WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 5

Sözcükler ve Nesneler


'Rüyaların Anahtarında' ve başka resimlerinde, Magritte resmin dile aracı olan gerçekliğinin altını paradoksal bir yoldan çizer. Bunu, resimde gösterdiği nesnelere benzedikleri nesnelerin adlarını değil de, başka nesnelerin adlarını vererek yapıyor. Nesnenin gerçekliğini dilden öğrendiğimize dikkatimizi çekiyor. Anlatısının bize paradoksal gelmesi, benzerliği dilde kullanıyor olmamızdan: Adlarını kullanarak dilde gösterdiğimiz nesneleri, benzetme yaparak da gösterebilmemizden; sözgelimi, güneşten ister 'güneş' diyerek, ister güneşin resmiyle sözedebilmemizden. Fakat benzetmemiz dile aracı oluyor sadece, resmin neyi kastettiğini anlatmıyor. Resmin neyi kastettiğini; doğru mu, yanlış mı kastettiğini ya da tasvir ettiğini bize gösteren ölçütleri resmi kullanan dilde buluyoruz.

Bir örnek olarak: Resimdeki kapının kapı olduğunu resim kapıya benzediği için anlıyorum ama, kapının kapı mı olduğunu, kapı bir başka kapıya ne de resimdeki kapıya benzediği için anlıyor değilim. Kapının görünüşüyle kapı arasındaki gramatik ayrılık, kapının görünüşünü gerçekliği ile karıştırmamla, sözgelimi boyutları ve görünüşü gerçek bir kapıya çok benzeyen resimdeki kapıyı açmaya davranmamla bir sürpriz olarak kendini açığa vuracaktı. Bu bakımdan, resimdeki kapıya ya da pipoya 'kapı' veya 'pipo' demek her zaman doğru olmayabilir: 'Bu bir pipo değildir' diye Magritte ikaz ediyor pipo resmînin altına koyduğu notta. Doğru, sadece piponun resmidir o.
Nesnenin gerçekliğini görünüşünden değil dilden öğreniyor olmamız, görünüşünün dilde yeri olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Yalnız, Wittgenstein'm dediği gibi, nesnenin imgelemde canlanan görünüşü ve bu görünüşün kâğıt üzerinde ya da gözümüzün önünde duran benzerleri «dil oyununa, insanın onu beklediği yerde girmiyor.»"

(Kısa bir açıklama olarak: 'Kırmızı' dediğimiz gerçekliği dilde resmeden kurala, bu rengin imgesinin ya da imgesiyle görünüşü arasındaki benzerliğin değil, renk örneğinin kullanımının nasıl temel olduğunu hatırlayalım. Diğer taraftan, rengin imgesini renk örneğini göstererek tasvir edebildiğimiz de bir gerçek: 'Gözümün önünde canlanan renk imgesi bu renge benziyor.' diyorum. Yalnız bu görünüş —sözünü ettiğim benzerlik— dildeki yerini, gösterdiğimiz rengi dilde resmeden kural olarak
almıyor.)

Kapının resmine yönelik davranışımız, onu açmaya davranmakla bağdaşmıyor. Resmin gerçekliğine dilde temel olan kurallar, resme olan yönelim ve davranışımızı belirlerken, 'resmin gerçekliğini' nasıl kullanacağımızı da, bir taraftan belirliyor.

«Görünüşlerle olan ilişkim, burada, sahibolduğum kavramın bir parçasıdır.»

'Resim sözcüğünün anlamını, resmin resmini yaparak gösterebilir miyiz? Diğer taraftan, 'resim' sözcüğünü öğretirken resimleri de gösteririz küçük bir çocuğa. Kâğıt üzerine bir resim çizerek, 'bu bir resimdir' diye gösterebiliriz. Fakat bu öğrenmenin içinde resimde görünen nesneyle, gerçek nesnenin görünüşleri arasındaki benzerliğe karşın aralarındaki gramatik ayrılığın öğrenilmesi de var.

Rüyayı gerçek yaşamdan ayıran gramatik ayrılıklar nelerdir? Resimdeki kapıyı açmaya davranmamla, kapının resmiyle kapı arasındaki gramatik ayrılık kendini yeterince açığa vuruyor. Fakat rüyanın gerçekliğini gerçek yaşamla, ya da gerçek yaşamı rüyayla karıştırdığımı ne gösteriyor? Şu anda yazı yazdığım bir rüya olamaz mı? Şu anda yazıyor olmamın rüya olmadığını ne gösteriyor? Bu deneyimin bana rüyadakinden çok daha canlı, rüyayla karşılaştırılamaz bir kesinlikte görünmesi olabilir mi bu ölçüt? Bu ölçüt, aynı derecede rüya için de geçerli değil mi: Gerçeklik duygusunu ve kesinliğini taşıyan canlılıkta gördüğümüz rüyalar az mıdır? Yaşamımızda 'Acaba rüyada mıyım?' diye bir kuşkuya kapıldığımız anlar hiç yok mudur?

'Bütün gün sokaklarda gezindim, sonra arkadaşlarla oturup yemek yedim...' bir günlük yaşantısından kendisi böyle sözederken, bütün gün oturduğu yerden kalkmadığını gördüğümüz birisinin, gördüğü rüyayla gerçek yaşamı karıştırmakta olduğundan sözedebiliriz bu durumda.

Gerçek yaşamdakinden hiç eksiksiz olarak, taşıdığı bütün gerçeklik ve kesinlik duygusuna karşın, deneyimizin rüya olduğunu, gerçek olmadığım nasıl anlıyoruz? Belki herşeyden önce, uykudan uyanmamızla kendimizi yatağımızda ve eski çevremizde bulmamızla. Bunun tersi: Derin uykuda olan birisinin çevresini, içinde uyanacağı mekanı değişikliğe uğratmak, gerçekten uyanıp uyanmadığından, rüya görüp görmediğinden kuşkuya düşürürdü insanı. Bu durumda kendi kendini çimdiklemesi de para etmezdi.

Rüyayla gerçek yaşam arasındaki ayrım için, 'bir rüya gör, gerçek yaşamdan ayrılığını da görürsün..' diyebilir miyiz! Rüya sözcüğünün neyi kastettiğini anlatmak için, örneğin hiç rüya görmemiş birisine, 'Bu sözün neyi kastettiğini bir rüya görünce anlarsın..' ya da, 'Bir rüya gör, gördüğün neyse rüya odur..' der miyiz! 'Rüya görmek', hiç rüya görmemiş bir insana bu sözün anlamı öğretilemez mi! Şöyle bir durum düşünülebilir mi: Yaşamında hiç rüya görmemiş bir kimse ilk kez rüya gördükten sonra kendi kendine: «Şimdi 'rüya' sözcüğüyle ne kastedildiğini anladım..» diyor. Gördüğünün rüya olduğunu nasıl biliyor? Gelecekte bir daha rüya gördüğünde, gördüğünün rüya olduğunu nasıl bilecek? Gördüğünün rüya olduğunu, rüyayı görmesinden öğrenmiş olabilir mi?

'Resim' sözcüğünü öğretirken, bir resmi göstererek, 'Bu bir resimdir.'diyebiliyoruz. 'Rüya' sözcüğünün uygulandığı yeri gösterirken dilin uymak zorunda olduğumuz kuralları daha başka: 'Şimdi bir rüya görüyorum.' değil, 'Bir rüya,gördüm.' deriz. Fakat, 'Şimdi bir resim görüyorum.' diyebilirim. Sözcükleri uyguladığımız yerlere bağlayan gramatik kuralları görmek kadar, aralarındaki ayrılıkları görmek de, sözcüklerin nesnelere nasıl bağlandığını görmede önemli: Bu gramatik kurallara temel olan dilin içinde, insan olarak taşıdığımız özellikler kadar, insan yaşamının olayları da rol oynuyor; sözgelimi 'rüya görmek' uyumakla, 'bir resmi görmek' bakmakla oluyor.

Wittgenstein araştırmalarında, satrancı hiç bilmeyen bir kimseye şahı göstererek 'bu şahtır' demenin, 'şah' sözcüğünün anlamını göstermeyeceğini söylüyor. Şahı göstermemiz 'şah' sözcüğünün anlamını öğretiyorsa, bu kimsenin oyunun kurallarını, taşların hareketini öğrenmiş; belki yalnız şahın hangi taş olduğunu ('şah' denen taşın biçimini belki) bilmeyen birisi olabileceğini hatırlatıyor.

Sözcükleri nesnelere; 'güneş', 'mavi', 'resim', 'rüya', 'kapı'... sözcüklerini uygulandıkları yere: güneşe, maviye, resme, rüyaya, kapıya... bağlayan kuralları yanlış anlamaya ne zaman başlıyoruz? Belki, bu sözcükleri uygulandıkları yerlere takılmış adlar gibi düşünmekle; maviyi, güneşi, rüyayı, kapıyı, resmi... algıladığımızdan, sözcükleri de bu algıları dilde göstermek/ kastetmek üzere kullandığımızdan sözetmeye başlamakla!

«Nesneleri adlandırıyoruz ve sonra konuşmada onlardan sözedebiliyoruz. Yaptığımız ikinci iş, sanki sadece adverme ediminin sonucuymuş gibi.»

Sözcükleri öğretirken uygulandıkları yeri çoğunlukla göstermemiz ('şah' sözcüğünü şahı, 'kırmızı', 'resim'... sözcüklerini kırmızıyı, resmi... göstererek öğretmemiz gibi), öğretimdeki göstermenin yerini sonra sözcüğün aldığım düşündürüyor belki. Böylece, sözcüğün, bu sözcük bir nesnenin adıysa eğer, nesneyi gösterdiğini; sözcüğün uygulandığı yerde gördüğümüz, daha genel ve kaypak deyimiyle algıladığımız bir gerçeğin adı olduğunu düşünmeye meylediyoruz.

Wittgenstein şöyle diyor: «'o bir sandalyedir', 'o durduğu yerdir', 'o onun rengiydi' dersem, burada 'o' sözcüğü çok değişik biçimlerde kullanılmış olur. (Bir yere, bir renge vs. aynı anlamda işaret edemem. »

Bu sözü satranç taşlan için de tekrarlayabiliriz: Şaha, vezire, file... aynı anlamda işaret edemeyiz. Oyundaki taşlan, Türkçe'de 'şah', 'vezir'..., İngilizce'de 'king', 'queen' adlarıyla göstermemiz dilin dış biçimine ait bir olay. Gerçekte taşları bize gösteren, taşların oyun içinde, oyunun kurallarına uygun hareketleri değil mi? Satrancı, taşların adlarını bilmeksizin de oynayabilirdik; veya taşları adlandırmak yerine numaralayabilirdik. Oyunu veri aldıktan sonra taşları göstermek üzere çeşitli tanımlar verebiliriz. Fakat her defasında 'bu' diye taşları göstererek vereceğimiz tanımlar, taşların oyunun kurallarına göre oynanmasıyla, oyun aracılığıyla gösterilen bir şeyi gösteriyor. Bir nesnenin adının neyi gösterip neyi göstermediğini, sözcüğü söyleyerek gösterdiğimiz nesnede değil, sözcüğün kullanımında: uygulandığı yerde ve çevresinde bulacağımıza Wittgenstein bu nedenle değiniyor. Elbette, bu kullanımın içinde nesne de var; fakat nesnenin kendiliği değil, dildeki rolü sözcüğün kullanımına kural oluyor. Sözgelimi, 'şah' sözcüğünü, oyunda adı şah olan taşı sadece göstererek değil, bu taşın nasıl oynandığını göstererek öğretiyoruz. Bunun içinse, diğer taşların hareketlerini, kısaca, toplam oyunu öğretmek gerekiyor.

Sözcüklerin anlamlarını nasıl gösterdiğini görmede, dilde gösterge işlevi gören sembollerin, bu işlevi nasıl gördüğüne dikkat etmek de yardımcımız olabilir: 'Bu' sözcüğünün anlamını nasıl öğretiyoruz? ('Bu' diye göstererek mi!) Göstererek nesnelerin adını öğretmemiz dile bir başlangıç mıdır, yoksa dilin aracı olduğu bir olay mıdır? Nesneyi göstererek adını öğretirken, önce, nesneyi gösterdiğimiz kimsenin parmağımızı uzattığımız doğrultuda bakması gerekirdi. Gösterme işini anlamaksizın bunu yapabilir mi? Çocuklara göstererek nesnelerin adlarım öğretmenin içinde, gösterme işinin öğrenilmesi de var. 'Bu' diya parmağımızı uzattığımızda, neden parmağımızın ucundan omuzumuza doğru değil de, parmağımızı uzattığımız doğrultuda bakılır?

Sözümüzün anlaşıldığını gösteren de bu değil mi? Bir nesnenin rengini, biçimim, yerini, "büyüklüğünü, yüzeyini ayrı ayrı gösteriyor olsaydım, karşımdaki insan rengini mi, biçimini mi, yüzeyini mi... kastettiğimi nasıl anlayacaktı? Gösteriyor olmam, rengini mi yüzeyini mi kastettiğimi nasıl gösteriyor? Rengini göstermem, yüzeyini ya da biçimini göstermemden nasıl ayrııyor?

«Bu ayrım... gösterme ve adı söyleme ediminde veya ona eşlik eden herhangi bir bilinç ediminde (kastetme?) değil; fakat göstermenin (parmağını uzatma ve söyleme) toplam yetiştirme işinde oynadığı rolde ve bu dil aracılığıyla süren anlaşma etkinliği içinde onun nasıl kullanıldığında yatmaktadır. Aradaki ayrımın, değişik durumlarda değişik türden nesneleri gösterdiğimizi söylemekle tasvir edilebileceği insanm aklına gelebilir. Fakat, elimle mavi bir örgüyü gösterdiğimi varsayın. Rengini göstermek biçimini göstermekten nasıl ayrılacaktı? İki durumda değişik bir şeyi kastettiğimizi söyleme eğilimindeyiz. 'Kastetme' burada, biz gösterirken yer alan bir süreç oluyor. Bizi, özellikle bu görüşe iten, rengine mi biçimine mi işaret ettiği birisine sorulduğu zaman, hiç olmazsa birçok durumda bunu yanıtlayabilmesi ve yanıtının doğruluğundan da emin olmasıdır. Fakat diğer taraftan, rengi kastetme, biçimi kastetme vs. olarak böyle iki karakteristik bilinç edimini arayacak olursak birşey bulamıyoruz; ya da hiç olmazsa, rengi göstermeye, biçimi göstermeye daima eşlik etmesi gereken hiçbir şey bulamıyoruz. Biçime karşıt olarak insanın dikkatini renk üzerinde (ya da tersi) toplamasının anlamı konusunda sadece kaba bir düşüncemiz var. Aradaki ayrım, diyebiliriz ki, gösterme ediminde değil, fakat daha çok, dilin kullanımında bu edimin çevresinde olup bitende yatmaktadır.»

Düşünme, Anlama... Nedir?

'Düşünme'den sözederken bir eylemden, etkinlikten sözeder gibi konuşmakla birlikte, eylemle karşılaştırdığımızda, 'düşünme' sözüyle kastettiğimiz olayı yapıp ettiklerimizle bir tutmak istemeyiz. 'Anlama' için de aynı şey söylenebilir. 'Anlama', 'düşünme' dediğimiz zaman, daha çok davranışlarımıza yön veren, duruma uygun davranışı ve sözü seçen zihinsel yanımızı kastetme eğilimindeyiz.

Bu zihinsel yanımız hakkında ne söyleyebiliriz? Örneğin, şimdi düşünüyorum: Düşüncelerimi anlatacak en uygun cümleleri kurmaya, istediğim sözcükleri bulmaya çalışıyorum. Anlaşılmayacağım, yanlış anlaşılacağını, başka anlamlara da geleceğini düşündüğüm sözlerimi düzeltiyorum, ya da başka cümlelerle değiştiriyorum...

Fakat bu gözlem, düşünürken ne yaptığımı anlatıyor. Bu yaptıklarımı nasıl yaptığımı açığa vuracak (belki?) zihin sürecine değgin birşey söylemiyor. Nasü olup da, şu sözün istediğim düşünceyi ya da duyguyu anlatmaya uygun olup olmadığını anladığımı; bu noktada ne olup bittiğini anlatmıyor. Bana söylenen 'Yerinden kalk ' gibi bir sözle, bu söze bir karşılık vermem arasında, sözü işitmem ve anlamam var. Yerimden kalkarak, ya da 'Kalkmıyorum' diyerek karşılık vermem, sözü anladığımı ortaya koyan davranışlar elbette; fakat, anladığımdan sözederken, zihnimde olup biten anlama olayıyla aynı şey değil. Evet, bir sözü anlamak, bir dili öğrenmeye bağlı bir olay:

"Yerinden kalk/ sözü bana anlamadığım bir dilde söylenmiş olsaydı, sözü anlamayacaktım. Nelerin, hangi davranış ve sözlerin işittiğim söze karşılık olabileceğini de, öğrendiğim dille birlikte öğrendim. Fakat dili öğrenmeye, dilin yapay olaylannı gerçekleştirmeye motor olan zihin süreçleri yok mudur?"

Böylece, bu zihin süreçlerini araştırmanın, düşünme, anlama olaylarını anlamanın yöntemi olduğunu düşünüyoruz belki. Şöyle bir eğilim içindeyiz: «Anlamasaydım, söylenene karşılık veremezdim... Düşünmeseydim, uygun davranış ve sözcükleri seçemezdim...» Sözü işitmemle, ona bir karşılık vermem arasında, sözü anlamama ilişkin bir olayın, zihinsel bir sürecin yer almadığını düşünelim. Bu durumda, sözü işitmem üzerine yerimden kalkmam, 'bilinçsiz', 'anlamaksızm' mı gerçekleşmiş olacaktı! Fakat burada bir zihin sürecinin yer alıp almadığına mantıksal tartışmayla mı, yoksa deneysel araştırmalarla mı karar vereceğiz? Diyelim ki, deneysel araştırmalar, örneğin karşılıklı konuşmalar sırasında yapılan ölçmeler, sözcüklerin söylenmeden önce düşünülmesi, ve işitildikten sonra anlaşılması için bir zamanın geçtiğini ortaya koyuyor...

«Deneysel yöntemin varlığı, ayaklarımıza dolanan sorunları çözmenin aracına sahip olduğumuzu düşündürüyor; ne ki, sorun ve yöntem birbirinin yanından geçiyor.»

Radyodan insanların konuşmalarını işiten çocuklar, olayla ilk kez karşılaşıyorlarsa, türlü şaşkınlıklara düşerler. Örneğin, radyonun içinde insan ararlar, o küçücük radyo boşluğuna insanların nasıl sığdığını merak ederler... Benzer bir şaşkınlık geçmişte kendi başımızdan da geçmiş olabilir. Şimdi ise bu olaya şaşırmıyoruz. Bunda, edindiğimiz bilgilerin, deneylerin, gözlemlerin rolü var. Fakat bu gözlem ve deneyler arasında, radyonun içinde insan olmadığını gözlemlemiş olmamız da var mı! Radyonun içinde insan olup olmadığını, deney ve gözlemlerimizin doğruladığı veya yanlışladığı bir sorun olarak görmek, ancak radyonun ne olduğunu bize açıklayan deneysel yöntemin ve deneylerin buradaki rolünü anlamamış olmakla açıklanabilir. Radyodan, radyo olarak sözetmemizi sağlayan deneysel doğruluklar, radyodan dinlediğimiz konuşma ve seslerden, sadece insan sesi olarak değil, aynı zamanda elektromanyetik dalga, radyo yayını olarak da sözetmemizi sağlayan bilgilerdir.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP