ESTETİK ÜSTÜNE DERSLER - 1

Ludwig Wittgenstein
çeviren: Abdülbaki Güçlü

1. Konu (Estetik) oldukça geniş; görebildiğim kadarıyla da bütünüyle yanlış anlaşılmakta. “Güzel” türünden bir söz­cüğün kullanılışı, sözcüğün geçtiği tümcelerin dilsel biçi­mine bakarsanız, yanlış anlaşılmaya başka pek çok sözcük­ten çok daha açıktır. “Güzel” [ile “iyi” –R] bir sıfattır; kul­landığınızda bu şöyle bir düşünme eğilimine girmiş oldu­ğunuzu gösterir: “Bunun belli bir niteliği, güzel olmak nite­liği vardır.”

2. Felsefenin bir konu başlığından bir başkasına, bir söz­cük öbeğinden bir başka sözcük öbeğine doğru ilerliyoruz.

3. Felsefe üstüne yazılmış bir kitabı bölümlemenin akıl­lıca bir yolu, kitabı konuşma bölümleri ile sözcük türlerine ayırmak olurdu. Kuşkusuz böyle bir durumda konuşma bölümlerini olağan dilbilgisinin ayırdığından daha çok sa­yıda bölüme ayırmak zorunda kalırdınız. Kişisel yaşantıyı betimleyen eylemler; “görmek”, “duyumsamak”, vb. fiiller üstüne saatlerce konuşurdunuz. İşte o an kendimizi bütün bu sözcüklerle birlikte gelen alışılmadık özel bir karmaşayla ya da karmaşalarla başbaşa bulurduk. Elinizde sayı sıfatları üstüne bir başka bölüm olurdu –burada bir başka karmaşa­nın söz konusu olacağı anlamına gelir bu; “bütün”, “her”, “birtakım”, vb. üstüne bir bölüm ...alın size bir başka kar­maşa daha; “sen”, “ben”, vb. üstüne bir bölüm ...bir başka tür daha; “güzel”, “iyi” üstüne bir bölüm ...işte bir başkası daha. Her defasında yeni bir karmaşalar öbeği içersine giri­yoruz: dil bıkıp usanmadan yeni oyunlar oynar bize.

4. Dili sık sık içinde çekiç, keski, kibrit, çiviler, vidalar, tutkal bulunan bir alet kutusuna benzettim. Bütün bu şeyle­rin bir araya gelmesi bir rastlantı değildir; her ne kadar hiç­bir şey tutkal ile keskinin birbirinden ayrı olduğu kadar ayrı olamazsa da –ayrı aletler arasında önemli ayrılıklar bulunsa da– bunlar benzer biçimde kullanılırlar. Yeni bir alana girdi­ğimizde, dilin bize oynadığı yeni oyunlar karşısında sürekli şaşkınlık yaşamamız söz konusudur.

5. Bir sözcüğü tartışırken her zaman yaptığımız şey, o sözcüğün bize nasıl öğretilmiş olduğunu sormaktır. Bunu yapmak bir yandan çeşitli yanlış kavrayışların önüne geçer­ken, öbür yandan sözcüğün kullanıldığı dile ilişkin kaba­taslak bir dil tasarımı verir. Bu dil her ne kadar yirmi yaşın­dayken konuştuğunuz dil değilse de, ne tür bir dil oyunu oynanacağını üç aşağı beş yukarı kestirirsiniz. Karşılaştırın: “Şunu şunu düşlemiş olduğumu” nasıl öğrendik? Buradaki ilginç nokta, bunu, bize bir düşün gösterilmiş olmasıyla öğ­renmemiş olmamızdır. Bir çocuğun “güzel”, “hoş”, vb. söz­cükleri nasıl öğrendiğini sorarsanız kendinize, bunları ilkin ünlemler (nidalar, haykırılar –hayret ya da sevinç belirtmek üzere aniden söyleniveren bir söz ya da çıkarılan bir ses) olarak üstünkörü öğrendiğini görürsünüz. (“Güzel”, sıkça kullanıldığından olsa gerek, üstüne konuşmak için fazlasıyla acayip bir sözcüktür.) Çocuk, “iyi” türünden bir sözcüğü genellikle önce yemek için kullanır. Burada öğrenme açısın­dan oldukça önemli olan nokta, abartılı yüz ifadeleri ile mi­miklerdir. Sözcük bir yüz ifadesinin ya da mimiğin yerine geçen karşılık olarak öğrenilir. Sözgelimi karşılaşılan mimik­ler, ses tonları, bu anlamda hep onama anlatımlarıdır. Söz­cüğü onama ünlemi kılan nedir? Kuşkusuz bunu sağlayan, sözcüklerin biçimi değil, o sözcüklerin içinde belirdiği oyun­dur. (Moore da dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz ku­şağın felsefecilerince yapılan temel yanlış nedir diye sormuş olsaydım, dile bakarken yalnızca sözcüklerin biçimine bakıl­ması ama sözcüklerin biçimini oluşturan kullanıma bakılma­ması olduğunu söylerdim.) Dil –konuşmak, yazmak, oto­büste yolculuk etmek, birisiyle karşılaşmak gibi – geniş bir etkinlikler kümesinin ıralayıcı özelliğini oluşturan parçası­dır. Burada biz genelde özne ile yüklem arasında (“Bu gü­zeldir”) konumlanan “iyi” ya da “güzel” sözcüklerine yo­ğunlaşmıyoruz, ki böyle yapmak bütünüyle ıralayıcı olmaz­dı, bu sözcüklerin söylendikleri durumlara –içinde estetik anlatımın kendisine bir yer bulduğu, buna karşılık anlatımın kendisinin âdeta göz ardı edilebilir bir konumda bulunduğu son derece karmaşık duruma– yoğunlaşıyoruz.

6. Dilini hiç mi hiç bilmediğiniz yabancı bir oymağa gidip “iyi”, “hoş”, vb. sözcüklere onların dilinde hangi sözcüklerin karşılık geldiğini bilmek isteseydiniz, arayacağınız ilk ne olurdu? Öncelikle gülümseyişleri, mimikleri, yemekleri, oyun nesnelerini bir ucundan yakalamaya çalışırdınız. ([Karşı çıkışa yanıt:] Mars’a gitmiş olsaydın, insanlar başlarında antenli kürelerle karşına çıksaydı neyi arayacağını herhalde bilemezdin. Peki ya ağızdan çıkan seslerin yalnızca soluk ve müzik sesi olduğu, dilin ise kulakla konuşulduğu bir oymağa gittiğinde neyi arardın. Karşılaştırın: “Ağaçların eğilerek birbirleriyle konuştuklarını gördüğün zaman ne yapardın.” (“Her şeyin bir tini vardır.”) Ağacın dallarını insanın kollarıyla karşılaştırmak işe yarayabilir. Belli ki oymaktaki insanların kendine özgü mimiklerini kendi benzetmelerimizi temel alarak yorumlamak zorundayız.) Kim bilir bu bizi bildiğimiz estetikten [ve etikten –T] ne denli uzaklara savurur. Demek ki belli sözcüklerden değil, ancak belli olaylardan, belli etkinliklerden başlayabiliriz.

7. Dilimizin özüne ilişkin ıralayıcı bir nokta, bu gibi ko­şullarda kullanılan “hoş”, “sevimli”, vb. çok sayıda sözcü­ğün sıfat olmasıdır. Ancak açık olduğu üzere bunun zorunlu olması için bir neden yoktur. Biraz önce gördüğünüz gibi, bunlar başta ünlem olarak kullanıldılar. “Bu sevimli” demek yerine yalnızca “Ooo!” deyip gülümseseydim ya da yalnızca göbeğimi sıvazlasaydım acaba değişen bir şey olur muydu? Bu yalınkat (“ilkel”) diller dolaşımda olduğu sürece, bu söz­cüklerin ne hakkında olduklarına, gerçek öznelerinin [“gü­zel” ya da “iyi” diye adlandırılanın –R.] ne olduğuna ilişkin soru(n)lar kesinlikle gündeme gelmez.

8. Gerçek yaşamda, estetik yargılar bildirildiğinde “gü­zel”, “hoş”, vb. estetik sıfatlarının öyle önemli bir rol oyna­mamaları dikkate değerdir. Estetik sıfatları müzik eleştiri­sinde kullanılabilirler mi? “Şu geçişe bak” ya da [Rhees] “Burada geçiş düzgün değil” dersiniz. Ya da bir şiir eleştiri­sinde, [Taylor]: “İmgeleri kullanışı kusursuz” dersiniz. Kul­landığınız sözcükler “güzel” ve “sevimli” sözcüklerinden çok, “doğru” ya da “uygun” sözcüklerine (gündelik konuş­mada kullanıldıkları biçimleriyle) daha yakındır.

9. “Sevimli” türünden sözcükler başta ünlem olarak, daha sonraysa tek tük durumlar için kullanılırlar. Bir müzik par­çasının sevimli olduğunu söyleyebiliriz, bu onu övmek değil ona bir özellik yüklemektir. (Kendilerini doğru dürüst dile getiremeyen pek çok insan doğal olarak bu sözcüğü sıkça kullanır. Onların sözcüğü kullanışlarına bakıldığında sözcü­ğün bir ünlem olarak kullanıldığı görülecektir.) Şunu sora­bilirim o zaman: “En çok hangi ezgi için ‘sevimli’ sözcüğünü kullanmayı isterdim?” Bir ezgiye “sevimli” demek ile “tam gençlere göre” demek arasında bir seçim yapabilirim. Bir müzik parçasını “İlkbahar Melodisi” ya da “İlkbahar Senfo­nisi” diye adlandırmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Gelgelelim “bahara yaraşır” ya da “bahara özgü” demek de “alımlı” ya da “gösterişli” demekten hiç de daha az saçma olmazdı.

10. Karakalem çalışan iyi bir ressam olsaydım, dört kalem darbesiyle sayısız anlatım kurabilirdim.

“Alımlı” ya da “gösterişli” türünden sözcükler yüz ile anlatılabilir. Bunu yaparken, betimlemelerimiz sıfatlarla an­latılanlardan çok daha esnek, sayıca da çok daha çeşitli ola­caklardır. Schubert’in bir parçasına melankolik (karaduygu­lu) dersem, bu ona bir yüz yüklemeye benzer (amacım bu­rada oturup onayışımı ya da onamayışımı anlatmak değil). Bunu yapmak yerine mimikleri ya da [Rhees] dansı da kul­lanabilirdim. Gerçekten de ne zaman kendimizi eksiksiz dile getirmek istesek, ister istemez bir mimiği ya da bir yüz ifa­desini kullanırız.

11. [Rhees: “Doğru yol bu” derken hangi kuralı kullanıma sokuyor ya da hangi kurala başvuruyoruz? Bir müzik öğ­retmeni bir parçanın şöyle çalınması gerektiğini söyleyip öyle de çaldığında, öğretmenin burada uyguladığı nedir?]

12. Sözgelimi şu soruyu alın: “Şiir nasıl okunmalıdır?” “Bir şiiri okumanın uygun yolu nedir?” Uyaksız bir şiir oku­yorsanız, bu şiiri okumanın doğru yolu onu yerinde vurgu­lar yaparak okumaktır –kuşkusuz bir yandan şiirin ritmine nasıl bir vurguda bulunmanız gerektiğini tartarken, bir yan­dan da o ritmi ne ölçüde gizlemeniz gerektiğini tartarsınız. Birisi çıkar da onun şu biçimde okunması gerektiğini söyle­yip size o biçimde de okursa, ona “Aa evet. Şimdi anlamlı buluyorum” dersiniz. Ölçüsü açık, açık olduğu kadar da ber­rak olduğundan bir çırpıda gözden geçirilerek okunması ge­reken şiirler vardır. Yine ölçüsü bütünüyle ardalanda kalan kimi başka şiirler de vardır. Sözgelimi 18. yüzyıl ozanı Klop­stock ile bir deneyimim olmuştu. Gördüm ki, onu okuma­nın yolu ölçüsüne olağanın dışında bir vurguda bulunmak­tan geçiyordu. Klopstock, şiirlerinin önüne ?--? (vb.) sim­geler koymuştu. Şiirlerini bu yeni yolla okuduğumda ken­dime: “Hıımm şimdi bunu niye yaptığını anlıyorum” demiş­tim. Ne olmuştu? Bu tür bir zımbırtıyı okurken önceleri az çok canım sıkılmıştı, ama o özel yolla okuduğumda keskin bir biçimde gülümseyip kendime: “Bu müthiş” falan demiş­tim. Aslında hiçbir şey söyleyememiştim ki... Altı üstü bütün yaptığım, şiiri yeniden yeniden okumuş olmamdı. Bu şiirleri okurken onama mimikleri diye adlandırılabilecek birtakım mimikler yapmış, birtakım yüz ifadeleri takınmıştım. Ancak önemli olan şiirleri bütünüyle bambaşka, çok ama çok daha yoğun bir gözle okuyup çevremdekilere de şöyle demiş ol­mamdı: “Bakın! Alın size nasıl okunmaları gerektiği.” Sora­rım size estetik sıfatları öyle önemli bir rol oynadılar mı bu­rada?

13. Takım elbisenin iyisinden anlayan bir kişi terzide ta­kım elbiseyi giyip denerken ne der? “Doğru uzunluk bu”, “Bu çok kısa”, “Bu çok dar”... Terzideki kişi ceket kendine yakıştığında zevkten dört köşe olsa da doğrusu burada onama sözcükleri hiçbir rol oynamazlar. “Bu çok kısa” de­mek yerine “Bak!”, “Tamam” yerine de “Olduğu gibi kalsın” diyebilirim. İşini bilen iyi bir terzi bu türden hiçbir sözcüğü kullanmayıp yalnızca gerekli yeri işaretler, sonra da gereken değişikliği yapar. Bir takım elbiseye ilişkin onayışımı nasıl gösteririm? Kuşkusuz onu sık sık giyerek, üstümdeki görü­nüşünün tadını çıkararak, vb.

14. (Size bir resimde bulunan bir cisim üzerindeki ışık ile gölgeyi verirsem, böylelikle size o cismin biçimini de vermiş olurum. Ama size resimdeki ışıklı bölümü verirsem, cismin biçiminin ne olduğunu bilemezsiniz.)

15. “Uygun” sözcüğünün kullanıldığı yerlerde ilişkiye geçtiğiniz çeşitli durumlar vardır. İlk başta kuralları öğ­renme durumu gelir. Terzi bir ceketin ne uzunlukta olaca­ğını, ceket kolunun ne genişlikte olması gerektiğini, vb.’ni öğrenir. Kuralları alıştırma yaparak öğrenir, tıpkı müzikte uyumu ve karşısürümü alıştırma yaparak öğrendiğiniz gibi. Diyelim ki terzilik okuluna gidip ilkin bütün kuralları öğ­rendim ve iyiden iyiye iki tür tutum edindim. Lewy “Bu çok kısa” diyor. Ben de “Hayır. Doğru. Kurallara uygun” di­yorum. Kurallar için güçlü bir duygu geliştiriyorum. Ku­ralları yorumluyorum. Diyorum ki: “Hayır. Doğru değil. Kurallara uygun değil.” Burada belli ki kurallara uygun olup olmadığına bakarak o şeye ilişkin estetik bir yargıda bulunuyorumdur. Öte yandan, kuralları öğrenmemiş ol­saydım, estetik yargıda da bulunamayacaktım. Kuralları öğ­rendikçe daha incelikli yargılarda bulunmayı da öğrenirsi­niz. Kuralları öğrenmek gerçekten de yargınızı değiştirir. (Uyumun ne menem bir şey olduğunu öğrenmemiş de olsa­nız, iyi bir kulağınız olmasa da, akortların düzeninde oluşa­bilecek herhangi bir uyumsuzluğu yine de sezebilirsiniz.)

16. Ceket ölçüsünde alttan alta verili bulunan kuralları, belli insanların isteklerinin anlatımı olarak göz önünde bu­lundurabilirsiniz. İnsanlar ceket ölçülerinin nasıl olması ge­rektiği konusunda ayrılık gösterirler: kimileri geniş ya da dar olmasına aldırış etmezken kimileriyse ince eleyip sık dokurlar. Diyebilirsiniz ki uyumun kuralları, insanların iz­lemek istedikleri akortların yönünü, yani bu kurallarda bil­lurlaşan dileklerini (“dilekler” sözcüğü burada bir hayli be­lirsizdir) dile getirmekteydi. Bütün büyük besteciler bu ku­rallara uyarak yazdılar ([Karşı çıkışa yanıt:] Hemen her bes­tecinin bu kuralları değiştirdiğini söyleyebilirsiniz, ancak değişiklik çok küçüktü; bütün kurallar baştan aşağı değişti­rilmemişti. Müzik hâlâ güzel idiyse bu eski kuralların sayıca çok olmasındandır –bu konuyu buraya getirmek çok da ge­rekli değil).
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP