ÇAĞDAŞ İNGİLİZ AHLAK FELSEFESİNDE OLGU - DEĞER PROBLEMİ - 6

Maclntyre söz konusu pasajla ilgili olarak Hume'u şöyle yorumluyordu: Bu pasajda Hume, ahlâkın otonomluğunu ileri sürmez. Çünkü o, buna inanmaz. Olgu iie değer arasındaki zorunlu olarak gerektirme yani deduksiyon hususunda da herhangi bir tesbitte bulunmaz. O, ahlâkın olgusal temelinin ahlâkla ilgisinin nasıl kurulduğu meselesinin esas mantıkî problem olduğunu; bunun üzerinde düşünmenin bir insanı, içinde mantıkî geçişin mümkün olduğu metodlarla ve mümkün olmayan metodlann varlığını farketmeye sevkettiğini ileri sürer. Bir insan, bunların ne olduğunu anlamak için pasajın ötesine geçmek zorundadır.

Hunter de adı geçen pasaj ile ilgili olarak şu yorumu getirmekteydi: Değer yüklü önermelerin olgusal önermelerden çıkarılması gerektiği anlaşılmaz gözükür ama aslında anlaşılmaz değildir. Çünkü Hume "anlaşılmazdır" değil de "anlaşılmaz gözükür" demiştir. Hunter bu yorumuyla Hume'un dikkat çektiği şeyi; değer ile olgu arasında kurulan ilişkiyi izah etmekte önceki düşünürlerin düştükleri başarısızlık olarak tesbit eder. Hunter'e göre Hume, değer olgu'dan çıkarılamaz dememiştir. Söylediği şey sadece, önceki yazarların bu deduksiyonun nasıl mümkün olduğunu açıklamakta başarısız olduklarıdır. Bunun nasıl mümkün olduğunu açıklamaya bizzat Hume'un kendisi koyulmuştur.

Olgu ve değer problemi konusunda Maclntyre ve Hunter'in savundukları tez, Hume'un ahlâk felsefesinin bütünlüğü açısından bakıldığında, klasik teze göre, daha tutarlı gözükür. Bizi bu şekilde düşünmeye sevk eden âmil, Hume'un adalet kavramını açıklama şeklidir. Bunun için Hume'un adalet'i nasıl açıkladığını biraz daha yakından görmek faydalı olacaktır.

Bu konuda öncelikle hatırlanması gereken konu, Hume'un ahlâkî iyilik ve kötülüğün ölçütü olarak haz ve acı duygularını' esas aldığıdır. Ahlâkî hükmün kendisi de Hume'a göre, bu hükmü veren kişinin, beğenme veya beğenmeme duygusunu ifade eder. İnsanın beğenme ya da beğenmeme duygusunu belirleyen âmil de, "faydalı olma" ilkesidir. Ona göre faydalı olma hoştur, beğenimizi de cezbeder. Fakat kim için faydalı olan? Sadece kendi menfaatimizin esas alınması doğru olmaz. Çünkü bizim menfaatimiz, aynı zamanda dışımızdakileri de ilgilendirir. Bu sebepten eğer faydalı olma, ahlâkî duygunun bir kaynağı ise ve bu, her zaman kişinin kendi açısından düşünülmeyecekse, buradan toplumun mutluluğuna yardım eden her şeyi tercih edeceğimiz sonucu çıkar. Başkalarıyla niçin aynı duygulan paylaşırız, diye sormak lüzumsuzdur. Çünkü "insan tabiatında bunun prensip olarak tecrübe edilmiş olması, başkalarıyla aynı duygulan paylaşmamızınm sebebini anlamak için yeterlidir."

Hume'a göre kamu menfaati, "adalet'in yegane temelidir." Kendi başına zaruri ihtiyaçlanı bile karşılayamadığının farkına varan insan, kişisel menfaati sebebiyle topluma girme lüzumunu hisseder. Fakat adalet'in ortaya çıkması için sadece bu yeterli değildir. Çünkü mülkiyet haklarını düzenleyen uylasimlar(conventions) olmadığı takdirde, toplumda sıkıntılar ortaya çıkar. Bu sebepten mülkiyet haklarını sabitleştirmek için, toplumun bütün üyelerinin kabul edeceği bir uylaşıma ihtiyaç vardır. Başka insanlann servetine dokunmama hakkında bir kere uylaşım sağlanınca, "orada derhal adalet ve adaletsizlik fikirleri doğar."

Görüldüğü gibi Hume'a göre adalet fikri, insan hayatındaki belirli eksiklikleri gidermek için vanlmış bir uylaşımdan doğmuştur. Bizi şahsen mağdur etmeyen bir adaletsizlikten bile etkilenir, rahatsız oluruz. Çünkü onu topluma zarar veren bir şey olarak düşünürüz Başkalarının rahatsızlığını, sempati vasıtasıyla paylaşırız. Rahatsızlık doğuran eylemleri beğenmez, ahlaken kötü diye isimlendirirken, memnunluk veren eylemleri de ahlaken iyi diye isimlendiririz. "Bu sebepten adaleti tesis etmenin esas saiki, kişisel menfaat olur. Fakat adalete bitişen ahlaki beğenmenin temeli, kamu menfaatine duyulan sempatidir."

Hume'un "adalet" ile ifade edilen bütün bu görüşleri, olgu değer konusunda klasik tezi savunan filozofların Hume'u yorumlayış tarzlarının eksik; Maclntyre ve Hunterin ise Hume'un yorumu konusunda daha tutarlı olduğunu göstermek için, bize göre, yeterlidir.

b. Searle'ün Değerlendirilmesi

Problemi tek bir filozof ile sınırlamayan, sadece ahlâk felsefesinin konusu olarak da görmeyen Searle, tahlilleriyle problemin aşılması yolunda ciddi katkılarda bulunmuştur.

Searle'ün klasik tez'de tesbit ettiği tutarsızlıklardan birisi şuydu: Bu tezi savunanlar olgu değer problemini bir deduksiyon ilişkisi olarak görerek, konuyu bir mantık problemine indirgemişlerdi. Oysa mantıkta herhangi bir akılyürütme için "geçerlidir" veya "geçersizdir" gibi bir değerlendirmede bulunmaya itiraz etmiyorlardı. Herhangi bir çıkarım için "geçerlidir" veya "geçersizdir" gibi bir hükümde bulunmak, klasik tezi savunanlann anladığı manada olgu'dan değer'e geçmek demekti.

Olgu değer probleminde Searle'ün önemi, olguları ciddi bir tahlile tabi tutup, onları "kaba" ve "kurumlaşmış" olmak üzere ikiye ayırmasında aranmalıdır. Klasik tezin sadece "kaba" olgular için açıklayıcı olabileceğini düşünen Searle; "kurumlaşmış" olguları izah etmekte, bu tezin son derece yetersiz kaldığını düşünür.

Olgu'dan değeri çıkarmanın imkansızlığını savunanlann çıkmazı, olgular arasında herhangi bir ayırım yapmamış olmalarında aranmalıdır. Klasik tez'e göre "bahçede çimler yeşerdi", "hava karardı", "A, B ile evlendi", "C, D'ye yardım edeceğine söz verdi" gibi önermelerin hepsi aynı karakterdedir ve genel olarak olgusal önermeler diye isimlendirilir. Buna göre, olgu değer'i içermediğinden "C,D'ye yardım edeceğine söz verdi" gibi olgusal bir önermeden "C, D'ye yardım etmelidir" gibi değer yüklü bir sonuç önermesini deduksiyon yoluyla çıkarmak imkansızdır. Yapılan bu tür bir çıkarım her zaman geçersizdir.

Oysa Searle'è göre "çimler yeşerdi" önermesi ile "C, D'ye yardım edeceğine söz verdi" önermesi arasında köklü bir fark vardır. Birinci önerme bütünüyle, tecrübî karakterdeki "yağmur yağmaktadır", "su akmaktadır" türünden bir önermedir. Oysa "C, D'ye yardım edeceğine söz verdi" önermesi, "yardımlaşma" ve "söz verme" gibi belirli beşerî kurumlara işaret eder. Bu beşerî kurumların varlığı gözardr edilirse, bu tür önermeler anlamlarını bütünüyle kaybederler.

"Kurumlaşmış olgusal önermeler" başlığı altında topladığı önermelerin referans verdiği kurumlar, inşaî kurallar tarafından oluşturulmuş kurumlardır. Bu kurumların varlığı, inşa edici kurallar ile mümkündür. Mesela satranç kuralları olmaksızın satranç oyunundan, futbol kuralları olmaksızın futbol maçından bahsedebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla inşa edici kurallar, "varoluşları mantıken bu kurallara bağımlı olan faaliyet formlanm inşa eden"80 kurallardır.

İşte bir insanın hem satranç oyunu oynamak isteyip hem de satranç kurallarına uymak istememesi, nasıl mantıkî bir çelişki ise, kurumlaşmış olgusal bir önermeyi dile getirip de gereğini yerine getirmemek, aynı şekilde mantıkî bir çelişki demektir.

Searle'ün verdiği örnekten hareket edersek, Smith'e beş dolar vereceğine söz veren Jones'un bu parayı Smith'e ödemesi gerekir. Çünkü "söz veriyorum" kelimelerini söylemek, söz verme kurumunun gereklerini yerine getirmeyi zımnen içerir. Bu tıpkı "satranç oynayacağım" demenin, "satranç kurallarına uyacağım" demeyi zımnen gerektirmesi gibidir. Çünkü bu "taahhüt" kurumunu gözardı edersek, "söz veriyorum" kelimelerini söylemenin hiçbir anlamı kalmayacaktır.

