Eğitimin Hermeneutik Boyutu - 2
|
Bu anlamda hermeneutiğin temel problematiği ya da nesnesi olan anlama kavramı ve/veya edimi, en azından belirli bir bilim alanı için bir yöntem olarak ortaya çıkar. Hermeneutik kavramına ilişkin bu belirlemenin dışında, eğitim kavramıyla ilişkilendirilmesi açısından bizim için daha bir önem taşıyan boyutuna gelince, kavramın anlam temelinin üzerine kurulduğu anlama ve/veya yorumlamanın yaşam kavramı üzerinde temellendirilmesi, belki de eğitim ve hermeneutik kavram ve/veya süreçlerinin kesiştiği alanı oluşturacaktır. Zira anlama, verilen hayat işaretlerinden, bunlarla ilgili olan psişik bütünü kavramadır (Birand, 1960, s. 28), kurmadır. Ya da hermeneutik bir bakıma, “’yaşamın süreğen sabit ifadelerini anlama sanatını’ düzenleyen ve geliştiren bir disiplindir” (Bleicher, 1980, s. 10) de –ya da deyim yerindeyse ‘yaşamın gramerini’ anlama sanatını düzenleyen ve geliştiren bir disiplindir. Dolayısıyla hermeneutiğin, bir bakıma yaşamın, bireyin önüne çıkardığı kuralları, sorunları ya da güçlükleri anlama, yorumlama, anlamlandırma çabası ya da girişimi olduğu da söylenebilir. Kuşkusuz burada, hermeneutiğin aslında nerede iş gördüğünü, nereye odaklandığını belirlemek açısından, yaşam, değişmez, güçlük, sorun, gibi kimi temel kavramları kısmen de olsa aydınlatmak gerekir. Örneğin, bireyin karşısına sorun ya da güçlük çıkaran ve bunlara ilişkin ‘değişmez kuralları’ olan yaşamın neyi imlediğinin belirlenmesi, aslında ne ile, nasıl bir olgu ile karşı karşıya bulunulduğunun bilinmesi açısından gereklidir. Birey açısından, olabilecek en geniş tanımlamasıyla yaşam, doğumundan ölümüne bireyin, biyolojik, psikolojik ve sosyal olarak nitelenen boyutları ve bu boyutlarda tüm yapıp ettiklerinin toplamıdır biçiminde tanımlanabilir. Ya da birey-dışı perspektiften, bireyin, kendi varoluşunu biyolojik, psikolojik ve sosyal bağlamlarda gerçeklendirme süresince, sürecinde kendisini kuşatan, dolayısıyla davranışlarını, tutumlarını ve yönelimlerini belirleyen koşullar toplamı olarak da tanımlanabilir. Ancak burada da, yaşamın biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutlarından ya da bağlamlarından neyin anlaşılması gerektiği sorulabilir.
Kısaca tanımlamak gerekirse, bireyin kendi dışındaki fiziksel çevre ve/veya koşullarla etkileşimi biyolojik boyutu; kendi dışındaki insanlarla (ki burada toplum, kültür, tarih, gelenek gibi kavramlar devrededir) olan etkileşimi sosyal boyutu ve/veya bağlamı oluştururken, bireyin kendisine ilişkin algı ve değerlendirmelerinin de, yaşamın psikolojik boyutunu oluşturduğu ileri sürülebilir.
Kabaca bu biçimde tanımlanabilir olan yaşamın, yine yukarıda sayılan boyutlarında bireyin karşısına ne türde ve hangi biçimde sorunlar, güçlükler çıkarıp ‘değişmezler’ taşıdığı da bu noktada sorulması gereken bir diğer temel soruyu oluşturmaktadır. Bu soruyu da yine yaşamın, sayılan boyutlarına koşut olarak ayrı ayrı irdelemeye ve/veya yanıtlamaya giriştiğimizde, ilgili sorun alanlarını fiziksel/biyolojik; sosyal/kültürel ve tinsel/psikolojik sorun alanları olarak belirleyebiliriz. Yaşamın bu sorun alanlarında veya boyutlarında bireyin karşısına çıkarabileceği güçlüklere gelince, bunlar aynı zamanda, bireyin kendi bireysel yaşamını ve/veya varoluşunu kendi olanak ve sınırlılıkları çerçevesinde sürdürebilmesi için üstesinden gelmek zorunda olduğu sorunları oluşturmaktadır. Birey ancak bu tür sorunların üstesinden gelebildiği, bunları sorun olmaktan çıkarabildiği ölçüde kendi yaşamını ve/veya kendi varoluşunu sürdürebilecektir. Bir başka anlatımla, bireyin kendi yaşamını, varoluşunu sürdürebilmesi, bu tür problemlerle uğraşma ve olabilirse bunları aşmada kullandığı çerçevenin ne kadar kuşatıcı ve derinlikli ya da işlevsel olduğuna/olacağına bağlıdır.
Birey ancak kendi çaba ve çözümleriyle kendi yaşamını ve varoluşunu sürdürebilecektir. Bu da üreteceği ya da yaratacağı çerçevenin ne kadarıyla kendisine, ne kadarıyla da kendi dışındaki koşullara dayalı olduğuna bağlı olacaktır. Bu arada kuşkusuz, kendi dışındaki referans çerçeveleri vasıtasıyla sürdürülen yaşam da diğeri kadar gerçek ve doğal bir yaşamdır. Ancak, bireyin yaşamı kendileştirmesi, yani kendine ait, kendine özgü kılması, yaşamın sorunları karşısında başvurduğu çerçevelerden hangisinin hangi oranda yaşamında/yaşayışında yer tuttuğuna bağlı olacaktır. Dolayısıyla bireyin, yaşamın değişik sorun alanlarıyla uğraşma biçimi, onun yaşamını ve dolayısıyla varoluşunu doğrudan ilgilendiren ve etkileyen bir unsur olarak görülebilir.
Öte yandan birey bu tür sorunlarla hangi biçimde uğraşırsa uğraşsın, bizim tartışmamız açısından daha önemli olanı, bireyin yaşam sürecinde ve/veya süresince değişik türde de olsa sorunlarla karşı karşıya kaldığı ve bu sorunlarla uğraşmak ve hatta baş etmek zorunda olduğudur. Peki birey, hangi türde olursa olsun, sonuçta yaşamın karşısına çıkardığı sorunlarla nasıl uğraşmakta ve onları aşmakta ya da alt edebilmektedir? Sorunlarla uğraşma ve olabilirse aşma, hangi platformda/düzlemde ve hangi biçimde gerçekleşmektedir? Bu düzlem ya da platform, aynı zamanda yaşamın, bireyin karşısına çıkardığı sorunları anlama, anlamlandırma ve yorumlanmasının gerçekleştiği ya da yaşamın zaman ve mekan ayrımı yapmaksızın bireyin önüne koyduğu sorunları/değişmez-kuralları anlama/yorumlama sanatının gerçekleştiği ve
yetkinleştirildiği alandır da. Bir başka anlatımla bu düzey ya da platform, bireyin, yaşama ilişkin karşısına çıkan sorunlarla ilk yüzleştiği ve dolayısıyla, anlama ve yorumlamanın başladığı düzey ya da düzlemdir de. Böylece bireyin bu düzlemde/ düzeyde sorunu algılayış düzeyi/biçimi, aynı zamanda onunla uğraşma biçimi ya da düzeyinde de belirleyici olacaktır. Dolayısıyla yaşamın sorunlarıyla zihin düzeyindeki ilk karşılaşma, bireyin yaşam ve/veya kendi yaşamına ilişkin tutumunun da, deyim yerindeyse bir işaretini oluşturacaktır, oluşturmaktadır. Bu anlamda bireyin yaşama ilişkin tutumu, yaşamın bir parçası olan eğitim ve eğitimin temel öğelerinden olan bilgi ve öğrenmeye ilişkin tutumunun da bir göstergesini oluşturacaktır.
Birey neyi, niçin ve nasıl öğrenmekte ve dolayısıyla eğitim sorununu nasıl algılamakta ve anlamlandırmaktadır? Bir başka anlatımla, bireye kimi bilgileri öğretme yoluyla birey aslında nasıl eğitilmektedir? Bireyin bilgi yoluyla eğitimi hangi düzlemde ve hangi biçimde başlamakta ve giderek gerçekleşmektedir?
Ancak burada öğrenmenin temelde hermeneutik bir süreç olmasından yeni bir sorun ortaya çıkmaktadır ki, o da, eğer öğrenme hermeneutik bir süreç ise, birey öğrenirken, ne kadar öğretileni, ne kadar da kendisine ait olanı öğrenmektedir? Öğretim tekniklerinin, göreli başarısızlıklarından sonra kılık değiştirmesi, bireyin kendisine ait olanının ötesindekini öğrenmeye karşı direnci midir? Yani, öğrenmenin temelde hermeneutik bir süreç olmasından dolayı mı, öğretim teknikleri toplam bir başarı elde edememektedir? Ya da öğretim tekniklerinin göreli başarı ya da başarısızlıklarının, öğrenmenin bireye rağmen gerçekleştirilebilirliği ile bir ilgisi var mıdır, olabilir mi? Dolayısıyla, bilginin öğretimi/öğrenimi yoluyla eğitim sürecinin hermeneutik kavramı çerçevesinde temellendirilmesi gerekmektedir.
Hermeneutik ve Öğrenme
Bu bağlamda örneğin, “et ile tırnak” örneği, eğitimin ayrılmaz bir parçası olan öğretim/öğrenim kavramı ve/veya süreci, eğitimden beklentilerin gerçekleşmesinde nasıl bir yer tutmakta ya da nasıl bir rol oynamaktadır? Eğit(il)mek, öğretmek ve/veya öğrenmek demek midir? Eğer öyleyse, eğitmek neyi öğretmek, dolayısıyla eğitilmek neyi ve nasıl öğrenmektir? Sanıyorum bu soruya kısaca ve olabilecek en genel tanımıyla, ilgili davranışın temelini oluşturan gerekli bilgiyi öğretmek ve/veya öğrenmek olarak yanıt verilebilir. O zaman da şu soru ortaya çıkmaktadır ki, herhangi bir davranışın temelini oluşturacak, onu meşrulaştıracak bir bilginin kaynağı nedir, ne olabilir? Ayrıca bu bilgi hangi süreçlerle öğretilir ve öğrenilir? Buna kim karar nasıl vermektedir? Kısacası, öğretmek ve/veya öğrenmek nasıl bir süreçtir ki, böylece birey eğitilmiş olsun, ve dahasında eğitimden beklenenleri kendi kişiliğinde gerçekleştirmiş ya da sergiliyor olsun? Başka biçimde sorulduğunda, öğrenmenin doğası aslında nedir, nasıldır? Birey neyi öğrenir, niçin ve nasıl (herhangi bir bilgiyi daha kolay/iyi) öğrenir?
Bunun için öncelikle, öğrenen kişi neyi-nerede-niçin-nasıl öğrenir sorularını yanıtlamamız gerekir. Öğrenmede söz konusu olan bilgi midir yoksa bir davranış ve/veya bir tutum mudur? Örneğin bir yüksekokul öğrencisi, felsefe tarihinden herhangi bir filozofun herhangi bir felsefe problemine ilişkin görüş ve/veya tutumunu öğrenirken/öğrenmekle, söz konusu öğrenme edimi sürecinde neler nasıl olup biter, olup bitmektedir? Örneğin burada, öğrenme ve eğitim kavramları ayrımı yoluyla belirli bir bilgi bütününün öğrenimi/öğretimi yoluyla bilgiye paralel davranışın/tutumun eğitiminden söz edilebilir. Eğer böyle bir paralellikten söz edilebilirse, o zaman bu paralellik, bilgi türü/biçimi/düzeyi ile tutum ve/veya davranış biçimi arasında bir ilişkinin ya da bir paralelliğin varlığını da çağrıştırır. Bu ise, yaşamın hangi sorun alanında olursa olsun, herhangi bir davranışın ve/veya tutumun bilgisel bir dayanağı/temeli olması gerekir, vardır demektir. Bu durumda eğer her davranışın/tutumun bilgisel bir dayanağı var ise, o zaman bireyler (öğrenenler), eğitim süreci sonunda ya kendi kişisel/öznel hedefleri olan tutumların gerektirdiği bilgileri öğrenmeyi isteyecekler/seçecekler (kendini geliştirme/gerçekleştirme), ya da kendilerine rağmen onlara öğretilen bilgilerin gerektirdiği davranış ve/veya tutumları kazanacaklardır (formasyon kazanma) –kendileri bunun ayırdında olmasalar bile. (Neyi öğrenmek istiyorum, neyi öğrenmem gerekiyor ve bana öğretilenler nelerdir?)
Öte yandan öğrenmenin temel hedefi, herhangi bir bilgiler kümesi midir, yoksa bu bilgiler üzerinden, o bilgilerin ontolojik karşılığı olan gerçeklik durumunu tanıyıp kavrama mıdır sorusuna ilişkin, bilginin, gerçeklik durumun kavranmasında bir araç/fırsat olduğu kabulü de göz önünde bulundurulursa, gerekli bilgiyi öğrenme ediminin nerede, niçin ve nasıl gerçekleştiği sorusu farklı bir bağlama, epistemolojik bağlamdan ontolojik bağlama aktarılmış olacaktır. Bir başka anlatımla, bilgi kavramı ve dolayısıyla bilme edimi, bilgiye ilişkin (epistemolojik) olduğu kadar bilginin nesnesine ilişkin (ontolojik) bir nitelik ve/veya temel de kazanmış olacaktır. Zira öğrenmenin, deyim yerindeyse bir ön-adımı ve/veya ön-koşulu olan anlama edimi, karşılaşılan
ve/veya yönelinen olgu, sorun ya da nesnenin, zaten mevcut olanlarla benzeştirilmesi ya da anlamayı ve/veya öğrenmeyi gerçekleştiren zihnin, kendi dışındaki gerçeklik ile karşı karşıya olması da demektir. Ya da, zihnin anlama ya da öğrenmeyi, pratik yaşam bütünlüğü ile etkileşim halindeyken gerçekleştirmesi/gerçeklendirmesi demektir. Dolayısıyla, Özlem’in adlandırışıyla “yaşantı”nın, kendiliğindenliğe sahip olması ve dolayısıyla “yaşamanın kendisi”nin, tüm bilme ediminin kendisinden çıktığı ve tüm bilginin temelinde yatan şey olması (Özlem, I, 1994, s. 58) anlaşılır bir belirleme olacaktır. Ya da, “anlamaya ilişkin kabuller, eğitim yaklaşımı ve uygulamalarını etkilemekle kalmayıp, biçimlendirecektir de” (Kerdeman, 1998, s. 243). Bu, şu anlama gelir ki, eğitim politika ve uygulamaları belirli bir bilgi (epistemoloji) ve nesne (ontoloji) anlayışına dayanmak durumundadır. O anlayışlar da, eğitim yaklaşımlarının toplam başarısından bireysel eğitim ve/veya öğrenme performanslarına dek tüm bir eğitim sürecini tanımlayan /biçimlendiren bir temel oluşturacaktır. Bu nedenle, bir eğitim sistemini ve onu temellendiren eğitim anlayışını değerlendirirken, öncelikle onu, bilgi, öğrenme ve anlama gibi temel epistemolojik kavramlar açısından değerlendirme gereği ortaya çıkacaktır.
Kısaca tanımlamak gerekirse, bireyin kendi dışındaki fiziksel çevre ve/veya koşullarla etkileşimi biyolojik boyutu; kendi dışındaki insanlarla (ki burada toplum, kültür, tarih, gelenek gibi kavramlar devrededir) olan etkileşimi sosyal boyutu ve/veya bağlamı oluştururken, bireyin kendisine ilişkin algı ve değerlendirmelerinin de, yaşamın psikolojik boyutunu oluşturduğu ileri sürülebilir.
Kabaca bu biçimde tanımlanabilir olan yaşamın, yine yukarıda sayılan boyutlarında bireyin karşısına ne türde ve hangi biçimde sorunlar, güçlükler çıkarıp ‘değişmezler’ taşıdığı da bu noktada sorulması gereken bir diğer temel soruyu oluşturmaktadır. Bu soruyu da yine yaşamın, sayılan boyutlarına koşut olarak ayrı ayrı irdelemeye ve/veya yanıtlamaya giriştiğimizde, ilgili sorun alanlarını fiziksel/biyolojik; sosyal/kültürel ve tinsel/psikolojik sorun alanları olarak belirleyebiliriz. Yaşamın bu sorun alanlarında veya boyutlarında bireyin karşısına çıkarabileceği güçlüklere gelince, bunlar aynı zamanda, bireyin kendi bireysel yaşamını ve/veya varoluşunu kendi olanak ve sınırlılıkları çerçevesinde sürdürebilmesi için üstesinden gelmek zorunda olduğu sorunları oluşturmaktadır. Birey ancak bu tür sorunların üstesinden gelebildiği, bunları sorun olmaktan çıkarabildiği ölçüde kendi yaşamını ve/veya kendi varoluşunu sürdürebilecektir. Bir başka anlatımla, bireyin kendi yaşamını, varoluşunu sürdürebilmesi, bu tür problemlerle uğraşma ve olabilirse bunları aşmada kullandığı çerçevenin ne kadar kuşatıcı ve derinlikli ya da işlevsel olduğuna/olacağına bağlıdır.
Birey ancak kendi çaba ve çözümleriyle kendi yaşamını ve varoluşunu sürdürebilecektir. Bu da üreteceği ya da yaratacağı çerçevenin ne kadarıyla kendisine, ne kadarıyla da kendi dışındaki koşullara dayalı olduğuna bağlı olacaktır. Bu arada kuşkusuz, kendi dışındaki referans çerçeveleri vasıtasıyla sürdürülen yaşam da diğeri kadar gerçek ve doğal bir yaşamdır. Ancak, bireyin yaşamı kendileştirmesi, yani kendine ait, kendine özgü kılması, yaşamın sorunları karşısında başvurduğu çerçevelerden hangisinin hangi oranda yaşamında/yaşayışında yer tuttuğuna bağlı olacaktır. Dolayısıyla bireyin, yaşamın değişik sorun alanlarıyla uğraşma biçimi, onun yaşamını ve dolayısıyla varoluşunu doğrudan ilgilendiren ve etkileyen bir unsur olarak görülebilir.
Öte yandan birey bu tür sorunlarla hangi biçimde uğraşırsa uğraşsın, bizim tartışmamız açısından daha önemli olanı, bireyin yaşam sürecinde ve/veya süresince değişik türde de olsa sorunlarla karşı karşıya kaldığı ve bu sorunlarla uğraşmak ve hatta baş etmek zorunda olduğudur. Peki birey, hangi türde olursa olsun, sonuçta yaşamın karşısına çıkardığı sorunlarla nasıl uğraşmakta ve onları aşmakta ya da alt edebilmektedir? Sorunlarla uğraşma ve olabilirse aşma, hangi platformda/düzlemde ve hangi biçimde gerçekleşmektedir? Bu düzlem ya da platform, aynı zamanda yaşamın, bireyin karşısına çıkardığı sorunları anlama, anlamlandırma ve yorumlanmasının gerçekleştiği ya da yaşamın zaman ve mekan ayrımı yapmaksızın bireyin önüne koyduğu sorunları/değişmez-kuralları anlama/yorumlama sanatının gerçekleştiği ve
yetkinleştirildiği alandır da. Bir başka anlatımla bu düzey ya da platform, bireyin, yaşama ilişkin karşısına çıkan sorunlarla ilk yüzleştiği ve dolayısıyla, anlama ve yorumlamanın başladığı düzey ya da düzlemdir de. Böylece bireyin bu düzlemde/ düzeyde sorunu algılayış düzeyi/biçimi, aynı zamanda onunla uğraşma biçimi ya da düzeyinde de belirleyici olacaktır. Dolayısıyla yaşamın sorunlarıyla zihin düzeyindeki ilk karşılaşma, bireyin yaşam ve/veya kendi yaşamına ilişkin tutumunun da, deyim yerindeyse bir işaretini oluşturacaktır, oluşturmaktadır. Bu anlamda bireyin yaşama ilişkin tutumu, yaşamın bir parçası olan eğitim ve eğitimin temel öğelerinden olan bilgi ve öğrenmeye ilişkin tutumunun da bir göstergesini oluşturacaktır.
Birey neyi, niçin ve nasıl öğrenmekte ve dolayısıyla eğitim sorununu nasıl algılamakta ve anlamlandırmaktadır? Bir başka anlatımla, bireye kimi bilgileri öğretme yoluyla birey aslında nasıl eğitilmektedir? Bireyin bilgi yoluyla eğitimi hangi düzlemde ve hangi biçimde başlamakta ve giderek gerçekleşmektedir?
Ancak burada öğrenmenin temelde hermeneutik bir süreç olmasından yeni bir sorun ortaya çıkmaktadır ki, o da, eğer öğrenme hermeneutik bir süreç ise, birey öğrenirken, ne kadar öğretileni, ne kadar da kendisine ait olanı öğrenmektedir? Öğretim tekniklerinin, göreli başarısızlıklarından sonra kılık değiştirmesi, bireyin kendisine ait olanının ötesindekini öğrenmeye karşı direnci midir? Yani, öğrenmenin temelde hermeneutik bir süreç olmasından dolayı mı, öğretim teknikleri toplam bir başarı elde edememektedir? Ya da öğretim tekniklerinin göreli başarı ya da başarısızlıklarının, öğrenmenin bireye rağmen gerçekleştirilebilirliği ile bir ilgisi var mıdır, olabilir mi? Dolayısıyla, bilginin öğretimi/öğrenimi yoluyla eğitim sürecinin hermeneutik kavramı çerçevesinde temellendirilmesi gerekmektedir.
Hermeneutik ve Öğrenme
Bu bağlamda örneğin, “et ile tırnak” örneği, eğitimin ayrılmaz bir parçası olan öğretim/öğrenim kavramı ve/veya süreci, eğitimden beklentilerin gerçekleşmesinde nasıl bir yer tutmakta ya da nasıl bir rol oynamaktadır? Eğit(il)mek, öğretmek ve/veya öğrenmek demek midir? Eğer öyleyse, eğitmek neyi öğretmek, dolayısıyla eğitilmek neyi ve nasıl öğrenmektir? Sanıyorum bu soruya kısaca ve olabilecek en genel tanımıyla, ilgili davranışın temelini oluşturan gerekli bilgiyi öğretmek ve/veya öğrenmek olarak yanıt verilebilir. O zaman da şu soru ortaya çıkmaktadır ki, herhangi bir davranışın temelini oluşturacak, onu meşrulaştıracak bir bilginin kaynağı nedir, ne olabilir? Ayrıca bu bilgi hangi süreçlerle öğretilir ve öğrenilir? Buna kim karar nasıl vermektedir? Kısacası, öğretmek ve/veya öğrenmek nasıl bir süreçtir ki, böylece birey eğitilmiş olsun, ve dahasında eğitimden beklenenleri kendi kişiliğinde gerçekleştirmiş ya da sergiliyor olsun? Başka biçimde sorulduğunda, öğrenmenin doğası aslında nedir, nasıldır? Birey neyi öğrenir, niçin ve nasıl (herhangi bir bilgiyi daha kolay/iyi) öğrenir?
Bunun için öncelikle, öğrenen kişi neyi-nerede-niçin-nasıl öğrenir sorularını yanıtlamamız gerekir. Öğrenmede söz konusu olan bilgi midir yoksa bir davranış ve/veya bir tutum mudur? Örneğin bir yüksekokul öğrencisi, felsefe tarihinden herhangi bir filozofun herhangi bir felsefe problemine ilişkin görüş ve/veya tutumunu öğrenirken/öğrenmekle, söz konusu öğrenme edimi sürecinde neler nasıl olup biter, olup bitmektedir? Örneğin burada, öğrenme ve eğitim kavramları ayrımı yoluyla belirli bir bilgi bütününün öğrenimi/öğretimi yoluyla bilgiye paralel davranışın/tutumun eğitiminden söz edilebilir. Eğer böyle bir paralellikten söz edilebilirse, o zaman bu paralellik, bilgi türü/biçimi/düzeyi ile tutum ve/veya davranış biçimi arasında bir ilişkinin ya da bir paralelliğin varlığını da çağrıştırır. Bu ise, yaşamın hangi sorun alanında olursa olsun, herhangi bir davranışın ve/veya tutumun bilgisel bir dayanağı/temeli olması gerekir, vardır demektir. Bu durumda eğer her davranışın/tutumun bilgisel bir dayanağı var ise, o zaman bireyler (öğrenenler), eğitim süreci sonunda ya kendi kişisel/öznel hedefleri olan tutumların gerektirdiği bilgileri öğrenmeyi isteyecekler/seçecekler (kendini geliştirme/gerçekleştirme), ya da kendilerine rağmen onlara öğretilen bilgilerin gerektirdiği davranış ve/veya tutumları kazanacaklardır (formasyon kazanma) –kendileri bunun ayırdında olmasalar bile. (Neyi öğrenmek istiyorum, neyi öğrenmem gerekiyor ve bana öğretilenler nelerdir?)
Öte yandan öğrenmenin temel hedefi, herhangi bir bilgiler kümesi midir, yoksa bu bilgiler üzerinden, o bilgilerin ontolojik karşılığı olan gerçeklik durumunu tanıyıp kavrama mıdır sorusuna ilişkin, bilginin, gerçeklik durumun kavranmasında bir araç/fırsat olduğu kabulü de göz önünde bulundurulursa, gerekli bilgiyi öğrenme ediminin nerede, niçin ve nasıl gerçekleştiği sorusu farklı bir bağlama, epistemolojik bağlamdan ontolojik bağlama aktarılmış olacaktır. Bir başka anlatımla, bilgi kavramı ve dolayısıyla bilme edimi, bilgiye ilişkin (epistemolojik) olduğu kadar bilginin nesnesine ilişkin (ontolojik) bir nitelik ve/veya temel de kazanmış olacaktır. Zira öğrenmenin, deyim yerindeyse bir ön-adımı ve/veya ön-koşulu olan anlama edimi, karşılaşılan
ve/veya yönelinen olgu, sorun ya da nesnenin, zaten mevcut olanlarla benzeştirilmesi ya da anlamayı ve/veya öğrenmeyi gerçekleştiren zihnin, kendi dışındaki gerçeklik ile karşı karşıya olması da demektir. Ya da, zihnin anlama ya da öğrenmeyi, pratik yaşam bütünlüğü ile etkileşim halindeyken gerçekleştirmesi/gerçeklendirmesi demektir. Dolayısıyla, Özlem’in adlandırışıyla “yaşantı”nın, kendiliğindenliğe sahip olması ve dolayısıyla “yaşamanın kendisi”nin, tüm bilme ediminin kendisinden çıktığı ve tüm bilginin temelinde yatan şey olması (Özlem, I, 1994, s. 58) anlaşılır bir belirleme olacaktır. Ya da, “anlamaya ilişkin kabuller, eğitim yaklaşımı ve uygulamalarını etkilemekle kalmayıp, biçimlendirecektir de” (Kerdeman, 1998, s. 243). Bu, şu anlama gelir ki, eğitim politika ve uygulamaları belirli bir bilgi (epistemoloji) ve nesne (ontoloji) anlayışına dayanmak durumundadır. O anlayışlar da, eğitim yaklaşımlarının toplam başarısından bireysel eğitim ve/veya öğrenme performanslarına dek tüm bir eğitim sürecini tanımlayan /biçimlendiren bir temel oluşturacaktır. Bu nedenle, bir eğitim sistemini ve onu temellendiren eğitim anlayışını değerlendirirken, öncelikle onu, bilgi, öğrenme ve anlama gibi temel epistemolojik kavramlar açısından değerlendirme gereği ortaya çıkacaktır.