WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 6
|
Çocuğa radyodan dinlediği sesler karşısında, içinde adamlar olması gerektiğini ne düşünüdürüyor? Karşılaştırma: Konuşurken veya düşünürken, ya da sözü veya bir problemin çözümünü anladığımız anda zihnimizde bir şeyin olup bittiğini bize ne düşündürüyor? Düşünürken ve konuşurken yaptıklarımızın yanında (ikisi aynı şey değil elbette), yaptıklarımıza eşlik eden bir zihin sürecinin, ya da genel olarak bir sürecin (özünü bir gün bilimsel araştırmaların aydınlatacağını umduğumuz) yer alması gerektiği sonucuna nasıl vardık? Bu sürecin ya da süreçlerin, 'düşünme', 'anlama', 'hatırlama'... olarak tasvir edilmesi gerektiğini düşünmeye neden eğilimliyiz?'
«...Süreçlerden, zihin hallerinden sözediyoruz ve özleri hakkında kararı sonraya bırakıyoruz. Bir gün, belki onlar hakkında daha çok bilgimiz olacak — diye düşünüyoruz.»
Evet, çocuğu, radyodan işittiği sesler üzerine içinde adam aramaya ne yöneltiyor? Diyelim ki, bilmediğimiz bir dili konuşan insanlarla karşılaşıyoruz ve diMerini anlamaya çalışıyoruz. Birbirleriyle konuşurlarken yaptıkları bir hareket dikkatimizi çekiyor, çünkü bu hareket konuşurken bir sözün kullanılışında bizim yaptığımız bir harekete çok benziyor. Bu benzerlikten, hareketi yaparken söyledikleri sözün kendi dilimizdeki anlama geleceğini düşünüyoruz. Dilde biraz daha tanıştıktan, bu sözün söylendiği durumlarda, sözün söylenmesinden önce ve sonra olup bitenleri farkettikten sonra, sözün kendi dilimizdeki anlama gelemeyeceğine karar veriyoruz. (Resmin neye benzediği bir yöne, kullanımı bir başka yöne işaret ediyor.) Ya da, tersi oluyor, aradaki benzerlik sözcüğün kendi dilimizdeki anlamını düşündürüyor ve karşılaştığımız dildeki kullanımı, sözcüğün söylendiği yerde çevresinde olup bitenler bu tahminimizi doğruluyor. (Resmin neye benzediği ve kullanımı aynı yöne işaret ediyor.) Çocuğa gelince, radyodan işittiği seslere gösterdiği tepki ve şaşkınlık, karşılaştığı olayın alışık olduğu bir olaya benzerliğinden kaynaklanıyor; fakat resmin neye benzediği ve kullanımı (radyoyu üreten deneysel ve teknolojik bilgi) farklı yönlere işaret ediyor. İnsanların konuşmalarıyla radyonun ilişkisini anlaması için, bu bilgileri öğrenmesi, bu alandaki deneysel doğrulukları tanıması gerekiyor. Çocuk, insanların konuşmalarıyla radyonun ilişkisini açıklayan resmi, kendi dünyasındaki olaylarla, karşılaştığı olay arasındaki bir benzerlikten kalkarak kuruyor. Sözgelimi, bir oda veya dolap kapısının ardından gelen konuşmalar, odada veya dolabın içinde birilerinin olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan, radyo insanın içine sığamayacağı kadar küçük ve içinden insan sesleri geliyor: şaşkınlık.
Düşünürken geçen zamanı kim yoksayabilir? Fakat geçen zaman zarfında, düşünürken yaptıklarımız dışında geçen, olup biten, veya olup bittiğini varsaydığımız şeyleri düşünme saymanın yanlışlığından sözediyoruz. Düşünmenin ne olduğunu bildiğimiz için, düşünme sırasında geçen zamandan, bu zaman zarfında olup biten başka şeylerden — sözgelimi, düşünürken hissettiklerimizden sözedebiliyoruz. Giderek, düşünme süreci içinde yer alan başka şeyler, düşünmenin başka yönlerini karakterize edebilir. Örneğin, zor bir sorun üzerinde düşünürken duyduğum gerilimi, kolay çözümlediğim sorunlar üzerinde düşünürken duymuyorum. Duyduğum gerilim, yüzüme ve hareketlerime de yansıdığı için, başkaları zorlandığımı farkedebilir; hareketlerimden, yüzümün şeklinden, zor bir sorun üzerinde düşündüğümü ya da düşünürken zorlandığımı söyleyebilir. Diğer taraftan ne duyduğum gerilime, ne de ona eşlik eden hareketlerim ve mimiklerime düşünme denebilir. Onlar düşünmenin bir başka yönünü karakterize ediyor. Böylece, hiç düşünmediğim halde, zor bir sorun üzerinde düşünme taklidi yapabilirim ve başkaları gerçekten düşündüğümü sanabilir. Fakat bu durum, gerçekten düşündüğüm zaman, bu hareketlerime adına genel olarak 'düşünme' dediğim bir zihin sürecinin eşlik ettiği anlamına gelebilir mi? Sorunun yanıtı, 'zihin süreci' deyiminden burada ne anladığımıza bağlı.
«İnsan birdenbire anladığı zaman ne oluyor?»
—Soru kötü bir biçimde konmuş. 'Birdenbire anlama' deyiminin anlamı hakkında bir soru ise, yanıt adı verdiğimiz bir sürece işaret etmeyecek.
— Soru şu anlama gelebi¬lir: Birdenbire anlamanın belirtileri nelerdir; ona eşlik eden psişik karakteristikleri nelerdir?»
Elbette, zor bir sorun üzerinde düşünme taklidi yapmakla, gerçekten düşünmek arasında fark var. Örneğin, gerçekten düşünürken duyduğum gerilimi düşünme taklidi yaparken duymuyorum; onun yerini başka duygular alıyor belki. Düşünme taklidi yaparken yaptığım hareketleri seçmeme, hareketlerimin farkında olmama karşılık, aynı hareketleri düşünürken yaptığımın pek farkında değilim ve onları seçerek gerçekleştirmiyorum. Düşündüğümün farkındayım, başkaları düşünüp düşünmediğime karar veremeyebilir oysa; düşünür gibi yapıyorum, başkaları düşündüğümü sanıyor, oysa düşünmüyorum. Başkaları davranışlarıma bakarak düşünüp düşünmediğime karar veriyor, kendim düşünüp düşünmediğimin ayırdına dolayımstz varıyorum. Düşünme taklidi yaparken seçtiğim davranışlar, başkalarına neden 'düşünme' olarak tasvir edilmesi gereken davranışlar olarak gözüküyor? — Çoğunlukla bu davranışlar onun psikolojik görünüşünü karakterize ettiği için. O halde, düşünme bu davranışlara eşlik eden ve kendimin dolayımsız ayırdma vardığı, başkalarınınsa davranışlarıma bakarak düşündüğümü tahmin ettiği bir zihin süreci midir? Fakat, satranç oynamayı bilmeyen bir kimse, ne kadar süre düşünme numarasıyla karşısındakini düşündüğüne inandırabilir? Başkaları burada hangi ölçütlerle düşündüğüme veya düşünmediğime karar veriyor? Kendim hangi ölçütlere göre düşündüğümü biliyorum!
«Başkasının ne düşündüğünü bilebilirim, kendimin ne düşündüğünü değil. 'Ne düşündüğünü biliyorum' demek doğru, 'Ne düşün¬düğümü biliyorum' demek yanlıştır.»
Nesnelerin adlarıyla nesneler arasındaki anlam ilişkisini (nesnenin adının gösterdiği nesneyi nasıl gösterdiğini) yanlış yorumlamaya bizi yönelten etki, 'düşünme', 'anlama'... sözcüklerinin ifade ettiği gerçekleri olmadıkları yerde aramaya da bizi yöneltiyor. Sözcükleri kullanırken belli kurallara uyuyoruz. Rasyonel yanımız doğal olarak sözcüğü kullanmada izlediğimiz kuralın, kullanımdan önce öğrenilmiş, anlaşılmış olması gerektiğini düşündürüyor (Hatırlama: 'Önce söz vardı '). Örneğin, nesneyi gördüğümüzden, algıladığımızdan, sonra adını koyduğumuzdan sözediyoruz; Adının nesneyi nasıl gösterdiği bize sorun olarak görünmüyor: Nesneyi kastettiğimizden, ona yönletim yaptığımızdan sözediyoruz. Böylece, düşünme ya da onun bir edimi olarak 'kastetme'yi sözcükleri dile katan, söylemi ifade ettiği anlama bağlayan bir edim olarak tasarlıyoruz. Sonunda, sorun bu sözlerden ne anladığımıza gelip dayanıyor. Düşünme dediğimiz sürece dikkatimizi yöneltebilirsek sorumuzun yanıtlanabilecegini düşünüyoruz belki!
«Düşünme' sözünün anlamını açıkça görmek için, düşünürken kendimizi gözlemleriz; gözlemlediğimiz neyse sözümüzün kastettiği odur! — Fakat bu kavram böyle kullanılmaz. (Satranç oynamasını bilmeksizin, oyunun son hamlesini yakından gözlemlemekle 'mat' sözcüğünün anlamım anlamaya çalışmak gibi bir şey olurdu bu.)»
Bir sözü düşünerek, anlamını kastederek söylediğim zaman farkında olduğum duygulan, aynı sözü anlamını düşünmeksizin söylediğim zaman içimde duymuyorum. Birinci durumda bir zihin sürecinin konuşmaya eşlik ettiğini söylersek, 'zihin süreci' deyimiyle burada sözün söylenmesine eşlik eden duyguları kastetmiş oluruz. Diğer taraftan, bu duygularla sözün düşünülerek, anlamı kastedilerek söylenmiş olması arasında bir ilişki olduğunu düşünüyoruz; çünkü, sözü anlamını kastetmeksizin/düşünmeksizin söylersem bu duyguları duymuyorum (ya da, bu duyguları ancak sözün anlamını kastederek söylediğim zaman duyuyorum). Fakat, söylediğim sözün anlamı, onu kastederek/düşünerek söylerken hissettiklerim olabilir mi? Sözü, anlamım kastederek söylediğimi, veya düşündüğümü, neye dayanarak anlamını kastetmeksizin/düşünmeksizin söylememden ayırdediyorum?
Düşünerek söylememe eşlik eden duygularıma dayanarak mı? Sözü anlamını kastederek söylediğim zaman inanarak söylüyorum.
Düşünerek/anlamını kastederek söylememi, anlamını düşünmeksizin söylememden ayırdeden ölçütüm, birinciye eşlik eden inanma duygum olabilir mi? 'Bugün yağmur yağacak.' Anlamını kastederek söylüyorum. Söylediğimi kastettiğimi, içimde duyduğum, 'söylediğine inanma duygusu' biçiminde tasvir edebileceğim bir duyguya dayanarak mı biliyorum? 'Bugün yağmur yağacak.' Bu sözü inanarak da, inanmayarak da söyleyebilirim. İnanarak söylediğim zaman anlamını kastediyorum, inanmayarak söylediğim zaman kastetmiyorum. Birinci halde söze inancım, inanma duygum eşlik ediyor. Ya da, birinci halde sözü söylememe eşlik eden duyguyu, 'söylediğine inanma duygusu' olarak tasvir edebilirim. — Zor bir sorun üzerinde düşünürken hissettiklerimi 'gerginlik duygusu' olarak tasvir ettiğim gibi. 'Bugün yağmur yağacak ', yüksek sesle söylüyorum. Fakat hava pırıl pırıl. Çevremdeki insanların sözüme karşı tepkileri: i) 'Şaka ediyor.' ii) 'Herhalde hava raporunu dinledi.' iii) 'Çatlak mı?' vs. olabilir. Hangi sonucu çıkaracaklarını konuşmanın sonraki aşamaları belirleyecek kuşkusuz. Diğer taraftan, sözü söylediğim/ aklımdan geçirdiğim yerde onu çevreleyen bütün koşullar, sözün kastettiği gerçekliğin varlığına inanmayı gerektirirken, bu söze eşlik eden alışık olduğum duygulan her zamanki yerinde bulmadiğimiz bir durumu da düşünebiliriz. Bu durumda içinde olduğumuz durumu tasvir eden bir söz: 'Sanki söylediğime; karşımda duran gerçekliğe inanmıyormuşum gibi bir duygu var içimde...' olabilir. Düşünmeye, düşünerek söz söylemeye kuşkusuz insan
yaşamının önemli olayları eşlik ediyor; onlardan çıkardığımız önemli sonuçlar var.
«İnsan düşünmeksizin konuşurken, kendisiyle genellikle karşılaşmadığımız, konuşmanın kendisine eşlik eden önemli olaylar var; bu düşünmeksizin konuşmanın özelliğidir. Fakat onlar düşünme değildir.»
Aynanın Yansıtmadığı, ya da Dilin Sınırları
Nesnelerin maddesel yapısının elektrik yüklü çok küçük parçacıklardan oluştuğu fizikten öğrendiğimiz bir gerçek. Bu gerçek kafamda bir dizi düşüncenin uyanmasına yol açıyor, aklıma türlü sorular getiriyor: Masa kültürel bir varlık, maddesel varlığı ise elektronlardan oluşuyor. Elektronlar vızır vızır sürekli hareket halinde olmasına karşılık, üzerinde yazı yazdığım masamda hiçbir hareket görmüyorum. Mikro yapısında hareketli olan şu nesnenin, makro yapısında neden bu kadar hareketsiz olduğunu tam anlamamakla beraber, bu hareketsiz yapının o hareketli yapının eseri olduğunu düşünüyorum. Bunun böyle olduğunu fiziğe güvendiğim için düşünüyorum elbette. Fiziğe olan güvenimse bu bilimin deney ve gözlem bilimi olmasına dayanıyor. Makro düzlemdeki gözlemlerim masanın hareketsiz olduğuna beni inandırırken, mikro fizik onun gerçek yapısının sürekli devinim içinde olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Mikro yapısı son derece devingen şu masanın hareketsizliğine şaşmam, bir bakıma radyonun içinden insan sesleri işiten çocuğun şaşkınlığına benziyor. Fakat burada düştüğüm yanlışlık orada düşülen yanlışlık kadar ortada değil. Elbette, genellikle bize öğretilen bir tutuma burada ayak uydurmak o kadar zor değil. Üstelik bu tutum beni de fizik olaylarını anlamadığımı açığa vuracak bu gibi konuşmalardan alıkordu.
«Çocuklarımıza okuldayken, suyun hidrojen ve oksijen gazlarından, ya da şekerin karbon, hidrojen ve oksijenden ibaret olduğu öğretilir. Bunu anlamayan kimse aptaldır. En önemli sorular gizli kalır.»
Aklıma gelen sorular, fiziksel bir olayın ne olduğunu anlamak istediğim için geliyor; masa gibi kültürel bir nesneyle, elektron gibi fiziksel bir nesne arasında yaptığım karşılaştırmalar, bu yolda düştüğüm yanlışlar onun sonucu. Bu yanlışlara fizik alanında uzman olmadığım için düştüğümü söylemek ne ölçüde doğru bir söz olabilir? Düştüğüm yanlışlığın, fizikte uzman olmamaktan çok, gündelik dilde sözettiğimiz fiziksel nesnelerle, onlara gönderme yapan gündelik dilin anlatım biçimleri arasındaki anlam ilişkisine bakışımızdan kaynaklandığını düşünmek daha doğru bir yaklaşım olurdu. Sorun uzmanlık gerektiriyorsa, fizik uzmanı olmasak da, gündelik fiziksel dilin uzmanıyız hiç olmazsa; fakat sorun uzmanlık değil, felsefece bir çözüm bekliyor ve buradaki çözümün yolu, öyle görünüyor ki, fiziğin sınırlarını doğru çizebilmekten, sözgelimi, fiziği aşan bir sorunun yanıtını, fizikten beklemeye bizi iten yanlışın kaynaklarına inebilmekten geçiyor.
O halde, sorunumuza tekrar dönelim: Bir yandan dünyanın renklerini, nesneleri aydınlatan güneşin ışığını, nesnelerden gözüme yansımasını... öte yandan fiziğin ışığa ve renklere değgin açıklamalarını düşünüyorum. Gördüğüm dünyanın görünüşlerinin, gözümde ve sinir sistemimde bir uyarım olması, bilimsel bir sonuç olarak kendini kabule zorladıkça tuhaf duygulara kapılıyorum: Dünyanın gerçek yapısı renksiz mi? Mikro fiziğin açıklamalarına mı daha uygun bir yapıda? Işık, fiziksel bir sürecin, retina ve sinir sistemindeki uyarımlarından mı ibarettir? Dünyanın gördüğüm ve dokunduğum Özellikleri, gördüklerime ve dokunduklarıma benzemeyen fiziksel bir dünyanın süreçlerinin beynimde tamamlanan son halkaları mıdır? Russell da şöyle diyor:
«Çimenin yeşil, taşların sert, karın beyaz olduğunu düşünüyoruz. Fakat fizik, çimenin yeşilliğinin, taşların sertliğinin ve karın beyazlığının çok farklı bir şey olduğuna bizi ikna ediyor. Gözlemci, kendisinin bir taşı gözlemlediğini düşünürken, fiziğe inanılacaksa, gerçekte taşın kendi üzerindeki etkilerini gözlemliyor.»
Doğrusu, bu görüş de inanılır gibi gelmiyor. Çünkü fiziğe olan güvenim deney ve gözlemlerime olan güvenime dayanıyor; yani elektronların varlığına, onların varlığını deney ve gözlemler doğruladığı için inanıyorum.
Şimdi, Russell'ın yürüttüğü mantıkla onun taş için söylediklerini elektron için de, ya da elektronun varlığını doğruladığını düşündüğümüz gözlemlerimiz, deneylerimiz nelerse onlar için de tekrarlayabiliriz. Taşın rengi ve sertliğiyle ilgili gözlemlerim öznel verilerse, nasıl olur da deney ve gözlem, deney ve gözlem dışı bir dünyayı doğrular? Taşın yapısındaki elektriksel parçacıklar, gözlem dışı varaklar mıdır? Gözleme ve deneye konu olduğunu varsayarsam. Russell'ın taş için söyledikleri onlar için de tekrar edilebilir.
«...Süreçlerden, zihin hallerinden sözediyoruz ve özleri hakkında kararı sonraya bırakıyoruz. Bir gün, belki onlar hakkında daha çok bilgimiz olacak — diye düşünüyoruz.»
Evet, çocuğu, radyodan işittiği sesler üzerine içinde adam aramaya ne yöneltiyor? Diyelim ki, bilmediğimiz bir dili konuşan insanlarla karşılaşıyoruz ve diMerini anlamaya çalışıyoruz. Birbirleriyle konuşurlarken yaptıkları bir hareket dikkatimizi çekiyor, çünkü bu hareket konuşurken bir sözün kullanılışında bizim yaptığımız bir harekete çok benziyor. Bu benzerlikten, hareketi yaparken söyledikleri sözün kendi dilimizdeki anlama geleceğini düşünüyoruz. Dilde biraz daha tanıştıktan, bu sözün söylendiği durumlarda, sözün söylenmesinden önce ve sonra olup bitenleri farkettikten sonra, sözün kendi dilimizdeki anlama gelemeyeceğine karar veriyoruz. (Resmin neye benzediği bir yöne, kullanımı bir başka yöne işaret ediyor.) Ya da, tersi oluyor, aradaki benzerlik sözcüğün kendi dilimizdeki anlamını düşündürüyor ve karşılaştığımız dildeki kullanımı, sözcüğün söylendiği yerde çevresinde olup bitenler bu tahminimizi doğruluyor. (Resmin neye benzediği ve kullanımı aynı yöne işaret ediyor.) Çocuğa gelince, radyodan işittiği seslere gösterdiği tepki ve şaşkınlık, karşılaştığı olayın alışık olduğu bir olaya benzerliğinden kaynaklanıyor; fakat resmin neye benzediği ve kullanımı (radyoyu üreten deneysel ve teknolojik bilgi) farklı yönlere işaret ediyor. İnsanların konuşmalarıyla radyonun ilişkisini anlaması için, bu bilgileri öğrenmesi, bu alandaki deneysel doğrulukları tanıması gerekiyor. Çocuk, insanların konuşmalarıyla radyonun ilişkisini açıklayan resmi, kendi dünyasındaki olaylarla, karşılaştığı olay arasındaki bir benzerlikten kalkarak kuruyor. Sözgelimi, bir oda veya dolap kapısının ardından gelen konuşmalar, odada veya dolabın içinde birilerinin olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan, radyo insanın içine sığamayacağı kadar küçük ve içinden insan sesleri geliyor: şaşkınlık.
Düşünürken geçen zamanı kim yoksayabilir? Fakat geçen zaman zarfında, düşünürken yaptıklarımız dışında geçen, olup biten, veya olup bittiğini varsaydığımız şeyleri düşünme saymanın yanlışlığından sözediyoruz. Düşünmenin ne olduğunu bildiğimiz için, düşünme sırasında geçen zamandan, bu zaman zarfında olup biten başka şeylerden — sözgelimi, düşünürken hissettiklerimizden sözedebiliyoruz. Giderek, düşünme süreci içinde yer alan başka şeyler, düşünmenin başka yönlerini karakterize edebilir. Örneğin, zor bir sorun üzerinde düşünürken duyduğum gerilimi, kolay çözümlediğim sorunlar üzerinde düşünürken duymuyorum. Duyduğum gerilim, yüzüme ve hareketlerime de yansıdığı için, başkaları zorlandığımı farkedebilir; hareketlerimden, yüzümün şeklinden, zor bir sorun üzerinde düşündüğümü ya da düşünürken zorlandığımı söyleyebilir. Diğer taraftan ne duyduğum gerilime, ne de ona eşlik eden hareketlerim ve mimiklerime düşünme denebilir. Onlar düşünmenin bir başka yönünü karakterize ediyor. Böylece, hiç düşünmediğim halde, zor bir sorun üzerinde düşünme taklidi yapabilirim ve başkaları gerçekten düşündüğümü sanabilir. Fakat bu durum, gerçekten düşündüğüm zaman, bu hareketlerime adına genel olarak 'düşünme' dediğim bir zihin sürecinin eşlik ettiği anlamına gelebilir mi? Sorunun yanıtı, 'zihin süreci' deyiminden burada ne anladığımıza bağlı.
«İnsan birdenbire anladığı zaman ne oluyor?»
—Soru kötü bir biçimde konmuş. 'Birdenbire anlama' deyiminin anlamı hakkında bir soru ise, yanıt adı verdiğimiz bir sürece işaret etmeyecek.
— Soru şu anlama gelebi¬lir: Birdenbire anlamanın belirtileri nelerdir; ona eşlik eden psişik karakteristikleri nelerdir?»
Elbette, zor bir sorun üzerinde düşünme taklidi yapmakla, gerçekten düşünmek arasında fark var. Örneğin, gerçekten düşünürken duyduğum gerilimi düşünme taklidi yaparken duymuyorum; onun yerini başka duygular alıyor belki. Düşünme taklidi yaparken yaptığım hareketleri seçmeme, hareketlerimin farkında olmama karşılık, aynı hareketleri düşünürken yaptığımın pek farkında değilim ve onları seçerek gerçekleştirmiyorum. Düşündüğümün farkındayım, başkaları düşünüp düşünmediğime karar veremeyebilir oysa; düşünür gibi yapıyorum, başkaları düşündüğümü sanıyor, oysa düşünmüyorum. Başkaları davranışlarıma bakarak düşünüp düşünmediğime karar veriyor, kendim düşünüp düşünmediğimin ayırdına dolayımstz varıyorum. Düşünme taklidi yaparken seçtiğim davranışlar, başkalarına neden 'düşünme' olarak tasvir edilmesi gereken davranışlar olarak gözüküyor? — Çoğunlukla bu davranışlar onun psikolojik görünüşünü karakterize ettiği için. O halde, düşünme bu davranışlara eşlik eden ve kendimin dolayımsız ayırdma vardığı, başkalarınınsa davranışlarıma bakarak düşündüğümü tahmin ettiği bir zihin süreci midir? Fakat, satranç oynamayı bilmeyen bir kimse, ne kadar süre düşünme numarasıyla karşısındakini düşündüğüne inandırabilir? Başkaları burada hangi ölçütlerle düşündüğüme veya düşünmediğime karar veriyor? Kendim hangi ölçütlere göre düşündüğümü biliyorum!
«Başkasının ne düşündüğünü bilebilirim, kendimin ne düşündüğünü değil. 'Ne düşündüğünü biliyorum' demek doğru, 'Ne düşün¬düğümü biliyorum' demek yanlıştır.»
Nesnelerin adlarıyla nesneler arasındaki anlam ilişkisini (nesnenin adının gösterdiği nesneyi nasıl gösterdiğini) yanlış yorumlamaya bizi yönelten etki, 'düşünme', 'anlama'... sözcüklerinin ifade ettiği gerçekleri olmadıkları yerde aramaya da bizi yöneltiyor. Sözcükleri kullanırken belli kurallara uyuyoruz. Rasyonel yanımız doğal olarak sözcüğü kullanmada izlediğimiz kuralın, kullanımdan önce öğrenilmiş, anlaşılmış olması gerektiğini düşündürüyor (Hatırlama: 'Önce söz vardı '). Örneğin, nesneyi gördüğümüzden, algıladığımızdan, sonra adını koyduğumuzdan sözediyoruz; Adının nesneyi nasıl gösterdiği bize sorun olarak görünmüyor: Nesneyi kastettiğimizden, ona yönletim yaptığımızdan sözediyoruz. Böylece, düşünme ya da onun bir edimi olarak 'kastetme'yi sözcükleri dile katan, söylemi ifade ettiği anlama bağlayan bir edim olarak tasarlıyoruz. Sonunda, sorun bu sözlerden ne anladığımıza gelip dayanıyor. Düşünme dediğimiz sürece dikkatimizi yöneltebilirsek sorumuzun yanıtlanabilecegini düşünüyoruz belki!
«Düşünme' sözünün anlamını açıkça görmek için, düşünürken kendimizi gözlemleriz; gözlemlediğimiz neyse sözümüzün kastettiği odur! — Fakat bu kavram böyle kullanılmaz. (Satranç oynamasını bilmeksizin, oyunun son hamlesini yakından gözlemlemekle 'mat' sözcüğünün anlamım anlamaya çalışmak gibi bir şey olurdu bu.)»
Bir sözü düşünerek, anlamını kastederek söylediğim zaman farkında olduğum duygulan, aynı sözü anlamını düşünmeksizin söylediğim zaman içimde duymuyorum. Birinci durumda bir zihin sürecinin konuşmaya eşlik ettiğini söylersek, 'zihin süreci' deyimiyle burada sözün söylenmesine eşlik eden duyguları kastetmiş oluruz. Diğer taraftan, bu duygularla sözün düşünülerek, anlamı kastedilerek söylenmiş olması arasında bir ilişki olduğunu düşünüyoruz; çünkü, sözü anlamını kastetmeksizin/düşünmeksizin söylersem bu duyguları duymuyorum (ya da, bu duyguları ancak sözün anlamını kastederek söylediğim zaman duyuyorum). Fakat, söylediğim sözün anlamı, onu kastederek/düşünerek söylerken hissettiklerim olabilir mi? Sözü, anlamım kastederek söylediğimi, veya düşündüğümü, neye dayanarak anlamını kastetmeksizin/düşünmeksizin söylememden ayırdediyorum?
Düşünerek söylememe eşlik eden duygularıma dayanarak mı? Sözü anlamını kastederek söylediğim zaman inanarak söylüyorum.
Düşünerek/anlamını kastederek söylememi, anlamını düşünmeksizin söylememden ayırdeden ölçütüm, birinciye eşlik eden inanma duygum olabilir mi? 'Bugün yağmur yağacak.' Anlamını kastederek söylüyorum. Söylediğimi kastettiğimi, içimde duyduğum, 'söylediğine inanma duygusu' biçiminde tasvir edebileceğim bir duyguya dayanarak mı biliyorum? 'Bugün yağmur yağacak.' Bu sözü inanarak da, inanmayarak da söyleyebilirim. İnanarak söylediğim zaman anlamını kastediyorum, inanmayarak söylediğim zaman kastetmiyorum. Birinci halde söze inancım, inanma duygum eşlik ediyor. Ya da, birinci halde sözü söylememe eşlik eden duyguyu, 'söylediğine inanma duygusu' olarak tasvir edebilirim. — Zor bir sorun üzerinde düşünürken hissettiklerimi 'gerginlik duygusu' olarak tasvir ettiğim gibi. 'Bugün yağmur yağacak ', yüksek sesle söylüyorum. Fakat hava pırıl pırıl. Çevremdeki insanların sözüme karşı tepkileri: i) 'Şaka ediyor.' ii) 'Herhalde hava raporunu dinledi.' iii) 'Çatlak mı?' vs. olabilir. Hangi sonucu çıkaracaklarını konuşmanın sonraki aşamaları belirleyecek kuşkusuz. Diğer taraftan, sözü söylediğim/ aklımdan geçirdiğim yerde onu çevreleyen bütün koşullar, sözün kastettiği gerçekliğin varlığına inanmayı gerektirirken, bu söze eşlik eden alışık olduğum duygulan her zamanki yerinde bulmadiğimiz bir durumu da düşünebiliriz. Bu durumda içinde olduğumuz durumu tasvir eden bir söz: 'Sanki söylediğime; karşımda duran gerçekliğe inanmıyormuşum gibi bir duygu var içimde...' olabilir. Düşünmeye, düşünerek söz söylemeye kuşkusuz insan
yaşamının önemli olayları eşlik ediyor; onlardan çıkardığımız önemli sonuçlar var.
«İnsan düşünmeksizin konuşurken, kendisiyle genellikle karşılaşmadığımız, konuşmanın kendisine eşlik eden önemli olaylar var; bu düşünmeksizin konuşmanın özelliğidir. Fakat onlar düşünme değildir.»
Aynanın Yansıtmadığı, ya da Dilin Sınırları
Nesnelerin maddesel yapısının elektrik yüklü çok küçük parçacıklardan oluştuğu fizikten öğrendiğimiz bir gerçek. Bu gerçek kafamda bir dizi düşüncenin uyanmasına yol açıyor, aklıma türlü sorular getiriyor: Masa kültürel bir varlık, maddesel varlığı ise elektronlardan oluşuyor. Elektronlar vızır vızır sürekli hareket halinde olmasına karşılık, üzerinde yazı yazdığım masamda hiçbir hareket görmüyorum. Mikro yapısında hareketli olan şu nesnenin, makro yapısında neden bu kadar hareketsiz olduğunu tam anlamamakla beraber, bu hareketsiz yapının o hareketli yapının eseri olduğunu düşünüyorum. Bunun böyle olduğunu fiziğe güvendiğim için düşünüyorum elbette. Fiziğe olan güvenimse bu bilimin deney ve gözlem bilimi olmasına dayanıyor. Makro düzlemdeki gözlemlerim masanın hareketsiz olduğuna beni inandırırken, mikro fizik onun gerçek yapısının sürekli devinim içinde olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Mikro yapısı son derece devingen şu masanın hareketsizliğine şaşmam, bir bakıma radyonun içinden insan sesleri işiten çocuğun şaşkınlığına benziyor. Fakat burada düştüğüm yanlışlık orada düşülen yanlışlık kadar ortada değil. Elbette, genellikle bize öğretilen bir tutuma burada ayak uydurmak o kadar zor değil. Üstelik bu tutum beni de fizik olaylarını anlamadığımı açığa vuracak bu gibi konuşmalardan alıkordu.
«Çocuklarımıza okuldayken, suyun hidrojen ve oksijen gazlarından, ya da şekerin karbon, hidrojen ve oksijenden ibaret olduğu öğretilir. Bunu anlamayan kimse aptaldır. En önemli sorular gizli kalır.»
Aklıma gelen sorular, fiziksel bir olayın ne olduğunu anlamak istediğim için geliyor; masa gibi kültürel bir nesneyle, elektron gibi fiziksel bir nesne arasında yaptığım karşılaştırmalar, bu yolda düştüğüm yanlışlar onun sonucu. Bu yanlışlara fizik alanında uzman olmadığım için düştüğümü söylemek ne ölçüde doğru bir söz olabilir? Düştüğüm yanlışlığın, fizikte uzman olmamaktan çok, gündelik dilde sözettiğimiz fiziksel nesnelerle, onlara gönderme yapan gündelik dilin anlatım biçimleri arasındaki anlam ilişkisine bakışımızdan kaynaklandığını düşünmek daha doğru bir yaklaşım olurdu. Sorun uzmanlık gerektiriyorsa, fizik uzmanı olmasak da, gündelik fiziksel dilin uzmanıyız hiç olmazsa; fakat sorun uzmanlık değil, felsefece bir çözüm bekliyor ve buradaki çözümün yolu, öyle görünüyor ki, fiziğin sınırlarını doğru çizebilmekten, sözgelimi, fiziği aşan bir sorunun yanıtını, fizikten beklemeye bizi iten yanlışın kaynaklarına inebilmekten geçiyor.
O halde, sorunumuza tekrar dönelim: Bir yandan dünyanın renklerini, nesneleri aydınlatan güneşin ışığını, nesnelerden gözüme yansımasını... öte yandan fiziğin ışığa ve renklere değgin açıklamalarını düşünüyorum. Gördüğüm dünyanın görünüşlerinin, gözümde ve sinir sistemimde bir uyarım olması, bilimsel bir sonuç olarak kendini kabule zorladıkça tuhaf duygulara kapılıyorum: Dünyanın gerçek yapısı renksiz mi? Mikro fiziğin açıklamalarına mı daha uygun bir yapıda? Işık, fiziksel bir sürecin, retina ve sinir sistemindeki uyarımlarından mı ibarettir? Dünyanın gördüğüm ve dokunduğum Özellikleri, gördüklerime ve dokunduklarıma benzemeyen fiziksel bir dünyanın süreçlerinin beynimde tamamlanan son halkaları mıdır? Russell da şöyle diyor:
«Çimenin yeşil, taşların sert, karın beyaz olduğunu düşünüyoruz. Fakat fizik, çimenin yeşilliğinin, taşların sertliğinin ve karın beyazlığının çok farklı bir şey olduğuna bizi ikna ediyor. Gözlemci, kendisinin bir taşı gözlemlediğini düşünürken, fiziğe inanılacaksa, gerçekte taşın kendi üzerindeki etkilerini gözlemliyor.»
Doğrusu, bu görüş de inanılır gibi gelmiyor. Çünkü fiziğe olan güvenim deney ve gözlemlerime olan güvenime dayanıyor; yani elektronların varlığına, onların varlığını deney ve gözlemler doğruladığı için inanıyorum.
Şimdi, Russell'ın yürüttüğü mantıkla onun taş için söylediklerini elektron için de, ya da elektronun varlığını doğruladığını düşündüğümüz gözlemlerimiz, deneylerimiz nelerse onlar için de tekrarlayabiliriz. Taşın rengi ve sertliğiyle ilgili gözlemlerim öznel verilerse, nasıl olur da deney ve gözlem, deney ve gözlem dışı bir dünyayı doğrular? Taşın yapısındaki elektriksel parçacıklar, gözlem dışı varaklar mıdır? Gözleme ve deneye konu olduğunu varsayarsam. Russell'ın taş için söyledikleri onlar için de tekrar edilebilir.