BİLGİ VE BİLİMDE OLGUCULUK - TARİHSELCÎLİK TARTIŞMASI ÜZERİNE - 1

DOĞAN ÖZLEM

Çeşitli «feisefe»ler arasındaki tartışmanın önce bilgi ve bilim kavramlarının belirlenmesi ile başlayıp, giderek ahlâk ve estetik alanlarında da sürdürülegeldiği bilinir. Ancak bu, daha çok, bilgi, ahlak, estetik alanlarım bütüncül biçimde kapsama savındaki «felsefe» ler ya da «sistem» ler için söz konusudur. Geçen yüzyılın ortalarından bu yana ise, tartışma, daha çok bilgi ve bilim alanlarından dışarıya taşmamaya özen gösteren «tutum» lar arasında olmakta, başka bir deyişle, felsefe tartışmalarının odağını bilgi ve bilim kavramları oluşturmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında, geçen yüzyılın ortalarından bu yana, karşımıza bilgi ve bilim kavramları konusunda tartışan iki büyük felsefe tutumu çıktığını görürüz. Bunlardan birincisi, olguculuk (pozitivizm), ikincisi ise tarihselcilik (historizm)dir.

Olguculuk, tarihselciliğe göre daha eski bir geçmişe ve geleneğe sahiptir ve modern «bilim» kavramının belirlenmesinde son derece etkili olmuştur. Öyle ki, özellikle tüm gelişimi boyunca doğabilim kavramı, olgucu tutum ile hep bir arada anılmıştır. Olguculuğun bilginin kaynağını duyu-verilerinde bulan temel bilgisel görüşü (empirizm) ve bu görüşe bağlı olarak deney, gözlem ve araştırmaya dayalı bilim anlayışı, özellikle doğabilimlerinin gelişmesiyle koşutluk içinde günümüzde çok geniş bir yaygınlık kazanmış ve hatta yaygınlığın da ötesinde bir kabul görmüştür. Bilgi ve bilim kavramlarına salt bilgi-kuramsal (epistemolojik) açıdan yaklaşmakla yetinmeyip, bilgi ve bilimin aynı zamanda ve hatta öncelikle tinsel-tarihsel-kültürel boyutlu bir anlama ve algılamanın da hem ürünü hem de konusu olduğunu savunan tarihselcilik ise, geçen yüzyılın ortalarına kadar Alman idealizminin spekülativ kalıplarından çokça etkilenmiş ve ancak yine geçen yüzyılın son çeyreği ile bu yüzyılın ilk onyıüarı içersinde özgün bir bilgi ve bilim tutumuna dönüşebilmiştir. Ancak ne var ki, dönüştüğü bu niteliğiyle bile tarihselcilik, uzun süre kara Avrupası (ve daha özel olarak Almanya) dışına taşamamıştır. Bunda, kuşkusuz ki olguculuğun ezici yaygınlığı da büyük rol oynamıştır. Tarihselcilik, bugün de yine kara Avrupası ve özellikle Almanya'da etkin bir tutum olarak görünüyorsa da, özellikle toplumsal bilimlerde olgucu tutumun yetersizliğinden yakınan bazı toplumbilimcilerin çabalarıyla son otuz yıldan bu yana daha geniş bir etkinlik, alanı bulmuştur.

Olgucu tutumun toplumsal bilimler alanında yetersiz kaldığı savı daha geçen yüzyılın ortalarından beri işlenen bir savdır ve olguculuk-tarihseicilik tartışması da, büyük oranda bu sav dolayında yoğunlaşır. Olguculuk, geçen yüzyılın ortalarında A.Comte'un çabalarıyla, genel çizgileriyle «doğabilim»i örnek alan bir «toplumbilim» (sosyoloji) yaratmak istemiştir. O andan başlayarak bir bölük toplumbilimci doğabilinai örnek alan bir «toplumbilim» üzerinde ısrar ederek olgucu tutumu kendilerine rehber kılmışlarsa da, bir başka bölük toplumbilimci (ama öncelikle fizoloflar), toplumsal gerçeklik alanının doğabilimsel yöntemlerle ele alınmasının sakıncalar doğuracağını belirterek, bu gerçeklik alanının doğabilimsel yöntemlerden farklı yöntemlerle ele alınması gereğini ileri sürmüşlerdir. Böylece, özellikle Almanya'da geçen yüzyılın sonlan ile bu yüzyılın başlarını kapsayan bir dönemde felsefi içerikli bir doğabiüm-toplumbilim tartışması başlamış ve felsefe çalışmalarının önemli bir öbeği bu tartışmaya ayrılmıştır. Tarihselci tutumun özgün bir bilgi ve bilim tutumu olarak ortaya çıkması da bu tartışmalar sonunda olanaklı hale gelmiştir.

Biz, bu yazının sınırlı çerçevesi içinde, olgucu ve tarihselci tutumlara daha çok doğabilim-toplumbilim tartışması çerçevesinde ve ancak satırbaşları halinde değindikten sonra, olgucu tutumun toplumbilime uygulanış biçiminin tarihselci açıdan dar bir eleştirisini yapmayı deneyeceğiz.

II

Özellikle günümüzdeki çok-çeşitliliği nedeniyle «olguculuk» sözcüğünü tek ve belirli bir felsefe tutumu için kullanmak oldukça güçtür ve giderek de güçleşmektedir. Çağımızın bir olguculuklar çağı olduğunu söyleyenlerin bu sözlerini abartmalı bulmak olanaklıysa da, bu sözlerin olguculuğun çok yaygınlaştığını yansıttığı açıktır. Yine de, bu çok-çeşitlilik ve yaygınlığa rağmen, temelde yatan bir olgucu bilgi ve bilim görüşünden sözedilebilir.

Bu görüş, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki temel felsefi inanca dayanır:

a) İnsan bilgisinin kaynağı veridir, veri ise algılanabilir, gözlemlenebilir olan şey, yani olgudur,

b) Veri, yalnızca duyusal izlenimlerin bir çokluğu olarak vardır ve bize belirli bir kurallar demeti (örneğin, uzay ve zamana bağlı bir koordinatlar sistemi) içinde açıktır.

Bu "birbirine bağlı iki temel inanca bakılarak «olguculuk» sözcüğünü «empirizm» anlamında kullanmak oldukça sık rastlanan bir durumdur. Gerçekten de empirizm, evren, evrenin özellikleri, yapısı üzerine sahip olduğumuz tüm bilgilerin deneyden çıktığı, bilginin algı yoluyla verilmiş malzemenin (verinin) insan anlığı tarafından işlenmesi sonucu oluştuğu inancıdır. Ne var ki, bu konumu ile empirizmi, evrenin bizden bağımsız olarak cisimlerden, renklerden, v.b. oluştuğu ve bilgimizin bunların algılanması ile meydana geldiği inancından, yani realizmden ve onun özel bir türü olan ve evrenin bizden bağımsız maddi bir şey olduğunu kabul eden materyalizmden ayırmak zordur. Grek empirizminde, örneğin Epikürosçulukta böyle bir ayırıma rastlanmaz. Bu bakımdan, olguculuğa bağlanan empirizm, bu türlü bir realizmi içermez.

Olguculuk, yalnızca duyusal etkilenimlerden, izlenimlerden yola çıkar; bu etkilenim ve izlenimlerin ardında bağımsız bir «realite» nin olup olmadığı sorusu, olgucular için ilke olarak yanıtlanamaz türden bir sorudur. Buna ancak, başkalarının da duyumlamaları göz önünde tutularak bir ortak-duyu (common sense) aracılığıyla varılabilir. Bu bakımdan olguculuk, örneğin Epikürosçuluğun realizm kokan empirizmini daha tutarlı bir yöne, yani sensüalizme çeker. Kuşkusuz, sensualist empirizmin en aşırı biçimi solipsizmdir. Olguculuğun bağlandığı sensualist empirizmde de solipsist eğilimler vardır, ama solipsizme pek geçilmez. Çünkü, olguculuk, aynı zamanda yaşamla ilgili bir pratik kaygı ve ülküyü de içerir. Bu, sağın empirik bilgi ve sağın bilim yoluyla doğaya egemen olmak ve giderek topluma çekidüzen vermek kaygısı ve ülküsüdür. Bu kaygı ve ülkü, en belirgin biçimini önce Saint-Simon ve daha esaslı olarak sonradan Comte'da bulur. Öyle ki, olguculuk bilgi-kuramsal temellerini Locke, Berkeley ve Hume ile İngiliz Empirizminde bulurken, toplumsal ülkücü temellerini de Fransız ansiklopedistleri (d'Alembert, Turgot), Saint-Simon ve Comte ile atar. Ama kuşkusuz ki, olguculuk, hem bilgi-kuramsal hem de toplumsal ülkücü yanlarıyla ilk kez F. Bacon'da ortaya çıkar. Öyle ki, olguculuk, birazdan sözü edilecek olan yeni-olguculuk (neopozitivizm) da içinde olmak üzere, Bacon'un programına bağlıdır: Yani, sensüalist-empirist bir bilgi ve bilim tutumundan hareketle doğaya egemen olmak ve topluma çekidüzen vermek. Böylece, «doğabilim»in deneye, gözleme dayalı yapısı ve yöntemine bakılarak «bilim» ile «doğabilim» kavramları özdeş kılınır.

Empirik-sağın doğabilim ülküsü Alman olgucularında, Avenarius ve Mach'dâ degemendir. Onlar için düşünen bireyin, insanın temel ilgisi, biyolojik yaşam pratiğine bağlı bir ilgidir. Bu nedenle, örneğin «doğa yasası» denen şey, bireyin dışında, bireyden bağımsız olarak doğaya yön veren bir ilke, töz, v.b. değildir; olsa olsa biyolojik yaşam pratiği açısından eylemde bulunan insanın düşüncesine tasarruf getiren, düşünme ekonomisi sağlayan bir buluştur. Alman olgucuları «salt deneyin eleştirisi» (empiriokritisizm) peşindedirler. Onlar için amaç, "duyumların çözümlenmesi", «empirik verilerin salt betimi» ve giderek bir «doğal evren betimi» yapabilmektir. Bu betim, duyusal öğelerden olduğu kadar, duyum bağlamlarından da yararlanarak, düşünceyi «metafiziksel», «a priori» kalıntılardan, gereksiz tortulardan temizleyecek, böylece bir düşünme ekonomisi sağlanacaktır. Amaç, düşünceyi doğabilimsel çizgiye getirmektir.

«Düşünme ekonomisi» görüşleriyle Alman olgucularının geleneksel olguculukla yeni-olguculuk arasındaki yol üzerinde oldukları söylenebilir. Ama yeni-olguculuğu geleneksel olguculuktan ayırmak için, öncelikle yeni-olguculukta dil ve mantık'ın merkezcil rolünü vurgulamak gerekir. Mantıksal pozitivizm, mantıksal empirizm gibi adlarla da anılan yeni-olguculuğu geleneksel olguculuktan ayıran temel özellikler, kabaca şöyle sıralanabilir:

a) Geleneksel olguculukta, örneğin Hume'da ve daha sonra Mill'de olduğu gibi, duyusal olarak algılanabilir öğelerden yola çıkılır ve bu konumu içinde bize açık olan evrenin yapısı ve özellikleri ele alınıp, bu konuda sensüalist-empirist görüşle tutarlı olarak psikolojik ağırlıklı açıklamalar yapılır. Yeni-olguculuk'ta ise, evrenin yapısı sorunu, evren hakkında kendilerine dayanarak söz ettiğimiz dilsel yapıların, yani önermelerin mantıksal çözümlemesi sorunu haline dönüşür.

b) Geleneksel olgucular, örneğin Mill için mantık ve matematik deneyden türemişlerdir. Oysa yeni-olguculukta mantık ve matematik artık bir deney temeline dayandırılmazlar; onlar salt düşünsel ilişkilerin geçerliliği olarak konumlanırlar. Mantık ve matematik, bir geçerlilik olarak, analitik ve totolojik yoldan düşünsel ilişkileri formülleştirirler. Mantığın gerçeklikle bir ilişkisi yoktur, mantık bilgisi gerçeklik bilgisi değildir; mantık dil ile ilgilidir. Gerçekliğin mantığından değil dilin mantığından söz edilebilir.

c) Bilginin kaynağını duyu-verilerinde bulmak ve bilimsel bilgiyi de bu kaynağa dayamak olguculukta esastır. Yeni-olguculuk da buradan hareketle dilsel yapıları, deyileri (Aussage) kendi içinde iki gruba ayırır:

a) Anlamlı deyiler,
b) anlamsız deyiler.

Anlamsız deyiler, veriler hakkında bir şey bildirmeyen, veriyi «yansıtmayan», veriye «işaret etmeyen» deyilerdir.

Anlamlı deyiler ise kendi içinde ikiye ayrılır:

a) Olgusal ilişkiler hakkındaki deyiler (sentetik deyiler),
b) Salt mantıksal ilişkiler hakkındaki deyiler (analitik deyiler).

Sentetik deyiler, deneyden çıkarlar, a posterioridirler ve doğrulanmaları gerekir. Analitik deyiler ise olgular üzerine asla bilgi vermezler, onların doğrulukları kendi içlerindedir ve bu özellikleriyle deneyden bağımsız, a priori bir geçerlilikleri vardır. Buna göre, hem gerçeklikten (olgudan) sözeden ve hem de deneyden bağımsız bir geçerliliğe sahip bir önerme türü (Kant'ın sentetik a priori dediği önerme) olamaz.
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP