WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 2
|
Aradaki ayrılık resmi/önermeyi nesnelere bağlayan kuralları gözönüne koymaya yardımcı olduğu gibi, 'nesnelerle' duyum verileri, izlenimleri, imgeler türünden insanın içgözlemle, bir bakıma bedensiz yöneldiği türden nesnelerin değil; insanın bedeniyle yönelimde olduğu nesnelerin, 'nesnelerin konfigürasyonlan' düşüncesiyle genellediği mantıksal yapılanmada rol oynayabileceğini görmemize yardımcı oluyor. Daha Tractatus'ta bu noktayı, tuhaf fakat yaratıcı bir örnekle düşündürür:
«Görsel alanda hiçbir şey bir gözle görüldüğünü çıkarsamana izin vermez.»
Daha sonra bedenin bu yapılanmada (örneğin bizi çevreleyen uzayda görülen nesnelere, bunların yerlerine, kendi yerime, kendime, kendi gözüme, gözümün yerine ilişkin çıkarsamalarda) oynadığı rolü gözönüne şöyle koyuyor:
«'Arkama dönme' yeteneğini duymaksızın, uzay düşüncem kökten farklı olurdu.»
<<...Etrafımı çevreleyen uzay düşüncesine beni götüren arkama dönme olanağıdır.»" «...Tek gözyuvarlağımın dışında bütün bedenimin ortadan kaldırüabildiğini ve belirli bir konumda görme yetisini taşımak koşuluyla yerinden oynamayacak bir biçimde yerleştirildiğini varsayalım. Bu durumda dünya bana nasıl görünecekti? Kendimin hiçbir yanını göremeyecektim, gözyuvarlağımın da benim için saydam olduğunu varsayarsak kendimi aynada da göremeyecektim. Bu noktada ortaya çıkan soru şu: Görsel alanım yardımıyla kendi yerimi tayin edebilir miydim? 'Kendi yerimi tayin' sözü, burada elbette görsel uzay için bir yapı belirlemek anlamından başka bir anlama gelmiyor.»" Bu noktada bir soru da biz ekleyelim: Bu alanda kendi yerimi bulamayacağıma, kendime değgin birşey gösteremeyeceğime göre 'görsel alamm'dan sözedebilir miyim: ona görsel alanım (bana ait) diyebilir miyim! Kendime ait 'görsel alan'dan anlamlı olarak sözettiğim; kendi görsel alanımı, içinde gördüğüm nesnelerin yer aldığı, içinde bedenimle hareket ettiğim, içinde 'görme' kavramının geçerli olduğu görsel uzaydan ayırdettiğimi gösterir bir örnek verilebilir: En sade bir örnek, gözüme parmağımla değişik açılardan bastırınca, görsel alanımda ortaya çıkan sapmalardır. Basıncın şiddetine ve yönüne bağlı olarak görsel alanımda ortaya çıkan değişikliği tasvir de edebilirim: Örneğin, masanın üzerinde duran şu kitabın «sağa doğru» veya «sağa ve aşağı doğru» vs. saptığından sözedebilirim. Fakat burada unutmamamız gereken, görüntünün yerindeki kaymanın tasvirine, 'görme' kavramını geçerli kılan ölçütleri içinde taşıyan görsel uzayın taban olduğudur. «Esas olan şu ki, görsel uzayın temsili, bir nesnenin temsil edilmesi olup özneye değgin hiçbir imlem taşımaz>> [İster istemez Çoğaltılması Yasak (Magritte) geliyor insanın aklına.]
Görsel alanla görsel uzay, görsel alandaki görüntülerle gördüğümüz nesneler, gördüğümüz nesnelerle onlara benzeyen gözümüzün önünde canlanan imgeleri... arasındaki temel ayrılık (yani birine bedenimizle yönelebilmemize, örneğin bir renk örneğini başkalarına gösterebilmeme, başka renk örnekleriyle yanyana getirip karşılaştırabilnıeme, bu karşılaştırmamı başkalarına gösterebilmeme karşılık, gözümün önünde canlanan ve gördüğüm renk örneğine çok benzeyen imgesine el süremeyişine,başkalarına gösteremeyişim, başka renk örnekleriyle yanyana getiremeyişim, karşılaştıramayışım...) Wittgensteins resim/önerme kavramını açıklamak: resmi uygulandığı yere bağlayan mantıksal kuralları, uygulandığı yerle/nesneyle arasındaki iç ilişkileri, arasındaki mantıksal mekan ortaklığının neden ibaret olduğunu, nasıl yapılandığını... yani Tractatus'tâki 'önermeyle nesnelerin konfigürasyonları arasındaki iç ilişki', 'mantıksal form ortaklığı' düşüncelerini açmak için sık sık üzerinde duracağı bir ayrılıktır. Bu konunun ayrıntılarının araştırılması, aşağıda İmge ve Resim', 'Sözcükler ve Nesneler' başlıklı bölümlerin konusu.
Araştırmaların önermeyi/resmi uygulandığı gerçekliğe bağlayan kuralların, ölçütlerin işleyişini gözönüne koymasıyla, Tractatus'taki 'son çözümlemede dilin anlatım biçimleri ardında yatan temel önermelerle, nesnelerin konfigürasyonlan arasındaki izomorfik benzerlik' varsayımı, yerini, doğrudan doğruya bu anlatım biçimlerinin uygulandığı yerde kendisini çevreleyen toplam dil etkinliğinin oynadığı rolün gösterilmesine bırakmaktadır. Buysa, dilin çok değişik amaçlarla girdiği anlatım biçimlerinin altmda/ardında/derininde, dile her zaman ve her yerde ('nesneler ve konfigürasyonları' düşüncesiyle genelleştirilmiş) aynı yansıtma kurallarının hakim olmadığını açığa vuruyor. Wittgenstein, Tractatus'taki 'dilin türlü anlatım biçimlerinin hepsinin temelinde yatan, son çözümlemede birbirinden bağımsız temel önermeler,' 'bu önermelerin en basit öğeleriyle (Adlar) nesnelerin konfigürasyonları arasındaki izomorfik karşıladım' varsayımlarını sonradan bırakmış olmakla birlikte; bu varsayımları kullanarak dile getirdiği bazı temel düşünceleri sonraki araştırmaları içinde de koruyor. Örneğin, 'nesnelerin konfigürasyonları' varsayımı ortadan kalkmakla birlikte, önermeyi/resmi uygulandığı yere bağlayan mantıksal iç ilişkiler, bu ilişkinin kuruluşuna temel olan kurallar düşüncesi, hâlâ önermeyi sözde önermelerden; 'resmi' mantıkça olanaksız resimlerden/anlatım formlarından ayırmada oynadığı önemli rolü koruyor. Önermeyi/resmi uygulandığı yere bağlayan iç ilişkilerin kuruluşunda, sözün söylendiği —uygulandığı— yerde onu çevreleyen toplam dil etkinliğinin rolünü gözönüne koymakla, Wittgenstein dilin değişik amaçlarla değişik kılıklara girmiş anlatım biçimlerinin ardında yatan 'önermenin öz biçimi' varsayımından uzaklaşacaktır. Onun yerine, daha önce dilin dış kılığı saydığı, çok değişik amaçlarla bu kılıklara girdiğini söylediği anlatım biçimlerinin gramerine: bu anlatım biçimlerini uygulandıkları yere bağlayan, uygulanmalarına/kullanımlarına kural olan ölçütlere dikkatimizi çevirecektir. Sonraki araştırmalarında, önermenin bir gerçeği dilde yansıtan genel bir forma (öz-biçime) ve genel bir yansıtma kuralına uygun olarak gerçeği resmettiği varsayımına karşıt olarak, gerçeğin dilde gösterilmesinin alabileceği değişik biçimlere; bu biçimler kadar çok sayıda 'önermenin biçiminden' sözedilebileceğine; aralarındaki benzerlikler kadar benzemezliklerin de bu araştırma için taşıdığı önemli anlama işaret edecektir.
Tractatus'taki, 'önerme' ve 'önermenin bağlantısı' düşüncesi, araştırmaların ışığında, sözün /anlatım biçiminin uygulandığı yer ve bu uygulamayı çevreleyen dilsel etkinliğin oynadığı rolün gösterilmesiyle açıklığa kavuşuyor. 'Dil oyunundan' bu bağlamda: sözün/anlatım biçiminin uygulandığı yerde, bu uygulamaya bağlı olarak uygulamanın çevresinde önce-sonra ve uygulamayla birlikte ne olup bittiğini, başkalarının ne yaptıklarını nasıl davrandıklarını da hatırlatmak; sözün ya da anlatım biçiminin ifade ettiği ortak anlama, insanların davranışları /dışavurumları/tepkileri arasında kendini gösteren uyumun nasıl kural olduğunu gözönüne koymak için sözedecektir. Diğer taraftan, her zaman gözönünde olduğu için gözden kaçan, her zaman gözönünde olduğu için gözönune konması tuhaf bir biçimde insana zorluk çıkartan bir kural bu. Wittgenstein bu zorluğa şöyle değiniyor:
«İnsan, bilinci yerinde değil numarası yapabilir; ya bilinci yerinde numarası?»
Fakat zorluk bu kadarla kalmıyor, çünkü: «Araştırmasının gerçek temelleri insanın gözüne bir kez çarpmadıysa hiç çarpmıyor. Bu da, şu demek: Bir kez görüldü mü, en çarpıcı ve güçlü olduğu belli olanı farketmekte yetersiz kalıyoruz.»"
'Başlangıçta söz vardı.' Bu sözde, dilden doğan bir sonucu başlangıçla karıştırma eğilimi de kendini açığa vurur gibidir: Düşünerek söylediğimiz sözler, söz söyleyerek başlattığımız eylemler —sanki sözün düşünülmesi, söylenmesi yeterince bir eylem/davranış değilmiş gibi (elbette haklı nedenleri var bu yanılmalarımızın)— eylemlerimiz arasında kendini gösteren birliği, düşünme ve düşüncenin sonucu olarak görmeye yöneltiyor insanı. Wittgenstein bunun tersine: dil oyununun, insanlar arasında paylaşılan yönelimlere/ tepkilere/davranışlara dayanan köklerine işaret ediyor.
«Dil —demek istiyorum ki— bir incelmedir; 'Başlangıçta eylem vardı.'»
Acıyla bağırma, hayret, şaşkınlık, sevinç, öfke, hatırlama... ifade eden anlatımların, insanların doğal tepkileriyle nasıl yer değiştirdiğini, onların bir uzantısı olduğunu hatırlatıyor. Diğer taraftan, dil psikolojisinin, antropolojisinin, sosyolojisinin de gözlemleri olabilecek bu gerçeklerle neyi göstermek istediğini burada unutmamamız gerekiyor. Bunun için, Tractatus'ta, dilde gösterilenle, sözle bildirilen arasmda yapmış olduğu ayrımı; dildeki mantıksal tanımlara, bildirimlere birinciyi temel olarak gördüğünü hatırlayalım. Örneğin, yine 'benzerliğin' dilde nasıl gösterilebildiğini düşünelim: 'Benzer' diye ayırdığımız, seçtiğimiz görünüşleri bizim gibi seçemeyen, ayıramayan birine 'benzer' sözcüğünü öğretebilir miydik? Benzerliği gösterebilir miydik?
Yukarda sözkonusu yetersizlik burada işin içine karışır gibidir: 'Kırmızı'nın gördüğümüz bir rengin adı/göstergesi olduğunu kolaylıkla düşünürken, sözcüğü kullanarak gösterdiğimiz renk örneğinin kullanımının sözcüğün kullanımına kural olduğunu görmüyoruz. Daha çok, sözcüğü kullanarak kastettiğimiz renk örneğinin görünüşleri arasındaki benzerliğe yöneliyor dikkatimiz. Şöyle düşünme eğilimindeyiz çoğunlukla: Aradaki benzerliği tanıdığım için benzer renk örneklerini biraraya getirebiliyorum; adını renge doğu olarak uygulayabiliyorum. Buna karşılık Wittgenstein, renk örneğinin kullanımı üzerinde kendini açığa vuran; renk örneklerini kendi seçmelerimiz, ayırmalarımız, benzer bulduklarımızı yanyana getirmelerimizle başkalarının seçme, ayırma, yanyana getirmeleri arasmda kendini gösteren uyumun, kendisine uymayan bir seçmeyi 'yanlış' bir seçim olarak ayırdeden kural olduğuna, bu kuralın işleyişine dikkatimizi çekmek isteyecektir. Bir renk sözcüğünü öğrenebilmeye ve öğretebilmeye, renk örneklerini bizim seçme ve ayırmalarımıza uygun veya benzer biçimde ayırabilecek, seçebilecek bir yeteneğin kendini ortaya koymasına dayandığını hatırlatacaktır.
Anlam ve Doğruluk
Düşüncelerimizle doğrulukları arasında a priori bir ilişki olmayışının sonucu, Descartes düşündüğümüz her durumdan kuşku duyabileceğimize parmak basmıştı. Kısaca Descartes'ı hatırlayalım: 'Yazı yazıyorum.' Bu söz şimdi ne yaptığımı anlatıyor. Rüyamda yazı yazdığımı görüyor olamaz mıyım? Ya da, düpedüz hayal gördüğümden sözedilemez mi? Wittgenstein da Tractatus'ta aynı düşünceyi tekrarlar gibidir:
«Tasvir edebildiğimiz ne olursa olsun, düşündüğümüzden başka türlü olabilir.»
Tasvir ettiğimiz durum ne olursa olsun, düşündüğümüzden başka türlü olabileceğine göre, aşağıdaki tasvirlerimize karşılık şu Kartezyen kuşkuları da ileri sürebiliriz herhalde:
— Yürüyorum. 'Belki yalnızca hayal görüyorsun.'
— Rüyamda kitap okuyordum. 'Belki gerçekten kitap okudun.'
— Uyanığım. 'Belki rüyadasın.' ,
— Sinemada film seyrediyorum. 'Belki yalnızca hayal görüyorsun, hayalinde sinemadasın ve film seyrediyorsun.'
Bedenli etkinliklerimizi, deneylerimizi tasvir eden düşüncelerimizle, bu deneylerimiz arasmda a priori bir bağlantı olmamasının sonucu, Descartes bu düşüncelerin doğruluğunun her zaman için kuşkuya açık olduğunu, diğer taraftan bu olayları düşünmesinin, onların gerçekliğinden kuşku duymasının kesin olduğundan sözediyordu. Düşüncemin hayal mi gerçek mi, yoksa rüya mı olduğunu ayırdedebiürim elbette; fakat Descartes, rüyayı gerçekten ayıracağım bütün ölçütlerin aynı kesinliksizliği içinde taşıdığını; sözgelimi, rüyanın bir parçası olma olasılığını taşıdığını hatırlatıyor. Örneğin kendimi yazıyor sanmamla, gerçekten yazmam arasındaki ayrılığı açığa vuran ölçütlerden sözetmeye kaîksaydık; sözgelimi, 'gerçekten değil de, rüyamda yazıyor olduğumu görseydim, uyanınca kendimi yazı yazıyor sandığımı, rüya görmüş olduğumu anlardım...' diye tartışsak, alacağımız yanıt, uykudan uyanmanın rüyanın bir parçası olması olasılığını ortadan kaldırmadığı olacaktı.
Descartes, düşüncelerimizin doğruluğu kesin değil derken, yalnızca gerçeği rüya veya hayal ile karıştırabiliriz demiyor, fakat gerçek diye bir şey olmayabilir diyor. 'Yazı yazdığım' gerçeğinin rüya olabileceğini söylerken, bedenimin de ortada olmadığı bir olasılığı işin içine katıyor. Gerçekten, Descartes'ın şu anda yazıyor olmam gerçeğini rüyayla karşılaştırması, yalnızca düşüncelerimizle, düşüncelerimize konu durumlar arasındaki ilişkinin olumsal (contingent) özelliğini vurgulamak için değil, düşünme ve düşüncenin özünü belirlemek için başvurduğu bir benzetmedir: rüyada veya hayalde kendimizi sandığımız yerde gerçek bedenimiz yoktur (bedenimiz gerçekte yataktadır). Benzer biçimde, gerçek olduğunu düşündüğümüz durumlarda da, Descartes aynı şeyin sözkonusu olabileceğini söylüyor: Bedenin varlığı, örneğin şimdi yazı yazdığımı düşünürken, bedenimle burada olmam ve yazı yazmam düşüncemin doğruluğunu ilgilendiren ayrı bir olaydır ve kesin olarak bilinemez. Diğer taraftan kendimi yazı yazarken algıladığım, yazdığımı düşündüğüm kesindir.
— Tıpkı, doğru olmasa bile rüyada veya sanrıda ne yaptığımı bilmem/bilincinde olmam gibi.
Bu son cümledeki 'rüyada veya sanrıda ne yaptığımın bilincinde olmam' sözünün de açığa vurduğu gibi, 'bilmek', 'bilincinde olmak' sözlerini, alıştığımız anlamları dışında kullanmaya bizi zorlayan bir analojiyle karşı karşıyayız. 'Sanrı' sözünü insanın bilincinde olduğu bir davranışı için değil, olmadığı bir davranışı için kullanırız. Aynı biçimde, 'bilinçli', 'davranışının bilincinde' sözleriyle insamn uyanık yaşamı içindeki davranışlarını düşünürüz. 'Bilincinde olma', 'bilincinde olmama'ya, 'rüya görme', 'uyanık olma'ya karşıtlığı içinde anladığımız kavramlardır. Bu kavramların alıştığımız karşıtlığını ortadan kaldırdığı için, Descartes'ın 'düşünen bilinci', genel olarak 'düşünme'yi tasviri bize geçersiz görünebilir.
«Görsel alanda hiçbir şey bir gözle görüldüğünü çıkarsamana izin vermez.»
Daha sonra bedenin bu yapılanmada (örneğin bizi çevreleyen uzayda görülen nesnelere, bunların yerlerine, kendi yerime, kendime, kendi gözüme, gözümün yerine ilişkin çıkarsamalarda) oynadığı rolü gözönüne şöyle koyuyor:
«'Arkama dönme' yeteneğini duymaksızın, uzay düşüncem kökten farklı olurdu.»
<<...Etrafımı çevreleyen uzay düşüncesine beni götüren arkama dönme olanağıdır.»" «...Tek gözyuvarlağımın dışında bütün bedenimin ortadan kaldırüabildiğini ve belirli bir konumda görme yetisini taşımak koşuluyla yerinden oynamayacak bir biçimde yerleştirildiğini varsayalım. Bu durumda dünya bana nasıl görünecekti? Kendimin hiçbir yanını göremeyecektim, gözyuvarlağımın da benim için saydam olduğunu varsayarsak kendimi aynada da göremeyecektim. Bu noktada ortaya çıkan soru şu: Görsel alanım yardımıyla kendi yerimi tayin edebilir miydim? 'Kendi yerimi tayin' sözü, burada elbette görsel uzay için bir yapı belirlemek anlamından başka bir anlama gelmiyor.»" Bu noktada bir soru da biz ekleyelim: Bu alanda kendi yerimi bulamayacağıma, kendime değgin birşey gösteremeyeceğime göre 'görsel alamm'dan sözedebilir miyim: ona görsel alanım (bana ait) diyebilir miyim! Kendime ait 'görsel alan'dan anlamlı olarak sözettiğim; kendi görsel alanımı, içinde gördüğüm nesnelerin yer aldığı, içinde bedenimle hareket ettiğim, içinde 'görme' kavramının geçerli olduğu görsel uzaydan ayırdettiğimi gösterir bir örnek verilebilir: En sade bir örnek, gözüme parmağımla değişik açılardan bastırınca, görsel alanımda ortaya çıkan sapmalardır. Basıncın şiddetine ve yönüne bağlı olarak görsel alanımda ortaya çıkan değişikliği tasvir de edebilirim: Örneğin, masanın üzerinde duran şu kitabın «sağa doğru» veya «sağa ve aşağı doğru» vs. saptığından sözedebilirim. Fakat burada unutmamamız gereken, görüntünün yerindeki kaymanın tasvirine, 'görme' kavramını geçerli kılan ölçütleri içinde taşıyan görsel uzayın taban olduğudur. «Esas olan şu ki, görsel uzayın temsili, bir nesnenin temsil edilmesi olup özneye değgin hiçbir imlem taşımaz>> [İster istemez Çoğaltılması Yasak (Magritte) geliyor insanın aklına.]
Görsel alanla görsel uzay, görsel alandaki görüntülerle gördüğümüz nesneler, gördüğümüz nesnelerle onlara benzeyen gözümüzün önünde canlanan imgeleri... arasındaki temel ayrılık (yani birine bedenimizle yönelebilmemize, örneğin bir renk örneğini başkalarına gösterebilmeme, başka renk örnekleriyle yanyana getirip karşılaştırabilnıeme, bu karşılaştırmamı başkalarına gösterebilmeme karşılık, gözümün önünde canlanan ve gördüğüm renk örneğine çok benzeyen imgesine el süremeyişine,başkalarına gösteremeyişim, başka renk örnekleriyle yanyana getiremeyişim, karşılaştıramayışım...) Wittgensteins resim/önerme kavramını açıklamak: resmi uygulandığı yere bağlayan mantıksal kuralları, uygulandığı yerle/nesneyle arasındaki iç ilişkileri, arasındaki mantıksal mekan ortaklığının neden ibaret olduğunu, nasıl yapılandığını... yani Tractatus'tâki 'önermeyle nesnelerin konfigürasyonları arasındaki iç ilişki', 'mantıksal form ortaklığı' düşüncelerini açmak için sık sık üzerinde duracağı bir ayrılıktır. Bu konunun ayrıntılarının araştırılması, aşağıda İmge ve Resim', 'Sözcükler ve Nesneler' başlıklı bölümlerin konusu.