Özet olarak Searle, bazı kurumlaşmış olgulardan değer'e, deduksiyon yoluyla geçmenin mümkün olduğu ve klasik tezin kurumlaşmış olguları açıklayacak yetkinlikte olmadığı sonucuna ulaşır. Ancak burada "kurumlaşmış olgulardan değer'e geçiyoruz derken, aslında değer'den yine değer'e geçilmektedir" gibi bir itirazla her zaman karşılaşılabilir.

c. Ahlâk Felsefesi Açısından Olgu Değer Probleminin Değerlendirilmesi

Olguları "kaba" ve "kurumlaşmış" olmak üzere ikiye ayıran Searle,kurumlaşmış olgular arasında herhangi bir ayırım yapmamakla kanaatimce sistemini eksik bırakmıştır. Bize göre kurumlaşmış olgular da, referans verdikleri kurumlara göre sınıflandırılmaya tabi tutulmalıdır. Buna göre kurumlar, "beşerî" ve "dinî" olmak üzere de ikiye ayrılmalıdır.

Din kurumuna referans veren olgusal önermelerin önemi; ödev bildiren, yükümlülük yükleyen değer yüklü önermelere geçişde kendisini gösterir. Dolayısıyla olgu değer problemini ahlâk felsefesinin bir problemi olarak ele aldığımızda, din kurumuna işaret eden önermeler özel bir önem kazanırlar.

Klasik tezi savunanlara göre "ahlâkî ödev"in, "ahlâkî olmayan kavramlar" ile tarif edilmesi mümkün değildir. Bu tezi savunan düşünürler; ahlâkî ödevi tarif ettiğimiz kavramlar "haz" gibi psikolojik ya da "kamu yararı" gibi sosyolojik kavramlar olursa, buna "tabiatçı ahlâk teorisi", "Tanrı'nm emri" gibi dinî kavramlarla tarif edilirse buna da "teolojik tabiatçıhk" 81 adını vermişlerdi. Her iki teoriye de aynı gerekçelerle karşı çıkmışlardı.

Buna göre; "X, haz vermektedir, o halde X'i yapmalıyım" çıkarımı geçersiz olduğu gibi, "Tanrı X'i emretmektedir, o halde X'i yapmalıyım" çıkarımı da aynı şekilde geçersizdir. Burada "X, haz vermektedir" ve "X, Tanrı tarafından emredilmiştir" önermelerinin ikisi de herhangi bir ayırım yapılmaksızın aynı karakterde olgusal önermeler olarak kabul edilmektedir. Ancak Searle'ün yaptığı esas ayırımı dikkate alırsak, bu önermelerden birincisinin referans verdiği herhangi bir kurum yok iken, ikincisinin Tann merkezli bir din kurumuna referans verdiği görülür.

İşte olgusal önermeler arasında herhangi bir ayırım yapmayan düşünürlerden olan N. Smith, ahlâkî ödevin tesbiti konusunda şunları söyler:

"Jones'in 'yapacaksın' emri, Smith'in 'yapacağım' cevabını gerekli kılmadığı gibi; Tanrı'nın 'yapacaksın' buyruğu da 'yapacağım' cevabını gerektirmez. Bir şeyi yerine getirmek için, onun Tanrı tarafından emredilmesi olgusu, kriket antrenörünün sizden bir şeyi yapmanızı istemesi olgusundan daha fazla bir sebep teşkil etmez." Burada klasik tezi savunanların düştükleri yanılgı; Tanrı'nın buyurması ile bir antrenör'ün buyurması durumlarında "buyruk" olgusuna takılıp kalmaları, her iki durumdaki buyrukların kaynaklarındaki farkı görmezden gelmeleridir.

Görebildiğimiz kadarıyla Searle de; olgu değer konusunda yaptığı tesbitlerin mantıkî sonuçlarını, ahlâk felsefesinde sonuna kadar götürememiştir. Geliştirdiği karşı-tezi ile ilgili olarak sorduğu soruya doyurucu bir cevap verememesi de bu sebeptendir. Sözünü ettiğimiz soruyu Searle, şöyle dile getirmişti: "Belirli sözleri söylemesi ya da söz vermesi gibi bir insan hakkında kabul ettiğimiz bir olgu, o insanın bir şeyi yapması gerektiği sonucuna beni nasıl götürür?" Searle'ün geliştirdiği sistemde bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü bir insanın "söz veririm" dediği halde sözünde durmaması mantıkî bir çelişki oluşturmaz. İnsanın sözü ile eylemi arasındaki uyum problemi; bir mantık problemi değil, bir ahlâk problemidir.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP