BİLGİ VE BİLİMDE OLGUCULUK - TARİHSELCÎLİK TARTIŞMASI ÜZERİNE - 5

İşte, Comte'un olgucu ülkücülüğü ve tüm toplumsal disiplinler için temel bilim olarak konumladığı «sosyoloji»si, geçen yüzyılın son çeyreğinde Almanya'da bu düşünce geleneğiyle karşılaşmıştır. Öyle ki, Comte sosyolojisine yöneltilen eleştiriler sonradan tarihselci bilgi ve bilim görüşünün kaynağı olmuştur. Ancak, sözü edilen karşılaşmadan önce de, Almanya'da bir yandan Helmholtz, Lange, Cohen gibi Yeni-Kantçılarm, öbür yandan kökleri Hamann, Herder ve Ranke'ye dayanan Alman Tarih Okulu yandaşlarının başlattıkları bir doğabilim eleştirisi akımı zaten vardı. Comte'un «sosyoloji»si ile bu kez, eleştiri, doğabilimi örnek alan bir «sosyolojbmin olabilirliği ve hatta niteliği (mahiyeti) üzerinde bir eleştiriye dönüşmüş ve Alman felsefesinde bu yüzyılın ilk onyıllarına kadar sosyolojik bilgi eleştirisi adıyla anılan bir dönem ortaya çıkmıştır.

Bu dönemi büyük ölçüde W. Düthey'in yaşam ve tarih felsefesi ve bu felsefenin ışığında Comte'un «sosyoloji»sine getirdiği eleştiriler karakterize eder. Dilthey da, Yeni-Kantçılar ve Alman Tarih Okulu yandaşları gibi, önce doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımından hareket eder. Ona göre, bu iki gerçeklik alanı, konu ve yöntem bakımından birbirlerinden farklı iki bilim grubunca araştırılabilir: 1. Doğabilimleri, 2. tinsel bilimler. Doğabilimleri, doğal olguları inceler ve bu olgular, arasındaki ilişkileri azlık-çokluk (nicelik) yönünden açıklar (erklaeren), bu olgular arasındaki «değişmez» ilişkileri saptamaya çalışır ve saptadığı bu ilişkilere yasa adını verir. Doğabilimlerinin yöntemleri açıklayıcıdır. Açıklama ise nedenselliği gerektirir. Nedensel ve nicel bir açıklama peşindeki doğabiiimleri için en uygun açıklama biçimi ise matematiksel açıklamadır. Dilthey'm doğabilimlerini bu tarz konumlayışı, aslında olgucu bir konumlamadır. Ama «tinsel bilimler» söz konusu olduğunda konumlama değişir. Dilthey'a göre «tinsel bilimler» ancak öznel (sübjektiv) olarak bir anlama (verstehen) konusu olabilen değerleri, normları, ideleri ve bunların antamlarmı, kısacası tinsei gerçekliği ele almak durumundadırlar. Bu gerçeklik ise nicel değil nitel bir gerçekliktir. Tinsel gerçekliği oluşturan ideler, normlar, değerler, herşeyden önce yaşanırlar (erleben). Bunlar tarihsel birikim olarak «insan yaşamı»nı yönlendiren, hatta biçimleyen şeylerdirler. Bu yüzden de, bunlar empirik bir algılamanın değil, öznel (sübjektiv) bir anlamanın konusu olabilirler. Tinsel gerçekliği anlamak isteyen araştırmacı için ise, başvurabileceği en önemli kaynak yazılı yapıtlardır. Yazılı yapıtların «yorumu bu yapıtların yaratıcılarını ilkin tarihsel kişilikler olarak kavrar, giderek onları yaşadıkları tarihsel dönemin birer temsilcisi olarak görür, son aşamada aydınlatılması gereken ise tarihsel-olandır, tarîhselliktir.»