Araştırmaların önermeyi/resmi uygulandığı gerçekliğe bağlayan kuralların, ölçütlerin işleyişini gözönüne koymasıyla, Tractatus'taki 'son çözümlemede dilin anlatım biçimleri ardında yatan temel önermelerle, nesnelerin konfigürasyonlan arasındaki izomorfik benzerlik' varsayımı, yerini, doğrudan doğruya bu anlatım biçimlerinin uygulandığı yerde kendisini çevreleyen toplam dil etkinliğinin oynadığı rolün gösterilmesine bırakmaktadır. Buysa, dilin çok değişik amaçlarla girdiği anlatım biçimlerinin altmda/ardında/derininde, dile her zaman ve her yerde ('nesneler ve konfigürasyonları' düşüncesiyle genelleştirilmiş) aynı yansıtma kurallarının hakim olmadığını açığa vuruyor. Wittgenstein, Tractatus'taki 'dilin türlü anlatım biçimlerinin hepsinin temelinde yatan, son çözümlemede birbirinden bağımsız temel önermeler,' 'bu önermelerin en basit öğeleriyle (Adlar) nesnelerin konfigürasyonları arasındaki izomorfik karşıladım' varsayımlarını sonradan bırakmış olmakla birlikte; bu varsayımları kullanarak dile getirdiği bazı temel düşünceleri sonraki araştırmaları içinde de koruyor. Örneğin, 'nesnelerin konfigürasyonları' varsayımı ortadan kalkmakla birlikte, önermeyi/resmi uygulandığı yere bağlayan mantıksal iç ilişkiler, bu ilişkinin kuruluşuna temel olan kurallar düşüncesi, hâlâ önermeyi sözde önermelerden; 'resmi' mantıkça olanaksız resimlerden/anlatım formlarından ayırmada oynadığı önemli rolü koruyor. Önermeyi/resmi uygulandığı yere bağlayan iç ilişkilerin kuruluşunda, sözün söylendiği —uygulandığı— yerde onu çevreleyen toplam dil etkinliğinin rolünü gözönüne koymakla, Wittgenstein dilin değişik amaçlarla değişik kılıklara girmiş anlatım biçimlerinin ardında yatan 'önermenin öz biçimi' varsayımından uzaklaşacaktır. Onun yerine, daha önce dilin dış kılığı saydığı, çok değişik amaçlarla bu kılıklara girdiğini söylediği anlatım biçimlerinin gramerine: bu anlatım biçimlerini uygulandıkları yere bağlayan, uygulanmalarına/kullanımlarına kural olan ölçütlere dikkatimizi çevirecektir. Sonraki araştırmalarında, önermenin bir gerçeği dilde yansıtan genel bir forma (öz-biçime) ve genel bir yansıtma kuralına uygun olarak gerçeği resmettiği varsayımına karşıt olarak, gerçeğin dilde gösterilmesinin alabileceği değişik biçimlere; bu biçimler kadar çok sayıda 'önermenin biçiminden' sözedilebileceğine; aralarındaki benzerlikler kadar benzemezliklerin de bu araştırma için taşıdığı önemli anlama işaret edecektir.
Tractatus'taki, 'önerme' ve 'önermenin bağlantısı' düşüncesi, araştırmaların ışığında, sözün /anlatım biçiminin uygulandığı yer ve bu uygulamayı çevreleyen dilsel etkinliğin oynadığı rolün gösterilmesiyle açıklığa kavuşuyor. 'Dil oyunundan' bu bağlamda: sözün/anlatım biçiminin uygulandığı yerde, bu uygulamaya bağlı olarak uygulamanın çevresinde önce-sonra ve uygulamayla birlikte ne olup bittiğini, başkalarının ne yaptıklarını nasıl davrandıklarını da hatırlatmak; sözün ya da anlatım biçiminin ifade ettiği ortak anlama, insanların davranışları /dışavurumları/tepkileri arasında kendini gösteren uyumun nasıl kural olduğunu gözönüne koymak için sözedecektir. Diğer taraftan, her zaman gözönünde olduğu için gözden kaçan, her zaman gözönünde olduğu için gözönune konması tuhaf bir biçimde insana zorluk çıkartan bir kural bu. Wittgenstein bu zorluğa şöyle değiniyor:
«İnsan, bilinci yerinde değil numarası yapabilir; ya bilinci yerinde numarası?»
Fakat zorluk bu kadarla kalmıyor, çünkü: «Araştırmasının gerçek temelleri insanın gözüne bir kez çarpmadıysa hiç çarpmıyor. Bu da, şu demek: Bir kez görüldü mü, en çarpıcı ve güçlü olduğu belli olanı farketmekte yetersiz kalıyoruz.»"
'Başlangıçta söz vardı.' Bu sözde, dilden doğan bir sonucu başlangıçla karıştırma eğilimi de kendini açığa vurur gibidir: Düşünerek söylediğimiz sözler, söz söyleyerek başlattığımız eylemler —sanki sözün düşünülmesi, söylenmesi yeterince bir eylem/davranış değilmiş gibi (elbette haklı nedenleri var bu yanılmalarımızın)— eylemlerimiz arasında kendini gösteren birliği, düşünme ve düşüncenin sonucu olarak görmeye yöneltiyor insanı. Wittgenstein bunun tersine: dil oyununun, insanlar arasında paylaşılan yönelimlere/ tepkilere/davranışlara dayanan köklerine işaret ediyor.
«Dil —demek istiyorum ki— bir incelmedir; 'Başlangıçta eylem vardı.'»
Acıyla bağırma, hayret, şaşkınlık, sevinç, öfke, hatırlama... ifade eden anlatımların, insanların doğal tepkileriyle nasıl yer değiştirdiğini, onların bir uzantısı olduğunu hatırlatıyor. Diğer taraftan, dil psikolojisinin, antropolojisinin, sosyolojisinin de gözlemleri olabilecek bu gerçeklerle neyi göstermek istediğini burada unutmamamız gerekiyor. Bunun için, Tractatus'ta, dilde gösterilenle, sözle bildirilen arasmda yapmış olduğu ayrımı; dildeki mantıksal tanımlara, bildirimlere birinciyi temel olarak gördüğünü hatırlayalım. Örneğin, yine 'benzerliğin' dilde nasıl gösterilebildiğini düşünelim: 'Benzer' diye ayırdığımız, seçtiğimiz görünüşleri bizim gibi seçemeyen, ayıramayan birine 'benzer' sözcüğünü öğretebilir miydik? Benzerliği gösterebilir miydik?
Yukarda sözkonusu yetersizlik burada işin içine karışır gibidir: 'Kırmızı'nın gördüğümüz bir rengin adı/göstergesi olduğunu kolaylıkla düşünürken, sözcüğü kullanarak gösterdiğimiz renk örneğinin kullanımının sözcüğün kullanımına kural olduğunu görmüyoruz. Daha çok, sözcüğü kullanarak kastettiğimiz renk örneğinin görünüşleri arasındaki benzerliğe yöneliyor dikkatimiz. Şöyle düşünme eğilimindeyiz çoğunlukla: Aradaki benzerliği tanıdığım için benzer renk örneklerini biraraya getirebiliyorum; adını renge doğu olarak uygulayabiliyorum. Buna karşılık Wittgenstein, renk örneğinin kullanımı üzerinde kendini açığa vuran; renk örneklerini kendi seçmelerimiz, ayırmalarımız, benzer bulduklarımızı yanyana getirmelerimizle başkalarının seçme, ayırma, yanyana getirmeleri arasmda kendini gösteren uyumun, kendisine uymayan bir seçmeyi 'yanlış' bir seçim olarak ayırdeden kural olduğuna, bu kuralın işleyişine dikkatimizi çekmek isteyecektir. Bir renk sözcüğünü öğrenebilmeye ve öğretebilmeye, renk örneklerini bizim seçme ve ayırmalarımıza uygun veya benzer biçimde ayırabilecek, seçebilecek bir yeteneğin kendini ortaya koymasına dayandığını hatırlatacaktır.
Anlam ve Doğruluk
Düşüncelerimizle doğrulukları arasında a priori bir ilişki olmayışının sonucu, Descartes düşündüğümüz her durumdan kuşku duyabileceğimize parmak basmıştı. Kısaca Descartes'ı hatırlayalım: 'Yazı yazıyorum.' Bu söz şimdi ne yaptığımı anlatıyor. Rüyamda yazı yazdığımı görüyor olamaz mıyım? Ya da, düpedüz hayal gördüğümden sözedilemez mi? Wittgenstein da Tractatus'ta aynı düşünceyi tekrarlar gibidir:
«Tasvir edebildiğimiz ne olursa olsun, düşündüğümüzden başka türlü olabilir.»
Tasvir ettiğimiz durum ne olursa olsun, düşündüğümüzden başka türlü olabileceğine göre, aşağıdaki tasvirlerimize karşılık şu Kartezyen kuşkuları da ileri sürebiliriz herhalde:
— Yürüyorum. 'Belki yalnızca hayal görüyorsun.'
— Rüyamda kitap okuyordum. 'Belki gerçekten kitap okudun.'
— Uyanığım. 'Belki rüyadasın.' ,
— Sinemada film seyrediyorum. 'Belki yalnızca hayal görüyorsun, hayalinde sinemadasın ve film seyrediyorsun.'
Bedenli etkinliklerimizi, deneylerimizi tasvir eden düşüncelerimizle, bu deneylerimiz arasmda a priori bir bağlantı olmamasının sonucu, Descartes bu düşüncelerin doğruluğunun her zaman için kuşkuya açık olduğunu, diğer taraftan bu olayları düşünmesinin, onların gerçekliğinden kuşku duymasının kesin olduğundan sözediyordu. Düşüncemin hayal mi gerçek mi, yoksa rüya mı olduğunu ayırdedebiürim elbette; fakat Descartes, rüyayı gerçekten ayıracağım bütün ölçütlerin aynı kesinliksizliği içinde taşıdığını; sözgelimi, rüyanın bir parçası olma olasılığını taşıdığını hatırlatıyor. Örneğin kendimi yazıyor sanmamla, gerçekten yazmam arasındaki ayrılığı açığa vuran ölçütlerden sözetmeye kaîksaydık; sözgelimi, 'gerçekten değil de, rüyamda yazıyor olduğumu görseydim, uyanınca kendimi yazı yazıyor sandığımı, rüya görmüş olduğumu anlardım...' diye tartışsak, alacağımız yanıt, uykudan uyanmanın rüyanın bir parçası olması olasılığını ortadan kaldırmadığı olacaktı.
Descartes, düşüncelerimizin doğruluğu kesin değil derken, yalnızca gerçeği rüya veya hayal ile karıştırabiliriz demiyor, fakat gerçek diye bir şey olmayabilir diyor. 'Yazı yazdığım' gerçeğinin rüya olabileceğini söylerken, bedenimin de ortada olmadığı bir olasılığı işin içine katıyor. Gerçekten, Descartes'ın şu anda yazıyor olmam gerçeğini rüyayla karşılaştırması, yalnızca düşüncelerimizle, düşüncelerimize konu durumlar arasındaki ilişkinin olumsal (contingent) özelliğini vurgulamak için değil, düşünme ve düşüncenin özünü belirlemek için başvurduğu bir benzetmedir: rüyada veya hayalde kendimizi sandığımız yerde gerçek bedenimiz yoktur (bedenimiz gerçekte yataktadır). Benzer biçimde, gerçek olduğunu düşündüğümüz durumlarda da, Descartes aynı şeyin sözkonusu olabileceğini söylüyor: Bedenin varlığı, örneğin şimdi yazı yazdığımı düşünürken, bedenimle burada olmam ve yazı yazmam düşüncemin doğruluğunu ilgilendiren ayrı bir olaydır ve kesin olarak bilinemez. Diğer taraftan kendimi yazı yazarken algıladığım, yazdığımı düşündüğüm kesindir.
— Tıpkı, doğru olmasa bile rüyada veya sanrıda ne yaptığımı bilmem/bilincinde olmam gibi.
Bu son cümledeki 'rüyada veya sanrıda ne yaptığımın bilincinde olmam' sözünün de açığa vurduğu gibi, 'bilmek', 'bilincinde olmak' sözlerini, alıştığımız anlamları dışında kullanmaya bizi zorlayan bir analojiyle karşı karşıyayız. 'Sanrı' sözünü insanın bilincinde olduğu bir davranışı için değil, olmadığı bir davranışı için kullanırız. Aynı biçimde, 'bilinçli', 'davranışının bilincinde' sözleriyle insamn uyanık yaşamı içindeki davranışlarını düşünürüz. 'Bilincinde olma', 'bilincinde olmama'ya, 'rüya görme', 'uyanık olma'ya karşıtlığı içinde anladığımız kavramlardır. Bu kavramların alıştığımız karşıtlığını ortadan kaldırdığı için, Descartes'ın 'düşünen bilinci', genel olarak 'düşünme'yi tasviri bize geçersiz görünebilir.