BİLGİ VE BİLİMDE OLGUCULUK - TARİHSELCÎLİK TARTIŞMASI ÜZERİNE - 4
|
Böylece lingüistik çözümlemecilik, dile, doğabilimsel doğruluk ölçütüne dayalı tek bir anlam Ölçütü açısından değil de, dilin kullanımında ortaya çıkan çok-anlamlılık bakımından eğilmekle, dili bilgi-kuramcılığımn dar bakış açısından kurtarmış olur. Böylece dil, öncelikle bir toplumsal iş görme aracı haline getirilir. Dil, toplumsal bir etkinliktir. Felsefe de, temeli toplumsal olan bir araştırmadır. Buna göre, bir önermenin anlamı, verdiği bilgiye göre değil, içinde yer aldığı belli bir dil kesitine göre oluşan bir anlam ölçütü açısından değerlendirilmelidir. Bu bakımdan, tek bir «dil» den değil, artık «diller» den söz etmek gerekir. Çünkü, dil bir yaşam biçimidir ve yaşam biçimi sayısı kadar dil vardır. Her yaşam biçimi kendine ait bir dil oyununu gerektirir. Bir dil, toplumların gereksinimlerinden çıkan bir «bildirişme olanağı» dır. Bilgi vermek, dilin yüklendiği işlevlerden yalnızca bir tanesidir. Oysa dilin yüklendiği işlevler sonsuzdur. Bu yüzden «anlam» bilgici bir kısıtlamaya tabi tutulamaz. Dil, nesnelerin adının toplamı değil, sözcüklerle yapılan işlerin toplamıdır. Bir deyinin anlamı, iş gördüğü, ortamdaki, etkin olduğu dil oyunu içindeki anlamıdır ve bu niteliğiyle de toplumsaldır. Anlam, belli bir dil oyunu içinde iş gören bir öğedir. Dil oyununu oluşturan da yaşam biçimi olduğuna göre, anlam yaşam biçimine bağlıdır. Anlam, yaşam biçimlerine göre oluşur, tek bir anlam ölçütü bu yüzden olamaz. Bu yüzden «metafiziksel» önermeler de belli bir dil oyunu içinde «anlamlı» olan önermelerdirler. Ama metafiziksel önermeler «bir nesnel duruma işaret etmedikleri» için «düşsel bir dil oyunu»na aittirler. Bu nedenle lingüistik çözümlemecilik, belli bir türde felsefe yapmayı, yani metafiziği engellemeyi de içerir. Lingüistik çözümlemecilik, «düşsel bir dil oyunu» ndan kaynaklanan ve «geleneksel felsefe» yi, felsefe tarihini doldurmuş olan «felsefe sorunları» nı ortadan kaldırmak ister. Bu, Wittgenstein'm şu sözlerinde en açık anlatımı bulur:
«Ulaşmaya çalıştığımız açıklık, tam bir açıklıktır. Ama bu sadece şu demektir: Felsefe sorunları tümüyle ortadan kaldırılmalıdır. Beni etkin kılan özel keşif, isteğime göre felsefe yapmayı ortadan kaldırmaktır. Bu keşif felsefeyi yatıştırır. Öyle ki, böylece felsefe sorular tarafından kamçılanmaz, kendisi bizzat bir soruya konu yapılır».
Buraya kadar satırbaşları halinde belirtmeye çalıştığımız özellikler toparlanacak olursa, bilgi ve bilim görüşü bakımından eski ve yeni-olguculuk arasında köktenci bir fark bulunmadığı söylenebilir. Her iki olguculuk da sensüalist-empirist bir bilgi ve bilim görüşüne sahiptirler. Yeni-olguculuğu eskisinden ayıran ve ilk bakışta köktenci gibi görünen fark, her iki olguculuk arasında bilgi ve bilim görüşü bakımından ortaya çıkan bir fark olmayıp, yeni-olgueulukta bilgi ve bilim sorunsalının dil ve mantık açısından esaslı biçimde yeniden irdelenmesi ve sınırlarının hemen hemen mantıkça kesinlikle çizilmesinin denenmesidir.
Yeni-olguculukta «yeni» gibi görünen «metafiziğin elenmesi» sorununa ise, daha F. Bacon'da, rastlamak olanaklıdır. F. Bacon, «olmayan şeylerin adlarından sözetmişti; «bu adlar, felsefeyi aldatıcı bir yöne çekmiş ve konuyu saptırmıştır» Yeni-olguculukta «yeni» olan bilimsel bilgiye duyulan güven, doğruluk ölçütünün bilimselliğe bağlanması ve hatta «feîsefe»nin yeniden konumlanması da değildir. Çünkü bunlar zaten F. Bacon'ın programında olan şeylerdi. Yeni-olgueuluk, F.Bacon'ın programını tutarlı sonuçlarına vardırma girişimi gibi görünmektedir. «Yeni olguculuk, Bacon'ın düşüncesini ve programını lojistiğin (sembolik mantığın) araçlarıyla pekiştirme denemesi» dir. Öbür yandan, yeni-olguculuğun, eski olguculuğun toplumsal ülkücülüğünü de belli oranlarda sürdürdüğü görülür. Örneğin Reiceribach'da şu sözlerle karşılaşırız:
«Empirist, gruptan çok şey öğreneceğini bilir, ama öte yandan grubu kendi istençleri yönünde biçimleme çabasını sürdürmekten de geri kalmaz. Bilir ki, toplumsal ilerleme çoğu kez gruptan daha güçlü bireylerin çabasının ürünüdür; bu nedenle grubu yönlendirme çabasını ısrarla ve aralıksız sürdürür»
Bize göre, yeni-olguculuğu eskisinden ayıran önemli fark, eski ve yeni-olguculukta bizzat «mantık» ın yorumlanışında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Hume'da ya da Mili'de mantık (ve matematik) deneyden türemişlerdir; onlar evreni algılayan bireyin (süjenin) bu algılarına bağlı tasarımlarının birer türevidirler. Örneğin Hume'da, mantığın temel dayanağı olan özdeşlik düşüncesine (idea) çağrışımsal alışkanlıklarla ulaştığımız belirtilir.
«Özdeşlik düşüncesine, ancak ve ancak bir 'ben' (süje) hakkında bizzat duyusal algılamalar içinde geçilebilir... Çağrışımsal alışkanlıklar edinebilmek için ise, bunların önce yaşanmış olması gerekir»
Yeni-olgucularda da, örneğin Carnap'da, sahip olduğumuz tüm kavramlar ve ilişkiler dizgesi, bireyin psikolojisinden yola çıkılarak temellendirilir. Ama öbür yandan bizzat mantık, aynı zamanda bireyin psikolojisinden bağımsız bir salt alandır da. Örneğin, yeni-olgucuların Kant'ın sentetik a priorisîne itirazları da, onların mantığı böylesine saflaştırmalarına dayanır. Bugün, mantığın tümüyle özdeşlik öğretisine indirgenebileceği ya da en azından mantığın tümüyle özdeşlik üzerinde temellendirilebileceği yolunda önemli araştırmaların olduğu bilinmektedir. Özdeşliğin ise, insan psikolojisine bağlı olduğu kadar, toplumsal bir evrimleşmenin de ürünü olduğu, özellikle etnologların araştırmalarıyla açığa çıkmıştır. Örneğin etnologlar, ilkel insanın kendisini hem kendi hem de başkası sandığını saptamışlardır. Bu «bilimsel» bulgu mantığın deneyden türediği konusundaki eski olgucu savı destekler görünmektedir. Oysa yeni-olgucuların «mantığın kökeni ya da ortaya çıkışı» gibi bir soruna, bu konudaki abilimsel» bulgulara rağmen rağbet ettikleri söylenemez. Onlar, mantığı salt bir geçerlilik alanı olarak görmekle yetinmektedirler. Gerçekten de mantık, insan düşüncesinin başvurmaktan vazgeçemeyeceği bir kurallar demetidir ve bugün bizler için bu konumuyla her türlü düşünme edimi için a priori bir niteliğe sahiptir. Ama, kendisini hem kendi hem de başkası olarak algılayabilen ilked insandan yola çıktığımızda, mantığın belirli bir psikolojik ve toplumsal evrimleşme sonunda a priorileştiğini saptayabiliyoruz. Mantık, deneyden gelenin tarihsel bir süreç içinde a priorileşmesidir; yani a posteriorinin tarihsel süreç içinde a priorileşmesi. Ama, görüldüğü gibi, böyle bir saptama yapma olanağı, ancak ve ancak, mantık örneğinde olduğu gibi, giderek tüm bilgi ve bilim sorunsalına tarihsel bir yaklaşımı gerektirmektedir. Bilginin ve bilimin tarihselliği sorunu da burada ortaya çıkıyor.
Olgucu ülkücülük, geçen yüzyılın ikinci yarısında doğabilimlerindeki hızlı gelişmeden de etkilenerek, «toplum» u da doğabilimsel yöntemlerle ele almaya çabalayan bir «toplumbilim» (sosyoloji) kurma denemesine girmiştir. Bu «toplumbilim», mekaniğin doğabilimleri için bir baz oluşturması gibi, «toplum» la parçalı olarak uğraşan disiplinler (ekonomi, hukuk, siyasal bilimler, v.b.) için baz oluşturacak temel bilim olacaktır. Comte'un tüm çabası, böyle bir temel bilim kurmaktır. Comte, bu temel bilimi, tüm toplumsal olayların bağlı olduğu genel yasaların pozitif olarak araştırıldığı bir bilim olarak tanımlamıştı. Bu bilim, doğa-bilimlerin empirik yöntemleriyle yola çıkıp, öbür toplumsal disiplinler için de baz oluşturacak genel ve ansiklopedik bir niteliğe sahip olacaktı.
Bu konumuyla Comte'un «sosyoloji»si, Almanya'da bazı yandaşlar bulmuş olmasına rağmen, genelde çok yönlü bir eleştiriye yol açmıştı. Hem bu eleştirilerin niteliğini, hem de tarihselciliğin bu eleştirilerle koşutluk içinde ortaya çıkan özgün bir bilgi ve bilim tutumu olarak bir kaç özelliğini belirtebilmek için Alman felsefe geleneğinin çok önemli bir karakteristiğine, Kant, Hegel ve Marx'la sınırlı olarak, çok kaba da olsa değinmek gereklidir.
Alman felsefe geleneğinde, daha Kant'da anlatımını bulan bir doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımı vardır. Kant, doğa yasası ile ahlak yasasını köktenci bir biçimde ayırır. Tinsel gerçeklik, Kant tarafından, «nesnelerin varoluşu» olarak tanımlanan doğa yanında, ondan farklı, hatta doğa-dışı bir gerçekliktir.
Kant, ahlak felsefesinin temelini insana dayandırmış ve insanı hayvandan ayıran en önemli farkı, insanda hayvansal güdü ile akil'ın birbirlerinden ayrılmış olması olarak göstermiştir. Bu farklılık, insana bizzat «kendi yaşama biçimini seçme ve öbür hayvanların yanında bunu başaracak tek hayvan olma olanağı» nı vermişti. Bu anlamda seçen insan özgürdür, özgür varlıktır. Toplum haline gelme (vergesellschaftung) de, gerçeklik ve işlevini bu özgür varlığın iradesinden alır. Yani, özgür varlık olarak insan, doğal yanından bağımsız olan bir iradeye göre eyler. İşte bu özellik, insanın doğadan bağımsız olan yanı, onun tinselliğidir. Kant, kendisinden sonraki tüm Alman felsefe geleneğini etkileyen bu ayırımı yaparsa da, onun ilgisi, özgür varlık olarak insanın kendine seçtiği bir olması gerekene (sollen), kendine koyduğu bir ideye göre nasıl bir ahlak kurabileceği üzerinedir. Bu normativ ilgi, ile o, kendi ödev ahlakını temellendirir. Yani, Kant'ın ilgisi somut insan ilişkileri, toplumsal gerçekliğin betimi ya da tarihsel gelişme (süreçleşme) üzerinde değildir.
Hegel, Kant'ın doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımından yola çıkarsa da, Kant'ın normativ ilgisini bir yana bırakır. Hegel için bir insanın kendisine koyduğu bir ideye göre eylemde bulunması o insan için «soyut» bir geçerlilik taşıyabilir ama, insana ve topluma yönelen bir felsefe için anlaşılması gereken şey, insanların tarih boyunca düşündükleri, boyuna değişen bir özellikleri olan ideler ve bu idelere bağlanarak yaratmış oldukları kurumlardır. Birer insan yaratısı olan bu ideler ve kurumlar, öbür yandan, bir süreç içersinde, tarih içinde insanı ve toplumu da karakterize eden bir etkinlik ve güç kazanırlar. İşte, tinselliği oluşturan da budur. Böylece, Kant'ın normativ ilgiye bağlı statik tinsellik anlayışı, Hegel'de dinamik tinsellik anlayışına dönüşür. Yalnız ne var ki, Hegel, tinselliğin insan iradesinin bir ürünü olduğu kadar, insanın ötesindeki bazı güçlerin de ürünü olduğunu belirterek, tinsel gerçekliği kendi teleolojist idealizmi içinde işler ve onu kendi metafiziğinin ana konusu yapar. Ama önemli olan, Hegel'in tarihselcilik açısından büyük önemi olan şu saptamasıdır: Doğal-yanının yamsıra insan, tarih içinde kendi tinselliğini yapan ve aynı zamanda tarih içinde bu tinselliğin ürünü olan varlıktır. Öbür yandan, insan aklı, içinde bulunduğu tarihsel koşulları yeterince anlama olanağından da belli derecelerde yoksundur. Çünkü insanlar, yaşadıkları dönemin görüş açıları, görüş olanakları ile sınırlanmışlardır. Bu görüş olanakları, Hegel'e göre, her dönemde «dünyagörüşü» (Weltanschauung) dediğimiz, o dönemle ilgili bir düşünce tablosu oluşmasına neden olur.
Marx, Hegel'in tinsel gerçeklikle ilgili idealizmini, onun insanın ötesinde bir mutlak tin'in olduğu görüşünü yadsır. Tinsel gerçeklik, Marx'da bir yandan maddi toplumsal etkenlerin doğurduğu bir sonuç, öbür yandan insanın kendi öz yaratıcılığının bir ürünüdür ve tarihsel gelişme içinde bir bilinç olarak ortaya çıkar. Bu haliyle de toplumsal yaşam koşullarının ve insan yaratıcılığının belirlediği bir toplumsal varoluş bilincidir. Marx için de, Hegel'de olduğu gibi, insan tarih içinde kendi tinselliğini yapan ve aynı zamanda tarih içinde bu tinselliğin ürünü olan varlıktır. Ama bu tinsellik, Hegel'de olduğu gibi bir mutlak tin'in gerçekleşmesine hizmet etmez; tersine, bu tinsellik maddi toplumsal koşulların (ekonomi) belirlediği bir bilinç durumudur. Bu nedenle, belli bir dönemin görüş olanakları, yani «dünyagörüşü» de, Hegel'de olduğu gibi o dönemin tümünü karakterize etmez. Belli bir tarihsel dönemde, o dönemdeki toplumsal koşullara göre oluşan toplumsal grupların, sınıfların birbirine benzemeyen «dünyagörüşleri» vardır. Öyle ki, bir toplumsal grup ya da sınıfın «dünyayı algılaması» bile bağlı olunan dünya görüşüyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Yine öyle ki, «insan böylece, içinde gömülü bulunduğu grubun değerlerinin dışına düşen toplum unsurlarını algılamaz». Marx buna ideolojik algılama ya da yanlış bilinç diyor. Marx'm bu deyimi, çağdaş kültür sosyolojisine yanlı algılama olarak geçmiştir.
Kant, Hegel ve Marx'la sınırlı olan bu kısa bilgi aktarımından amaç şuydu: Alman felsefe geleneğinde doğa, insan ve toplum konularına bakış tarzının temel karakteristiği, öncelikle doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımına dayanır. İkinci olarak, tinsel gerçeklik, insanın kendisini, doğayı ve toplumu algılayış biçimini de etkileyen tarihsel birikimdir. Öyle ki, insanın bilgi etkinliği, salt bilgi-kuramsal bir baza, örneğin şu ya da bu türden bir empirizme ya da yine şu ya da bu türden bir rasyonalizme dayatılarak ancak kısıtlı bir biçimde açıklanabilir. Çünkü, insanın bilgi etkinliği, aynı zamanda ve belki de öncelikle, tarihsel birikimlerin koşullanması altında, değişik dönemlerde çeşitli «dünyagörüşleri»ne bağlı bir başka baza da dayanır. Örneğin Marx bunu şöyle anlatır:
«İnsan duyuları ve duyuların insanlığı, insanın nesnesinin varoluşunun bir sonucu, insanileştirilmiş doğanın bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Beş duyunun oluşması, şimdiye kadarki duya tarihinin sonucudur»
«Ulaşmaya çalıştığımız açıklık, tam bir açıklıktır. Ama bu sadece şu demektir: Felsefe sorunları tümüyle ortadan kaldırılmalıdır. Beni etkin kılan özel keşif, isteğime göre felsefe yapmayı ortadan kaldırmaktır. Bu keşif felsefeyi yatıştırır. Öyle ki, böylece felsefe sorular tarafından kamçılanmaz, kendisi bizzat bir soruya konu yapılır».
III
Buraya kadar satırbaşları halinde belirtmeye çalıştığımız özellikler toparlanacak olursa, bilgi ve bilim görüşü bakımından eski ve yeni-olguculuk arasında köktenci bir fark bulunmadığı söylenebilir. Her iki olguculuk da sensüalist-empirist bir bilgi ve bilim görüşüne sahiptirler. Yeni-olguculuğu eskisinden ayıran ve ilk bakışta köktenci gibi görünen fark, her iki olguculuk arasında bilgi ve bilim görüşü bakımından ortaya çıkan bir fark olmayıp, yeni-olgueulukta bilgi ve bilim sorunsalının dil ve mantık açısından esaslı biçimde yeniden irdelenmesi ve sınırlarının hemen hemen mantıkça kesinlikle çizilmesinin denenmesidir.
Yeni-olguculukta «yeni» gibi görünen «metafiziğin elenmesi» sorununa ise, daha F. Bacon'da, rastlamak olanaklıdır. F. Bacon, «olmayan şeylerin adlarından sözetmişti; «bu adlar, felsefeyi aldatıcı bir yöne çekmiş ve konuyu saptırmıştır» Yeni-olguculukta «yeni» olan bilimsel bilgiye duyulan güven, doğruluk ölçütünün bilimselliğe bağlanması ve hatta «feîsefe»nin yeniden konumlanması da değildir. Çünkü bunlar zaten F. Bacon'ın programında olan şeylerdi. Yeni-olgueuluk, F.Bacon'ın programını tutarlı sonuçlarına vardırma girişimi gibi görünmektedir. «Yeni olguculuk, Bacon'ın düşüncesini ve programını lojistiğin (sembolik mantığın) araçlarıyla pekiştirme denemesi» dir. Öbür yandan, yeni-olguculuğun, eski olguculuğun toplumsal ülkücülüğünü de belli oranlarda sürdürdüğü görülür. Örneğin Reiceribach'da şu sözlerle karşılaşırız:
«Empirist, gruptan çok şey öğreneceğini bilir, ama öte yandan grubu kendi istençleri yönünde biçimleme çabasını sürdürmekten de geri kalmaz. Bilir ki, toplumsal ilerleme çoğu kez gruptan daha güçlü bireylerin çabasının ürünüdür; bu nedenle grubu yönlendirme çabasını ısrarla ve aralıksız sürdürür»
Bize göre, yeni-olguculuğu eskisinden ayıran önemli fark, eski ve yeni-olguculukta bizzat «mantık» ın yorumlanışında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Hume'da ya da Mili'de mantık (ve matematik) deneyden türemişlerdir; onlar evreni algılayan bireyin (süjenin) bu algılarına bağlı tasarımlarının birer türevidirler. Örneğin Hume'da, mantığın temel dayanağı olan özdeşlik düşüncesine (idea) çağrışımsal alışkanlıklarla ulaştığımız belirtilir.
«Özdeşlik düşüncesine, ancak ve ancak bir 'ben' (süje) hakkında bizzat duyusal algılamalar içinde geçilebilir... Çağrışımsal alışkanlıklar edinebilmek için ise, bunların önce yaşanmış olması gerekir»
Yeni-olgucularda da, örneğin Carnap'da, sahip olduğumuz tüm kavramlar ve ilişkiler dizgesi, bireyin psikolojisinden yola çıkılarak temellendirilir. Ama öbür yandan bizzat mantık, aynı zamanda bireyin psikolojisinden bağımsız bir salt alandır da. Örneğin, yeni-olgucuların Kant'ın sentetik a priorisîne itirazları da, onların mantığı böylesine saflaştırmalarına dayanır. Bugün, mantığın tümüyle özdeşlik öğretisine indirgenebileceği ya da en azından mantığın tümüyle özdeşlik üzerinde temellendirilebileceği yolunda önemli araştırmaların olduğu bilinmektedir. Özdeşliğin ise, insan psikolojisine bağlı olduğu kadar, toplumsal bir evrimleşmenin de ürünü olduğu, özellikle etnologların araştırmalarıyla açığa çıkmıştır. Örneğin etnologlar, ilkel insanın kendisini hem kendi hem de başkası sandığını saptamışlardır. Bu «bilimsel» bulgu mantığın deneyden türediği konusundaki eski olgucu savı destekler görünmektedir. Oysa yeni-olgucuların «mantığın kökeni ya da ortaya çıkışı» gibi bir soruna, bu konudaki abilimsel» bulgulara rağmen rağbet ettikleri söylenemez. Onlar, mantığı salt bir geçerlilik alanı olarak görmekle yetinmektedirler. Gerçekten de mantık, insan düşüncesinin başvurmaktan vazgeçemeyeceği bir kurallar demetidir ve bugün bizler için bu konumuyla her türlü düşünme edimi için a priori bir niteliğe sahiptir. Ama, kendisini hem kendi hem de başkası olarak algılayabilen ilked insandan yola çıktığımızda, mantığın belirli bir psikolojik ve toplumsal evrimleşme sonunda a priorileştiğini saptayabiliyoruz. Mantık, deneyden gelenin tarihsel bir süreç içinde a priorileşmesidir; yani a posteriorinin tarihsel süreç içinde a priorileşmesi. Ama, görüldüğü gibi, böyle bir saptama yapma olanağı, ancak ve ancak, mantık örneğinde olduğu gibi, giderek tüm bilgi ve bilim sorunsalına tarihsel bir yaklaşımı gerektirmektedir. Bilginin ve bilimin tarihselliği sorunu da burada ortaya çıkıyor.
IV
Olgucu ülkücülük, geçen yüzyılın ikinci yarısında doğabilimlerindeki hızlı gelişmeden de etkilenerek, «toplum» u da doğabilimsel yöntemlerle ele almaya çabalayan bir «toplumbilim» (sosyoloji) kurma denemesine girmiştir. Bu «toplumbilim», mekaniğin doğabilimleri için bir baz oluşturması gibi, «toplum» la parçalı olarak uğraşan disiplinler (ekonomi, hukuk, siyasal bilimler, v.b.) için baz oluşturacak temel bilim olacaktır. Comte'un tüm çabası, böyle bir temel bilim kurmaktır. Comte, bu temel bilimi, tüm toplumsal olayların bağlı olduğu genel yasaların pozitif olarak araştırıldığı bir bilim olarak tanımlamıştı. Bu bilim, doğa-bilimlerin empirik yöntemleriyle yola çıkıp, öbür toplumsal disiplinler için de baz oluşturacak genel ve ansiklopedik bir niteliğe sahip olacaktı.
Bu konumuyla Comte'un «sosyoloji»si, Almanya'da bazı yandaşlar bulmuş olmasına rağmen, genelde çok yönlü bir eleştiriye yol açmıştı. Hem bu eleştirilerin niteliğini, hem de tarihselciliğin bu eleştirilerle koşutluk içinde ortaya çıkan özgün bir bilgi ve bilim tutumu olarak bir kaç özelliğini belirtebilmek için Alman felsefe geleneğinin çok önemli bir karakteristiğine, Kant, Hegel ve Marx'la sınırlı olarak, çok kaba da olsa değinmek gereklidir.
Alman felsefe geleneğinde, daha Kant'da anlatımını bulan bir doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımı vardır. Kant, doğa yasası ile ahlak yasasını köktenci bir biçimde ayırır. Tinsel gerçeklik, Kant tarafından, «nesnelerin varoluşu» olarak tanımlanan doğa yanında, ondan farklı, hatta doğa-dışı bir gerçekliktir.
Kant, ahlak felsefesinin temelini insana dayandırmış ve insanı hayvandan ayıran en önemli farkı, insanda hayvansal güdü ile akil'ın birbirlerinden ayrılmış olması olarak göstermiştir. Bu farklılık, insana bizzat «kendi yaşama biçimini seçme ve öbür hayvanların yanında bunu başaracak tek hayvan olma olanağı» nı vermişti. Bu anlamda seçen insan özgürdür, özgür varlıktır. Toplum haline gelme (vergesellschaftung) de, gerçeklik ve işlevini bu özgür varlığın iradesinden alır. Yani, özgür varlık olarak insan, doğal yanından bağımsız olan bir iradeye göre eyler. İşte bu özellik, insanın doğadan bağımsız olan yanı, onun tinselliğidir. Kant, kendisinden sonraki tüm Alman felsefe geleneğini etkileyen bu ayırımı yaparsa da, onun ilgisi, özgür varlık olarak insanın kendine seçtiği bir olması gerekene (sollen), kendine koyduğu bir ideye göre nasıl bir ahlak kurabileceği üzerinedir. Bu normativ ilgi, ile o, kendi ödev ahlakını temellendirir. Yani, Kant'ın ilgisi somut insan ilişkileri, toplumsal gerçekliğin betimi ya da tarihsel gelişme (süreçleşme) üzerinde değildir.
Hegel, Kant'ın doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımından yola çıkarsa da, Kant'ın normativ ilgisini bir yana bırakır. Hegel için bir insanın kendisine koyduğu bir ideye göre eylemde bulunması o insan için «soyut» bir geçerlilik taşıyabilir ama, insana ve topluma yönelen bir felsefe için anlaşılması gereken şey, insanların tarih boyunca düşündükleri, boyuna değişen bir özellikleri olan ideler ve bu idelere bağlanarak yaratmış oldukları kurumlardır. Birer insan yaratısı olan bu ideler ve kurumlar, öbür yandan, bir süreç içersinde, tarih içinde insanı ve toplumu da karakterize eden bir etkinlik ve güç kazanırlar. İşte, tinselliği oluşturan da budur. Böylece, Kant'ın normativ ilgiye bağlı statik tinsellik anlayışı, Hegel'de dinamik tinsellik anlayışına dönüşür. Yalnız ne var ki, Hegel, tinselliğin insan iradesinin bir ürünü olduğu kadar, insanın ötesindeki bazı güçlerin de ürünü olduğunu belirterek, tinsel gerçekliği kendi teleolojist idealizmi içinde işler ve onu kendi metafiziğinin ana konusu yapar. Ama önemli olan, Hegel'in tarihselcilik açısından büyük önemi olan şu saptamasıdır: Doğal-yanının yamsıra insan, tarih içinde kendi tinselliğini yapan ve aynı zamanda tarih içinde bu tinselliğin ürünü olan varlıktır. Öbür yandan, insan aklı, içinde bulunduğu tarihsel koşulları yeterince anlama olanağından da belli derecelerde yoksundur. Çünkü insanlar, yaşadıkları dönemin görüş açıları, görüş olanakları ile sınırlanmışlardır. Bu görüş olanakları, Hegel'e göre, her dönemde «dünyagörüşü» (Weltanschauung) dediğimiz, o dönemle ilgili bir düşünce tablosu oluşmasına neden olur.
Marx, Hegel'in tinsel gerçeklikle ilgili idealizmini, onun insanın ötesinde bir mutlak tin'in olduğu görüşünü yadsır. Tinsel gerçeklik, Marx'da bir yandan maddi toplumsal etkenlerin doğurduğu bir sonuç, öbür yandan insanın kendi öz yaratıcılığının bir ürünüdür ve tarihsel gelişme içinde bir bilinç olarak ortaya çıkar. Bu haliyle de toplumsal yaşam koşullarının ve insan yaratıcılığının belirlediği bir toplumsal varoluş bilincidir. Marx için de, Hegel'de olduğu gibi, insan tarih içinde kendi tinselliğini yapan ve aynı zamanda tarih içinde bu tinselliğin ürünü olan varlıktır. Ama bu tinsellik, Hegel'de olduğu gibi bir mutlak tin'in gerçekleşmesine hizmet etmez; tersine, bu tinsellik maddi toplumsal koşulların (ekonomi) belirlediği bir bilinç durumudur. Bu nedenle, belli bir dönemin görüş olanakları, yani «dünyagörüşü» de, Hegel'de olduğu gibi o dönemin tümünü karakterize etmez. Belli bir tarihsel dönemde, o dönemdeki toplumsal koşullara göre oluşan toplumsal grupların, sınıfların birbirine benzemeyen «dünyagörüşleri» vardır. Öyle ki, bir toplumsal grup ya da sınıfın «dünyayı algılaması» bile bağlı olunan dünya görüşüyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Yine öyle ki, «insan böylece, içinde gömülü bulunduğu grubun değerlerinin dışına düşen toplum unsurlarını algılamaz». Marx buna ideolojik algılama ya da yanlış bilinç diyor. Marx'm bu deyimi, çağdaş kültür sosyolojisine yanlı algılama olarak geçmiştir.
Kant, Hegel ve Marx'la sınırlı olan bu kısa bilgi aktarımından amaç şuydu: Alman felsefe geleneğinde doğa, insan ve toplum konularına bakış tarzının temel karakteristiği, öncelikle doğal gerçeklik - tinsel gerçeklik ayırımına dayanır. İkinci olarak, tinsel gerçeklik, insanın kendisini, doğayı ve toplumu algılayış biçimini de etkileyen tarihsel birikimdir. Öyle ki, insanın bilgi etkinliği, salt bilgi-kuramsal bir baza, örneğin şu ya da bu türden bir empirizme ya da yine şu ya da bu türden bir rasyonalizme dayatılarak ancak kısıtlı bir biçimde açıklanabilir. Çünkü, insanın bilgi etkinliği, aynı zamanda ve belki de öncelikle, tarihsel birikimlerin koşullanması altında, değişik dönemlerde çeşitli «dünyagörüşleri»ne bağlı bir başka baza da dayanır. Örneğin Marx bunu şöyle anlatır:
«İnsan duyuları ve duyuların insanlığı, insanın nesnesinin varoluşunun bir sonucu, insanileştirilmiş doğanın bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Beş duyunun oluşması, şimdiye kadarki duya tarihinin sonucudur»