Dilthey'da yaşam, biyolojik yaşam (natürliches Leben) değil, tinsel yaşam (geistiges Leben)dır; tinsel gerçeklik alanı olarak tarih'tir. Tarih ise, doğabilimlerinin empirik yöntemleriyle bir gözlem konusu, bir açıklama nesnesi haline getirilemez; onu anlamak gerekir. Bu bakımdan Dilthey, bir bilim olarak «sosyoloji»ye karşı değilse de, Comte'un «sosyoloji»sine karşı olduğunu belirtir. Doğabilimsel yöntemlerle tinsel gerçekliğe yönelmek yanlıştır. Doğabilimleri olgu üzerinde kurulur, tinsel bilimlerin yöneldiği şey ise anlamdır. İnsanın toplum içindeki etkinliğini dış koşullar kadar «değerler» de belirler. Birer empirik olgu olmayan «değerler» hesaba katılmadan insan eylemleri anlaşılamaz, toplum kavranamaz. İnsanlar, başka insanları ve toplumsal kurumlan olduğu kadar, hatta doğayı bile bu «değerlersin süzgecinden geçen yönleriyle tanırlar. Örneğin Newton, evrende bir «uyum» olduğunu söylerken kendi dinsel inançlarını da bu arada yansıtmış oluyordu ve bizler bir kaç yüzyıl süresince evreni Newton'un uyumcu mekaniği açısından algıladık. Ne var ki, doğanın bile belli bir tinsel birikim sözgecinden geçtikten sonra algılanması, tinsel bilimler açısından şu güçlüğü ortaya çıkarır: Tinsel bilimler bir yandan tarihsel-tinsel gerçekliği yaratanların, her dönemde bu gerçekliği hangi değerlere göre oluşturduklarını anlamaya çalışırlar; öbür yandan, tinsel bilimci araştırmasına başlarken, araştırmasına kendi değerleri yön ve biçim verir. Bu nedenle, tinsel bilimlerde görecilikten, seçicilikten, araştırmacının özel ilgilerine bağlı bir ayıklamadan, kısacası yanlı algılama denen şeyden sonuna kadar kaçınmak olanaksızdır.

Böylece Dilthey, bilgi ve bilimi zamana (tarih) bağlı olmayan bir boyut içinde görmeye çalışan bilgi kuramcılığını (epistemolojizm) tek yanlılık ve kısırlık içinde bulur. Bu, bilginin ve bilimin bilgi-kuramsal bir özerkliği olduğu hakkındaki her türlü görüşün (bu arada çeşitli olguculukların) tek boyutlu olduğunu belirtmektedir. Dilthey için bilginin temeli bilgi-kuramsal değil tarihseldir. Bilgi, her tarihsel dönem ya da süreçte, o tarihsel dönem ya da sürecin yaftasını oluşturan tinselliğin yani tarihin de bir ürünüdür. Birey, kendini ve evreni bağımsız ve özerk olarak asla tam tamına (adéquat) kavrayamaz; çünkü o tarih tarafından belirlenmiş ve «tutuklanmıştır». Onun algıları, naiv empirizmin umduğu gibi salt ve aracısız değildir; Çünkü, algılayan özne (süje), önce tarihsel bireydir. Locke'un tabula rasa'sı, tarihin başladığı andan beri hiçbir zaman olmamıştır. İnsan, hem kendini (ve toplumu) hem de evreni tarihsel belirlenimi altında, bir tarihsel gözlükle algılar. Bu nedenle, bilgiye giden yol, doğabilimlerinin naiv empirizmine bağlı açıklayıcı yöntemlerden önce, tarihe yönelen anlayıcı bir yöntem olabilir. Böyle bir yöntemle yönelinecek olan şeyler de, tinsel ürünler olarak yazılı yapıtlardır, bu yapıtların dilidir. Tinsel bilimlerin yöntemi, bu nedenle bugünün ilgi ve değerlerine ister istemez bağımlı olacak olan bir bakış açısı ile, yazılı yapıtları ve bu yapıtların dilini anlamaya çalışan yorumlayıcı bir anlama yöntemi olacaktır (hermeneutik). Çünkü dil, tarihsel bireyler olarak süjeler arası bildirişim ortamıdır. Öyle ki, dil, tarihsel bireyler olarak insanların kendilerini tarihsel olarak anlama olanağı sağlayan ortamdır. Çünkü dil, insanın öznel olarak kendini ve evreni deneylemesinin bir nesnelleştirmesi (objektivation) olarak, bizzat kullanıldığı dönemin bilgisinin de, yaşam tarzının da taşıyıcısıdır. Dilin bu nesnelleşme özelliği, tinselliği (tarihi) bir eylem bağlamı ve bir süreç olarak saptamak için başvurulması gereken ana kaynak olarak karşımıza dili çıkarıyor.

H. Rickert, doğabilim-tinsel bilim ayırımını Dilthey'm yaptığı gibi konu ve yöntem açısından yapmaz. Rickert'e göre salt doğabilimlerine ya da salt tinsel bilimlere özgü konu ve yöntemler yoktur. Doğabilimleri de tinsel bilimler de birbirlerinin yöntemlerine pekâlâ başvurabilirler. Rickert, bilimleri konu ve yöntemlerine göre değil, bilgisel hedeflerine, göre ayırmak gerektiğini vurgular. Bilgisel hedef bakımından doğabilimleri, konusu olan doğa hakkında genel yasalar bulma peşindedir.

Bu bakımdan doğabilimleri, bilgisel hedeflerine varmak için genelleştirici (generalisierende) bir bakış tarzı edinirler ve genel kavramlarla (mantıktaki adlarıyla: cins kavramları) çalışırlar. Oysa, tinsel gerçeklik alanında her ne kadar genelleştirici bakış tarzlarıyla da pekâlâ iş görülebilirse de, bu alanda esas hedef, konuyu kendi tarihsel bireyselliği (İndividiuum) içinde ele almaktır. Çünkü, tinsel alanda, tarihte tekrar yoktur. Bu alanda belirli zaman dilimleri içinde ortaya çıkan, birbirine benzemez, kendine özgü (besondere) oluşlar vardır. Bu yüzden örneğin tarih bilimi, bir defalık oluşun bilimi olagelmiştir. Tarihsel-tinsel oluş, bu yüzden doğabilimlerinin genelleştirici bakış tarzı yanında, ama öncelikle bireyselleştirici (individualisierende) bir bakış tarzını gerektirir. Ama doğabilimleri de, kendi konuları ile ilgili olarak bireyselleştrici bir bakış tarzına pekâlâ başvurabilirler. Yani, bilimleri konu ve yöntemlerine göre ayırmak yanlıştır. Rickert, bunu şu ünlü tümcesinde dile getirir:

«Kendisine genellik açısından baktığımızda gerçeklik doğadır; ama bireysellik ve kendine özgülük açısından baktığımızda ise, gerçeklik tarihtir»

Böylece, doğa ve tin kavramları, Rickert'de tek başlarına anlamı olan sözcükler olmaktan çıkarlar. Doğa, kendiliğinden oluşmanın, kendi kendine gelişmenin içkin kavramıdır; tin ise, eyleyen insanın değerlere bağlı amaçlar doğrultusunda ortaya koydukları ya da ortaya konulanların belirleyiciğinde yapıp-ettikleridir. Tinsel (Rickert «tinsel» terimi yerine «kültürel» terimini kullanır) alanda değerlerin belirleyici işlevleri vardır ve tinsel bilimler, insan eylemlerini ve giderek tin'i (kültürü) bu değerlerin zamansal dilimler içindeki belirleyiciliklerini saptama yoluyla aydınlatabilirler. Tinsel alanda, doğabilimsel anlamda süreklilikten (kontinuite) kaynaklanan, tekrardan çıkarılan genel yasalara varılamaz. Bu bakımdan Rickert, kültür gerçekliğine sadece doğabilimsel yöntemlerin genelJeştiriciliğiyle eğilmenin tinsel bilimler alanında bunalım yarattığı konusunda Dilthey'a katılır ve bu bunalımın olgucuların «dogmatik naturalizm»lerinden kaynaklandığını belirtir.

Rickert'e göre, her tarihsel dönemin kendine özgü bir hakikati vardır. Tinsel bilimler, işte bu hakikatin peşinde olmalıdırlar. Zaten, Yeni-Kantçı gelenekte, tarihselci tutumun, özellikle bu geleneğin son temsilcilerinde ağır bastığı gözlenebilir. Örneğin Cassirer'de bilgi, verilerin değil akıl'ın bir ürünüdür. Bilgi, veriler çokluğunun bir toplamı değildir; tersine, bilgi, çokluktaki birliktir, yani çokluk hakkında geliştirilen bir kavramın bilgisidir. Kavram kurma ise, insanın simgeleştirme yetisinin bir sonucudur. Simgeleştirme de bir tarihsel birikimi gerektirir. Öyle ki, simgeler, her türlü bilginin ön-bilgisel ve ön-bilimsel belirleyicileridirler.

Şimdi, yukarıdan beri belirtilenlerin ışığında, tarihselciliğin olguculuk karşısında ve olguculuğa göre şu özellikleri içerdiği görülebilir:

a) Yeni ya da eski olsun, her türlü olguculuk için bilginin kaynağı duyuverileridir. Yani bir öncelik-sonralık açısından bakıldığında, bilgi algıyı izler. Öyle ki, her türlü olguculuk için algı, kendi başına bir etkinlikmişcesine ele alınır. Anlığımız bu sırada pasfitir (Locke'un tabula rasa'sını burada yine anmak gerekir). Oysa, Hegel ve Marx'dan bu yana, özellikle Dilthey, Rickert, Max Weber, K, Mannheim'la birlikte, algı kendi başına «arı» bir olay olarak görülmektedir. Algı, tinsel-tarihsel bir varlık olarak insanın bu niteliğiyle katıldığı bir olaydır. Tinsel-tarihsel varlık olarak insanm evrenle (algı dünyası) kurduğu ilişki doğrudan bir ilişki değildir. İnsan, evreni tinsel-tarihsel donatımı aracılığıyla kavrar. Bu açıdan bakıldığında, bilgi-kuramcılığının yaptığı, insanın tinsel yanını «reduktion'a tabi tutmaktır».

b) Yine Marx'dan bu yana, her tarihsel dönemin ve bu dönemlerdeki çeşitli insan gruplarının, kendi toplumsal konum ve koşullanmalarına göre, kendilerini, doğayı ve toplumu değişik açılardan yorumladıkları biliniyor. Bu açılar ise, özellikle Dilthey, Rickert ve Max Weber'in belirttikleri gibi, her dönemde başka başkadır. Bu nedenle bilgi, her tarihsel dönemde bir yanlı algılamanın da ürünüdür.

c) Özellikle ilk dönemiyle yeni-olguculuk, naiv empirik algı denilebilecek bir algıyı bilgi ve bilimin kaynağı sayarak, empiriden gelmeyen her türlü bilgiyi (mantıksal önermeler dışında) 'metafiziksel' kabul etmekle, bir sağmlığa ulaşma amacına sahiptir. Oysa, tarihselci açıdan bakıldığında, naiv algı diye bir şey yoktur. Örneğin, düşünme edimi için zorunlu olan özdeşlik ilkesi bile, ilkel insandan tarihsel insana geçiş süreci içinde ortaya çıkmış tarihsel bir simgedir. İnsan belli bir tarihsel birikimle (bu arada özdeşliği de yaratıp düşünmesine kattığı tarihsellikle) algılar. Yani insanın dışında kendi başına bir gerçeklik varsa (ki hemen tüm tarihseldiler böyle bir gerçekliğin varlığına inanırlar), bu gerçekliği ancak dolaylı ve göreli olarak algılama olanağı vardır. Kuşkusuz, dolaylı ve göreli olan bir yanlı algılama ile edinilen bilgi «yanlış» değil, eksik, parçalı ve hipotetiktir. Ama öbür yandan, bilgi konusundaki olgucu kısıtlamaciliğı da ortadan kaldırarak, bilginin ve bilimin alanını genişletir. Çünkü, olguculukta gözlenebilen olguların ötesine geçmek yasaktır. «Başka bir deyimle, mevcudun ötesinde başka türden bir gerçek olabileceği pozitivizmin gizlediği bir husustur».

Olguculuğun yaygın nüfuzu, bir de, özellikle toplumsal bilimlerin gelişmesine önemli sekteler vurmuştur. Çünkü, insan ve toplum, tinsel-tarihsel boyutundan soyulmuş ve doğabilimsel yöntemlerle çalışan bazı «empirik toplumsal bilimler» in konusu haline getirilmiştir. Örneğin insanın «bilinç»ine yönelen bir empirik psikoloji, «bilinç»i, dıştan gözlenen ve istatistiksel olarak açıklanabilen insan davranışlarından yola çıkarak tanımlamıştır (behaviorizm). Ya da, yine empirik bir «sosyoloji», «değerleri olgu gibi kabul etmek» yoluyla" sorunu çözümleyebileceğini ummuştur. Böylece, «empirik toplumsal bilimler» yöneldikleri gerçekliği tinsel-tarihsel boyutundan sıyırarak, bu gerçekliği naiv olgucu bir baza oturtmuşlardır. Bu nedenle de, Alman felsefe geleneğinde «tinsel bilimler (Geisteswissenschaften) adıyla anılan bilimler ile özellikle Anglosakson ülkelerindeki «toplumsal bilimler» arasında olguculuk-tarihselcilik tartışmasına bağlı önemli anlam farklılıkları oluşmuştur.

Bilgi ve bilim konusundaki olgucu ve tarihselci tutumlar karşılaştırıldığında, bu iki tutumun farklı kalkış noktalarından gelerek, özellikle günümüzde bir konuda aynı kanıyı paylaştıkları saptanabilir: Bilginin (özellikle bilimsel bilginin) olasılı karakteri. Bilgiyi ve bilimi bilgi-kuramı alanı dışına çıkmadan belirleme çabasındaki olguculuk için, bilgi edinmenin sağlam yöntemi induktif mantıktır. Yani, tek tek verilerden, o verilerin tümü için hiçbir zaman kapsayıcı, genel olamayacaksa da, o veriler hakkında genelleştirilmiş bir bilgiye ulaşmak.

Ama kuşkusuz ki, bu genelleştirilmiş induktif bilgiler, çeşitli veri bağlamları ve verisel ilişkiler üzerinde önceden tahmine, sezgiye, v.b. dayalı bir hipotez içersinde açıklanabilecek şeylerdirler. Bu nedenle bilimde öndeyilerde bulunmak kaçınılmazdır. Ele alınan verisel bağlam ya da ilişkilerin tümü için öngörülen bu tür hipotezler de deduktif karakterli olacaklardır. Bu bakımdan bilim, aslında hipotetik-deduktif yöntemlerle kuramdan veriye gider. Ama kuramın doğrulanması kuramın kendisine değil, verilerin kurama uygunluğuna, induktif yolla sağlanan bilginin kuramı desteklemesine bağlıdır. Kuram, induktif yolla sağlanan verisel bilgiye uymuyorsa, kuramda bir yanlışlık var demektir. Bu nedenle bilimin hipotetik-deduktif bir karakteri varsa da, onun denetim odağı, veriye dayanan induktif bilgidir. İnduktif bilgi ise genel değil, genelleştirilmiş bir bilgidir. Bu nedenle veriyi tam ve kapsayıcı olarak değil, çeşitli kapsama oranlarında yansıtan olasılı bir bilgidir.
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP