WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 1

ERKÜT SEZGİN

Anlam ve Mantık

Wittgenstein mantıksal doğrulukların, önermelerin deneysel (a posteriori) anlamlarından bağımsız anlaşılır bir form olmadığını; hem önermenin hem de yansıttığı gerçekliğin paylaştığı bir form olduğunu düşünüyordu. Mantıksal önermeleri hiç gözönüne almaksızın, anlamlarını incelemekle önermelerin mantıksal ilişkilerini tanıyabileceğimizi söylüyor:

«Sadece iki önermeden çıkarsamanın özü anlaşılabilir. Çıkarsamanın olabilir tek ölçütü bu önermelerin kendileridir. Frege ve Russell'ın çalışmalarındaki gibi, çıkarsamaların geçerlik ölçütü sayılan 'çıkarsama kanunlarının' anlamı yoktur ve fazlalıktır.»

Bu sözler her türlü 'üst-dü' programına karşı Wittgenstein'in mantık anlayışını yeterince sergiliyor belki. Tractatus'ta,, gerçekliği bir önermeyle dilde gösterirken, düşünmenin uyduğu yansıtma kurallarının dilde önermelerle gösterilemeyeceğini söylüyor:

«Önermeler gerçekliğin tümünü temsil edebilir, fakat temsil etmek için gerçeklikle arasında ortaklaşa olması gerekeni —mantıksal formu— temsil edemez. Mantıksal formu temsil edebilmek için, önermelerle birlikte mantığın dışında bir yere kendimizi yerleştirebilmemiz gerekirdi, yani dünyanın dışına.»

Fakat sonra bu zor işi başarır: Dilin dünyayı yansıtıcında işbaşında olan kuralları: Mantığın, önermelerin deneysel (a posteriori) anlamlarına bağlı yapısını gözönüne koyar. Sözcükleri uygulandıkları yerlere bağlayan kurallar üzerinde bu amaçla duruyor. Örnekler üzerinde düşünerek Wittgensteins'm bu konudaki görüşlerini anlamaya çalışmadan önce, belki 'solipsizm' başlığı altında ne gibi bir sorunun yattığını görmek iyi bir başlangıç olur. Çünkü Wittgenstein'm araştırmalarında solus ipse'nin izolasyonu, daha doğrusu önemli bir anlamda öznenin olmadığının gösterilmesi, dilin dünyayı nasıl yansıttığını göstermesinde önemli bir adım oluşturuyor.

Solipsizm

Solus ipse'nin dünyaya bakışını, Magritte'in İnsanlık Durumu adlı tablosundan güzel ne anlatabilir. Ressam, sıradan bir öyküyü anlatır gibi anlatıyor anlatacağını, hatta insan bütünüyle atlayabilir düşüncesini de, bu sıradan olguyu neden anlatmış diye aklından geçirebilir. Resimde, perdeleri açılmış bir pencerenin birkaç adım gerisinden dışarıyı görüyorsunuz. Aydınlık bir gün var dışarıda. Pencereden görünenler: Parçalı bulutlu gökyüzü, yeşil bir kır ve bir ağaç. Tam böyle de değil. Pencerenin önünde bir tuval var, fakat tuval görüşünüzü kapamıyor. Tuval sanki saydam bir düzlem, sanki pencere camı gibi duruyor; dışarıdaki manzaranın gerçek görünüşünün bütün çizgileri, derinlikleri, tonları tuvalin üzerinde de devam ediyor. Tuvali taşıyan sehpanın ayakları olmasa, insan pencerenin önünde bir tuval olduğunu, görüşünü bir duvar gibi kestiğini farketmeyecek. Evet, tuval görüşünüzü engelliyor ve üzerinde görünen manzara, ardında görünen manzarayla bir karışıyor, bir karışmıyor. Pencereden dışarıyı gördüğünüzü sanarken, sehpanın ayakları, dışarıda görünen manzaradan gözünüze çok daha yakın bir mesafede bir tuval durduğunu size hatırlatıyor. Birden bakışınızın uzandığını sandığınız derinliği arada duran tuvalin sınırladığını hatırlıyorsu¬nuz. Fakat resmin analojisinin imgeleminize oynadığı oyun bundan sonra başlıyor. Bu kez, tuvalin açıkta bıraktığı, pencereden görünen yeşil kırlara, gökyüzüne tuvalin neden olduğu yanılsamaya karşı tetiği gerilmiş dikkatinizle bakmaya meylediyorsunuz. Bir odanın penceresinden dışarıyı seyrettiğini sanarken, birden seyredeni yanıltmak üzere hazırlanmış bir 'pencere ve ardındaki görünüş' resmiyle karşı karşıya olduğunu ayrımsayan insanın, bu kez gerçek bir pencere ve ardındaki görünüşün gerçekliği önünde duyacağı kuruntuya benzer bir kuruntuya kapılıyor dikkatimiz. Belki, gözün dünyaya açılan bir 'pencere' olduğu sanısına kapılan imgelemin içine düştüğü bir kuruntu bu.

İnsanlık Durumu, pencereden görünen gerçek kırla onun tuval üzerindeki görünüşünü üst üste getirerek aradaki benzerliği vurgularken, imgelemimize oynadığı ince bir oyunla gündelik bakışımızın yerine, biz farkında olmadan, 'solus ipse'nin ('epistemolojik özne'nin de diyebiliriz) bakışını geçiriyor. Görünüşle gerçek arasındaki ayrılık, manzaranın gerçek görünüşü, resimdeki görünüşü ve görsel alanımda canlanan imgesi arasındaki benzerliğin önünde geriliyor. Bu benzerlik nedeniyle, gerçeğin algısı ile hayali arasındaki farkı, Berkeley ve Hume gerçeğin algısının hayalinden daha canlı olması biçiminde anîıyorlardı. Uyanık yaşamla, rüya arasındaki ayrımın kesin olmadığını vurgulayan Descartes'm düşünen öznesinin de dünyaya bakışı budur.

Anlamın Anlamı: Resim Kavramının Wittgenstein' Araştırmalarındaki Yeri

Dilin göstergelerini kullanarak dünyayı: nesneleri, olayları gösteriyoruz. Dilin soyut ve somut nesneleri gösterme amacına yönelik hayli gelişmiş yapısı, dil deyince genellikle belli kurallara göre yapılanmış bir göstergeler sistemini akla getiriyor. Gerçekte, bu 'gösterge sistemi' olarak tasarladığımız yapı hakkında kaba bir fikrimiz var. Dili kabaca, gösterme-kastetme amacına hizmet eden bir 'göstergeler sistemi' olarak tasarladığımız için, dünyayı dilin göstergeleri aracılığıyla kastedilen olaylar, süreçler, nesneler topluluğu olarak tasarlamamız zor olmuyor. Bu anlayışımız doğrultusunda, göstergelerin gösterdiği ya da kastettiği nesneleri nasıl gösterdiği bize artık şaşırtıcı gelmiyor: Örneğin, 'bulut', 'yeşil', 'güneş','kitap' vb. sözcüklerin bulutu, yeşili, güneşi kasteden sözcükler olduğunu düşünüyoruz da, bulutun bulutu, yeşilin yeşili nasıl gösterdiğini pek düşünmüyoruz. Ya da, bu sorulara ilişkin yine kaba ve kaypak düşüncelerimizle yetiniyoruz. Öyle görünüyor ki, sözcüklerin kastettikleri nesneleri nasıl gösterdiği sorunu, nesnelerin düşüncelerimizi nasıl temsil ettiği; giderek, 'düşünce-düşünme-anlama nedir?' sorularıyla birlikte araştırılmayı gerektiriyor.

Wittgenstein Tractatus'ta ister göstermek için kullandığımız dil göstergelerinin, ister bu göstergeleri kullanarak gösterdiğimiz soyut ya da somut nesnelerin dil aracılığıyla gösterildiğini-yansıtıldığını; hem 'bu', 'this', 'A', 'kırmızı', 'red', 'masa' gibi dilin göstergelerinin, hem de kırmızı, masa vb. nesnelerin gösterilmesinde dilin kurallarının, insanın dil kurma yeteneğinin rol oynadığını düşünüyor. O halde, dil bu 'gösterme' işine nasıl aracı oluyor? Wittgenstein, sesleri, renkleri, nesneleri, hareketleri, çizgileri dile aracı kıldığımızı; onları düşüncelerimizi temsil eden resimler haline getirdiğimizi; insanoğlunun bu yeteneğe sahip olduğunu düşünüyor. Resimler düşüncelerimizin dış göstergeleri midir? Düşünme, anlama nedir: resmetme, resmi kullanma etkinlikleriyle ilişkileri nelerdir? Bu ve bu sorulara bağlı sorular ayrıca üzerinde durmayı gerektiriyor. Wittgenstein bu soruların üzerine daha sonra eğilecektir. Tractatus'ta, insanın dil kurma yeteneğinden sözederek, renklerle, hareketlerle, nesnelerle, çizgilerle, eklemlenmiş seslerle... düşüncelerimizin dile yansıtılmasında; yani resmin kuruluşunda, düşüncenin hep aynı yansıtma kurallarına göre eklemlendiğini düşünüyor. Seslerin eklemlenip müziğe, müziğin notalarla yazımına, notalardan müziğe çevrilmesine, ya da kullandığımız söylemlerin bir düşünceyi anlatmasından, bu söylemlerin yazıya çevrilmesine kadar dilde anlatımını bulan dünyanın aynı mantıksal düzene ya da 'yansıtma kuralına" göre dilde yansısını bulduğunu söylüyor. Böylece, Wittgenstein resmin kuruluşunda biraraya getirilen (eklemlenen) resmin öğelerinin, dış görünüşlerindeki bütün benzemezliklere karşın, iç yapısında aynı düzene /kurallara göre eklemlendiğini düşünüyor. Bununla beraber, bu iç yapının neye benzediğini, dilin kullandığımız anlatım biçimlerine bakarak söylemenin olanaksız olduğu görüşünde.

" Her şeyden önce, dilin günlük anlatım biçimleri, girmiş olduğu kılıklara, kendi iç biçimini sergilemek üzere değil, insanların çok yönlü ve değişik amaçlarına hizmet için girmiştir. Fakat Wittgenstein, girmiş olduğu kılık ne olursa olsun (yani resim için seçilen malzeme ve konvansiyonlar) önermenin öğelerinin belli kurallara göre biraraya geldiğini/eklemlendiğini düşünüyor. Resmin ya da önermenin kuruluşuna temel olan kuralları 'nesneler ve konfigürasyonları' düşüncesiyle genelliyor.

Dilin anlatım formlarını girmiş oldukları kılıktan sıyırabilseydik, bu formlara kural olan tanımların artık kendileri bir tanımla gösterilemeyecek basit semboller aracılığıyla tanımlandığını; bu sembollerinse, içinde kullanıldıkları önermenin bağlantısı içinde anlaşıldıklarım görecektik." Kendileri artık bir tanımla gösterilemeyen, fakat önermenin bağlantısı içinde anlaşılan sembollerin biraraya geliş düzeni, bize önermenin (düşüncenin) gerçek formunu ve bu form aracılığıyla en temel işlevi: bir anlamı nasıl yansıttığını/temsil ettiğini gösterecekti. Yani, önermenin öğelerinin nesnelerin konfigürasyonunu temsil eder bir biçimde eklemlenmiş / düzenlenmiş olduğunu; önermenin formunun nesnelerin formunu /konfigürasyonunu bir resim gibi gösterdiğini görecektik."

Wittgenstein buna göre, önermenin genel formunun, nesnelerin nasıl olduğunu sergileyen bir yapıda olduğunu; önermenin/resmin öğelerinin resimde yansıtılan /temsil edilen durumla aynı matematiksel çoklukta olduğunu söylüyor.Böylece, Wittgenstein'm dilde gösterilenle, sözle bildirilen arasında yaptığı önemli ayırımla karşılaşıyoruz: Önermenin öğeleri, nesnelerin biraraya geliş düzenine göre kendi aralarında aynı düzeni örnekleyerek, nesnelerin nasıl bir durumda olduklarını, aralarındaki bir ilişkiyi gösteriyor, Wittgenstein, önermenin bu kendi biçimi aracılığıyla gösterdiği/örneklediği şeyin, yani resim aracılığıyla gösterilen düşüncenin, sözlü tanımlarla bildirilemeyeceğini söylüyor. Buna bir örnek de düşünebiliriz belki: 'benzerlik' kavramını düşünelim; 'benzerliği' ya da 'benzer' sözcüğünü öğretmek için, birbirine benzer bulduğumuz biçimleri, renkleri, görünüşleri vs. 'benzer diye gösteririz başlangıçta. Sözcüğü öğretebilmenin ve öğrenebilmenin temel koşulu, karşımızda daha öğrenme devresindeki insanın, 'benzer' bulduğumuz, 'benzer' diye ayırdığımız/seçtiğimiz biçimleri, renkleri, görünüşleri, bizim seçmelerimize uygun veya ona yakın olarak seçebilmesidir. Ayırma ve seçmeleri bizim seçmelerimize, yani insanların bu ortak tepkisine/dışavurumlarına uymayan; yetenekleri bizim yeteneklerimize uyum göstermeyen bir insana 'benzer' dediğimiz görünüşleri ne kadar gösterirsek gösterelim, benzerliği göstermiş olmazdık.

Bu örnekten göründüğü gibi, dilde örneklenen / gösterilenle, sözle bildirilen arasında Wittgenstein'in yaptığı ayrım, aynı zamanda birincinin ikinciye: dilde sözle bildirimde bulunmaya da (örneğin, 'benzer' sözüyle bir düşünceyi anlatmaya) ön koşul olduğuna işaret ediyor. Ayrıca bu örnekten, Wittgenstein'in 'nesnelerin konfigürasyonları' ve 'önerme/resim' düşünceleriyle ne demek istediğini belli bir ölçüde görebiliriz belki: 'Benzerlik' düşüncesini nesneleri yanyana getirerek, benzer bulduğumuz biçimleri, görünüşleri, renk örneklerini... ayırarak, seçerek gösteriyoruz. Yanyana getirdiğimiz, ayırdığımız, seçtiğimiz konumlarıyla 'nesneler' (yani konfigürasyonları) 'benzer' diye ne kastettiğimizi (bir önermeyi yani) gösteriyor (resim).

Dilde bildirilenle dilde gösterilen arasına Wittgenstein'in çektiği ince çizgi, onun mantık hakkındaki temel düşüncesiyle yakından ilgili, giderek bu düşüncesinin bir anlatımı: Dilde tanımlanan mantık kurallannın, bu kuralları göstermek üzere tanımlanan mantıksal sembollerin tanımına yine dilin sembolleri aracı olmaktadır. Tanımlara aracılık eden sembollerin de yine bazı semboller aracılığıyla tanımlandığı düşünülürse, çözümlemenin sonunda, anlamı artık bir tanımla değil, tanımla bildirilmeksizin kullanıldıkları önermeler içinde anlaşılan en basit sem¬bollere varması gerekir' Wittgenstein mantığın özünü, en basit sembollerin içinde kullanıldığı önermelerin yapılanma kuralları içinde aramak gerektiği düşüncesinde. En basit sembollerin (Adlar) içinde yer aldıkları önermelerde, 've', 'veya', 'eğer', 'değil' vs. mantıksal sözcüklere artık yer olmayacağını; doğrudan doğruya en basit sembollerin 'nesnelerin konfigürasyonlarını' resmetmek/örneklemek üzere mantıksal sözcükler olmaksızın birbirine eklemlendiği düzlemde mantık kurallannın da verilmiş olduğunu düşünüyor.

" Gerçekten, önermenin öğelerinin gelişigüzel biraraya gelmiş olmadığım; mantıksal olarak bu eklemlere ayrılmış ve bu eklemli yapı sayesinde bir durumun resmi olduğunu söylüyor. Diğer taraftan, Traetatus'ta, önermenin öğelerinin 'nesnelerin konfigürasyonunu' onunla aynı mantıksal düzeni ya da formu paylaşarak örneklediğini /resmettiğini; bu nedenle, aradaki mantıksal form ortaklığının dayandığı kuralların önermeler aracılığıyla dilde temsil edilemeyeceğini düşünüyor.

Kullandığımız dilin anlatım biçimleri, işlevlerinin bizde yarattığı doğal bir alışkanlıkla temsil ettikleri nesneleri akla getiriyor: 'kırmızı' kırmızıyı, 'masa' masayı, 'güneş' güneşi vs. Bu doğal alışkanlığımıza paralel olarak, sözcükleri akla getirdikleri anlamları kasteden, onları kastetmek /akla getirmek için kullanılan göstergeler dizgesi olarak yorumlamaya hazır doğal bir de eğilim içindeyiz. Oysa, sözcüklerde kastettikleri nesneler arasında tasarlama eğiliminde olduğumuz bu modele benzer bir durumu, sembolün kendisini gözönüne aldığımız zaman (örneğin: 'kırmızı', 'red', 'K'...) tasarlamakta zorluk çekiyoruz. Sembolün kendisini nesne olarak gözönüne alınca, bu kez elimizdeki anlama-adlandırma modelini ona da uygulamak gerekecek ve bu uygulama anlamlı bir sona varmayacak. Rengi algıladığımı, 'kırmızı'nin da bu algımın adı/göstergesi olduğunu; nesnenin onu kasteden sözcüğü (adını), adının nesneyi çağrıştırdığını söylemek, nesnenin sözgelimi bir renk olduğunu nasıl anladığımı, çağrıştırdığı sözcüğün de bir rengin adı olduğunu, renklerden de kırmızının adı olduğunu nasıl bildiğimi açıklamıyor. Soruna Wittgenstein'ın Traetatus'taki görüşü açısından bakacak olursak: Mantıksal bir dilin kuralları ve sembolleri gibi, dilin göstergeleri de, söyleniş, yazılış, okunuş, biraraya geliş kurallarıyla tanımlarla geliştirilmiş dil içinde bir dildir. Bazı sembollerin anlamları üzerinde —ki bunlar en basit sembollerdir (Adlar)— onları tanımlamaksızm kullanımları aracılığıyla anlaşmış olmasaydık, dilin sözlü, yazılı ve diğer anlatım biçimlerini birbiri üstüne kuramazdık.

Wittgenstein en basit sembollerin (Adların) ancak önermenin bağlantısı içinde; yani önermenin öğelerinin 'nesnelerin konfigürasyonunu' örneklediği yerde bir anlamı olduğunu söylüyor; bir bakıma sembolü (Adı) kastettiği nesneye bağlayan kurallarla, önermeyi nesnelerin konfigürasyonlarma bağlayan kuralların aynı kurallar olduğuna işaret ediyor. Böylece, kendileri tammlanmaksızm anlaşılan en basit sembollerin içinde kullanıldığı, bu kullanım aracılığıyla içinde anlam kazandığı temel önermelerin ne olduğu; 'nesnelerin konfigürasyonlarıyla arasındaki iç ilişkiler' sorunun odak noktasını; gerçekten Wifctgenstein'rn sonraki araştırmalarının ağırlık merkezini oluşturmakta. Sonraki araştırmalarında, önermeyi nesnelere bağlayan kuralları gözönüne koymak için, sık sık görsel alanla görsel uzayı, renk imgesiyle renk örneğini karşılaştırır.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP