olarak görülmektedir. Dile yöneltilen mantıksal analiz ile metafizik yargılardan, yani bir anlam taşımayan ifadelerden arındırılmış bir yapının olanaklı hâle geleceği düşünülmektedir.

Kaynak: Prof.Dr Cengiz ÇAKMAK - Felsefeye Giriş

Estetik duygu sanat eserlerinde nasıl yansır?

Estetik duyguyu ve gelişimini incelerken, onun nesnel bir gerçekliğe sahip olduğunu, insanı hayvandan ayıran tinsel bir güçten ortaya çıktığını ve tarihsel olarak, toplumsal pratik sürecinde oluştuğunu gördük. Şimdi de, bu duygunun sanat eserlerinde nasıl yansıdığını, gerçekleştiğini gö­relim.

Yine daha önce gördüğümüz gibi nesneler, gerçeklikler ve süreçler, bilimsel bilgi düzeyinde ayrı, artistik dü­zeyde ayrı biçimlerde değerlendirilirler. örneğin, yeryüzünde 200-300 km. yüksekte dünya çevresinde dolaşan bir uzay gemisinden, bulutlarla sarılı dünyanın o çok renkli görünümü bilim adamlarınca ışığın kırılması, yansıması vb. bilimsel hakikatlerle açıklanırken, sanatçıda, insanın uzaya egemen olma yolunda attığı adımların ilkinin coşkulu bir belirtisi, geleceğin bir muştusu olarak yansır.

Bir ülkede, emekten, tüm insanların mutluluğundan yana bir politik partinin seçimleri kazanması ya da yitirmesi bir politikacı için, bir toplumbilimci için soğukkanlı­lıkla incelenecek bir kitle hareketi gerçeği olduğu, içine sevincin ya da düş kırıklığının karışmaması gereken bir incelemeyi zorunlu kıldığı halde, bir şair için, bir romancı için umutların gerçekleşmesinden doğan bir coşku, gelecek güzel günlere güven taşıyan, ya da tersi durumda umut kırıklığını yadsıyan, insanların direncini bileyen, onları ayakta tutmağa çalışan bir duygu doğurabilir.

Sanatçı bu duygusunu, artistik imge yoluyla duyurma­ğa çalışır. Artistik imgede yansıyan bu gerçekliğin değerlendirilmesi bu imgede kendiliğinden vardır. Sanatçı, okuyucusuna, dinleyicisine, seyircisine bu imgenin dışında bir retorik kanıtlama yoluyla değil artistik imge yoluyla duyurmağa çalışır bunu. Güzel, kandırıcı sözlerle bir gerçe­ği başkalarına duyurmak, birtakım açıklamalara girişerek bir gerçeğin iyi anlaşılmasına çalışmak, bir sanatçının de­ğil olsa olsa, yukardaki örnekte olduğu gibi, bir politikacı­nın, bir toplumbilimcinin işidir.

Engels, Minna Kautsky'ye yazdığı bir mektupta bunu şöyle dile getirmektedir: « ... bence yönseme, özellikle belirtilmeksizin, konumdan ve eylemden kendi kendine doğmalıdır, yazar da ortaya atılıp okura, gösterdiği toplumsal ça­tışmaların gelecekteki tarihi çözümlerini anlatmak zorunluluğunu duymamalıdır.» (Marx-Engels, Sanat ve Edebiyat, s. 51)

"Her türlü öğretici (didaktik) çaba, sanat eserinin kendine özgü niteliğini; artistik bilgiye, sanat eserini estetik olarak algılayan kimseyi coşturmak, sarsmak gücünü veren biçimi ortadan kaldırır.» (Marcei Breazu)

Bu, sanat düzeyinde meydana getirilmiş her sanat yapıtının, sanat alıcısını belli bir gerçekliğin değerlendirilmesine zorlayacağı anlamına gelmez. Sanatçının bizi, imge yoluyla yansıtılmış gerçekliğin belli bir değerlendirilmesine zorlaması; bu zorlamanın, eserini estetik yönden algılayan herkes için geçerli olması, bu imgenin içerdiği değerin nesnel bir gerçekliği olmasına bağlıdır; kendisini zorla kabul ettiren, bu nesnel gerçekliktir bir bakıma. öyle ki, okuyucunun, seyircinin, dinleyicinin artistik duyarlığı, tıpkı gö­zünün, ışıktan gelen uyartıya tepki göstermemezlik edemeyeceği gibi, kulağının, akustik bir uyartıyı almamazlık edemiyeceği gibi bu değeri de kabul etmemezlik edemez.

öte yandan, estetik değer bir kez ortaya çıktıktan sonra nesnel özelliği sürer gider. Sanat, dünyanın pratik tinsel özümlenmesi yollarından biri olduğuna göre, sanat­çının bilgisi maddi bir gerçekleşme içinde biçimlenir. Sanatçının bu görüşünün bu maddi biçimlenişi, çağının, ulusunun ve sınıfının artistik bilincinin bir yoğunlaşmasını ve kristalleşmesini temsil eder. Sonsuz bir maden filizinden sanatçının çıkardığı bu değerli parça, insanlığın artistik bilincinin görmezlikten gelemeyeceği bir gerçeklik olarak sürer gider, çünkü bu nesnel gerçeklik, yüzyıllarca, bu artistik bilinci zorunlu olarak etkiler. Sanat şaheserleri, artistik bilginin bu maddeleşme ürünleri: Mısır, Hint, Gotik mimarisinin büyük anıtları, Mimar Sinan’ın camileri; Homeros'un destanları; Praksiteles'in ya da Michelangelo’nun heykelleri; Shakespeare'in trajedileri, Moliere’in komedileri; büyük ustaların tabloları; Bach'ın, Beethoven'in, Mozart'ın müziği; Cervantes'in, Balzac'ın, Tolstoy'un, Şolohof'un romanları; Whitman'ın, Mayakovski’nin, Nâzım’ın şiirleri yüzyıllar, binyıllar boyunca nesnel birer gerçeklik olarak, insanın artistik duyarlığının maddi tanıkları olarak kalırlar.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP