WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 3
|
Düşünmeyi bedenden ayırması ise, belki bardağı taşıran son damdadır. Fakat Descartes, normal yaşamda yaptığımız uyanık yaşamla rüya, gerçeğin algısıyla sanrı arasındaki ayrımların geçerliğini yoksamıyor. Tersine tanrının bizi aldatmayacağına güvendikten sonra, bu ayrımların doğruluğuna da güvenebileceğimizi söylüyor. Düşünmenin bedenle ilişkisi konusunda da öyle: yazı yazdığımı, rüyada yazı yazdığımı görmemden ayırdedebildikten sonra, kendimi bedenimle yazı yazar durumda algılamamdan öte, bu algımın doğruluğuna, yani gerçekten bedenimle burada olduğuma ve yazı yazdığıma da güvenmemem için hiçbir neden yoktur.
Sorun rüya ile uyanık yaşamı, gerçeğin algısı ile rüyadaki, imgelemdeki, sanrıdaki, ya da bir tuval üzerindeki görünüşlerini birbirinden nasıl ayırdettiğimizde; bu konuda dayandığımız Ölçütlerin neler olduğunda yatmaktadır. Günlük konuşmamızda, insanların düşüncelerinden, niyetlerinden, duygularından, rüya veya hayal gördüklerinden, bilincinin yerinde olup olmadığından... sözederken, davranışlarını gözönünde tutuyoruz; rüya görmeyi uyanık yaşamdan ayırdederken, iki ayrı davranışı tasvir ediyoruz daha çok. Oysa Descartes, bu davranışları, sözgelimi dış görünüşü insanınkine ne kadar benzerse benzesin, davranışlarını 'mekanik', 'otomatik' vb. sözlerle nitelemeye hazır olduğumuz bir robotun davranışlarından farklı kılan; 'bilinçli', 'düşünceli' sözleriyle kastettiğimiz nitelikleri onlara kazandıran davranışlarımızın ardındaki bilinç olgusunu tasvir etmeye çalışıyor.
Söylemeye gerek yok, sanrı olayında da, rüya görmede de sadece bu deneyi geçiren/ yaşayan kimsenin farkında olduğu bir bilinç yaşantısı vardır. Karşımızdaki insanların duygu, düşünce ve niyetlerinden davranışları ve sözleri aracılığıyla haberdar olmamıza karşılık, kendi duygularımızdan, düşüncelerimizden aynı biçimde haberdar olduğumuz söylenemez. İmgeleminde canlanan görünüşlere, duyu organları aracılığıyla duyumsadığı çeşitli görsel, dokunsal, işitsel vb. duyumlara insanın bir an için dikkatini yöneltmesi bile, bu görünüşler ve duyumlardan bir başkasının aynı biçimde haberdar olamayacağım anlamamıza yeter. Bu noktada, Descartes'ın sözkonusu görünüşlerin ve duyumların bilincini, neden bedenden ayrı olarak gördüğünü; bilinçle beden arasındaki ilişkinin neden felsefece bir sorun olarak karşımıza çıktığını da görebiliriz belki: Bu duyumları duyu organlarımla duyumladığımı söylediğim zaman, her ne kadar bedenimle eylemekten —örneğin, nesnelere dokunmaktan, gözlerimle bir
renge bakmaktan— sözediyorsam da, bu bedensel ilişkinin sonucunda bilincimde canlanan duyumla/görünüşle nasıl karşılaştığımı bilmiyorum. Bütün bildiğim, belli bir davranışın sonucunda, örneğin bir duyu organımı harekete geçirmem sonucunda belli duyumların farkına vardığımdır. Işığı söndürüyorum, bütün görünüşler karanlığa gömülüyor; ışığı açıyorum, görünüşler yeniden ortaya çıkıyor. Gözlerimi kapatıyorum, hiçbir şey görünmüyor; gözlerimi açıyorum, dünyanın renkleri yeniden gözümün önünde canlanıyor. Evet, gözün ve ışığın yapısıyla ilgili fiziksel ve fizyolojik doğruluklar, tam da buradaki sorularımızın yanıtı gibi görünüyor. Fakat bu yanıtı kabullenmek, sorunu aydınlatmak bir yana, bir dizi başka sorunu karşımıza çıkarır gibidir: Örneğin, ışığın fiziksel yapısına, duyumlarımızın sinir sisteminde bir uyarım olduğuna inanacaksak, dünyanın bize görünen halinden farklı, ona benzemeyen fiziksel bir yapısı olduğuna inanmamız gerekecek! 'Evet, dünyanın gerçek fiziksel yapısı başka, duyumsadığımız görünüşleri başkadır...' dersek, bu sözü bilime, yani deneye ve gözleme olan güvenimizden başka bir nedenle söylemiş olmayacağız. Fakat bunu söylemek, deney ve gözlemin, deney ve gözlem ötesi bir dünyanın varlığını doğruladığını söylemek gibi bir sonuca varabilir ki, bu noktada bilimin sınırlarını çoktan aştığımız söylenebilir.
Fakat bilimin sınırlarını görebilmenin yolu, bir bakıma dilin sınırlarını doğru çizebilmekten geçiyor. İnsanın bedensiz düşünemeyeceğini söylemek, bunun tersini herkesin garipseyeceği bir düşüncedir. Kimi insanların, Descartes'ın 'bedensiz düşünen bilinç' tasvirine bu nedenle karşı çıkmaları, buradaki felsefe sorununun dışında kalıyor. Descartes, düşüncelerimizle tasvir ettiği gerçekler arasındaki ilişkinin olumsal (contingent) temelli oluşundan hareketle, düşünme ve düşüncenin özüyle ilgili yukarda değindiğimiz sonuçlara varıyor. Sorun, herhangi bir düşünceyi, onun doğru mu, yanlış mı uygulandığını bize belli edecek yöntem ve ölçütleri bilmeksizin anladığımızdan, onu düşündüğümüzden sözedip edemeyeceğimizle; daha doğrusu, sözün doğru mu yanlış mı uygulandığını belli eden ölçüt ve yöntemlerle, sözün anlamı arasındaki yapı birliğinin gözonüne konmasıyla ilgili. Buysa, anlam ve mantık arasındaki ilişkinin; Wittgenstein'ın 'önermeyle uygulandığı yer (resmettiği gerçek) arasında üzerinde ısrarla durduğu mantıksal form ortaklığının dayandığı kuralların gözonüne konmasını gerektiriyor. Bu amaçla şimdi tekrar düşünmeyle ilgili sorularımıza, Descartes'm bu konudaki düşüncelerine dönebiliriz.
Örneğin soruna, Descartes'ın tasvir ettiği üzere, doğruluğunu bilmeksizin sadece düşünen öznenin ayrımında olduğu bilinç içeriklerini, yaşantılarını vs.; örneğin bir renk duyumunu, dişimde duyduğum bir ağrıyı, parmaklarımın ucunda hissettiğim 'sert' diye kastettiğim duyumu... gözönünde tutarak yaklaşalım. Şimdi, bilincimde canlanan şu görünüşün bir 'renk duyumu' olduğunu, görmeye ait: 'görsel' olduğunu, onu 'kırmızı' diye nasıl tanıdığımı; ya da duyduğum ağrının 'bana ait', 'bende' olduğunu, ağrının yerinin 'diş' olduğunu, dişin 'bana ait' olduğunu; ya da parmaklarımın ucunda 'sert' diye ayrımsadığım duyumun, 'görsel' değil de 'dokunsal' olduğunu... nasıl bildiğimi, düşünmek iyi bir başlangıç olabilir. Deseartes'ın yanıtlamadığı, ya da, bilincin içeriğini gözönünde tutmakla, onu düşünmekle yanıtlanmış olarak gördüğü bir sorun bu.
Soruna yukardaki yaklaşım, bilincin içerikleriyle onlara değgin düşüncelerimiz (duyumun 'görsel' olduğunu, bir renge benzediğini', renklerden de, sözgelimi 'kırmızı'ya benzediğini düşünmem.) arasındaki ilişkide, bedenin rolünü hemen akla getirmekle birlikte, bu ilişkinin özünün açıkça belli olduğu söylenemez. 'Sert' diye kastettiğim duyumu, parmaklarımı kullanarak duyumsadığım; ya da renk duyumunun gözlerimi açmamla görsel alanımda canlandığı açıkça belli olmakla birlikte, parmaklarımın ucunda canlanan duyumun 'sert' olduğunu, ya da görsel alanımda canlanan duyumun 'kırmızı' olduğunu nasıl anladığım; bedensel etkinliğimle bu sözlerin anlamı, bu sözleri anlayışımla bedensel etkinliklerim arasındaki bağlantının gözönüne çıktığı hâlâ söylenemez. Olsa olsa, gözlerimle bakmanın, parmaklarımla dokunmanın sonucunda, 'sert', 'kırmızı' gibi sözcüklerle kastettiğim duyumların bilincimde canlandığı söylenebilir. Diğer taraftan, böyle bir açıklama, bilincimde canlanan duyumlarla, davranışlarım arasında nedensel bir ilişkiye de işaret etmesi bakımından, buradaki analitik sorunu (yani, bir sözü —'kırmızı' gibi— anlamanın ölçütlerinin neler olduğu, hangi ölçütlerin sözcüğün doğru mu yanlış mı, anlamlı mı anlamsız mı uygulandığını ortaya koyduğu...) nedensel bir sorunla (yani sözkonusu duyumların davranışsal, fiziksel, fizyolojik nedenlerine ilişkin bir sorunla) birbirine karıştırma tehlikesini de davet ediyor.
Descartes'ın düşünme ve bilinçle ilgili tasvirlerinden, sözle uygulandığı gerçek arasındaki anlam bağlılığım, kendi yaşantısına/içeriklerine yönelen bilincin, onları düşünme ve kastetme edimlerinde gördüğü söylenebilir. Böylece, "kırmızı', 'sert' gibi sözcüklerle ne kastedildiğini, insanın kendi duyumlarına, bilincinde canlanan görünüşlere dikkatini çevirmekle anlamış olacağını varsaydığını; sözcüklerin kastettikleri nesnelere bağlanmasında, bilincin bu yönelimini temel olarak gördüğünü düşünebiliriz. Bu görüşle bağlantılı olarak, sözcüklerin anlamıyla, doğruluğu —doğru kullanımı— arasındaki ilişki de, iki ayrı olay arasındaki bir ilişki gibi karşımıza çıkıyor. Bu sonucu şöyle dile getirebiliriz: 'Sözcüklerle ne kastedildiğini bilmem /anlamam başka, onları doğru uygulamam başka sorundur; gerçekte ikincisi birincinin sonucudur; birincisi, sözcüğün dildeki kullanımına da kural olmakta, sözcüğün yanlış uygulanmasını önlemektedir: Örneğin, bilincimde canlanan renk duyumunu düşünmekle, bir renk sözcüğüyle ne kastettiğimi biliyorum ve sözcüğü kastedilen renge doğru olarak uygulayabiliyorum.'! Renk sözcüklerinin anlamini öğretirken, rengi göstererek adını öğretmemiz de, sanki bu yorumu destekler bir örnek olarak karşımıza çıkıyor, ve rengi gösteren sözcüğün, rengi görmekle gözümüzün önünde canlanan renk duyumunun adı olduğunu; ya da, gördüğümüz renkle, gözümüzün önünde (görsel alanımda) canlanan renk duyumu arasındaki benzerliği kastettiğini; renk sözcüğünü adı olduğu renge uygulamada, bu benzerliğin sözcüğün doğru kullanımına kural olduğunu düşündürüyor.
Descartes'ın görüşleriyle bağlantılı bu sonuç, ilk bakışta sağduyuya aykırı gibi de görünmüyor. Sağduyuya ters gelen başlıca görüşü, düşüncelerimizle doğrulukları arasındaki olumsal ilişkiyi son sınırına götürüp, bedenin varlığıyla düşüncenin varlığının birbirinden özce ayrı olduğunu düşünmesi; düşünme ve düşüncenin varlığı için bedenin varlığını gerekli görmemesidir. Elbette sağduyuyu rahatsız eden, mantıksal kılığına karşın inanılabilir olmayan bir görüş bu. Diğer taraftan, bilincimizde canlanan duyumlar/görünüşler, bu görünüşlerin bizim için taşıdığı
anlamlar ve bedensel etkinliklerimiz arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışırken yukardaki gibi zorluklarla karşılaşmaktan kurtulamıyoruz. Hem bu zorlukların, hem de Descartes'ın bilinçle bedenin varlığını birbirinden ayırmasının kaynağında, birbirine benzer yanlış anlama ve belirsizliklerin yattığı söylenebilir. Bu belirsizlik ve yanlış anlamalar, düşüncelerimize konu nesne ve durumlarla (gerçeklerle yani) düşüncelerimizi nasıl karşılaştırıyoruz: Bu karşılaştırmanın yöntemi ve ölçütleri nelerdir? sorularına karşılık düşündüklerimizle ilgili. Örneğin 'kırmızı' sözünü kastettiği gerçeklikle nasıl karşılaştırıyoruz? Nesnenin yüzeyini değil de, rengini kastettiğimi ne gösteriyor? Sözcüğün doğru mu, yanlış mı uygulandığım belli eden ölçütler nelerdir? Kolayca görüleceği gibi, sorun dille dünya arasındaki ilişkinin mantığına değgin düşüncelerimizi; bu konuda ne düşündüğümüzü yakından ilgilendiriyor.
Bedenim ortada olmadığı halde, hareketsiz bir konumda dünyaya baktığımı hayal edersem, görsel alanını yardımıyla uzayda yerimi bulmam, sözgelimi aynaya nereden baktığımı, aynaya göre yerimin neresi olduğunu söyleyebilmem olanaksızlaşıyor. Çünkü uzayda, bu gerçekleri bulmanm/göstermenin/kastetmenin yöntemi, tam da uzayda bedenimle hareket edebildiğim gibi hareket edebilmemden geçiyor. Aynada bana görünen yüzün ve gözlerin 'bana ait' olduğunu, 'aynanın önünde' durduğumu söylemenin içinde, elimi yüzümde gözümde gezdirebilmem, elimi yüzümde gözümde gezinirken görmem, bu hareketi yaparken aynaya yansıyan görünüşümü görmem vb. deneylerim; bu deneyler aracılığıyla öğrendiğim bilgiler var. Bu örnek, sözkonusu düşüncelere sahibolmak, onları düşünmek, kastetmekle, belli yeteneklere sahibolmak, belli etkinlikleri gerçekleştirebilmek arasındaki anlam bağlılığını gözönüne koyuyor. Bu gerçeğin altını bir başka örnekle de çiziyor: Duyduğum bir ağrı yardımıyla —örneğin, dikkatimi ağrı üzerinde toplayarak— ağrının yerini, kimde olduğunu —örneğin, dişte, dişin bende olduğunu— söyleyebilir miyim? Ağrıyla birlikte giden bedensel davranışlarımızın, ağrının nerede, kimde olduğunun anlaşılmasında oynadığı mantıksal role; örneğin, 'dişimin ağrısı', 'dişimdeki ağrı' sözlerinin, ağrının yerinin diş olduğunu, dişin bana ya da başkasına ait olduğunu göstermesine mantıksal bir yapı /yöntem oluşuna dikkatimizi çekmek için şu hayali örnekten yararlanıyor:
«...Birinin, diş ağrısı duymasının yanısıra, elini dişinden burnuna götürdüğünü görmesiyle birlikte giden elinde hissettiği dokunma ve hareket duyumlarının, elini bir başkasının yüzünde aynı yerde gezinirken görmesiyle birlikte gittiği bir durumu hayal edebiliriz. Ya da, elini hareket ettirdiği, parmaklarını yüzünde gezdirdiği duygusuna sahip birinin, el hareketiyle ilgili duyumlarının ve görme deneyinin, 'parmaklarının dizi üzerinde gezinmesi' olarak tasvirini gerektiren bir durum düşünebiliriz. Dişimizde bir ağrıyla beraber, ağrıyan dişe ve yüzümüzün ağrıyan yere yakın kısımlarına dokunduğumuzda, dokunmamızı genel olarak karakterize eden hareket ve dokunma duyumlarını alalım. Eğer bu duyumlara, elimin masanın, kenarına dokunduğunu ve masanın kenarında hareket ettiğini görmem eşlik etseydi, bu deneye 'masada diş ağrısı' demek kuşku götürürdü. Fakat diğer taraftan, sözkonusu dokunma ve hareket duyumlarına, elimi bir başkasının yüzüne ve dişine dokunur görmem eşlik etseydi, kuşku yok ki bu deneye 'bir başkasının dişinde diş ağrısı' diyebilirdim.»
Sorun rüya ile uyanık yaşamı, gerçeğin algısı ile rüyadaki, imgelemdeki, sanrıdaki, ya da bir tuval üzerindeki görünüşlerini birbirinden nasıl ayırdettiğimizde; bu konuda dayandığımız Ölçütlerin neler olduğunda yatmaktadır. Günlük konuşmamızda, insanların düşüncelerinden, niyetlerinden, duygularından, rüya veya hayal gördüklerinden, bilincinin yerinde olup olmadığından... sözederken, davranışlarını gözönünde tutuyoruz; rüya görmeyi uyanık yaşamdan ayırdederken, iki ayrı davranışı tasvir ediyoruz daha çok. Oysa Descartes, bu davranışları, sözgelimi dış görünüşü insanınkine ne kadar benzerse benzesin, davranışlarını 'mekanik', 'otomatik' vb. sözlerle nitelemeye hazır olduğumuz bir robotun davranışlarından farklı kılan; 'bilinçli', 'düşünceli' sözleriyle kastettiğimiz nitelikleri onlara kazandıran davranışlarımızın ardındaki bilinç olgusunu tasvir etmeye çalışıyor.
Söylemeye gerek yok, sanrı olayında da, rüya görmede de sadece bu deneyi geçiren/ yaşayan kimsenin farkında olduğu bir bilinç yaşantısı vardır. Karşımızdaki insanların duygu, düşünce ve niyetlerinden davranışları ve sözleri aracılığıyla haberdar olmamıza karşılık, kendi duygularımızdan, düşüncelerimizden aynı biçimde haberdar olduğumuz söylenemez. İmgeleminde canlanan görünüşlere, duyu organları aracılığıyla duyumsadığı çeşitli görsel, dokunsal, işitsel vb. duyumlara insanın bir an için dikkatini yöneltmesi bile, bu görünüşler ve duyumlardan bir başkasının aynı biçimde haberdar olamayacağım anlamamıza yeter. Bu noktada, Descartes'ın sözkonusu görünüşlerin ve duyumların bilincini, neden bedenden ayrı olarak gördüğünü; bilinçle beden arasındaki ilişkinin neden felsefece bir sorun olarak karşımıza çıktığını da görebiliriz belki: Bu duyumları duyu organlarımla duyumladığımı söylediğim zaman, her ne kadar bedenimle eylemekten —örneğin, nesnelere dokunmaktan, gözlerimle bir
renge bakmaktan— sözediyorsam da, bu bedensel ilişkinin sonucunda bilincimde canlanan duyumla/görünüşle nasıl karşılaştığımı bilmiyorum. Bütün bildiğim, belli bir davranışın sonucunda, örneğin bir duyu organımı harekete geçirmem sonucunda belli duyumların farkına vardığımdır. Işığı söndürüyorum, bütün görünüşler karanlığa gömülüyor; ışığı açıyorum, görünüşler yeniden ortaya çıkıyor. Gözlerimi kapatıyorum, hiçbir şey görünmüyor; gözlerimi açıyorum, dünyanın renkleri yeniden gözümün önünde canlanıyor. Evet, gözün ve ışığın yapısıyla ilgili fiziksel ve fizyolojik doğruluklar, tam da buradaki sorularımızın yanıtı gibi görünüyor. Fakat bu yanıtı kabullenmek, sorunu aydınlatmak bir yana, bir dizi başka sorunu karşımıza çıkarır gibidir: Örneğin, ışığın fiziksel yapısına, duyumlarımızın sinir sisteminde bir uyarım olduğuna inanacaksak, dünyanın bize görünen halinden farklı, ona benzemeyen fiziksel bir yapısı olduğuna inanmamız gerekecek! 'Evet, dünyanın gerçek fiziksel yapısı başka, duyumsadığımız görünüşleri başkadır...' dersek, bu sözü bilime, yani deneye ve gözleme olan güvenimizden başka bir nedenle söylemiş olmayacağız. Fakat bunu söylemek, deney ve gözlemin, deney ve gözlem ötesi bir dünyanın varlığını doğruladığını söylemek gibi bir sonuca varabilir ki, bu noktada bilimin sınırlarını çoktan aştığımız söylenebilir.
Fakat bilimin sınırlarını görebilmenin yolu, bir bakıma dilin sınırlarını doğru çizebilmekten geçiyor. İnsanın bedensiz düşünemeyeceğini söylemek, bunun tersini herkesin garipseyeceği bir düşüncedir. Kimi insanların, Descartes'ın 'bedensiz düşünen bilinç' tasvirine bu nedenle karşı çıkmaları, buradaki felsefe sorununun dışında kalıyor. Descartes, düşüncelerimizle tasvir ettiği gerçekler arasındaki ilişkinin olumsal (contingent) temelli oluşundan hareketle, düşünme ve düşüncenin özüyle ilgili yukarda değindiğimiz sonuçlara varıyor. Sorun, herhangi bir düşünceyi, onun doğru mu, yanlış mı uygulandığını bize belli edecek yöntem ve ölçütleri bilmeksizin anladığımızdan, onu düşündüğümüzden sözedip edemeyeceğimizle; daha doğrusu, sözün doğru mu yanlış mı uygulandığını belli eden ölçüt ve yöntemlerle, sözün anlamı arasındaki yapı birliğinin gözonüne konmasıyla ilgili. Buysa, anlam ve mantık arasındaki ilişkinin; Wittgenstein'ın 'önermeyle uygulandığı yer (resmettiği gerçek) arasında üzerinde ısrarla durduğu mantıksal form ortaklığının dayandığı kuralların gözonüne konmasını gerektiriyor. Bu amaçla şimdi tekrar düşünmeyle ilgili sorularımıza, Descartes'm bu konudaki düşüncelerine dönebiliriz.
Örneğin soruna, Descartes'ın tasvir ettiği üzere, doğruluğunu bilmeksizin sadece düşünen öznenin ayrımında olduğu bilinç içeriklerini, yaşantılarını vs.; örneğin bir renk duyumunu, dişimde duyduğum bir ağrıyı, parmaklarımın ucunda hissettiğim 'sert' diye kastettiğim duyumu... gözönünde tutarak yaklaşalım. Şimdi, bilincimde canlanan şu görünüşün bir 'renk duyumu' olduğunu, görmeye ait: 'görsel' olduğunu, onu 'kırmızı' diye nasıl tanıdığımı; ya da duyduğum ağrının 'bana ait', 'bende' olduğunu, ağrının yerinin 'diş' olduğunu, dişin 'bana ait' olduğunu; ya da parmaklarımın ucunda 'sert' diye ayrımsadığım duyumun, 'görsel' değil de 'dokunsal' olduğunu... nasıl bildiğimi, düşünmek iyi bir başlangıç olabilir. Deseartes'ın yanıtlamadığı, ya da, bilincin içeriğini gözönünde tutmakla, onu düşünmekle yanıtlanmış olarak gördüğü bir sorun bu.
Soruna yukardaki yaklaşım, bilincin içerikleriyle onlara değgin düşüncelerimiz (duyumun 'görsel' olduğunu, bir renge benzediğini', renklerden de, sözgelimi 'kırmızı'ya benzediğini düşünmem.) arasındaki ilişkide, bedenin rolünü hemen akla getirmekle birlikte, bu ilişkinin özünün açıkça belli olduğu söylenemez. 'Sert' diye kastettiğim duyumu, parmaklarımı kullanarak duyumsadığım; ya da renk duyumunun gözlerimi açmamla görsel alanımda canlandığı açıkça belli olmakla birlikte, parmaklarımın ucunda canlanan duyumun 'sert' olduğunu, ya da görsel alanımda canlanan duyumun 'kırmızı' olduğunu nasıl anladığım; bedensel etkinliğimle bu sözlerin anlamı, bu sözleri anlayışımla bedensel etkinliklerim arasındaki bağlantının gözönüne çıktığı hâlâ söylenemez. Olsa olsa, gözlerimle bakmanın, parmaklarımla dokunmanın sonucunda, 'sert', 'kırmızı' gibi sözcüklerle kastettiğim duyumların bilincimde canlandığı söylenebilir. Diğer taraftan, böyle bir açıklama, bilincimde canlanan duyumlarla, davranışlarım arasında nedensel bir ilişkiye de işaret etmesi bakımından, buradaki analitik sorunu (yani, bir sözü —'kırmızı' gibi— anlamanın ölçütlerinin neler olduğu, hangi ölçütlerin sözcüğün doğru mu yanlış mı, anlamlı mı anlamsız mı uygulandığını ortaya koyduğu...) nedensel bir sorunla (yani sözkonusu duyumların davranışsal, fiziksel, fizyolojik nedenlerine ilişkin bir sorunla) birbirine karıştırma tehlikesini de davet ediyor.
Descartes'ın düşünme ve bilinçle ilgili tasvirlerinden, sözle uygulandığı gerçek arasındaki anlam bağlılığım, kendi yaşantısına/içeriklerine yönelen bilincin, onları düşünme ve kastetme edimlerinde gördüğü söylenebilir. Böylece, "kırmızı', 'sert' gibi sözcüklerle ne kastedildiğini, insanın kendi duyumlarına, bilincinde canlanan görünüşlere dikkatini çevirmekle anlamış olacağını varsaydığını; sözcüklerin kastettikleri nesnelere bağlanmasında, bilincin bu yönelimini temel olarak gördüğünü düşünebiliriz. Bu görüşle bağlantılı olarak, sözcüklerin anlamıyla, doğruluğu —doğru kullanımı— arasındaki ilişki de, iki ayrı olay arasındaki bir ilişki gibi karşımıza çıkıyor. Bu sonucu şöyle dile getirebiliriz: 'Sözcüklerle ne kastedildiğini bilmem /anlamam başka, onları doğru uygulamam başka sorundur; gerçekte ikincisi birincinin sonucudur; birincisi, sözcüğün dildeki kullanımına da kural olmakta, sözcüğün yanlış uygulanmasını önlemektedir: Örneğin, bilincimde canlanan renk duyumunu düşünmekle, bir renk sözcüğüyle ne kastettiğimi biliyorum ve sözcüğü kastedilen renge doğru olarak uygulayabiliyorum.'! Renk sözcüklerinin anlamini öğretirken, rengi göstererek adını öğretmemiz de, sanki bu yorumu destekler bir örnek olarak karşımıza çıkıyor, ve rengi gösteren sözcüğün, rengi görmekle gözümüzün önünde canlanan renk duyumunun adı olduğunu; ya da, gördüğümüz renkle, gözümüzün önünde (görsel alanımda) canlanan renk duyumu arasındaki benzerliği kastettiğini; renk sözcüğünü adı olduğu renge uygulamada, bu benzerliğin sözcüğün doğru kullanımına kural olduğunu düşündürüyor.
Descartes'ın görüşleriyle bağlantılı bu sonuç, ilk bakışta sağduyuya aykırı gibi de görünmüyor. Sağduyuya ters gelen başlıca görüşü, düşüncelerimizle doğrulukları arasındaki olumsal ilişkiyi son sınırına götürüp, bedenin varlığıyla düşüncenin varlığının birbirinden özce ayrı olduğunu düşünmesi; düşünme ve düşüncenin varlığı için bedenin varlığını gerekli görmemesidir. Elbette sağduyuyu rahatsız eden, mantıksal kılığına karşın inanılabilir olmayan bir görüş bu. Diğer taraftan, bilincimizde canlanan duyumlar/görünüşler, bu görünüşlerin bizim için taşıdığı
anlamlar ve bedensel etkinliklerimiz arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışırken yukardaki gibi zorluklarla karşılaşmaktan kurtulamıyoruz. Hem bu zorlukların, hem de Descartes'ın bilinçle bedenin varlığını birbirinden ayırmasının kaynağında, birbirine benzer yanlış anlama ve belirsizliklerin yattığı söylenebilir. Bu belirsizlik ve yanlış anlamalar, düşüncelerimize konu nesne ve durumlarla (gerçeklerle yani) düşüncelerimizi nasıl karşılaştırıyoruz: Bu karşılaştırmanın yöntemi ve ölçütleri nelerdir? sorularına karşılık düşündüklerimizle ilgili. Örneğin 'kırmızı' sözünü kastettiği gerçeklikle nasıl karşılaştırıyoruz? Nesnenin yüzeyini değil de, rengini kastettiğimi ne gösteriyor? Sözcüğün doğru mu, yanlış mı uygulandığım belli eden ölçütler nelerdir? Kolayca görüleceği gibi, sorun dille dünya arasındaki ilişkinin mantığına değgin düşüncelerimizi; bu konuda ne düşündüğümüzü yakından ilgilendiriyor.
Bedenim ortada olmadığı halde, hareketsiz bir konumda dünyaya baktığımı hayal edersem, görsel alanını yardımıyla uzayda yerimi bulmam, sözgelimi aynaya nereden baktığımı, aynaya göre yerimin neresi olduğunu söyleyebilmem olanaksızlaşıyor. Çünkü uzayda, bu gerçekleri bulmanm/göstermenin/kastetmenin yöntemi, tam da uzayda bedenimle hareket edebildiğim gibi hareket edebilmemden geçiyor. Aynada bana görünen yüzün ve gözlerin 'bana ait' olduğunu, 'aynanın önünde' durduğumu söylemenin içinde, elimi yüzümde gözümde gezdirebilmem, elimi yüzümde gözümde gezinirken görmem, bu hareketi yaparken aynaya yansıyan görünüşümü görmem vb. deneylerim; bu deneyler aracılığıyla öğrendiğim bilgiler var. Bu örnek, sözkonusu düşüncelere sahibolmak, onları düşünmek, kastetmekle, belli yeteneklere sahibolmak, belli etkinlikleri gerçekleştirebilmek arasındaki anlam bağlılığını gözönüne koyuyor. Bu gerçeğin altını bir başka örnekle de çiziyor: Duyduğum bir ağrı yardımıyla —örneğin, dikkatimi ağrı üzerinde toplayarak— ağrının yerini, kimde olduğunu —örneğin, dişte, dişin bende olduğunu— söyleyebilir miyim? Ağrıyla birlikte giden bedensel davranışlarımızın, ağrının nerede, kimde olduğunun anlaşılmasında oynadığı mantıksal role; örneğin, 'dişimin ağrısı', 'dişimdeki ağrı' sözlerinin, ağrının yerinin diş olduğunu, dişin bana ya da başkasına ait olduğunu göstermesine mantıksal bir yapı /yöntem oluşuna dikkatimizi çekmek için şu hayali örnekten yararlanıyor:
«...Birinin, diş ağrısı duymasının yanısıra, elini dişinden burnuna götürdüğünü görmesiyle birlikte giden elinde hissettiği dokunma ve hareket duyumlarının, elini bir başkasının yüzünde aynı yerde gezinirken görmesiyle birlikte gittiği bir durumu hayal edebiliriz. Ya da, elini hareket ettirdiği, parmaklarını yüzünde gezdirdiği duygusuna sahip birinin, el hareketiyle ilgili duyumlarının ve görme deneyinin, 'parmaklarının dizi üzerinde gezinmesi' olarak tasvirini gerektiren bir durum düşünebiliriz. Dişimizde bir ağrıyla beraber, ağrıyan dişe ve yüzümüzün ağrıyan yere yakın kısımlarına dokunduğumuzda, dokunmamızı genel olarak karakterize eden hareket ve dokunma duyumlarını alalım. Eğer bu duyumlara, elimin masanın, kenarına dokunduğunu ve masanın kenarında hareket ettiğini görmem eşlik etseydi, bu deneye 'masada diş ağrısı' demek kuşku götürürdü. Fakat diğer taraftan, sözkonusu dokunma ve hareket duyumlarına, elimi bir başkasının yüzüne ve dişine dokunur görmem eşlik etseydi, kuşku yok ki bu deneye 'bir başkasının dişinde diş ağrısı' diyebilirdim.»