ÇAĞDAŞ İNGİLİZ AHLAK FELSEFESİNDE OLGU - DEĞER PROBLEMİ - 1

Recep KILIÇ

"Olgu - Değer Problemi" ile olgu ve değer arasındaki ilişkinin veya bir durum bildiren olgusal önermelerden değer yüklü önermelere geçiş teşebbüsünün taşıdığı problem yada problemleri kastediyorum. Bu başlık altında şu tür sorulara cevap arayacağız:

Tasvir edici olgusal önermelerden değer hükümlerini dedüksiyon yoluyla çıkarmamız mümkün müdür, değil midir? Eğer böyle bir çıkarım mümkünse, bu nasıl mümkün olmaktadır; değilse niçin mümkün değildir? Olgu ile değer arasında aşılması imkansız mantıkî bir kopukluk var mıdır? Böyle bir kopukluk varsa, bunu aşmanın mümkün olduğu durumlar söz konusu mudur?

Problem alanımızı daha da açıklığa kavuşturabilmek için, dile getirdiğimiz sorulan şu şekilde de formüle etmemiz mümkündür: Değer hükümleriyle tabiî veya tabiat üstü tasvir edici olgusal önermeler arasındaki ilişkinin mantıki statüsü nedir?

Bu iki tür önermeler arasında, geçerli mantıki bir çıkarım mümkün müdür? Eğer mümkünse, bu nasıl olmaktadır; değilse niçin değildir?

Tasvir edici karakterdeki olgusal bir önerme; şimdi olan, geçmişte olmuş ya da gelecekte olacak olan bir olguyu tasvir, bir durumu tespit eder. Bu karakterdeki bir önerme, yükümlülük içermediğinden beraberinde yükümlülük de yüklemez. Oysa değer yüklü bir ifade, yükümlülüğü zımnen içerdiğinden beraberinde yükümlülük de yükler, böylece insana vazifesinin ne olduğunu gösterir. Bu durumda bütünüyle tasvir edici olgusal karakterde olan öncüllerden,değer hükmünü dedüksiyon yoluyla çıkarmak nasıl mümkün olacaktır? Çünkü dedüksiyonda öncüller sonucu zımnen içermek zorundadır. Öncüllerde sonuç zımnen bulunduğundan dolayıdır ki, sonuç öncüllerden zorunlu olarak çıkarılır. Oysa burada farklı bir durum söz konusudur.

Durumu açıklığa kavuşturmak için tabiî ve. tabiat üstü iki olgusal önermeden hareketle iki örnek verelim. Birinci örneğimiz, tabiat üstü olgusal önermeden yapılabilecek çıkanınla ilgili olsun:

Öncül: Tanrı hırsızlığı yasaklamaktadır.
Sonuç: O halde hırsızlığı yapmamalıyım.

İkinci örneğimiz, tabiî nitelikteki olgusal önermeden yapılabilecek çıkarıma örnek olsun:

Öncül. X, insana haz vermektedir.
Sonuç: O halde X'i yapmalıyım.

Yapılan bu tür çıkaranlarda problem teşkil eden husus şudur: Her iki örnekte de öncüller bir durumu tespit etmektedir. Mesela "Tanrı hırsızlığı yasaklamaktadır" öncülünde Tann ile ilgili bir durum tespiti vardır. Oysa bu öncülden çıkarılan sonuç; durumu tespit etmekten ziyade ya yükümlülük bildirmekte, ya da ödev yüklemektedir. Yani bu çıkanmda öncülden tamamen farklı karakterde bir sonuç önermesine geçilmektedir.

Bu şekilde yapılan çıkanmlar geçerli midir değil midir? sorusuna verilecek cevap, "olgu değer problemi"ne bakış tarzına göre değişecektir. Olgu ile değer arasında mantıkî bir kopukluk gören, olgu'dan değer'in çıkarılamayacağını savunanlara göre, yukarıdaki çıkanmlar geçersizdir. Çünkü öncülümüz, bütünüyle durum bildiren tasvir edici karakterde olgusal bir önermedir; değer'i içermemektedir. Bu yüzden de böylesi bir öncülden değer yüklü bir sonucu çıkarmak geçersiz bir çıkarımdır.

Olgu ile değer arasında mantıkî bir uçurum görmeyenlere göre ise, yukarıdaki çıkarımlarımız geçerlidir. Çünkü olgu ile değer arasında şu veya bu şekilde kurulabilecek mantıkî bir bağ vardır. Bu sebepten her türlü olgusal ifadelerden olmasa da hiç değilse bazılanndan dedüksiyon yoluyla değer hükümlerini çıkarmak mümkün olabilmektedir.

Konu başlığımızdan da anlaşıldığı -gibi, problem alanımızı, "Çağdaş İngiliz Ahlâk Felsefesiyle" sınırlandırdık. Niçin genel olarak Felsefe'de değilde Ahlâk Felsefesi'nde ve niçin doğrudan doğruya Ahlâk Felsefesi'nde değilde Çağdaş İngiliz Ahlak Felsefesi'nde konuyu ele aldığımızın sebepleri üzerinde kısaca durmanın, meselenin açıklığa kavuşmasına yaran olur diye düşünüyorum.

Olgu - Değer problemini Ahlâk felsefesinin bir problemi olarak ele alacağımı önceden belirtme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bu problem; ahlâk felsefesini oiduğu kadar metafiziği, dil felsefesini, mantık felsefesini ve aynı zamanda din felsefesini de birinci derecede ilgilendiren bir konudur. Meselâ İslâm düşüncesinde "huşun - kubuh meselesi" başlığı altında tartışılan problem; olgu-değer probleminin metafizik yada din felsefesinin bir problemi olarak ele alınmasından başka bir şey değildir. Şöyle ki: Huşun - kubuh meselesinde cevabı aranan soru şudur: "Şeylere iyilik ve kötülük niteliklerini kazandıran Tanrı buyruktan mıdır; yoksa Tanrı'nın buyruklarından bağımsız olarak şeyler, kendilerinde, iyilik veya kötülük gibi nitelikler taşımakta mıdır? Yani bir şey Tanrı öyle buyurduğu için mi iyi veya kötü olur; yoksa adı geçen şeyin kendinde bizatihi iyi veya kötü olması, Tanrı'nın onu buyurmasına veya yasaklamasına mı sebep olur?"' Buna benzer bir sorunun, Euthyphro Diyalogunda Eflatun tarafından sorulduğunu hatırlamakta konumuz açısından fayda olabilir.

Burada sunulan alternatiflerden birini kabul ettiğimizde yani şeylerin bizzat kendilerinde, iyilik veya kötülük gibi nitelikler taşıdıklarını kabul ettiğimizde, olgu (şey) ile değer arasında ontolojik mânâda bir ilişki kurduğumuzu peşinen kabul ediyoruz demektir. Öyle ki, olgu'ya (şey'e) nüfuz ettiğimizde veya nüfuz edebildiğimiz ölçüde değerin bilgisini elde edebileceğiz demektir. Böyle bir
ilişkinin var olup olmadığı meselesini metafizik bir problem olarak gördüğüm için, burada tartışma konusu yapmayacağım.

Yine, Tanrı'nın buyruklarından bağımsız olarak şeylerin kendilerinde iyilik veya kötülük gibi nitelikler taşıdıklarını kabul ettiğimizde, bir başka hususu daha kabul etmiş oluruz ki o da şudur: Eğer şey'in yada olgu'nun doğru bilgisine kendi imkanlarımizla ulaşabilirsek, Tanrı'nın buyruklarını da, olgulardan kendi imkanlarımizla çikarabilme şansına sahip oluruz. Bu durumda, din'in merkezî bir kavramı olan "dışımızdan empoze edilen önermelerden oluşan hakikatler bütünü" anlamında bir vahiy anlayışına ihtiyacımız kalmayabilir. Çünkü doğru bilgisini elde ettiğimiz olgu, bize Tanrı'nın buyruklarının doğru bilgisini de verecektir. Ayrıca bu durumda Tamrnın iradesi, kendi dışındaki bir şey ile, olgu ile, belirlenmiş olacaktır. Olgulardan hareket ederek Tanrı buyruklarına ulaşmanın mümkün olup olmadığı, Tanrı iradesinin kendi dışındaki bir şey ile belirlenip belirlenmediği meselelerini, din felsefesinin problem alanı içinde gördüğümden, bu çalışmada bu konulara da girilmeyecektir.

Ele aldığımız bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, olgu - değer problemi, değişik açılardan tartışılma imkanı olan bir problem alanıdır. Bu sebepten konuyu Çağdaş İngiliz Ahlâk felsefesinde ele alındığı şekliyle ele aldığımı belirtme gereğini duydum.

Esasen İngiliz Ahlâk Felsefesi ile değil de "İngilizce konuşan dünyanın Ahlâk Felsefesinde"' demek, yaptığımız çalışmayı daha doğru anlatan bir başlık olurdu Çünkü bu çalışmada California Üniversitesi'nin John Searle gibi meşhur bir felsefe profesöründen oldukça fazla söz etme durumundayım. Ancak John Searle de, meseleyi İngiliz fîlozoflarının zaviyesinden ele aldığı için, "İngiliz Ahlâk Felsefesi"nde" demek yanlış olmasa gerektir.

Bu girişten sonra şimdi esas konumuza gelebiliriz: İngilizce konuşan dünyada olgu - değer probleminin ahlâkî bir problem olarak ele alınması, daha çok, Hume'un Treatise'indeki bir pasajla irtibatlandırılarak yapılmıştır. Hume adı geçen pasajında şunları söylemektedir:

"Bu zamana kadar karşılaştığım her ahlâk sisteminde, daima dikkatimi çeken husus şu olmuştur: Sistem sahibi; belli bir süre standart akıl yürütme metodunu takip ederek bir Tanrı'nın varlığını ortaya kor veya beşerî faaliyetlerle ilgili bazı gözlemlerde bulunur. Fakat birden bire "dir" ve "değildir" gibi hüküm ekli olgusal önermeler yerine "-malı" veya "-mamalı" gibi eklerle ifade edilen değer yüklü önermelerle karşılaşmak beni şaşırtır. Bu değişiklik farkedilemeyen türden bir değişiklik de olsa nihaî sonuç böyledir. Bu "-malı" veya "mamalı" gibi ekler, yeni bir takım ilişki ve tasdikleri ifade ettiği için, bu durumun gözlemlenmesi ve açıklanması zorunluluk arzeder. Aynı zamanda, bütünüyle anlaşılamaz görünen şey için olduğu kadar, birbirinden tamamen farklı karakterde olan iki şey arasında kurulan bu yeni ilişkinin, nasıl bir deduksiyonCdeduction) olabileceği konusunun da izah edilmesi gereklidir..."

Hume burada olgusal bir durumu tasvir eden önermeler ile değer yüklü önermeler arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte ve olgusal önermelerden yapılan mantıkî bir çıkarımdan söz etmektedir. Ayrıca, deduksiyon kavramıyla ifade ettiği bu mantıkî çıkarımın nasıl yapıldığının bütünüyle anlaşılamaz gözüktüğünü iddia etmektedir. İşte bu olgusal önermeler ile değer yüklü önermeler arasındaki ilişki meselesi. Hume'dan sonra pek çok filozofun meşgul olduğu bir problem halini almıştır.

Meseleyi sadece ahlâkî değer ile ilgiii gören filozoflardan bazıları, ahlakî olmayan öncüllerden ahlakî sonuçların çıkarılıp çıkarılamayacağım sorguladılar. AJ.Ayer, Nowell-Smith ve R.M.Hare gibi filozoflar, konuyu Hume'u yorumlayarak ele aldılar. Oysa daha önce G.E.Moore, aynı işi Hume'a hiç atıfta bulunmadan yapmıştı. Sözünü ettiğimiz bu filozoflar Hume'u şu şekilde anladılar:

"Olgu", "değer"i mantıken zorunlu olarak gerektirmemektedir. Bir sebepten olgusal herhangi bir önerme veya önermeler dizisinden deduksiyon yoluyla değer hükmüne geçmek imkansızdır. Ahlakî hükümlerle tabiî veya tabiat üstü olgusal önermeler arasında aşılması imkansız mantıkî bir kopukluk vardır. İşte "iyinin tarif edilemiyeceğinden bahsederken Moore'un işaret ettiği şey ile tavırlarla inançların arasını ayırdığında Stevenson'un zihnindeki şey ve kural koymak için hiçbir tasvirin kullanılamayacağını iddia ettiği zaman Hare'in ifşa ettiğini savunduğu şey, bu mantıkî kopukluktan" başka bir şey değildir.

Meseleyi ahlâkî değer ile ilgili gören filozoflar arasında Hume'u farklı şekilde yorumlayanlar da vardır. Bunlar arasında bizim dikkat çekeceğimiz iki filozof A.C.MacIntyre ve Geoffrey Hunter'dir. Bunlara göre ise Hume "olgu " ile "değer" arasında, diğer ahlâk filozoflarının açıklamaktan âciz kaldıkları mantıkî bir bağın olduğunu iddia eder ve bunu başarıyla açıklar.

Bazı filozoflar ise, olgu değer problemini ahlâkî değer ile sınırlandırmaksızın çok daha geniş bir perspektiften ele aldılar. Mesela J.R Searle; "değer" kavramını, değer hükümlerinin bütün formlarına uygulanacak bir şekilde ele aldı ve geniş bir çerçeveden konuya yaklaştı.

Bu çalışmada biz önce, olgu değer problemini Hume'dan hareketle ele alan düşünürlerin görüşleri üzerinde duracağız. Bu çerçevede ilk önce olgu'dan değer'e geçişin imkansızlığını yani ahlakî olmayan önermelerden deduksiyon yoluyla ahlakî hükümlere geçilemeyeceğini savunanların görüşlerini ele alacağız, ikinci olarak Hume'dan hareket etmekle beraber, olgu'dan değer'e geçişin imkanını savunan filozofların görüşlerini inceleyeceğiz. Üçüncü bir aşama olarak, probleme daha geniş bir çerçeveden yaklaşan Searle'ü ele alıp sonuçta problem hakkındaki kendi değerlendirmemizi sunacağız.

OLGU'DAN DEĞERİ MANTIKEN ÇIKARMANIN İMKANSIZLIĞINI SAVUNANLAR

Olgu'dan değere geçişin imkansızlığını savunan - düşünürlerden Moore, konuyu Hume ile irtibatlandırmadan ele almasına rağmen, onu takip eden H.A.Prichard, "değer hükümlerinin kendine özgü olduklarım savunan" tezini, Hume'dan hareket ederek temellendirmeye çalışır.

Duygucu (Emoüvist) ahlâk teorisinin savunucusu olan AJ.Ayer ise, Hume'un sözünü ettiğimiz ifadelerini kastederek, kendi ahlâk teorisinin Hume tarafından önceden zaten keşfedilmiş olan tutarlı ve kuvvetli mantıkî bir noktaya dayandığını iddia eder. Hume tarafından daha önceden keşfedildiğini söylediği bu tutarlı ve mantıkî nokta ise, "değer"in "olgıT'dan deduksiyon yoluyla çıkarılamayacağı hükmüdür.

Kural-koyucu ahlâk teorisi(prescriptivism)'nin önde gelen ismi R.M.Hare, "olgu"dan "değer"in deduksiyon yoluyla çıkarılmasının imkansızlığından "Hume'un kanunu" olarak bahseder ve kendisini bu kanunun samimi bir taraftarı ve cesur bir savunucusu olarak takdim eder. Aynı tezi savunan Nowell-Smith ise olgu değer problemini sezgici ahlâk teorilerini tenkid ederken ele alır. O, sonuç itibariyle sezgiciler ile aynı tezi savunmuş olsa bile, problemin ele almış tarzı açısından aralarında fark olduğunu; sezgicilerin problemi yanlış vaz ettiklerini şu cümleleriyle dile getirir:

"Bu ve takip eden bölümde sezgici(intuitionist) teoriyi eleştireceğim. Fakat maksadım; sezgici teorinin ya da onun tabiatçının yanılgısına olan hücumlarının tamamen yanlış olduğunu göstermek değildir.

Aksine maksadım; sezgicinin, tabiatçının aleyhine işaret etmiş olduğu noktaların doğru olduğunu fakat onun bu noktalan ortaya koyma tarzının olduğu gibi, delillerini şekillendirdiği mantıki terminolojinin de, tabiatçı teorilerinki kadar yanlış olduğunu göstermeğe çalışmak olacaktır. Sezgici; ahlakî olan söylem ile tecrübî söylem arasında önemli farklara işaret etmiştir. Fakat o, bu farklara yanlış bir tarzda işaret etmiştir".

N.Smith'e göre sezgiciliğin gücü, ahlâkın otonom olduğu konusundaki tavizsiz ısrarında yatar. Sezgiciliğin bu konudaki ısrarını N.Smith şöyle ifade eder:

"Ahlâkî söylemin sadece bir kısmini oluşturduğu pratik söylem, ne başka bir söyleme indirgenebilir, ne de onunla özdeşleştirilebüir. Ahlâkî cümleler, Moore'un çok açık bir şekilde gösterdiği gibi, psikolojik, metafizik, ya da teoîojik cümleler değildir. Neredeyse önceki teorilerin hepsi, ahlâkî kavram ve cümleleri, başka türden cümlelere indirgefne eğilimi göstermişlerdir. Bu da, genellikle psikolojik olmuştur; onlar, "iyi" ve "yükümlülük" gibi kelimeleri, mesela haz ve acı'nın ya da arzu'nun tatmini olarak tarif etmeyi denemişlerdir. Bu tür teşebbüslere karşı sezgiciler, Hume'dan çıkardıkları güçlü bir delil geliştirmişlerdir."

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP