ÇAĞDAŞ İNGİLİZ AHLAK FELSEFESİNDE OLGU - DEĞER PROBLEMİ - 2
|
Smith bu ifadeleriyle olgu'dan değer'i çıkarmanın imkansızlığını savunan düşünürlerin üzerinde ittifak ettikleri hususları da dile getirmiş olur. Buna göre; ahlakî önermelerin de dahil olduğu pratik önermelerin tamamı, otonomdurlar. Bunlar, kendilerinden başka türden bir önermeye ne indirgenebilir ne de onlarla özdeşleştirilebilirler. Dolayısıyla ahlakî ifadeler: psikolojik, metafizik veya teolojik ifadelerden farklıdırlar. İşte bu tezi temellendirmek üzere müracaat edilen Hume'un meşhur pasajım N. Smith şöyle yorumlar:
"Modern terminolojiye serbestçe tercüme edersek, Hume'un söylemek istediği şudur: Her ahlâk sisteminde biz, buyruk ya da değer hükümleri olmayan belirli olgusal önermelerden hareket ederiz. Bu olgusal önermeler, ahlâkî kelimeleri ihtiva etmez. Onlar; genellikle, Tanrı hakkında ya da insan tabiatı hakkındaki önermelerdir, yani onlar, insanların ne olduğu ve gerçekte ne yaptıkları hakkındaki ifadelerdir. Bu durumda bize, bu şeyler böyle olduğu için bizim de şöyle şöyle (şu tarzda) hareket etmemiz gerektiği söylenir. Pratik soruların cevaplan, durum bildiren (olan şey hakkındaki) olgusal önermelerden çıkarılmış ya da türetilmiştir. Akıl yürütmenin sonunda ulaşılan sonuç, öncüllerde bulunmayan bir şeyi içerdiğinden, bu geçersiz bir akıl yürütme olmalıdır. Çünkü öncüllerde yükümlülük bildiren bir ifade yoktur".
Smith'in Hume'u yorumlayışının özeti şudur: Akıl yürütmenin sonucunda ulaşılan sonuç, öncüllerde bulunmayan yeni bir şey içermektedir. Bu sebepten hu tür bir akıl yürütme geçersiz olmalıdır.
Sezgici okulun temsilcileri de Hume'u aynı şekilde yorumlamışlardır. Bu yoruma göre insan, belirli bir eylemin, Tanrı'yı memnun edeceğini veya kendi hazzını artıracağım ya da mümkün olduğu kadar çok insana mümkün olduğu kadar çok mutluluk vereceğini bilebilir. Fakat bu, tamamen bir şeyin (durumun) ne olduğunun ya da ne olacağının bilgisidir. Bu durumda insanın, bu eylemi yapmasının gerekip gerekmediğini sorması hala anlamlıdır.
Prichard, bir şeyi yapıp yapmamaya ilişkin bir buyrukla ilgili önermelerle, olguyla ilgili önermeleri birleştirecek bir bağa ihtiyaç olduğuna işaret eder. İhtiyaç duyulan bu bağ; Smith'in terminolojisinde, 'teorik bir soruya verilen cevap ile pratik olana verilen cevabı birbirine birleştirecek bağ" dır.
Olgu'dan değer'e geçilemeyeceğini savunanlar, olgusal önermeler ile değer yüklü önermeler arasında mantıkî bir kopukluğun olduğunu ve bu kopukluğu kapatacak bir bağa ihtiyaç duyulduğu konusunda hem fikirdirler. Ancak olgu ile değer arasında sözünü ettiğimiz kopukluğu kapatacak bu bağı temin etme konusunda ihtilafa düşerler. Mesela Smith bu konuda sezgicilerin getirmiş olduğu teklifi reddeder. Ona göre sezgiciler, olgu ile değer arasındaki kopukluğu kapatma konusunda tabiatçı seleflerinden daha iyi bir konumda gözükseler bile aslında hiç de öyle değildirler.
"Önceki ahlâkçılar, yükümlülük ifade eden önermeleri başka türden önermelerden çıkarmayı denediler. Fakat bir sezgici için, yükümlülük bildiren değer hükümleri aklî istidlale lüzum duyulmaksızm doğrudan doğruya bilinirler ve deduksiyona ihtiyaç duymazlar. Bu sebepten "değer"i "olgu"ya bağlayan bir akıl yürütme veya bir köprü aramak anlamsızdır. Çünkü biz doğrudan doğruya "değer"lerle karşılaşırız."
Olgu ve değer problemine sezgicilerin getirdiği bu izah, Smith'e göre, sahte bir izah tarzıdır. Burada Smith'in tenkid etmiş olduğu sezgicilerin izah tarzını biraz daha yakından görmekte fayda vardır. Bunun için sezgici ahlak teorisinin önde gelen ismi Moore'a müracaat etmemiz daha doğru olur.
Moore'a göre değer yüklü bir önermeyi değer ifade etmeyen başka türden önerme ya da önermeler dizisinden çıkarmaya kalkışmak, "tabiatçının yanılgısına"(naturalistic fallacy} düşmek demektir. "Tabiatçının yanılgısı demek, iyi gibi basit bir kavramı, başka kavramlarla aynîleştirmek hatasına düşmek demektir". Mesela iyi'yi "haz" olarak tarif edenler, iyi ile hazzı aynîleştirirlerse, ki öyle yapmaktadırlar, bu yanılgıya düşmüş olurlar. Buradaki esas yanılgı, "iyi ile ifade edilen biricik ve tanımlanamaz bir niteliği ayırt edememe başarısızlığıdır".
Moore'un olgu ve değer ile ilgili görüşünü açıklığa kavuşturmak için "tabiatçının yanılgısı" ifadesine açıklık getirmemiz; bunun için de Moore'un genelde "değer", özelde "ahlâkî değer" ile ilgili görüşleri üzerinde durmamız gerekecektir.
Moore'a göre değer'i sezgi yoluyla doğrudan doğruya kavrarız. Değer'i sezgi yoluyla doğrudan doğruya kavrama yetisi, her insanda kuvve halinde mevcuttur. Belirli davranış türlerinin doğruluğu yanlışlığı, iyiliği kötülüğü sadece sezgi yoluyla apaçık bir şekilde bilinir. İşte sezgi yoluyla bilinen ahlâkî değerler; "tabiî olmayan", fitrî, basit ve apaçık olarak bilinme vasıflarına sahiptirler. Bu sebepten de herhhangi aklî bir doğrulamaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü Moore'a göre ahlâkî bir değer olan iyi'yi tarif etmek mümkün değildir. Bu durum ahlâkî değer olan iyi'nin esrarengiz, gaybî ve idrak edilemez bir nitelik olmasından değil, fakat "sarı renk" gibi basit bir kavram olmasından ileri gelir.
Bu konuda Moore şunları söyler:
"Vurgulamak istediğimiz nokta; iyi'nin 'sarı' gibi basit bir kavram olması
hususudur. Nasıl sarı rengini bilmeyen birine, bu rengi herhangi bir şekilde
açıklamak imkansız ise, aynı şekilde iyi'yi bilmeyen kimseye de onu tarif etmek
mümkün olmaz. Bir objenin gerçek tabiatının tarifi, adı geçen objenin ancak
bileşik (complex) olmasıyla mümkündür. Bir atm tarifini yapmak mümkündür.
Çünkü tek tek sayılabilecek, basit pek çok özellik ve nitelikleri vardır. Bu basit
terimlere indirgeyerek atı tanımlamamıza rağmen, adı geçen basit terimleri artık
tanımlayamayız. Bunlar; idrak ettiğimiz veya hakkında düşünce yürüttüğümüz
basit kavramlardır ve bunları idrak edemeyen hiç kimseye, herhangi bir tarifle
onları anlatmak imkansızdır. İşte iyi de, tanımı yapılmaya müsait bileşik bir
kavram değildir. Bu sebepten tanımlanamaz."
Görüldüğü gibi iyi'yi kendinden başka bir kavrama irca ederek tarif eden, ya da onu başka bir kavramla aynîleştiren her filozof, Moore'a göre, tabiatçının yanılgısına düşecek demektir. "Mesela haz'dan farklı bir şey saymadığımız müddetçe, 'iyi, hazdır' demek" , yanılgıdan başka bir şey değildir. Bu yanılgının "tabiatçının yanılgısı" diye isimlendirilmesi ise, iyi'nin tabiî bir nitelik olmamasından dolayıdır.
Tabiatçının yanılgısına düşen ahlâk teorilerini Moore, iki grupta inceler. "İyi'yi tecrübenin verisi olan tabiî bir obje ile tarif edenlere 'tabiatçı ahlâk teorileri; duyularüstü bir dünyada varolduğu düşünülen bir obje ile tarif edenlere de 'metafizik ahlâk teorileri' " adını verir. Bu iki teori türünün tek müşterek yararı aynı yanılgıya düşmüş olmalarıdır. Tabiatçı ahlak teorilerine örnek olarak Spencer, Darwin, J.Bentham ve J.S.Mill'in; metafizik teorilere de Spinoza, Kant ve Hegel'in teorilerini gösterir.
Burada işaret edilmesi gereken bir nokta da şudur: Moore'a göre bir değer olarak "iyi, tabiî objelerin bir niteliğidir ama tabiî bir nitelik değildir." Sözünü ettiğimiz bu niteliği insan, ahlakî sezgisi ile doğrudan doğruya kavrar. Bu sebepten, özelde ahlâkî önermeler, genelde ise değer yüklü önermeler. apaçık olmalıdır.
"Apaçık olmak tabiri, bu şekilde isimlenen bir önermenin, kendinden başka bir önermeden istidlal edilerek değil de, sırf kendinden dolayı doğru olması anlamına gelir. Bir önerme apaçıktır demekle, onun bize o şekilde gözükmesini, doğru olmasının sebebi olarak görmeyiz. Çünkü apaçık bir önermenin doğruluğunu göstermek için mantıkî bir sebep aramamıza lüzum yoktur."
İşte N.smith'in "sahte bir izah tarzı" diyerek itiraz ettiği. Moore ve arkadaşlarının savunduğu bu tezdir. Buna göre yükümlülük bildiren değer yüklü önermeler, aklî istidlale lüzum duyulmakstzm doğrudan doğruya bilinirler. Bu sebepten de "değer"i "olgu"ya bağlayan bir akıl yürütme veya bir köprü aramak anlamsızdır. Çünkü insan,doğrudan doğruya "değer"le karşılaşmaktadır.
"Olgu'dan 'değerin mantıken çıkarılmasının imkansızlığından "Hume'un kanunu" olarak bahseden R. M. Hare, bu konuda şunları söyler:
"Eğer biz, insanın seçimlerini yönetme ya da düzenlemeyi yani 'ne yapacağım?' şeklindeki soruların cevabını içermeyi ahlâkî bir hükmün fonksiyonunun bir parçası olması gerektiğini kabul edersek, bu durumda hiçbir ahlâk hükmünün sırf olgusal bir önerme olamayacağı son derece açık hale gelir. Bunu az önce ifade ettiğimiz kuralların ikincisinden çıkarırız. Hume'un olgusal önermeler dizisinden değer yüklü bir önerme çıkarmanın imkansızlığı hakkındaki meşhur gözleminin temeli de sözünü ettiğimiz bu mantık kuralında bulunur."
Görüldüğü gibi Hare de, olgu ile değer arasında mantıkî bir kopukluğun olduğunu; olgusal önermelerden değer hükümlerine mantıken geçişin mümkün olmadığını savunur. Hume'un da, tezini temellendirmeyi denediği mantık kuralından hareket ettiğini söyler. Yani Hare de Hume'u kendi tezini destekleyecek şekilde yorumlar. Ancak Hume, daha önce de dile getirdiğimiz gibi bu konuda bütün düşünürlerce aynı şekilde yorumlanmaz.
OLGU'DAN DEĞERİ MANTIKEN ÇIKARMANIN MÜMKÜN OLDUĞUNU SAVUNANLAR
Olgu'dan değer'e geçilebileceğini savunan düşünürler arasında Maclntyre ve G.Hunter'in, Hume'u kendi tezlerini destekleyecek şekilde yorumladıklarını daha önce belirtmiştik. Şimdi bu iki düşünürün görüşlerini daha yakından görelim:
A.C.MACINTYRE VE OLGU DEĞER PROBLEMİ
Olgu'dan değer'e geçilemeyeceğini savunan düşünürler; Hume'un pasajındaki "deduction" kelimesini "mantıken zorunlu olarak gerektirme" (entailment) anlamına gelecek şekilde anladılar. Hume'un "bütünüyle anlaşılmaz gözüküyor" ifadesini de istihza anlamına gelecek şekilde yorumladılar.
Her iki açıklamaya da itiraz eden Maclntyre, Hume'un sözü edilen pasajda kullandığı "deduksiyon" kelimesini sadece "aklî çıkarım" (inference) anlamında kullandığı düşüncesindedir. Bu görüşünü temellendirmek için 18.ci asırda "deduksiyon" kavramının hertürlü istidlali (discursive) akıl yürütme için kullanıldığını; Hume'un diğer birtakım yazılarında bizim bugün "tümevarım" (induction) diye isimlendirdiğimiz kavrama deduksiyon dediğini, bizim deduksiyon dediğimiz kavrama da "ispat edici delil" (demonstrative argument) dediğini iddia eder.
"Olgusal önermeler ile ahlâkî hükümler arasındaki ilişki meselesinin, son zamanlardaki ahlakî tartışmanın merkezinde mütemadiyen bahis konusu olan bir mesele olduğunu" söyleyen Maclntyre, bu ilişkinin tabiatı üzerinde durur. Bunun için "Olgusal önermeler ile ahlâkî hükümler arasında su götürmez bir şekilde kesin fark olduğu" iddiasını tahlil eder.
Olgu değer problemini tartıştığı yazısında Maclntyre, Hume'un yanlış yorumlandığım şu cümleleriyle dile getirir:
"Hume'un pasajının standart yorumu; Hume'u, ahlakla ilgili olmayan öncüller dizisinin ahlâkî bir sonucu zorunlu olarak gerektirmediğini iddia eder, bir konuma getirir. Bu sebepten bu yorumdan Hume'un "ahlâk için ahlâkî olmayan bir temel bulma teşebbüsü"nün karşısında olduğu sonucu çıkarılır. Bu yoruma göre Hume, ahlâkın otonomluğunu savunan biri olur ve en azından bu konuda Kant'a benzer. Bu yazıda ben, adı geçen bu yorumun eksik ve aldatıcı olduğunu göstermek istiyorum" .
Olgu değer problemi ile sadece tarihsel bir yorum meselesi olarak ilgilenmeyecek olan Maclntyre, takip edeceği çizgiyi şu şekilde belirler:
"1 . Bu şekilde yorumlanan Hume'a gösterilen yoğun ilginin şaşırtıcı olduğunu göstereceğim. Çünkü o, çağdaş mantıkçıların Hume'un İndüksiyon(induction) hakkında ileri sürdüğü belirli argümanlara gösterme eğiliminde oldukları hoşnutsuzluk ile köklü bir şekilde uyumsuzluk gösterir.
2. Eğer Hume'un "olgu"(is) ve "değer"(ought) ile ilgili görüşlerinin mevcut yorumunu doğru kabul etsek, bu durumda bu şekilde yorumlanan Hume'u ilk ihlal edenin bizzat Hume olacağım göstermeyi deneyeceğim. Yani Hume'un kendi ahlâk teorisinin gelişimi, onun olgu ve değer hakkında ileri sürdüğü farzedilen iddia ile uygun düşmez.
3. Hume'un mevcut yorumunun yanlışlığım gösteren delili ileri süreceğim.
4. Son olarak Hume'a getireceğim yeni yorumun, ahlâk felsefesindeki mevcut tartışmalara ne kazandırdığına işaret etmeye çalışacağım."
Maclntyre, ileri sürdüğü görüşlerini temellendirmek üzere, ilk önce "adalet" kavramını ele alır. O'na göre, adalet kavramının izahında Hume'un bizzat kendisi, olgu'dan değer'e geçmektedir. Bunu göstermek üzere Hume'un şu cümlelerine baş vurur:
"Fakat tek tek adalet işleri, ya bireysel ya da kamu menfaatine nasıl aykırı
olabiliyorsa, bütün plan ya da şemanın toplumun desteklenmesine ve her bireyin
refahına son derece yüksek oranda katkı sağlayacağı kesindir. İyi insan ile kötü
olan arasını ayırmak imkansızdır. Mülkiyet, genel kurallarla sabit hale getirilmiş
olmalıdır..."(Treatise, III, ii, 2, p.497)
"Modern terminolojiye serbestçe tercüme edersek, Hume'un söylemek istediği şudur: Her ahlâk sisteminde biz, buyruk ya da değer hükümleri olmayan belirli olgusal önermelerden hareket ederiz. Bu olgusal önermeler, ahlâkî kelimeleri ihtiva etmez. Onlar; genellikle, Tanrı hakkında ya da insan tabiatı hakkındaki önermelerdir, yani onlar, insanların ne olduğu ve gerçekte ne yaptıkları hakkındaki ifadelerdir. Bu durumda bize, bu şeyler böyle olduğu için bizim de şöyle şöyle (şu tarzda) hareket etmemiz gerektiği söylenir. Pratik soruların cevaplan, durum bildiren (olan şey hakkındaki) olgusal önermelerden çıkarılmış ya da türetilmiştir. Akıl yürütmenin sonunda ulaşılan sonuç, öncüllerde bulunmayan bir şeyi içerdiğinden, bu geçersiz bir akıl yürütme olmalıdır. Çünkü öncüllerde yükümlülük bildiren bir ifade yoktur".
Smith'in Hume'u yorumlayışının özeti şudur: Akıl yürütmenin sonucunda ulaşılan sonuç, öncüllerde bulunmayan yeni bir şey içermektedir. Bu sebepten hu tür bir akıl yürütme geçersiz olmalıdır.
Sezgici okulun temsilcileri de Hume'u aynı şekilde yorumlamışlardır. Bu yoruma göre insan, belirli bir eylemin, Tanrı'yı memnun edeceğini veya kendi hazzını artıracağım ya da mümkün olduğu kadar çok insana mümkün olduğu kadar çok mutluluk vereceğini bilebilir. Fakat bu, tamamen bir şeyin (durumun) ne olduğunun ya da ne olacağının bilgisidir. Bu durumda insanın, bu eylemi yapmasının gerekip gerekmediğini sorması hala anlamlıdır.
Prichard, bir şeyi yapıp yapmamaya ilişkin bir buyrukla ilgili önermelerle, olguyla ilgili önermeleri birleştirecek bir bağa ihtiyaç olduğuna işaret eder. İhtiyaç duyulan bu bağ; Smith'in terminolojisinde, 'teorik bir soruya verilen cevap ile pratik olana verilen cevabı birbirine birleştirecek bağ" dır.
Olgu'dan değer'e geçilemeyeceğini savunanlar, olgusal önermeler ile değer yüklü önermeler arasında mantıkî bir kopukluğun olduğunu ve bu kopukluğu kapatacak bir bağa ihtiyaç duyulduğu konusunda hem fikirdirler. Ancak olgu ile değer arasında sözünü ettiğimiz kopukluğu kapatacak bu bağı temin etme konusunda ihtilafa düşerler. Mesela Smith bu konuda sezgicilerin getirmiş olduğu teklifi reddeder. Ona göre sezgiciler, olgu ile değer arasındaki kopukluğu kapatma konusunda tabiatçı seleflerinden daha iyi bir konumda gözükseler bile aslında hiç de öyle değildirler.
"Önceki ahlâkçılar, yükümlülük ifade eden önermeleri başka türden önermelerden çıkarmayı denediler. Fakat bir sezgici için, yükümlülük bildiren değer hükümleri aklî istidlale lüzum duyulmaksızm doğrudan doğruya bilinirler ve deduksiyona ihtiyaç duymazlar. Bu sebepten "değer"i "olgu"ya bağlayan bir akıl yürütme veya bir köprü aramak anlamsızdır. Çünkü biz doğrudan doğruya "değer"lerle karşılaşırız."
Olgu ve değer problemine sezgicilerin getirdiği bu izah, Smith'e göre, sahte bir izah tarzıdır. Burada Smith'in tenkid etmiş olduğu sezgicilerin izah tarzını biraz daha yakından görmekte fayda vardır. Bunun için sezgici ahlak teorisinin önde gelen ismi Moore'a müracaat etmemiz daha doğru olur.
Moore'a göre değer yüklü bir önermeyi değer ifade etmeyen başka türden önerme ya da önermeler dizisinden çıkarmaya kalkışmak, "tabiatçının yanılgısına"(naturalistic fallacy} düşmek demektir. "Tabiatçının yanılgısı demek, iyi gibi basit bir kavramı, başka kavramlarla aynîleştirmek hatasına düşmek demektir". Mesela iyi'yi "haz" olarak tarif edenler, iyi ile hazzı aynîleştirirlerse, ki öyle yapmaktadırlar, bu yanılgıya düşmüş olurlar. Buradaki esas yanılgı, "iyi ile ifade edilen biricik ve tanımlanamaz bir niteliği ayırt edememe başarısızlığıdır".
Moore'un olgu ve değer ile ilgili görüşünü açıklığa kavuşturmak için "tabiatçının yanılgısı" ifadesine açıklık getirmemiz; bunun için de Moore'un genelde "değer", özelde "ahlâkî değer" ile ilgili görüşleri üzerinde durmamız gerekecektir.
Moore'a göre değer'i sezgi yoluyla doğrudan doğruya kavrarız. Değer'i sezgi yoluyla doğrudan doğruya kavrama yetisi, her insanda kuvve halinde mevcuttur. Belirli davranış türlerinin doğruluğu yanlışlığı, iyiliği kötülüğü sadece sezgi yoluyla apaçık bir şekilde bilinir. İşte sezgi yoluyla bilinen ahlâkî değerler; "tabiî olmayan", fitrî, basit ve apaçık olarak bilinme vasıflarına sahiptirler. Bu sebepten de herhhangi aklî bir doğrulamaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü Moore'a göre ahlâkî bir değer olan iyi'yi tarif etmek mümkün değildir. Bu durum ahlâkî değer olan iyi'nin esrarengiz, gaybî ve idrak edilemez bir nitelik olmasından değil, fakat "sarı renk" gibi basit bir kavram olmasından ileri gelir.
Bu konuda Moore şunları söyler:
"Vurgulamak istediğimiz nokta; iyi'nin 'sarı' gibi basit bir kavram olması
hususudur. Nasıl sarı rengini bilmeyen birine, bu rengi herhangi bir şekilde
açıklamak imkansız ise, aynı şekilde iyi'yi bilmeyen kimseye de onu tarif etmek
mümkün olmaz. Bir objenin gerçek tabiatının tarifi, adı geçen objenin ancak
bileşik (complex) olmasıyla mümkündür. Bir atm tarifini yapmak mümkündür.
Çünkü tek tek sayılabilecek, basit pek çok özellik ve nitelikleri vardır. Bu basit
terimlere indirgeyerek atı tanımlamamıza rağmen, adı geçen basit terimleri artık
tanımlayamayız. Bunlar; idrak ettiğimiz veya hakkında düşünce yürüttüğümüz
basit kavramlardır ve bunları idrak edemeyen hiç kimseye, herhangi bir tarifle
onları anlatmak imkansızdır. İşte iyi de, tanımı yapılmaya müsait bileşik bir
kavram değildir. Bu sebepten tanımlanamaz."
Görüldüğü gibi iyi'yi kendinden başka bir kavrama irca ederek tarif eden, ya da onu başka bir kavramla aynîleştiren her filozof, Moore'a göre, tabiatçının yanılgısına düşecek demektir. "Mesela haz'dan farklı bir şey saymadığımız müddetçe, 'iyi, hazdır' demek" , yanılgıdan başka bir şey değildir. Bu yanılgının "tabiatçının yanılgısı" diye isimlendirilmesi ise, iyi'nin tabiî bir nitelik olmamasından dolayıdır.
Tabiatçının yanılgısına düşen ahlâk teorilerini Moore, iki grupta inceler. "İyi'yi tecrübenin verisi olan tabiî bir obje ile tarif edenlere 'tabiatçı ahlâk teorileri; duyularüstü bir dünyada varolduğu düşünülen bir obje ile tarif edenlere de 'metafizik ahlâk teorileri' " adını verir. Bu iki teori türünün tek müşterek yararı aynı yanılgıya düşmüş olmalarıdır. Tabiatçı ahlak teorilerine örnek olarak Spencer, Darwin, J.Bentham ve J.S.Mill'in; metafizik teorilere de Spinoza, Kant ve Hegel'in teorilerini gösterir.
Burada işaret edilmesi gereken bir nokta da şudur: Moore'a göre bir değer olarak "iyi, tabiî objelerin bir niteliğidir ama tabiî bir nitelik değildir." Sözünü ettiğimiz bu niteliği insan, ahlakî sezgisi ile doğrudan doğruya kavrar. Bu sebepten, özelde ahlâkî önermeler, genelde ise değer yüklü önermeler. apaçık olmalıdır.
"Apaçık olmak tabiri, bu şekilde isimlenen bir önermenin, kendinden başka bir önermeden istidlal edilerek değil de, sırf kendinden dolayı doğru olması anlamına gelir. Bir önerme apaçıktır demekle, onun bize o şekilde gözükmesini, doğru olmasının sebebi olarak görmeyiz. Çünkü apaçık bir önermenin doğruluğunu göstermek için mantıkî bir sebep aramamıza lüzum yoktur."
İşte N.smith'in "sahte bir izah tarzı" diyerek itiraz ettiği. Moore ve arkadaşlarının savunduğu bu tezdir. Buna göre yükümlülük bildiren değer yüklü önermeler, aklî istidlale lüzum duyulmakstzm doğrudan doğruya bilinirler. Bu sebepten de "değer"i "olgu"ya bağlayan bir akıl yürütme veya bir köprü aramak anlamsızdır. Çünkü insan,doğrudan doğruya "değer"le karşılaşmaktadır.
"Olgu'dan 'değerin mantıken çıkarılmasının imkansızlığından "Hume'un kanunu" olarak bahseden R. M. Hare, bu konuda şunları söyler:
"Eğer biz, insanın seçimlerini yönetme ya da düzenlemeyi yani 'ne yapacağım?' şeklindeki soruların cevabını içermeyi ahlâkî bir hükmün fonksiyonunun bir parçası olması gerektiğini kabul edersek, bu durumda hiçbir ahlâk hükmünün sırf olgusal bir önerme olamayacağı son derece açık hale gelir. Bunu az önce ifade ettiğimiz kuralların ikincisinden çıkarırız. Hume'un olgusal önermeler dizisinden değer yüklü bir önerme çıkarmanın imkansızlığı hakkındaki meşhur gözleminin temeli de sözünü ettiğimiz bu mantık kuralında bulunur."
Görüldüğü gibi Hare de, olgu ile değer arasında mantıkî bir kopukluğun olduğunu; olgusal önermelerden değer hükümlerine mantıken geçişin mümkün olmadığını savunur. Hume'un da, tezini temellendirmeyi denediği mantık kuralından hareket ettiğini söyler. Yani Hare de Hume'u kendi tezini destekleyecek şekilde yorumlar. Ancak Hume, daha önce de dile getirdiğimiz gibi bu konuda bütün düşünürlerce aynı şekilde yorumlanmaz.
OLGU'DAN DEĞERİ MANTIKEN ÇIKARMANIN MÜMKÜN OLDUĞUNU SAVUNANLAR
Olgu'dan değer'e geçilebileceğini savunan düşünürler arasında Maclntyre ve G.Hunter'in, Hume'u kendi tezlerini destekleyecek şekilde yorumladıklarını daha önce belirtmiştik. Şimdi bu iki düşünürün görüşlerini daha yakından görelim:
A.C.MACINTYRE VE OLGU DEĞER PROBLEMİ
Olgu'dan değer'e geçilemeyeceğini savunan düşünürler; Hume'un pasajındaki "deduction" kelimesini "mantıken zorunlu olarak gerektirme" (entailment) anlamına gelecek şekilde anladılar. Hume'un "bütünüyle anlaşılmaz gözüküyor" ifadesini de istihza anlamına gelecek şekilde yorumladılar.
Her iki açıklamaya da itiraz eden Maclntyre, Hume'un sözü edilen pasajda kullandığı "deduksiyon" kelimesini sadece "aklî çıkarım" (inference) anlamında kullandığı düşüncesindedir. Bu görüşünü temellendirmek için 18.ci asırda "deduksiyon" kavramının hertürlü istidlali (discursive) akıl yürütme için kullanıldığını; Hume'un diğer birtakım yazılarında bizim bugün "tümevarım" (induction) diye isimlendirdiğimiz kavrama deduksiyon dediğini, bizim deduksiyon dediğimiz kavrama da "ispat edici delil" (demonstrative argument) dediğini iddia eder.
"Olgusal önermeler ile ahlâkî hükümler arasındaki ilişki meselesinin, son zamanlardaki ahlakî tartışmanın merkezinde mütemadiyen bahis konusu olan bir mesele olduğunu" söyleyen Maclntyre, bu ilişkinin tabiatı üzerinde durur. Bunun için "Olgusal önermeler ile ahlâkî hükümler arasında su götürmez bir şekilde kesin fark olduğu" iddiasını tahlil eder.
Olgu değer problemini tartıştığı yazısında Maclntyre, Hume'un yanlış yorumlandığım şu cümleleriyle dile getirir:
"Hume'un pasajının standart yorumu; Hume'u, ahlakla ilgili olmayan öncüller dizisinin ahlâkî bir sonucu zorunlu olarak gerektirmediğini iddia eder, bir konuma getirir. Bu sebepten bu yorumdan Hume'un "ahlâk için ahlâkî olmayan bir temel bulma teşebbüsü"nün karşısında olduğu sonucu çıkarılır. Bu yoruma göre Hume, ahlâkın otonomluğunu savunan biri olur ve en azından bu konuda Kant'a benzer. Bu yazıda ben, adı geçen bu yorumun eksik ve aldatıcı olduğunu göstermek istiyorum" .
Olgu değer problemi ile sadece tarihsel bir yorum meselesi olarak ilgilenmeyecek olan Maclntyre, takip edeceği çizgiyi şu şekilde belirler:
"1 . Bu şekilde yorumlanan Hume'a gösterilen yoğun ilginin şaşırtıcı olduğunu göstereceğim. Çünkü o, çağdaş mantıkçıların Hume'un İndüksiyon(induction) hakkında ileri sürdüğü belirli argümanlara gösterme eğiliminde oldukları hoşnutsuzluk ile köklü bir şekilde uyumsuzluk gösterir.
2. Eğer Hume'un "olgu"(is) ve "değer"(ought) ile ilgili görüşlerinin mevcut yorumunu doğru kabul etsek, bu durumda bu şekilde yorumlanan Hume'u ilk ihlal edenin bizzat Hume olacağım göstermeyi deneyeceğim. Yani Hume'un kendi ahlâk teorisinin gelişimi, onun olgu ve değer hakkında ileri sürdüğü farzedilen iddia ile uygun düşmez.
3. Hume'un mevcut yorumunun yanlışlığım gösteren delili ileri süreceğim.
4. Son olarak Hume'a getireceğim yeni yorumun, ahlâk felsefesindeki mevcut tartışmalara ne kazandırdığına işaret etmeye çalışacağım."
Maclntyre, ileri sürdüğü görüşlerini temellendirmek üzere, ilk önce "adalet" kavramını ele alır. O'na göre, adalet kavramının izahında Hume'un bizzat kendisi, olgu'dan değer'e geçmektedir. Bunu göstermek üzere Hume'un şu cümlelerine baş vurur:
"Fakat tek tek adalet işleri, ya bireysel ya da kamu menfaatine nasıl aykırı
olabiliyorsa, bütün plan ya da şemanın toplumun desteklenmesine ve her bireyin
refahına son derece yüksek oranda katkı sağlayacağı kesindir. İyi insan ile kötü
olan arasını ayırmak imkansızdır. Mülkiyet, genel kurallarla sabit hale getirilmiş
olmalıdır..."(Treatise, III, ii, 2, p.497)