DEĞERLER BAĞLAMINDA İNSAN
|
Yrd. Doç. Dr. Mustafa GÜNAY
İnsan ve değer ilişkisi ve buna bağlı problemler, çok geniş kapsamlı ve çeşitli açılardan ele alınabilecek problemlerdir. İnsan ve değerler arasındaki ilişkiyi nasıl ele alabiliriz? Değerler bağlamında insandan söz ettiğimizde, neyi kastederiz? Değerlerin etik, estetik, dinsel vb. olmak üzere çeşitleri olduğunu biliyoruz. Ama içeriği ve niteliği farklı olsa da, bütün değerler; insan ürünü olmaları, insan tarafından gerçekleştirilmeleri bakımından ortak bir özelliğe sahiptirler. Bir yere gitmeye, bir şey yapmaya; belli bir eylemde bulunmaya ya da bir şeyden vazgeçmeye karar vermemizde, değerlerin/değerlerimizin yön vericiliği söz konusudur. Şüphesiz ki her insan için, zaman değerli bir şeydir.(Bunu, “vakit nakittir” anlamında söylemiyorum.) Televizyonda magazin programını izlemek yerine şiir okumayı ya da felsefe kitaplarıma dalmayı tercih ediyorsam, bunlara daha fazla değer veriyorum demektir. Ya da boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak için kendimi sulara bırakıyorsam, insana ve yaşama değer veriyorum demektir. İşte bunun gibi pek çok örnekte de görülebileceği gibi, bizim bütün yaşamımız değerler üstüne kuruludur, değerlere dayanır. İnsan değerleri olan bir varlıktır. Eylemlerimizin dayanağı/temeli olan değerlerin sarsılması, aynı zamanda bizim yaşamımızın ve varlığımızın da sarsılması ve bir bunalım/kriz geçirmesi anlamına gelir. İnsanlık ve uygarlık tarihinde karşılaştığımız bunalım dönemleri, insanın değerler konusunda içine düştüğü bir arayışı, çaresizliği ve bunalımı da ifade eder. Her dönemi şekillendiren/ona ruhunu veren bazı değerler söz konusudur. İnsanlık tarihindeki bunalım dönemleri ya da bir toplumun içine düştüğü bunalımlar da, yaşamın temelini oluşturan değerler konusundaki ikilemlerin ve çatışmaların da derinleşmesinin göstergesidir. Aynı şey yalnızca insanlık ve toplumlar için değil, bireyler/kişiler için de geçerlidir.
Kendi çağımızı olsun geçmiş dönemleri olsun, kavramak ve açıklamak/yorumlamak istediğimizde, bazı değerlerden hareket ederiz. İnsan içinde bulunduğu gerçekliği değerlendiren tek varlıktır. Bu değerlendirme insanın varolma koşullarından biridir. İnsan gerçekliği değerlendirerek eylemde bulunur ve içinde bulunduğu tarihsel/kültürel dünyayı oluşturur. Bir kez meydana gelmiş olan ve nesnelleşen bu dünya da insanı oluşturur. İnsan tarihsel süreç içinde kendini gerçekleştiren bir varlıktır, ama aynı şekil de tarih de insanı meydana getirir. Burada söz konusu olan tarih ve kültür, değerler dünyasıdır. İnsan da ancak bir tarih ve kültür varlığı olmak bakımından değerlere sahiptir ya da başka bir ifadeyle, insan, değerlere dayanarak/değerleri gözeterek kendini gerçekleştirir. Böylece tarihsel/kültürel dünya kurulmuş/biçimlenmiş olur. Çünkü doğada, doğal gerçeklikte değerlerin varlığından söz edemeyiz. Değerler yalnızca insan için ve insan dünyasında söz konusudur. Değerlere dayanmadan insandan ve insanın kurduğu dünyadan söz etme ve bu dünyayı değerlendirme olanağı yoktur. Tarih ve kültürü yalnızca olaylar-olgular-nesneler alanı olarak görüp, bu alandaki sebep-sonuç ilişkilerini ve nedenselliği/yasalılığı araştırmak, kültürü doğadan farklı bir gerçeklik olarak görmeme anlamına gelir. Doğalcı ve pozitivist insan ve kültür filozoflarının bu yanlışa sıkça düşmüş olduklarını saptayabiliriz. İnsan ve kültür dünyasında meydana gelen olayların ve gerçekleştirilen eylemlerin temelinde, yine insandan kaynaklanan anlam ve değerler bulunur. Bir insan eylemini ya da eserini anlamak istediğimizde, burada söz konusu olan bu eylemin ya da eserin taşıdığı/içerdiği anlam ve değer boyutudur.
Değerler insanın tarih ve kültür varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu kadar, kendisinin ne olduğunu bilmesi/soruşturması bakımından da önem taşır. Kısacası değerler hem eylem hem de bilme bakımından insan varoluşunun temelidir. “İlişki kurduğumuz insanlar karşısında tutumumuz, yaşadığımız olaylar ve durumlarda aldığımız her karar ve ilgili davranışlarımız, bunları nasıl değerlendirdiğimize dayanır. Bu tutum, karar ve davranışlarımız yaşamımıza vermeye çalıştığımız yönü gösterir. Yaşamımıza verdiğimiz yön ise, insanı ve kendi kendimizi nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Birbirine bağlı, farklı cinsten değerlendirmelerdir bunlar. Kişilerle ve kendimizle ilişkilerimizde, başkalarının ve kendimizin yapıp ettikleri ve ortaya koyduklarıyla ilgimizde, yakın çevremiz, çağımız, geçmiş ve gelecekle bağımızla belli bir bütünlükte bir kişi olarak varolmamızın temelinde değer anlayışımız, bunun temelinde ise insan anlayışımız -insandan ve kendimizden beklediklerimiz- bulunur.”(Kuçuradi 1998:5) Kişinin etik bakımdan yaşadığı ikilemler de, değer anlayışına bağlı olarak nasıl eyleyeceği, nasıl bir tutum alacağı konusundaki karar verme durumlarında ortaya çıkmaktadır.
Değerlerin çeşitli tiplerde olmasının yanı sıra, değerlendirme tiplerinden de söz edilebilir. “Kişinin başka kişileri, olayları, durumları, kendisini ve genellikle tek tek şeyleri değerlendirmesi insanın bir yapı özelliği, bir varolma şartıdır. Bu değerlendirme ise çeşitli tarzlarda yapılır: değerlendirilenin değerine uygun, değerlendirenin değerlendirilenle olan özel ilişkilerine göre ve geçerlikte olan genel değer yargılarına göre değerlendirmeler yapılabilir ve yapılmaktadır. Ve bu değerlendirmeleri kişi, seyirci olarak değil, kendi yaşamında yapmaktadır. Bu bakımdan değerlendirme bazen değerlendirilenin kendinde taşıdığı -onun bir yapı özelliği olan- değerini görme, bazen değerlendirilene değer atfetme, bazen de ona değer biçme olarak karşımıza çıkmaktadır.”(Kuçuradi 1998:7)
Buraya kadar söylenmiş olanlardan şunların belirginlik kazandığını düşünüyorum: değerler, insanın ürettiği/gerçekleştirdiği şeylerdir ve bunlar yalnızca insanın tarih ve kültür dünyasında söz konusudur. İnsandan başka hiçbir varlıkta değer duygusu ya da düşüncesi ve kavramı söz konusu değildir. Diğer varolan şeyler, değer dışı bir varlığa sahiptirler. Oysa insan yukarıda da ifade ettiğim gibi, bir değer varlığıdır, değerli bir varlıktır, değerlerini gerçekleştirmeye çalışan bir varlıktır. Değerler insanın eylemlerine yol gösterir ve yönünü belirler. Aynı zamanda insani eylemleri ve eserleri değerlendirmek için de değerler bir ölçüt durumundadır. Ama insan eylemlerini belirleyen değerler nelerdir? Örneğin bir cinayet işleyen insanın eylemini belirleyen bir değerin varlığı söz konusu mudur? Ya da kitleler halinde insanların ölümüne yol açan bir eylemi gerçekleştiren insanın/insanların belli değerlere dayandıklarından söz edilebilir mi? Burada karşımıza çıkan problem, insan eylemlerinden ve eserlerinden hangilerinin, insanı ve değerlerini koruyup gerçekleştirdiği, insanın insanca yaşaması konusunda bir katkı getirip getirmediğidir. Bu bağlamdaki problemler, aynı zamanda ahlak felsefesi ve hukuk felsefesi kapsamında da ele alınabilecek problemlerdir. Günümüzde giderek ahlak ve hukuk ötesi bir dünyada yaşamaya başladığımızı söylemek mümkündür.
Burada ahlak ve hukuk felsefesinin sorunlarını ele alacak değilim. Ancak karşımıza çıkan önemli bir probleme değinmeden de geçemeyeceğim. Değinmek istediğim sorun şudur: Bütün insanlar/insanlık için ortak sayılabilecek değerler var mıdır? “Ama bu soruya ethik teorilerden kalkılarak değil, antropolojik-etnografik tarih araştırmalarından kalkılarak yanıt verilebilir. Böyle bir tarihsel araştırma, her çeşit toplumda ve her tarihsel dönemde, çok çeşitli görünümler almalarına rağmen, hep süregelen ve sanki bir doğal olguymuşcasına tekrar eden bazı ethik fenomenler olduğunu bize göstermiştir. Örneğin Bollnow, her toplumda, adeta yapısal denebilecek bir yalın ahlaklılık olduğunu söylemektedir. Bollnow’a göre, bu yalın ahlaklılık,her türlü “yüksek” ethos düşüncesinin önünde sonunda gelip dayandığı bazı yalın değerleri içermektedir. Her birimizin az çok şartlandığı bir “yüksek ethos” düşüncesi açısından bakıldığında, kulağımıza ilk duyuluşlarında bayağı gibi gelebilecek olan bu yalın değerler Bollnow’a göre şunlardır: Başkalarını incitmemek, yardımseverlik, dürüstlük, sadakat, başkalarını gözetme, kan gütmeme, öldürmeme, mala zarar vermeme, vb. Bu yalın değerler, insanlar toplum halinde yaşamaya başladıkları günden beri, bizzat toplumsallığı olanaklı kılan değerler olarak Bollnow’a göre, hukuksallığın da, devletin de, siyasetin de üzerlerine oturduğu değerler olagelmişlerdir.”(Özlem 1982:48)
İnsan, anlamlar ve değerler yaratan bir varlık olarak, bir anlamlar ve değerler dünyasında yaşar. Bu nedenle o, hem kendisine hem de diğer her şeye bu anlam ve değerlerin içinden bakar. İnsanın hayatta aradığı anlam ve değer, onun kendisine ve hayatına ilişkin problemlerin başında gelir.(Günay 1998:110) İnsanın tarihsel ve kültürel bir dünyada varolması, değerlerin toplumsal yönünü de ortaya koyar. Değerler tek tek kişilerin eylemleri ve eserlerinde gerçekleşmekle ya da çiğnenmekle birlikte, burada toplumsal boyutun göz ardı edilmemesi gerekir. Çünkü kişiler/bireyler tarihsel koşullarla birlikte belli bir toplumun üyesi olarak da hareket ederler.
Yüzyıllardan beri filozofların insanlara yönelttikleri “kendini bil” çağrısı, aslında insanın kendi değerini/değerlerini bilmeye ve bunları gerçekleştirmeye yönelik bir çağrısıdır. İnsanın her eylemi, her kararı ve her tercihi belli bir değere işaret eder/onu içerir. Gerek ahlaki gerekse hukuksal sınırlamalar/kurallar da değerlerin korunmasına ve geliştirilmesine yöneliktir. Ancak burada kesin/mutlak bir belirlenimden/zorunluluktan değil, özgür seçime bağlı bir tutum takınma söz konusu olabilir. Yani değerlerden gelen belirlenim doğal bir zorunluluğun sonucu değildir. Değerlerin insan eylemlerini belirlemesi doğa yasalarında söz konusu olan belirlenim tarzından farklıdır. (Ancak burada şunu da kısaca hatırlatmak yerinde olur: artık günümüzde, geçen yüzyılda olduğu gibi, doğaya sarsılmaz bir zorunluluklar alanı olarak bakılmamaktadır.)
İnsanın özgür bir varlık olması, onun değerleri ortaya koyup gerçekleştirmesine olanak tanıdığı gibi, onun değerlere aykırı eylemlerde bulunmasına da olanak tanır. İnsan eylemlerinin hem iyi hem de kötü olarak nitelenebilmesi bu duruma işaret eder. Değerler insanın varolma koşulları olmakla birlikte, aynı zamanda insanın kendi varlığını gerçekleştirme konusundaki olanakları anlamına da gelir. Ancak kendi değerini ve değerlerini farkeden, bunların bilincine varan insan, bu yönde eylemde bulunma olanağını elde etmiş olur. İnsanların eylemlerini ve eserlerini de çeşitli sözcüklerle değerlendiriyoruz: iyi, kötü, değer, özgürlük, sorumluluk, görev vb.
İşte yukarıda sıraladığımız kavramlar ve benzerleri, özellikle ahlakla ilgili kavramlar olarak, olgulara ilişkin kavramlardan ve sıfatlardan farklılık gösterirler. Burada Yeniçağ felsefesinde yapılmış olan bir ayrımla karşılaşırız: olgu ile değer, olgu yargısı ile değer yargısı, olan ile olması gereken arasında yapılan bir ayrım. Oysa İlkçağ ve Ortaçağ felsefesinde, böyle bir ayrım söz konusu değildir. Çünkü İlkçağ ve ortaçağ insanı için “varlık değerle doğmuştur.” Yeniçağ insanı için ise, ahlaksal yaşam, Antik Yunanda düşünüldüğü gibi doğal düzenin bir uzantısı olarak görülemez. Artık insani ve kültürel dünyaya ve bunun temelindeki değerler alanına bakış tarzında köklü bir değişme söz konusudur. “İnsan burada kendisine erekler, amaçlar, hedefler koymakta, kararlar vermekte, seçimler yapmaktadır. Öyleyse bu yaşama biçimini bir doğal olgu gibi ele almamak gereklidir. Burada insan yaşamı bir olması gerekene göre anlaşılabilir. Bu olması gereken, her çağda, her tarihsel dönemde insanlar ve toplumların inanıp bağlandıkları ve hep değişen değerlerde, ülkülerde, ahlaksal buyruk ve yasaklarda, yönergelerde vardır.”(Özlem 1982:39)
Olan ve olması gereken arasındaki ayrım/farklılık da, insanın ahlaki eylemlerinde ikilemlere düşmesine neden olabilmektedir. Bir bakıma her ahlaki eylemin böyle bir ikilemle yüzleşmek durumunda olması söz konusudur. Yaşı, mesleği ya da kişilik özellikleri ne olursa olsun, ahlaklı olmaya çalışan her bireyin içinde bulunduğu yaşama gerçekliğine/koşullara, kısacası “olan”a direnmesi ve olması gerektiğine inandığı biçimde eylemde bulunması gereklidir. Başkalarının insan değerlerini hiçe sayması ve çiğnemesi karşısında, günümüzde giderek derinleşen nihilizm süreci içinde, değer bilincine uygun yaşamanın zorluğu, karşılaştığımız ikilemleri aşma konusunda da zorluklara yol açmaktadır. Bu noktada önemli olan, diğer kişiler karşısında kişinin göstereceği tutum ve yapacağı seçimdir. Ahlak ve hukuk ötesi bir dünyada, kişinin erdemli bir varoluşu sürdürüp sürdüremeyeceği, günümüzün en trajik konularından ve sorunlarından biridir. Bütün dünyada insanlar ölürken/öldürülürken, eğer insanlığın da ölüp gitmemesini istiyorsak, insan değerlerine sahip çıkmaktan başka çaremiz yok gibi görünmektedir.
İnsan ve değerler ilişkisini ele alma ve aydınlatma konusunda, olan-olması gereken ayrımı ile birlikte tarih bilincinin, insanın kendisine ve ürünlerine tarihsel bir bilinçle yönelmesinin de önemli bir yeri vardır. Sözünü ettiğim olan-olması gereken ayrımı, Yeniçağla birlikte gelişen tarih bilincinin de belirleyicisi olmuştur. “Çünkü tarih, doğal insanın değil, her dönemde değişen olması gereken’lere göre toplumsal insanın gerçekleştirdiği bir yaşama biçiminde ortaya çıkmaktadır. Doğada bir olması gereken, bir gereklilik yoktur; doğa nedensellik yasalarına göre yönlenen bir zorunluluk alanıdır. Oysa insan toplumsal yaşamı içinde doğada rastlanmayan bir tarzda, kendisine bazı gereklilikler koyup, eylemlerini bu gereklilik tasarımına göre yönlendirebilmekte, bir bakıma, kendi yaşamını yine kendisine ait ve kendisinden çıkmış normlara göre kurabilmektedir. Onu doğal varlık olmaktan çıkarıp, tarihsel varlık yapan özellik de buradadır. Böylece, bu yaşama biçimini kendisinin kurmuş olduğunun bilincine varan insan, bu yaşama biçiminin bir başka biçimde kurulabileceğini düşünebilir duruma gelmiş olan insandır. Giderek o insan, insani yaşam biçiminde, zorunluluktan çok, sadece insana özgü bir gereklilik tasarımının belirleyiciliğini görmeye ve saptamaya yönelebilir. Bu bağlamda toplumsal düzenler, o insana, yine insanın kurmuş olduğu ve bir başka biçimde de kurulabilecek düzenler olarak görünmeye başlar. Öyle ki, o insan için tarih, büyük ölçüde insani seçim ve kararlara göre yönlenen ve bu nedenle yine insana özgü bir süreçtir. Kısacası, tarihi yapan insandır.”(Özlem 1982:39)
Tarih bilincinin doğuşu ve gelişimi, insanın değerlere ve değerlerden oluşan tarih ve kültür dünyasına bakışını da derinden etkilemiştir. Tarih bilincinin doğuşunu hazırlayan en önemli etkenlerden biri de, hiç şüphesiz, olan-olması gereken ayrımıdır. İnsanın kendisine ve değerlere bakış tarzında önemli bir değişime yol açan tarih bilincinin doğuşunun da birdenbire olmadığını, uzun bir teolojik serüveni izleyerek, laik/dünyevi bir temelde geliştiğini saptamak mümkündür. Tarih bilinciyle birlikte insan, yalnız kendisine ve değerlerine değil, aynı zamanda doğaya da, yeni bir yaklaşımla yönelmeye başlamış ve doğa ile kültür arasındaki sınır/ayrım çizgilerini ortaya koyma konusunda önemli adımlar atmış bulunmaktadır.
Olması gerekenin alanı, insanların neyin olması gerektiğine ilişkin seçimleri, amaçları ve değerlendirmeleri yoluyla ortaya çıkar. Toplumsal gelenekler, dünya görüşleri, duygular, istekler ve insanın yaşamını anlamlandırma düşüncesi de burada belirleyici olmaktadır. “Olması gerek” kavramıyla ilgili olarak şunları da saptamak yerinde olur. Olması gerek kavramı, aslında birbirine bağlı olan üç soruya verilen yanıtlardan oluşur. Bu sorular şunlardır: “Ne olması gerekir? Olması gerekene nasıl ulaşılır? Olması gerekenin kendisi nedir? Bu sorulara verilen cevaplardan birincisine erek/amaç belirleme, ikincisine ereğe götürecek yolları seçme, üçüncüsüne ereği temellendirme diyebiliriz.” Ancak, ahlak felsefesi tarihinde bu üç sorunun her zaman birlikte ele alındığını söyleyemeyiz.(Nutku 1998:73) Burada şunu da vurgulamak yerinde olur: “değer problemi yalnızca etiğin bir problemi olarak değil, insanın bütün yapıp ettikleri ve ortaya koyduklarıyla ilgili bir problem olarak karşımıza çıkar.”(Kuçuradi 1998:22)
İnsan her dönemde ve çağda değerleri yeniden değerlendirme ve yeni değerler arama/yaratma durumuyla karşı karşıya olması söz konusudur. Ancak tarihsel süreç içinde sürekli bir ilerleme değilse de, temel bazı değerlerin hemen her dönemde ve kültürde bulunduğu saptanabilir. Elbette her dönemin belli bir değerden anladığı şey konusunda önemli farklılıklar da söz konusudur. Ama tarihsel süreç içindeki varoluşu açısından, “ insanın varlığına, onun zaten sahip olduğundan daha fazla temel değerlerin eklenmesi gerekmez. İnsandaki “değerlere açılma” olanak ve yeteneğinden daha üstün bir şeyin geçmişte olmadığı gibi gelecekte de olamayacağı” ileri sürülebilir.(Nutku 1998:107)
Tarihte, insanın ilerlemesinin ya da bir toplumsal-kültürel krizle karşılaşmasının söz konusu olduğu her yerde; insanın, üzerinde yeniden düşündüğü, yeniden açıklığa kavuşturmak istediği ve yeniden anlamlandırmaya yöneldiği şey, kendisinin ne olduğu problemi olmuştur. İnsanın kendi varlığına yönelişinde farkına vardığı temel özellik, “kendi kendisini belirleyen bir varlık” olmasıdır. Bu aynı zamanda insanın, kendi kendisini belirleyen bir varlık olmayı, dünyada kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken bir görev olarak görmesi demektir. İnsan dünyayı ve kendisinin dünyadaki yerini kavradığı ölçüde, kendi kendisini belirleyen ve anlam ve değer veren bir varlık olmasının ona kazandırdığı gücü de kavramıştır. Felsefe, bilim, sanat, din, ahlak vb. insanın dünyaya anlam verme ve değerler ortaya koyma yollarının başında yer alır. Ancak burada üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta söz konusudur. Çünkü insan her nedense, kendisinin yaptığı anlam ve değer gerçekleşmesini, dünyanın anlamlandırılmasını kendi anlam ve değer verme yeteneğinin bir ürünü/sonucu olarak görmemeye yatkındır. Bundan ötürü insan, dünyanın anlam ve değerlerden oluşan bir gerçeklik olmasını, kendi anlam verme yeteneğine ve kendi özgür yaratıcı gücüne borçlu olduğunu çoğu zaman gözden kaçırır. Böylelikle de aslında kendi varlığının en temel niteliğini, yani insanı insan yapan şeyi unutmuş olur.(Günay 2005:7-8) İnsanın, içinde yer aldığı dünyaya, kendisinin buradaki konumu açısından, tarihsel bir varlık olmanın bilinciyle bakması için, oldukça uzun bir zaman dilimi geçmesi gerekmiştir. Ancak tarih bilincinin doğuşu, insanın sürekli biçimde bu bilince dayanarak düşündüğünü ve eylediğini de göstermez.
Anlam ve değer verme/gerçekleştirme, insan dışındaki herhangi bir gücün müdahalesi olmaksızın bütünüyle insanın kendisine bağlı bir yetenektir. Anlam verme ya henüz gerçekleşmemiş bir değerin gerçekleşmesi ya da gerçekleştirilmiş olanın değerlendirilmesi biçiminde ortaya çıkar. İnsanın özgürlüğü de kendi başına anlam ve değer verebilmesinde görülür. Eski anlam ve değerler metafiziğinde Tanrı, “herşeye gücü yeten bir varlık” olarak nitelendirilmiştir. Buna karşı insan, herşeye gücü yeten bir varlık olmamakla birlikte, dünyada belli bir güçle donatılmış bir varlık olarak yer almaktadır. İnsanın anlam ve değer vermesi, sınırlı olsa bile, dünyanın kendisinde olmayanı dünyaya vermesi demektir. Çünkü anlamlar ve değerler, başlangıçtan beri dünyanın temelinde bulunmamaktadır. Anlam ve değerler ontolojik bakımdan insandadır. İnsanın bizzat kendisinin anlamı ve değeri olan bir varlık haline gelmesinin temelinde, anlam ve değer bulunmayan bir dünyada varlık kazanmış olması bulunmaktadır. Değerlerin varlık tarzı, bunların yalnızca insan için olmasıdır. Anlam ve değer dediğimiz şey, insan dışında bulunamayacağı için, insansız anlam ve değer yoktur.(Günay 2005:12-13)
Değerlerin temelinin insana dayandırılması, aynı zamanda, bu konuda mutlak; insan-üstü ve doğa-üstü bir temel bulunmadığı anlamına gelir. Bu ise değerlerin evrensel mi yoksa göreli mi oldukları, değerlerin değişip değişmediği konusunda önemli problemlerin doğmasına yol açar. Tarihsel göreliliğe düşmemek için, değerlerin zaman-üstü, tarih-üstü olduğunu iddia eden yaklaşımların mevcut olduğunu görebiliriz.(Hartmann, Mengüşoğlu) Bu durumda insanların değerleri yaratması/ortaya koyması değil, ancak bunların bilincine varması söz konusu olabilir. Zaman ve tarih üstü olarak tasarlanan değerler, değişime de tabi olmadıkları için, ancak insanın değerler hakkındaki görüşünün/bilincinin değişmesinden söz edilebilir.
Tarih-üstücü bu değer görüşünün tezlerinin aksine, insan yalnızca değerleri görme/farketme ve gerçekleştirme gücüne değil, aynı zamanda değerleri yaratma gücüne ve olanağına da sahiptir. Bu bağlamda, etik, estetik, dinsel vb. türden değerler tarihsel bir varlık olarak insanın yaratımı olarak görüebilir. Elbette insan sınırsız bir güce sahip olan bir varlık değildir. Bir tanrı olmayan insandan, ne bir aziz yaratılabilir ne de tanrısal niteliklere sahip olan bir varlık. Çünkü insan belirli tarihsel-toplumsal koşullarda yaşamakta, düşünmekte ve eylemekte olan bir varlıktır. İşte onun bu koşullar tarafından kuşatılmışlığı, aynı zamanda değerleri gerçekleştirme ve ortaya koyma çabasında, karşısına bir engel/sınır olarak da dikilmektedir. Daha önce de ifade edildiği üzere, değerler insanın varolma koşuludur; insan değerler dünyasında yaşayan bir varlıktır, değerleriyle insandır. Ama insan söz konusu değerleri gerçekleştirme konusunda mutlak/sınırsız bir güce ve olanağa sahip olamadığı için de, değerlerden aynı zamanda birer ideal/erek olarak söz etmek yerinde olur. Ama bu ideal ve ereklerin de belli bir dönemin/çağın kültüründen ve onun belirlenimlerinden bütünüyle yalıtılmış olduğunu söyleyemeyiz. Bu anlamda bütün erekler ve ütopyalar, aslında, yaşanan gerçekliğin toprağında kök salmışlardır. Bu nedenle insanın, geçmişin ve geleneğin yükünü taşıyarak geleceğe yönelen bir varlık olduğunu ve bu yönelişinde ve çabasında da değerlere dayanma durumunda olduğunu görüyoruz. İnsanlık tarihine baktığımızda da, geçmiş ve gelecek arasında, değerler bakımından da sürekli bir çatışmanın devam ettiğini saptamak mümkündür.
Değerler insan-üstü, tarih-üstü olmadıkları gibi, genel geçer ve evrensel de değillerdir. Ancak insanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde ve hatta bütün dönemlerinde karşılaştığımız, sürekliymiş gibi görünen bazı değerlerin bulunduğu ileri sürülebilir: özgürlük, eşitlik, güzellik, adalet vb. Ama felsefe tarihinden de biliyoruz ki, özgürlük bir kavram ve değer olarak birbirinden çok farklı şekillerde anlaşılmıştır. Yine benzer şekilde güzellik ve erdem konusunda birbirine karşıt anlayışların varlığı yadsınamaz. Örneğin Platon’un ahlak anlayışı ile bir Augustinus’un, bir Feuerbach ya da Nietzsche’nin ahlak anlayışları ve giderek değer anlayışları, bu problem alanına bakış tarzları hiç de aynı değildir. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok ama, özgürlük konusunda örneğin Kant ve Hegel’in anlayışları ile Sartre’ın anlayışı çok farklıdır.
İnsanın kurmuş olduğu tarihsel ve kültürel dünya, kendisinin karar ve amaçlarına bağlı olarak değişime uğrar. Tarih ve kültür dünyasındaki gidişatın, her zaman için farklı olma ihtimali mevcuttur. Aynı şekilde insan, içinde bulunduğu doğal ve tarihsel dünyayı anlama-kavrama ve değerlendirme tarzlarını da değiştirebilir. Nitekim felsefe, bilim ve sanat tarihi bunun örnekleriyle doludur. Ancak insan, başka türlü olabilme imkanına sahip bir varlık olarak kültür dünyasında barınmakla birlikte, ne yazık ki kültürü ve değerleri anlama tarzlarının/yöntemlerinin başka türlü olabileceğini de unutur. Bu unutuşun bir örneği ve nesnelleşmesi olarak, “varlıktan düşme” olgusundan ve kavramından söz etmek yerinde olur. “Varlıktan düşme” düşüncesi, Anaksimandros’tan itibaren tüm Antikçağ felsefesinde yer alır. Bu düşünce ilk olarak, evrenin bütünlüğü, düzenliliği ve sürekliliği için bir ilke, temel aranışı söz konusu olan doğa felsefesinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise, insanın/toplumun uyumu, düzeni ve sürekliliği için bir ilke, değer aranması söz konusu olan ahlak (toplum ve siyaset) felsefesinde de görülür. Anaksimandros’ta iyi ve kötünün, haksızlık ve adaletin kosmolojik bir temeli söz konusudur.(Günay 2005:14) Benzer yaklaşım başka filozoflarda da karşımıza çıkar.
Yaşamın sürekli bir oluş, değişme ve yaratma alanı olduğunu biliyoruz. Sürekli anlamlar ve değerler yaratıyor ve oluşturduğumuz bu şeyler içinde yaşıyoruz. Örneğin bugün teknolojinin egemenliği altında yaşanıyorsa, biz kendi irade ve gücümüzle bunun karşısında yeni bir yaşama biçimi ve değerler anlayışı ortaya koyabiliriz. Bu nedenle insanın öncelikle yaratıcı potansiyelini kullanarak, kendini ve değerlerini gerçekleştirme uğraşısında direnmesi gereklidir. Çünkü artık öyle bir duruma gelinmiştir ki: teknik, insanın elinde olmaktan çıkmış, insan tekniğin elinde olma durumuna “düşmüş”tür. Tarihsel ve kültürel süreçlerde ve fenomenlerde “insanın düşüşleri” olgusu sıkça göze çarpmaktadır. İnsanın “düşen” bir varlık olması, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde değişir gibi olduysa da, bu temel özellik ortadan kalkmış değildir. İnsan kültür içinde varolmaktadır. Ama günümüzde olduğu gibi, bu kültür insan karşıtı bir durum da gösterebilir. Yani insan, kültür içinde hem kendini gerçekleştirmiştir, hem de kendini ve dünyayı sona erdirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu, insanlığın bir sınır-durumu olarak da yorumlanabilir.(Günay 2005:18) Bu durum aynı zamanda insanın yaratıcılık/yapıcılık ve yıkıcılıkla ilgili olarak aşması gereken bir ikilemin de göstergesidir. Bu bağlamda, insanın bir olanaklar varlığı olması, özgür seçmede bulunabilmesi, “gelecek için büyük bir sorumluluğu yüklenmeyi de gerektirir. Bugünkü insanın bu yükün altından kalkıp kalkamayacağı belirsizdir; yıkım olanağı da vardır ve eğer yıkıma uğrayacaksa, bunu da kendi eliyle seçmiş olacaktır. İkilem, akıllı özgür seçme ile akılsız özgür seçme arasındadır.”(Nutku 1998:64) Akıllı olmak insan olmanın temel bir unsuru olmakla birlikte, insan akıl-dışı eylemlerde de bulunabilen bir varlıktır. Akıl, tek belirleyici değildir.
Eğer anlam ve değer verme girişimiyle ilgili olarak, insandan yola çıkmayı seçiyorsak, anlam ve değerlerin kaynağını insanda görüyorsak, o zaman aklımızı kendi başımıza kullanma cesaret ve sorumluluğunu taşımamız gerekir. Bunun bilincinde olmaktır bizi insan kılan ve aynı zamanda yoran. Çünkü insan olmak ağır ve zor bir iştir. İnsanın hem sorumlu hem de sorunlu bir varlık olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Buna bağlı olarak unutulmaması gereken bir başka şey ise, insan tarafından anlamlandırılmayan ve değerlendirilmeyen dünyanın, karanlık bir dünya olarak kalacağıdır. Nihilizmin alaca karanlığına bürünen bir dünyada, elimizdeki fenerin sönmeyeceğinden emin olabilir miyiz?
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka...”**
KAYNAKÇA
Günay, Mustafa (2005), Dünya Kime Aittir, Solfej Sanat Yayınları.
Kuçuradi, İonna (1998), İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Nutku,Uluğ (1998), İnsan Felsefesi Çalışmaları, Bulut Yayınları.
Özlem, Doğan (1982), Ahlak Felsefesi-ders notları, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
I.
İnsan ve değer ilişkisi ve buna bağlı problemler, çok geniş kapsamlı ve çeşitli açılardan ele alınabilecek problemlerdir. İnsan ve değerler arasındaki ilişkiyi nasıl ele alabiliriz? Değerler bağlamında insandan söz ettiğimizde, neyi kastederiz? Değerlerin etik, estetik, dinsel vb. olmak üzere çeşitleri olduğunu biliyoruz. Ama içeriği ve niteliği farklı olsa da, bütün değerler; insan ürünü olmaları, insan tarafından gerçekleştirilmeleri bakımından ortak bir özelliğe sahiptirler. Bir yere gitmeye, bir şey yapmaya; belli bir eylemde bulunmaya ya da bir şeyden vazgeçmeye karar vermemizde, değerlerin/değerlerimizin yön vericiliği söz konusudur. Şüphesiz ki her insan için, zaman değerli bir şeydir.(Bunu, “vakit nakittir” anlamında söylemiyorum.) Televizyonda magazin programını izlemek yerine şiir okumayı ya da felsefe kitaplarıma dalmayı tercih ediyorsam, bunlara daha fazla değer veriyorum demektir. Ya da boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak için kendimi sulara bırakıyorsam, insana ve yaşama değer veriyorum demektir. İşte bunun gibi pek çok örnekte de görülebileceği gibi, bizim bütün yaşamımız değerler üstüne kuruludur, değerlere dayanır. İnsan değerleri olan bir varlıktır. Eylemlerimizin dayanağı/temeli olan değerlerin sarsılması, aynı zamanda bizim yaşamımızın ve varlığımızın da sarsılması ve bir bunalım/kriz geçirmesi anlamına gelir. İnsanlık ve uygarlık tarihinde karşılaştığımız bunalım dönemleri, insanın değerler konusunda içine düştüğü bir arayışı, çaresizliği ve bunalımı da ifade eder. Her dönemi şekillendiren/ona ruhunu veren bazı değerler söz konusudur. İnsanlık tarihindeki bunalım dönemleri ya da bir toplumun içine düştüğü bunalımlar da, yaşamın temelini oluşturan değerler konusundaki ikilemlerin ve çatışmaların da derinleşmesinin göstergesidir. Aynı şey yalnızca insanlık ve toplumlar için değil, bireyler/kişiler için de geçerlidir.
Kendi çağımızı olsun geçmiş dönemleri olsun, kavramak ve açıklamak/yorumlamak istediğimizde, bazı değerlerden hareket ederiz. İnsan içinde bulunduğu gerçekliği değerlendiren tek varlıktır. Bu değerlendirme insanın varolma koşullarından biridir. İnsan gerçekliği değerlendirerek eylemde bulunur ve içinde bulunduğu tarihsel/kültürel dünyayı oluşturur. Bir kez meydana gelmiş olan ve nesnelleşen bu dünya da insanı oluşturur. İnsan tarihsel süreç içinde kendini gerçekleştiren bir varlıktır, ama aynı şekil de tarih de insanı meydana getirir. Burada söz konusu olan tarih ve kültür, değerler dünyasıdır. İnsan da ancak bir tarih ve kültür varlığı olmak bakımından değerlere sahiptir ya da başka bir ifadeyle, insan, değerlere dayanarak/değerleri gözeterek kendini gerçekleştirir. Böylece tarihsel/kültürel dünya kurulmuş/biçimlenmiş olur. Çünkü doğada, doğal gerçeklikte değerlerin varlığından söz edemeyiz. Değerler yalnızca insan için ve insan dünyasında söz konusudur. Değerlere dayanmadan insandan ve insanın kurduğu dünyadan söz etme ve bu dünyayı değerlendirme olanağı yoktur. Tarih ve kültürü yalnızca olaylar-olgular-nesneler alanı olarak görüp, bu alandaki sebep-sonuç ilişkilerini ve nedenselliği/yasalılığı araştırmak, kültürü doğadan farklı bir gerçeklik olarak görmeme anlamına gelir. Doğalcı ve pozitivist insan ve kültür filozoflarının bu yanlışa sıkça düşmüş olduklarını saptayabiliriz. İnsan ve kültür dünyasında meydana gelen olayların ve gerçekleştirilen eylemlerin temelinde, yine insandan kaynaklanan anlam ve değerler bulunur. Bir insan eylemini ya da eserini anlamak istediğimizde, burada söz konusu olan bu eylemin ya da eserin taşıdığı/içerdiği anlam ve değer boyutudur.
Değerler insanın tarih ve kültür varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu kadar, kendisinin ne olduğunu bilmesi/soruşturması bakımından da önem taşır. Kısacası değerler hem eylem hem de bilme bakımından insan varoluşunun temelidir. “İlişki kurduğumuz insanlar karşısında tutumumuz, yaşadığımız olaylar ve durumlarda aldığımız her karar ve ilgili davranışlarımız, bunları nasıl değerlendirdiğimize dayanır. Bu tutum, karar ve davranışlarımız yaşamımıza vermeye çalıştığımız yönü gösterir. Yaşamımıza verdiğimiz yön ise, insanı ve kendi kendimizi nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Birbirine bağlı, farklı cinsten değerlendirmelerdir bunlar. Kişilerle ve kendimizle ilişkilerimizde, başkalarının ve kendimizin yapıp ettikleri ve ortaya koyduklarıyla ilgimizde, yakın çevremiz, çağımız, geçmiş ve gelecekle bağımızla belli bir bütünlükte bir kişi olarak varolmamızın temelinde değer anlayışımız, bunun temelinde ise insan anlayışımız -insandan ve kendimizden beklediklerimiz- bulunur.”(Kuçuradi 1998:5) Kişinin etik bakımdan yaşadığı ikilemler de, değer anlayışına bağlı olarak nasıl eyleyeceği, nasıl bir tutum alacağı konusundaki karar verme durumlarında ortaya çıkmaktadır.
Değerlerin çeşitli tiplerde olmasının yanı sıra, değerlendirme tiplerinden de söz edilebilir. “Kişinin başka kişileri, olayları, durumları, kendisini ve genellikle tek tek şeyleri değerlendirmesi insanın bir yapı özelliği, bir varolma şartıdır. Bu değerlendirme ise çeşitli tarzlarda yapılır: değerlendirilenin değerine uygun, değerlendirenin değerlendirilenle olan özel ilişkilerine göre ve geçerlikte olan genel değer yargılarına göre değerlendirmeler yapılabilir ve yapılmaktadır. Ve bu değerlendirmeleri kişi, seyirci olarak değil, kendi yaşamında yapmaktadır. Bu bakımdan değerlendirme bazen değerlendirilenin kendinde taşıdığı -onun bir yapı özelliği olan- değerini görme, bazen değerlendirilene değer atfetme, bazen de ona değer biçme olarak karşımıza çıkmaktadır.”(Kuçuradi 1998:7)
Buraya kadar söylenmiş olanlardan şunların belirginlik kazandığını düşünüyorum: değerler, insanın ürettiği/gerçekleştirdiği şeylerdir ve bunlar yalnızca insanın tarih ve kültür dünyasında söz konusudur. İnsandan başka hiçbir varlıkta değer duygusu ya da düşüncesi ve kavramı söz konusu değildir. Diğer varolan şeyler, değer dışı bir varlığa sahiptirler. Oysa insan yukarıda da ifade ettiğim gibi, bir değer varlığıdır, değerli bir varlıktır, değerlerini gerçekleştirmeye çalışan bir varlıktır. Değerler insanın eylemlerine yol gösterir ve yönünü belirler. Aynı zamanda insani eylemleri ve eserleri değerlendirmek için de değerler bir ölçüt durumundadır. Ama insan eylemlerini belirleyen değerler nelerdir? Örneğin bir cinayet işleyen insanın eylemini belirleyen bir değerin varlığı söz konusu mudur? Ya da kitleler halinde insanların ölümüne yol açan bir eylemi gerçekleştiren insanın/insanların belli değerlere dayandıklarından söz edilebilir mi? Burada karşımıza çıkan problem, insan eylemlerinden ve eserlerinden hangilerinin, insanı ve değerlerini koruyup gerçekleştirdiği, insanın insanca yaşaması konusunda bir katkı getirip getirmediğidir. Bu bağlamdaki problemler, aynı zamanda ahlak felsefesi ve hukuk felsefesi kapsamında da ele alınabilecek problemlerdir. Günümüzde giderek ahlak ve hukuk ötesi bir dünyada yaşamaya başladığımızı söylemek mümkündür.
Burada ahlak ve hukuk felsefesinin sorunlarını ele alacak değilim. Ancak karşımıza çıkan önemli bir probleme değinmeden de geçemeyeceğim. Değinmek istediğim sorun şudur: Bütün insanlar/insanlık için ortak sayılabilecek değerler var mıdır? “Ama bu soruya ethik teorilerden kalkılarak değil, antropolojik-etnografik tarih araştırmalarından kalkılarak yanıt verilebilir. Böyle bir tarihsel araştırma, her çeşit toplumda ve her tarihsel dönemde, çok çeşitli görünümler almalarına rağmen, hep süregelen ve sanki bir doğal olguymuşcasına tekrar eden bazı ethik fenomenler olduğunu bize göstermiştir. Örneğin Bollnow, her toplumda, adeta yapısal denebilecek bir yalın ahlaklılık olduğunu söylemektedir. Bollnow’a göre, bu yalın ahlaklılık,her türlü “yüksek” ethos düşüncesinin önünde sonunda gelip dayandığı bazı yalın değerleri içermektedir. Her birimizin az çok şartlandığı bir “yüksek ethos” düşüncesi açısından bakıldığında, kulağımıza ilk duyuluşlarında bayağı gibi gelebilecek olan bu yalın değerler Bollnow’a göre şunlardır: Başkalarını incitmemek, yardımseverlik, dürüstlük, sadakat, başkalarını gözetme, kan gütmeme, öldürmeme, mala zarar vermeme, vb. Bu yalın değerler, insanlar toplum halinde yaşamaya başladıkları günden beri, bizzat toplumsallığı olanaklı kılan değerler olarak Bollnow’a göre, hukuksallığın da, devletin de, siyasetin de üzerlerine oturduğu değerler olagelmişlerdir.”(Özlem 1982:48)
İnsan, anlamlar ve değerler yaratan bir varlık olarak, bir anlamlar ve değerler dünyasında yaşar. Bu nedenle o, hem kendisine hem de diğer her şeye bu anlam ve değerlerin içinden bakar. İnsanın hayatta aradığı anlam ve değer, onun kendisine ve hayatına ilişkin problemlerin başında gelir.(Günay 1998:110) İnsanın tarihsel ve kültürel bir dünyada varolması, değerlerin toplumsal yönünü de ortaya koyar. Değerler tek tek kişilerin eylemleri ve eserlerinde gerçekleşmekle ya da çiğnenmekle birlikte, burada toplumsal boyutun göz ardı edilmemesi gerekir. Çünkü kişiler/bireyler tarihsel koşullarla birlikte belli bir toplumun üyesi olarak da hareket ederler.
II.
Yüzyıllardan beri filozofların insanlara yönelttikleri “kendini bil” çağrısı, aslında insanın kendi değerini/değerlerini bilmeye ve bunları gerçekleştirmeye yönelik bir çağrısıdır. İnsanın her eylemi, her kararı ve her tercihi belli bir değere işaret eder/onu içerir. Gerek ahlaki gerekse hukuksal sınırlamalar/kurallar da değerlerin korunmasına ve geliştirilmesine yöneliktir. Ancak burada kesin/mutlak bir belirlenimden/zorunluluktan değil, özgür seçime bağlı bir tutum takınma söz konusu olabilir. Yani değerlerden gelen belirlenim doğal bir zorunluluğun sonucu değildir. Değerlerin insan eylemlerini belirlemesi doğa yasalarında söz konusu olan belirlenim tarzından farklıdır. (Ancak burada şunu da kısaca hatırlatmak yerinde olur: artık günümüzde, geçen yüzyılda olduğu gibi, doğaya sarsılmaz bir zorunluluklar alanı olarak bakılmamaktadır.)
İnsanın özgür bir varlık olması, onun değerleri ortaya koyup gerçekleştirmesine olanak tanıdığı gibi, onun değerlere aykırı eylemlerde bulunmasına da olanak tanır. İnsan eylemlerinin hem iyi hem de kötü olarak nitelenebilmesi bu duruma işaret eder. Değerler insanın varolma koşulları olmakla birlikte, aynı zamanda insanın kendi varlığını gerçekleştirme konusundaki olanakları anlamına da gelir. Ancak kendi değerini ve değerlerini farkeden, bunların bilincine varan insan, bu yönde eylemde bulunma olanağını elde etmiş olur. İnsanların eylemlerini ve eserlerini de çeşitli sözcüklerle değerlendiriyoruz: iyi, kötü, değer, özgürlük, sorumluluk, görev vb.
İşte yukarıda sıraladığımız kavramlar ve benzerleri, özellikle ahlakla ilgili kavramlar olarak, olgulara ilişkin kavramlardan ve sıfatlardan farklılık gösterirler. Burada Yeniçağ felsefesinde yapılmış olan bir ayrımla karşılaşırız: olgu ile değer, olgu yargısı ile değer yargısı, olan ile olması gereken arasında yapılan bir ayrım. Oysa İlkçağ ve Ortaçağ felsefesinde, böyle bir ayrım söz konusu değildir. Çünkü İlkçağ ve ortaçağ insanı için “varlık değerle doğmuştur.” Yeniçağ insanı için ise, ahlaksal yaşam, Antik Yunanda düşünüldüğü gibi doğal düzenin bir uzantısı olarak görülemez. Artık insani ve kültürel dünyaya ve bunun temelindeki değerler alanına bakış tarzında köklü bir değişme söz konusudur. “İnsan burada kendisine erekler, amaçlar, hedefler koymakta, kararlar vermekte, seçimler yapmaktadır. Öyleyse bu yaşama biçimini bir doğal olgu gibi ele almamak gereklidir. Burada insan yaşamı bir olması gerekene göre anlaşılabilir. Bu olması gereken, her çağda, her tarihsel dönemde insanlar ve toplumların inanıp bağlandıkları ve hep değişen değerlerde, ülkülerde, ahlaksal buyruk ve yasaklarda, yönergelerde vardır.”(Özlem 1982:39)
Olan ve olması gereken arasındaki ayrım/farklılık da, insanın ahlaki eylemlerinde ikilemlere düşmesine neden olabilmektedir. Bir bakıma her ahlaki eylemin böyle bir ikilemle yüzleşmek durumunda olması söz konusudur. Yaşı, mesleği ya da kişilik özellikleri ne olursa olsun, ahlaklı olmaya çalışan her bireyin içinde bulunduğu yaşama gerçekliğine/koşullara, kısacası “olan”a direnmesi ve olması gerektiğine inandığı biçimde eylemde bulunması gereklidir. Başkalarının insan değerlerini hiçe sayması ve çiğnemesi karşısında, günümüzde giderek derinleşen nihilizm süreci içinde, değer bilincine uygun yaşamanın zorluğu, karşılaştığımız ikilemleri aşma konusunda da zorluklara yol açmaktadır. Bu noktada önemli olan, diğer kişiler karşısında kişinin göstereceği tutum ve yapacağı seçimdir. Ahlak ve hukuk ötesi bir dünyada, kişinin erdemli bir varoluşu sürdürüp sürdüremeyeceği, günümüzün en trajik konularından ve sorunlarından biridir. Bütün dünyada insanlar ölürken/öldürülürken, eğer insanlığın da ölüp gitmemesini istiyorsak, insan değerlerine sahip çıkmaktan başka çaremiz yok gibi görünmektedir.
İnsan ve değerler ilişkisini ele alma ve aydınlatma konusunda, olan-olması gereken ayrımı ile birlikte tarih bilincinin, insanın kendisine ve ürünlerine tarihsel bir bilinçle yönelmesinin de önemli bir yeri vardır. Sözünü ettiğim olan-olması gereken ayrımı, Yeniçağla birlikte gelişen tarih bilincinin de belirleyicisi olmuştur. “Çünkü tarih, doğal insanın değil, her dönemde değişen olması gereken’lere göre toplumsal insanın gerçekleştirdiği bir yaşama biçiminde ortaya çıkmaktadır. Doğada bir olması gereken, bir gereklilik yoktur; doğa nedensellik yasalarına göre yönlenen bir zorunluluk alanıdır. Oysa insan toplumsal yaşamı içinde doğada rastlanmayan bir tarzda, kendisine bazı gereklilikler koyup, eylemlerini bu gereklilik tasarımına göre yönlendirebilmekte, bir bakıma, kendi yaşamını yine kendisine ait ve kendisinden çıkmış normlara göre kurabilmektedir. Onu doğal varlık olmaktan çıkarıp, tarihsel varlık yapan özellik de buradadır. Böylece, bu yaşama biçimini kendisinin kurmuş olduğunun bilincine varan insan, bu yaşama biçiminin bir başka biçimde kurulabileceğini düşünebilir duruma gelmiş olan insandır. Giderek o insan, insani yaşam biçiminde, zorunluluktan çok, sadece insana özgü bir gereklilik tasarımının belirleyiciliğini görmeye ve saptamaya yönelebilir. Bu bağlamda toplumsal düzenler, o insana, yine insanın kurmuş olduğu ve bir başka biçimde de kurulabilecek düzenler olarak görünmeye başlar. Öyle ki, o insan için tarih, büyük ölçüde insani seçim ve kararlara göre yönlenen ve bu nedenle yine insana özgü bir süreçtir. Kısacası, tarihi yapan insandır.”(Özlem 1982:39)
Tarih bilincinin doğuşu ve gelişimi, insanın değerlere ve değerlerden oluşan tarih ve kültür dünyasına bakışını da derinden etkilemiştir. Tarih bilincinin doğuşunu hazırlayan en önemli etkenlerden biri de, hiç şüphesiz, olan-olması gereken ayrımıdır. İnsanın kendisine ve değerlere bakış tarzında önemli bir değişime yol açan tarih bilincinin doğuşunun da birdenbire olmadığını, uzun bir teolojik serüveni izleyerek, laik/dünyevi bir temelde geliştiğini saptamak mümkündür. Tarih bilinciyle birlikte insan, yalnız kendisine ve değerlerine değil, aynı zamanda doğaya da, yeni bir yaklaşımla yönelmeye başlamış ve doğa ile kültür arasındaki sınır/ayrım çizgilerini ortaya koyma konusunda önemli adımlar atmış bulunmaktadır.
Olması gerekenin alanı, insanların neyin olması gerektiğine ilişkin seçimleri, amaçları ve değerlendirmeleri yoluyla ortaya çıkar. Toplumsal gelenekler, dünya görüşleri, duygular, istekler ve insanın yaşamını anlamlandırma düşüncesi de burada belirleyici olmaktadır. “Olması gerek” kavramıyla ilgili olarak şunları da saptamak yerinde olur. Olması gerek kavramı, aslında birbirine bağlı olan üç soruya verilen yanıtlardan oluşur. Bu sorular şunlardır: “Ne olması gerekir? Olması gerekene nasıl ulaşılır? Olması gerekenin kendisi nedir? Bu sorulara verilen cevaplardan birincisine erek/amaç belirleme, ikincisine ereğe götürecek yolları seçme, üçüncüsüne ereği temellendirme diyebiliriz.” Ancak, ahlak felsefesi tarihinde bu üç sorunun her zaman birlikte ele alındığını söyleyemeyiz.(Nutku 1998:73) Burada şunu da vurgulamak yerinde olur: “değer problemi yalnızca etiğin bir problemi olarak değil, insanın bütün yapıp ettikleri ve ortaya koyduklarıyla ilgili bir problem olarak karşımıza çıkar.”(Kuçuradi 1998:22)
İnsan her dönemde ve çağda değerleri yeniden değerlendirme ve yeni değerler arama/yaratma durumuyla karşı karşıya olması söz konusudur. Ancak tarihsel süreç içinde sürekli bir ilerleme değilse de, temel bazı değerlerin hemen her dönemde ve kültürde bulunduğu saptanabilir. Elbette her dönemin belli bir değerden anladığı şey konusunda önemli farklılıklar da söz konusudur. Ama tarihsel süreç içindeki varoluşu açısından, “ insanın varlığına, onun zaten sahip olduğundan daha fazla temel değerlerin eklenmesi gerekmez. İnsandaki “değerlere açılma” olanak ve yeteneğinden daha üstün bir şeyin geçmişte olmadığı gibi gelecekte de olamayacağı” ileri sürülebilir.(Nutku 1998:107)
III.
Tarihte, insanın ilerlemesinin ya da bir toplumsal-kültürel krizle karşılaşmasının söz konusu olduğu her yerde; insanın, üzerinde yeniden düşündüğü, yeniden açıklığa kavuşturmak istediği ve yeniden anlamlandırmaya yöneldiği şey, kendisinin ne olduğu problemi olmuştur. İnsanın kendi varlığına yönelişinde farkına vardığı temel özellik, “kendi kendisini belirleyen bir varlık” olmasıdır. Bu aynı zamanda insanın, kendi kendisini belirleyen bir varlık olmayı, dünyada kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken bir görev olarak görmesi demektir. İnsan dünyayı ve kendisinin dünyadaki yerini kavradığı ölçüde, kendi kendisini belirleyen ve anlam ve değer veren bir varlık olmasının ona kazandırdığı gücü de kavramıştır. Felsefe, bilim, sanat, din, ahlak vb. insanın dünyaya anlam verme ve değerler ortaya koyma yollarının başında yer alır. Ancak burada üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta söz konusudur. Çünkü insan her nedense, kendisinin yaptığı anlam ve değer gerçekleşmesini, dünyanın anlamlandırılmasını kendi anlam ve değer verme yeteneğinin bir ürünü/sonucu olarak görmemeye yatkındır. Bundan ötürü insan, dünyanın anlam ve değerlerden oluşan bir gerçeklik olmasını, kendi anlam verme yeteneğine ve kendi özgür yaratıcı gücüne borçlu olduğunu çoğu zaman gözden kaçırır. Böylelikle de aslında kendi varlığının en temel niteliğini, yani insanı insan yapan şeyi unutmuş olur.(Günay 2005:7-8) İnsanın, içinde yer aldığı dünyaya, kendisinin buradaki konumu açısından, tarihsel bir varlık olmanın bilinciyle bakması için, oldukça uzun bir zaman dilimi geçmesi gerekmiştir. Ancak tarih bilincinin doğuşu, insanın sürekli biçimde bu bilince dayanarak düşündüğünü ve eylediğini de göstermez.
Anlam ve değer verme/gerçekleştirme, insan dışındaki herhangi bir gücün müdahalesi olmaksızın bütünüyle insanın kendisine bağlı bir yetenektir. Anlam verme ya henüz gerçekleşmemiş bir değerin gerçekleşmesi ya da gerçekleştirilmiş olanın değerlendirilmesi biçiminde ortaya çıkar. İnsanın özgürlüğü de kendi başına anlam ve değer verebilmesinde görülür. Eski anlam ve değerler metafiziğinde Tanrı, “herşeye gücü yeten bir varlık” olarak nitelendirilmiştir. Buna karşı insan, herşeye gücü yeten bir varlık olmamakla birlikte, dünyada belli bir güçle donatılmış bir varlık olarak yer almaktadır. İnsanın anlam ve değer vermesi, sınırlı olsa bile, dünyanın kendisinde olmayanı dünyaya vermesi demektir. Çünkü anlamlar ve değerler, başlangıçtan beri dünyanın temelinde bulunmamaktadır. Anlam ve değerler ontolojik bakımdan insandadır. İnsanın bizzat kendisinin anlamı ve değeri olan bir varlık haline gelmesinin temelinde, anlam ve değer bulunmayan bir dünyada varlık kazanmış olması bulunmaktadır. Değerlerin varlık tarzı, bunların yalnızca insan için olmasıdır. Anlam ve değer dediğimiz şey, insan dışında bulunamayacağı için, insansız anlam ve değer yoktur.(Günay 2005:12-13)
Değerlerin temelinin insana dayandırılması, aynı zamanda, bu konuda mutlak; insan-üstü ve doğa-üstü bir temel bulunmadığı anlamına gelir. Bu ise değerlerin evrensel mi yoksa göreli mi oldukları, değerlerin değişip değişmediği konusunda önemli problemlerin doğmasına yol açar. Tarihsel göreliliğe düşmemek için, değerlerin zaman-üstü, tarih-üstü olduğunu iddia eden yaklaşımların mevcut olduğunu görebiliriz.(Hartmann, Mengüşoğlu) Bu durumda insanların değerleri yaratması/ortaya koyması değil, ancak bunların bilincine varması söz konusu olabilir. Zaman ve tarih üstü olarak tasarlanan değerler, değişime de tabi olmadıkları için, ancak insanın değerler hakkındaki görüşünün/bilincinin değişmesinden söz edilebilir.
Tarih-üstücü bu değer görüşünün tezlerinin aksine, insan yalnızca değerleri görme/farketme ve gerçekleştirme gücüne değil, aynı zamanda değerleri yaratma gücüne ve olanağına da sahiptir. Bu bağlamda, etik, estetik, dinsel vb. türden değerler tarihsel bir varlık olarak insanın yaratımı olarak görüebilir. Elbette insan sınırsız bir güce sahip olan bir varlık değildir. Bir tanrı olmayan insandan, ne bir aziz yaratılabilir ne de tanrısal niteliklere sahip olan bir varlık. Çünkü insan belirli tarihsel-toplumsal koşullarda yaşamakta, düşünmekte ve eylemekte olan bir varlıktır. İşte onun bu koşullar tarafından kuşatılmışlığı, aynı zamanda değerleri gerçekleştirme ve ortaya koyma çabasında, karşısına bir engel/sınır olarak da dikilmektedir. Daha önce de ifade edildiği üzere, değerler insanın varolma koşuludur; insan değerler dünyasında yaşayan bir varlıktır, değerleriyle insandır. Ama insan söz konusu değerleri gerçekleştirme konusunda mutlak/sınırsız bir güce ve olanağa sahip olamadığı için de, değerlerden aynı zamanda birer ideal/erek olarak söz etmek yerinde olur. Ama bu ideal ve ereklerin de belli bir dönemin/çağın kültüründen ve onun belirlenimlerinden bütünüyle yalıtılmış olduğunu söyleyemeyiz. Bu anlamda bütün erekler ve ütopyalar, aslında, yaşanan gerçekliğin toprağında kök salmışlardır. Bu nedenle insanın, geçmişin ve geleneğin yükünü taşıyarak geleceğe yönelen bir varlık olduğunu ve bu yönelişinde ve çabasında da değerlere dayanma durumunda olduğunu görüyoruz. İnsanlık tarihine baktığımızda da, geçmiş ve gelecek arasında, değerler bakımından da sürekli bir çatışmanın devam ettiğini saptamak mümkündür.
Değerler insan-üstü, tarih-üstü olmadıkları gibi, genel geçer ve evrensel de değillerdir. Ancak insanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde ve hatta bütün dönemlerinde karşılaştığımız, sürekliymiş gibi görünen bazı değerlerin bulunduğu ileri sürülebilir: özgürlük, eşitlik, güzellik, adalet vb. Ama felsefe tarihinden de biliyoruz ki, özgürlük bir kavram ve değer olarak birbirinden çok farklı şekillerde anlaşılmıştır. Yine benzer şekilde güzellik ve erdem konusunda birbirine karşıt anlayışların varlığı yadsınamaz. Örneğin Platon’un ahlak anlayışı ile bir Augustinus’un, bir Feuerbach ya da Nietzsche’nin ahlak anlayışları ve giderek değer anlayışları, bu problem alanına bakış tarzları hiç de aynı değildir. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok ama, özgürlük konusunda örneğin Kant ve Hegel’in anlayışları ile Sartre’ın anlayışı çok farklıdır.
VI.
İnsanın kurmuş olduğu tarihsel ve kültürel dünya, kendisinin karar ve amaçlarına bağlı olarak değişime uğrar. Tarih ve kültür dünyasındaki gidişatın, her zaman için farklı olma ihtimali mevcuttur. Aynı şekilde insan, içinde bulunduğu doğal ve tarihsel dünyayı anlama-kavrama ve değerlendirme tarzlarını da değiştirebilir. Nitekim felsefe, bilim ve sanat tarihi bunun örnekleriyle doludur. Ancak insan, başka türlü olabilme imkanına sahip bir varlık olarak kültür dünyasında barınmakla birlikte, ne yazık ki kültürü ve değerleri anlama tarzlarının/yöntemlerinin başka türlü olabileceğini de unutur. Bu unutuşun bir örneği ve nesnelleşmesi olarak, “varlıktan düşme” olgusundan ve kavramından söz etmek yerinde olur. “Varlıktan düşme” düşüncesi, Anaksimandros’tan itibaren tüm Antikçağ felsefesinde yer alır. Bu düşünce ilk olarak, evrenin bütünlüğü, düzenliliği ve sürekliliği için bir ilke, temel aranışı söz konusu olan doğa felsefesinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise, insanın/toplumun uyumu, düzeni ve sürekliliği için bir ilke, değer aranması söz konusu olan ahlak (toplum ve siyaset) felsefesinde de görülür. Anaksimandros’ta iyi ve kötünün, haksızlık ve adaletin kosmolojik bir temeli söz konusudur.(Günay 2005:14) Benzer yaklaşım başka filozoflarda da karşımıza çıkar.
Yaşamın sürekli bir oluş, değişme ve yaratma alanı olduğunu biliyoruz. Sürekli anlamlar ve değerler yaratıyor ve oluşturduğumuz bu şeyler içinde yaşıyoruz. Örneğin bugün teknolojinin egemenliği altında yaşanıyorsa, biz kendi irade ve gücümüzle bunun karşısında yeni bir yaşama biçimi ve değerler anlayışı ortaya koyabiliriz. Bu nedenle insanın öncelikle yaratıcı potansiyelini kullanarak, kendini ve değerlerini gerçekleştirme uğraşısında direnmesi gereklidir. Çünkü artık öyle bir duruma gelinmiştir ki: teknik, insanın elinde olmaktan çıkmış, insan tekniğin elinde olma durumuna “düşmüş”tür. Tarihsel ve kültürel süreçlerde ve fenomenlerde “insanın düşüşleri” olgusu sıkça göze çarpmaktadır. İnsanın “düşen” bir varlık olması, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde değişir gibi olduysa da, bu temel özellik ortadan kalkmış değildir. İnsan kültür içinde varolmaktadır. Ama günümüzde olduğu gibi, bu kültür insan karşıtı bir durum da gösterebilir. Yani insan, kültür içinde hem kendini gerçekleştirmiştir, hem de kendini ve dünyayı sona erdirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu, insanlığın bir sınır-durumu olarak da yorumlanabilir.(Günay 2005:18) Bu durum aynı zamanda insanın yaratıcılık/yapıcılık ve yıkıcılıkla ilgili olarak aşması gereken bir ikilemin de göstergesidir. Bu bağlamda, insanın bir olanaklar varlığı olması, özgür seçmede bulunabilmesi, “gelecek için büyük bir sorumluluğu yüklenmeyi de gerektirir. Bugünkü insanın bu yükün altından kalkıp kalkamayacağı belirsizdir; yıkım olanağı da vardır ve eğer yıkıma uğrayacaksa, bunu da kendi eliyle seçmiş olacaktır. İkilem, akıllı özgür seçme ile akılsız özgür seçme arasındadır.”(Nutku 1998:64) Akıllı olmak insan olmanın temel bir unsuru olmakla birlikte, insan akıl-dışı eylemlerde de bulunabilen bir varlıktır. Akıl, tek belirleyici değildir.
Eğer anlam ve değer verme girişimiyle ilgili olarak, insandan yola çıkmayı seçiyorsak, anlam ve değerlerin kaynağını insanda görüyorsak, o zaman aklımızı kendi başımıza kullanma cesaret ve sorumluluğunu taşımamız gerekir. Bunun bilincinde olmaktır bizi insan kılan ve aynı zamanda yoran. Çünkü insan olmak ağır ve zor bir iştir. İnsanın hem sorumlu hem de sorunlu bir varlık olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Buna bağlı olarak unutulmaması gereken bir başka şey ise, insan tarafından anlamlandırılmayan ve değerlendirilmeyen dünyanın, karanlık bir dünya olarak kalacağıdır. Nihilizmin alaca karanlığına bürünen bir dünyada, elimizdeki fenerin sönmeyeceğinden emin olabilir miyiz?
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka...”**
KAYNAKÇA
Günay, Mustafa (2005), Dünya Kime Aittir, Solfej Sanat Yayınları.
Kuçuradi, İonna (1998), İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Nutku,Uluğ (1998), İnsan Felsefesi Çalışmaları, Bulut Yayınları.
Özlem, Doğan (1982), Ahlak Felsefesi-ders notları, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
1 Yorum
Çok işime yaradı saolun !!!