ESTETİK ÜSTÜNE DERSLER - 1
|
Ludwig Wittgenstein
çeviren: Abdülbaki Güçlü
1. Konu (Estetik) oldukça geniş; görebildiğim kadarıyla da bütünüyle yanlış anlaşılmakta. “Güzel” türünden bir sözcüğün kullanılışı, sözcüğün geçtiği tümcelerin dilsel biçimine bakarsanız, yanlış anlaşılmaya başka pek çok sözcükten çok daha açıktır. “Güzel” [ile “iyi” –R] bir sıfattır; kullandığınızda bu şöyle bir düşünme eğilimine girmiş olduğunuzu gösterir: “Bunun belli bir niteliği, güzel olmak niteliği vardır.”
2. Felsefenin bir konu başlığından bir başkasına, bir sözcük öbeğinden bir başka sözcük öbeğine doğru ilerliyoruz.
3. Felsefe üstüne yazılmış bir kitabı bölümlemenin akıllıca bir yolu, kitabı konuşma bölümleri ile sözcük türlerine ayırmak olurdu. Kuşkusuz böyle bir durumda konuşma bölümlerini olağan dilbilgisinin ayırdığından daha çok sayıda bölüme ayırmak zorunda kalırdınız. Kişisel yaşantıyı betimleyen eylemler; “görmek”, “duyumsamak”, vb. fiiller üstüne saatlerce konuşurdunuz. İşte o an kendimizi bütün bu sözcüklerle birlikte gelen alışılmadık özel bir karmaşayla ya da karmaşalarla başbaşa bulurduk. Elinizde sayı sıfatları üstüne bir başka bölüm olurdu –burada bir başka karmaşanın söz konusu olacağı anlamına gelir bu; “bütün”, “her”, “birtakım”, vb. üstüne bir bölüm ...alın size bir başka karmaşa daha; “sen”, “ben”, vb. üstüne bir bölüm ...bir başka tür daha; “güzel”, “iyi” üstüne bir bölüm ...işte bir başkası daha. Her defasında yeni bir karmaşalar öbeği içersine giriyoruz: dil bıkıp usanmadan yeni oyunlar oynar bize.
4. Dili sık sık içinde çekiç, keski, kibrit, çiviler, vidalar, tutkal bulunan bir alet kutusuna benzettim. Bütün bu şeylerin bir araya gelmesi bir rastlantı değildir; her ne kadar hiçbir şey tutkal ile keskinin birbirinden ayrı olduğu kadar ayrı olamazsa da –ayrı aletler arasında önemli ayrılıklar bulunsa da– bunlar benzer biçimde kullanılırlar. Yeni bir alana girdiğimizde, dilin bize oynadığı yeni oyunlar karşısında sürekli şaşkınlık yaşamamız söz konusudur.
5. Bir sözcüğü tartışırken her zaman yaptığımız şey, o sözcüğün bize nasıl öğretilmiş olduğunu sormaktır. Bunu yapmak bir yandan çeşitli yanlış kavrayışların önüne geçerken, öbür yandan sözcüğün kullanıldığı dile ilişkin kabataslak bir dil tasarımı verir. Bu dil her ne kadar yirmi yaşındayken konuştuğunuz dil değilse de, ne tür bir dil oyunu oynanacağını üç aşağı beş yukarı kestirirsiniz. Karşılaştırın: “Şunu şunu düşlemiş olduğumu” nasıl öğrendik? Buradaki ilginç nokta, bunu, bize bir düşün gösterilmiş olmasıyla öğrenmemiş olmamızdır. Bir çocuğun “güzel”, “hoş”, vb. sözcükleri nasıl öğrendiğini sorarsanız kendinize, bunları ilkin ünlemler (nidalar, haykırılar –hayret ya da sevinç belirtmek üzere aniden söyleniveren bir söz ya da çıkarılan bir ses) olarak üstünkörü öğrendiğini görürsünüz. (“Güzel”, sıkça kullanıldığından olsa gerek, üstüne konuşmak için fazlasıyla acayip bir sözcüktür.) Çocuk, “iyi” türünden bir sözcüğü genellikle önce yemek için kullanır. Burada öğrenme açısından oldukça önemli olan nokta, abartılı yüz ifadeleri ile mimiklerdir. Sözcük bir yüz ifadesinin ya da mimiğin yerine geçen karşılık olarak öğrenilir. Sözgelimi karşılaşılan mimikler, ses tonları, bu anlamda hep onama anlatımlarıdır. Sözcüğü onama ünlemi kılan nedir? Kuşkusuz bunu sağlayan, sözcüklerin biçimi değil, o sözcüklerin içinde belirdiği oyundur. (Moore da dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz kuşağın felsefecilerince yapılan temel yanlış nedir diye sormuş olsaydım, dile bakarken yalnızca sözcüklerin biçimine bakılması ama sözcüklerin biçimini oluşturan kullanıma bakılmaması olduğunu söylerdim.) Dil –konuşmak, yazmak, otobüste yolculuk etmek, birisiyle karşılaşmak gibi – geniş bir etkinlikler kümesinin ıralayıcı özelliğini oluşturan parçasıdır. Burada biz genelde özne ile yüklem arasında (“Bu güzeldir”) konumlanan “iyi” ya da “güzel” sözcüklerine yoğunlaşmıyoruz, ki böyle yapmak bütünüyle ıralayıcı olmazdı, bu sözcüklerin söylendikleri durumlara –içinde estetik anlatımın kendisine bir yer bulduğu, buna karşılık anlatımın kendisinin âdeta göz ardı edilebilir bir konumda bulunduğu son derece karmaşık duruma– yoğunlaşıyoruz.
6. Dilini hiç mi hiç bilmediğiniz yabancı bir oymağa gidip “iyi”, “hoş”, vb. sözcüklere onların dilinde hangi sözcüklerin karşılık geldiğini bilmek isteseydiniz, arayacağınız ilk ne olurdu? Öncelikle gülümseyişleri, mimikleri, yemekleri, oyun nesnelerini bir ucundan yakalamaya çalışırdınız. ([Karşı çıkışa yanıt:] Mars’a gitmiş olsaydın, insanlar başlarında antenli kürelerle karşına çıksaydı neyi arayacağını herhalde bilemezdin. Peki ya ağızdan çıkan seslerin yalnızca soluk ve müzik sesi olduğu, dilin ise kulakla konuşulduğu bir oymağa gittiğinde neyi arardın. Karşılaştırın: “Ağaçların eğilerek birbirleriyle konuştuklarını gördüğün zaman ne yapardın.” (“Her şeyin bir tini vardır.”) Ağacın dallarını insanın kollarıyla karşılaştırmak işe yarayabilir. Belli ki oymaktaki insanların kendine özgü mimiklerini kendi benzetmelerimizi temel alarak yorumlamak zorundayız.) Kim bilir bu bizi bildiğimiz estetikten [ve etikten –T] ne denli uzaklara savurur. Demek ki belli sözcüklerden değil, ancak belli olaylardan, belli etkinliklerden başlayabiliriz.
7. Dilimizin özüne ilişkin ıralayıcı bir nokta, bu gibi koşullarda kullanılan “hoş”, “sevimli”, vb. çok sayıda sözcüğün sıfat olmasıdır. Ancak açık olduğu üzere bunun zorunlu olması için bir neden yoktur. Biraz önce gördüğünüz gibi, bunlar başta ünlem olarak kullanıldılar. “Bu sevimli” demek yerine yalnızca “Ooo!” deyip gülümseseydim ya da yalnızca göbeğimi sıvazlasaydım acaba değişen bir şey olur muydu? Bu yalınkat (“ilkel”) diller dolaşımda olduğu sürece, bu sözcüklerin ne hakkında olduklarına, gerçek öznelerinin [“güzel” ya da “iyi” diye adlandırılanın –R.] ne olduğuna ilişkin soru(n)lar kesinlikle gündeme gelmez.
8. Gerçek yaşamda, estetik yargılar bildirildiğinde “güzel”, “hoş”, vb. estetik sıfatlarının öyle önemli bir rol oynamamaları dikkate değerdir. Estetik sıfatları müzik eleştirisinde kullanılabilirler mi? “Şu geçişe bak” ya da [Rhees] “Burada geçiş düzgün değil” dersiniz. Ya da bir şiir eleştirisinde, [Taylor]: “İmgeleri kullanışı kusursuz” dersiniz. Kullandığınız sözcükler “güzel” ve “sevimli” sözcüklerinden çok, “doğru” ya da “uygun” sözcüklerine (gündelik konuşmada kullanıldıkları biçimleriyle) daha yakındır.
9. “Sevimli” türünden sözcükler başta ünlem olarak, daha sonraysa tek tük durumlar için kullanılırlar. Bir müzik parçasının sevimli olduğunu söyleyebiliriz, bu onu övmek değil ona bir özellik yüklemektir. (Kendilerini doğru dürüst dile getiremeyen pek çok insan doğal olarak bu sözcüğü sıkça kullanır. Onların sözcüğü kullanışlarına bakıldığında sözcüğün bir ünlem olarak kullanıldığı görülecektir.) Şunu sorabilirim o zaman: “En çok hangi ezgi için ‘sevimli’ sözcüğünü kullanmayı isterdim?” Bir ezgiye “sevimli” demek ile “tam gençlere göre” demek arasında bir seçim yapabilirim. Bir müzik parçasını “İlkbahar Melodisi” ya da “İlkbahar Senfonisi” diye adlandırmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Gelgelelim “bahara yaraşır” ya da “bahara özgü” demek de “alımlı” ya da “gösterişli” demekten hiç de daha az saçma olmazdı.
10. Karakalem çalışan iyi bir ressam olsaydım, dört kalem darbesiyle sayısız anlatım kurabilirdim.
“Alımlı” ya da “gösterişli” türünden sözcükler yüz ile anlatılabilir. Bunu yaparken, betimlemelerimiz sıfatlarla anlatılanlardan çok daha esnek, sayıca da çok daha çeşitli olacaklardır. Schubert’in bir parçasına melankolik (karaduygulu) dersem, bu ona bir yüz yüklemeye benzer (amacım burada oturup onayışımı ya da onamayışımı anlatmak değil). Bunu yapmak yerine mimikleri ya da [Rhees] dansı da kullanabilirdim. Gerçekten de ne zaman kendimizi eksiksiz dile getirmek istesek, ister istemez bir mimiği ya da bir yüz ifadesini kullanırız.
11. [Rhees: “Doğru yol bu” derken hangi kuralı kullanıma sokuyor ya da hangi kurala başvuruyoruz? Bir müzik öğretmeni bir parçanın şöyle çalınması gerektiğini söyleyip öyle de çaldığında, öğretmenin burada uyguladığı nedir?]
12. Sözgelimi şu soruyu alın: “Şiir nasıl okunmalıdır?” “Bir şiiri okumanın uygun yolu nedir?” Uyaksız bir şiir okuyorsanız, bu şiiri okumanın doğru yolu onu yerinde vurgular yaparak okumaktır –kuşkusuz bir yandan şiirin ritmine nasıl bir vurguda bulunmanız gerektiğini tartarken, bir yandan da o ritmi ne ölçüde gizlemeniz gerektiğini tartarsınız. Birisi çıkar da onun şu biçimde okunması gerektiğini söyleyip size o biçimde de okursa, ona “Aa evet. Şimdi anlamlı buluyorum” dersiniz. Ölçüsü açık, açık olduğu kadar da berrak olduğundan bir çırpıda gözden geçirilerek okunması gereken şiirler vardır. Yine ölçüsü bütünüyle ardalanda kalan kimi başka şiirler de vardır. Sözgelimi 18. yüzyıl ozanı Klopstock ile bir deneyimim olmuştu. Gördüm ki, onu okumanın yolu ölçüsüne olağanın dışında bir vurguda bulunmaktan geçiyordu. Klopstock, şiirlerinin önüne ?--? (vb.) simgeler koymuştu. Şiirlerini bu yeni yolla okuduğumda kendime: “Hıımm şimdi bunu niye yaptığını anlıyorum” demiştim. Ne olmuştu? Bu tür bir zımbırtıyı okurken önceleri az çok canım sıkılmıştı, ama o özel yolla okuduğumda keskin bir biçimde gülümseyip kendime: “Bu müthiş” falan demiştim. Aslında hiçbir şey söyleyememiştim ki... Altı üstü bütün yaptığım, şiiri yeniden yeniden okumuş olmamdı. Bu şiirleri okurken onama mimikleri diye adlandırılabilecek birtakım mimikler yapmış, birtakım yüz ifadeleri takınmıştım. Ancak önemli olan şiirleri bütünüyle bambaşka, çok ama çok daha yoğun bir gözle okuyup çevremdekilere de şöyle demiş olmamdı: “Bakın! Alın size nasıl okunmaları gerektiği.” Sorarım size estetik sıfatları öyle önemli bir rol oynadılar mı burada?
13. Takım elbisenin iyisinden anlayan bir kişi terzide takım elbiseyi giyip denerken ne der? “Doğru uzunluk bu”, “Bu çok kısa”, “Bu çok dar”... Terzideki kişi ceket kendine yakıştığında zevkten dört köşe olsa da doğrusu burada onama sözcükleri hiçbir rol oynamazlar. “Bu çok kısa” demek yerine “Bak!”, “Tamam” yerine de “Olduğu gibi kalsın” diyebilirim. İşini bilen iyi bir terzi bu türden hiçbir sözcüğü kullanmayıp yalnızca gerekli yeri işaretler, sonra da gereken değişikliği yapar. Bir takım elbiseye ilişkin onayışımı nasıl gösteririm? Kuşkusuz onu sık sık giyerek, üstümdeki görünüşünün tadını çıkararak, vb.
14. (Size bir resimde bulunan bir cisim üzerindeki ışık ile gölgeyi verirsem, böylelikle size o cismin biçimini de vermiş olurum. Ama size resimdeki ışıklı bölümü verirsem, cismin biçiminin ne olduğunu bilemezsiniz.)
15. “Uygun” sözcüğünün kullanıldığı yerlerde ilişkiye geçtiğiniz çeşitli durumlar vardır. İlk başta kuralları öğrenme durumu gelir. Terzi bir ceketin ne uzunlukta olacağını, ceket kolunun ne genişlikte olması gerektiğini, vb.’ni öğrenir. Kuralları alıştırma yaparak öğrenir, tıpkı müzikte uyumu ve karşısürümü alıştırma yaparak öğrendiğiniz gibi. Diyelim ki terzilik okuluna gidip ilkin bütün kuralları öğrendim ve iyiden iyiye iki tür tutum edindim. Lewy “Bu çok kısa” diyor. Ben de “Hayır. Doğru. Kurallara uygun” diyorum. Kurallar için güçlü bir duygu geliştiriyorum. Kuralları yorumluyorum. Diyorum ki: “Hayır. Doğru değil. Kurallara uygun değil.” Burada belli ki kurallara uygun olup olmadığına bakarak o şeye ilişkin estetik bir yargıda bulunuyorumdur. Öte yandan, kuralları öğrenmemiş olsaydım, estetik yargıda da bulunamayacaktım. Kuralları öğrendikçe daha incelikli yargılarda bulunmayı da öğrenirsiniz. Kuralları öğrenmek gerçekten de yargınızı değiştirir. (Uyumun ne menem bir şey olduğunu öğrenmemiş de olsanız, iyi bir kulağınız olmasa da, akortların düzeninde oluşabilecek herhangi bir uyumsuzluğu yine de sezebilirsiniz.)
16. Ceket ölçüsünde alttan alta verili bulunan kuralları, belli insanların isteklerinin anlatımı olarak göz önünde bulundurabilirsiniz. İnsanlar ceket ölçülerinin nasıl olması gerektiği konusunda ayrılık gösterirler: kimileri geniş ya da dar olmasına aldırış etmezken kimileriyse ince eleyip sık dokurlar. Diyebilirsiniz ki uyumun kuralları, insanların izlemek istedikleri akortların yönünü, yani bu kurallarda billurlaşan dileklerini (“dilekler” sözcüğü burada bir hayli belirsizdir) dile getirmekteydi. Bütün büyük besteciler bu kurallara uyarak yazdılar ([Karşı çıkışa yanıt:] Hemen her bestecinin bu kuralları değiştirdiğini söyleyebilirsiniz, ancak değişiklik çok küçüktü; bütün kurallar baştan aşağı değiştirilmemişti. Müzik hâlâ güzel idiyse bu eski kuralların sayıca çok olmasındandır –bu konuyu buraya getirmek çok da gerekli değil).
çeviren: Abdülbaki Güçlü
1. Konu (Estetik) oldukça geniş; görebildiğim kadarıyla da bütünüyle yanlış anlaşılmakta. “Güzel” türünden bir sözcüğün kullanılışı, sözcüğün geçtiği tümcelerin dilsel biçimine bakarsanız, yanlış anlaşılmaya başka pek çok sözcükten çok daha açıktır. “Güzel” [ile “iyi” –R] bir sıfattır; kullandığınızda bu şöyle bir düşünme eğilimine girmiş olduğunuzu gösterir: “Bunun belli bir niteliği, güzel olmak niteliği vardır.”
2. Felsefenin bir konu başlığından bir başkasına, bir sözcük öbeğinden bir başka sözcük öbeğine doğru ilerliyoruz.
3. Felsefe üstüne yazılmış bir kitabı bölümlemenin akıllıca bir yolu, kitabı konuşma bölümleri ile sözcük türlerine ayırmak olurdu. Kuşkusuz böyle bir durumda konuşma bölümlerini olağan dilbilgisinin ayırdığından daha çok sayıda bölüme ayırmak zorunda kalırdınız. Kişisel yaşantıyı betimleyen eylemler; “görmek”, “duyumsamak”, vb. fiiller üstüne saatlerce konuşurdunuz. İşte o an kendimizi bütün bu sözcüklerle birlikte gelen alışılmadık özel bir karmaşayla ya da karmaşalarla başbaşa bulurduk. Elinizde sayı sıfatları üstüne bir başka bölüm olurdu –burada bir başka karmaşanın söz konusu olacağı anlamına gelir bu; “bütün”, “her”, “birtakım”, vb. üstüne bir bölüm ...alın size bir başka karmaşa daha; “sen”, “ben”, vb. üstüne bir bölüm ...bir başka tür daha; “güzel”, “iyi” üstüne bir bölüm ...işte bir başkası daha. Her defasında yeni bir karmaşalar öbeği içersine giriyoruz: dil bıkıp usanmadan yeni oyunlar oynar bize.
4. Dili sık sık içinde çekiç, keski, kibrit, çiviler, vidalar, tutkal bulunan bir alet kutusuna benzettim. Bütün bu şeylerin bir araya gelmesi bir rastlantı değildir; her ne kadar hiçbir şey tutkal ile keskinin birbirinden ayrı olduğu kadar ayrı olamazsa da –ayrı aletler arasında önemli ayrılıklar bulunsa da– bunlar benzer biçimde kullanılırlar. Yeni bir alana girdiğimizde, dilin bize oynadığı yeni oyunlar karşısında sürekli şaşkınlık yaşamamız söz konusudur.
5. Bir sözcüğü tartışırken her zaman yaptığımız şey, o sözcüğün bize nasıl öğretilmiş olduğunu sormaktır. Bunu yapmak bir yandan çeşitli yanlış kavrayışların önüne geçerken, öbür yandan sözcüğün kullanıldığı dile ilişkin kabataslak bir dil tasarımı verir. Bu dil her ne kadar yirmi yaşındayken konuştuğunuz dil değilse de, ne tür bir dil oyunu oynanacağını üç aşağı beş yukarı kestirirsiniz. Karşılaştırın: “Şunu şunu düşlemiş olduğumu” nasıl öğrendik? Buradaki ilginç nokta, bunu, bize bir düşün gösterilmiş olmasıyla öğrenmemiş olmamızdır. Bir çocuğun “güzel”, “hoş”, vb. sözcükleri nasıl öğrendiğini sorarsanız kendinize, bunları ilkin ünlemler (nidalar, haykırılar –hayret ya da sevinç belirtmek üzere aniden söyleniveren bir söz ya da çıkarılan bir ses) olarak üstünkörü öğrendiğini görürsünüz. (“Güzel”, sıkça kullanıldığından olsa gerek, üstüne konuşmak için fazlasıyla acayip bir sözcüktür.) Çocuk, “iyi” türünden bir sözcüğü genellikle önce yemek için kullanır. Burada öğrenme açısından oldukça önemli olan nokta, abartılı yüz ifadeleri ile mimiklerdir. Sözcük bir yüz ifadesinin ya da mimiğin yerine geçen karşılık olarak öğrenilir. Sözgelimi karşılaşılan mimikler, ses tonları, bu anlamda hep onama anlatımlarıdır. Sözcüğü onama ünlemi kılan nedir? Kuşkusuz bunu sağlayan, sözcüklerin biçimi değil, o sözcüklerin içinde belirdiği oyundur. (Moore da dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz kuşağın felsefecilerince yapılan temel yanlış nedir diye sormuş olsaydım, dile bakarken yalnızca sözcüklerin biçimine bakılması ama sözcüklerin biçimini oluşturan kullanıma bakılmaması olduğunu söylerdim.) Dil –konuşmak, yazmak, otobüste yolculuk etmek, birisiyle karşılaşmak gibi – geniş bir etkinlikler kümesinin ıralayıcı özelliğini oluşturan parçasıdır. Burada biz genelde özne ile yüklem arasında (“Bu güzeldir”) konumlanan “iyi” ya da “güzel” sözcüklerine yoğunlaşmıyoruz, ki böyle yapmak bütünüyle ıralayıcı olmazdı, bu sözcüklerin söylendikleri durumlara –içinde estetik anlatımın kendisine bir yer bulduğu, buna karşılık anlatımın kendisinin âdeta göz ardı edilebilir bir konumda bulunduğu son derece karmaşık duruma– yoğunlaşıyoruz.
6. Dilini hiç mi hiç bilmediğiniz yabancı bir oymağa gidip “iyi”, “hoş”, vb. sözcüklere onların dilinde hangi sözcüklerin karşılık geldiğini bilmek isteseydiniz, arayacağınız ilk ne olurdu? Öncelikle gülümseyişleri, mimikleri, yemekleri, oyun nesnelerini bir ucundan yakalamaya çalışırdınız. ([Karşı çıkışa yanıt:] Mars’a gitmiş olsaydın, insanlar başlarında antenli kürelerle karşına çıksaydı neyi arayacağını herhalde bilemezdin. Peki ya ağızdan çıkan seslerin yalnızca soluk ve müzik sesi olduğu, dilin ise kulakla konuşulduğu bir oymağa gittiğinde neyi arardın. Karşılaştırın: “Ağaçların eğilerek birbirleriyle konuştuklarını gördüğün zaman ne yapardın.” (“Her şeyin bir tini vardır.”) Ağacın dallarını insanın kollarıyla karşılaştırmak işe yarayabilir. Belli ki oymaktaki insanların kendine özgü mimiklerini kendi benzetmelerimizi temel alarak yorumlamak zorundayız.) Kim bilir bu bizi bildiğimiz estetikten [ve etikten –T] ne denli uzaklara savurur. Demek ki belli sözcüklerden değil, ancak belli olaylardan, belli etkinliklerden başlayabiliriz.
7. Dilimizin özüne ilişkin ıralayıcı bir nokta, bu gibi koşullarda kullanılan “hoş”, “sevimli”, vb. çok sayıda sözcüğün sıfat olmasıdır. Ancak açık olduğu üzere bunun zorunlu olması için bir neden yoktur. Biraz önce gördüğünüz gibi, bunlar başta ünlem olarak kullanıldılar. “Bu sevimli” demek yerine yalnızca “Ooo!” deyip gülümseseydim ya da yalnızca göbeğimi sıvazlasaydım acaba değişen bir şey olur muydu? Bu yalınkat (“ilkel”) diller dolaşımda olduğu sürece, bu sözcüklerin ne hakkında olduklarına, gerçek öznelerinin [“güzel” ya da “iyi” diye adlandırılanın –R.] ne olduğuna ilişkin soru(n)lar kesinlikle gündeme gelmez.
8. Gerçek yaşamda, estetik yargılar bildirildiğinde “güzel”, “hoş”, vb. estetik sıfatlarının öyle önemli bir rol oynamamaları dikkate değerdir. Estetik sıfatları müzik eleştirisinde kullanılabilirler mi? “Şu geçişe bak” ya da [Rhees] “Burada geçiş düzgün değil” dersiniz. Ya da bir şiir eleştirisinde, [Taylor]: “İmgeleri kullanışı kusursuz” dersiniz. Kullandığınız sözcükler “güzel” ve “sevimli” sözcüklerinden çok, “doğru” ya da “uygun” sözcüklerine (gündelik konuşmada kullanıldıkları biçimleriyle) daha yakındır.
9. “Sevimli” türünden sözcükler başta ünlem olarak, daha sonraysa tek tük durumlar için kullanılırlar. Bir müzik parçasının sevimli olduğunu söyleyebiliriz, bu onu övmek değil ona bir özellik yüklemektir. (Kendilerini doğru dürüst dile getiremeyen pek çok insan doğal olarak bu sözcüğü sıkça kullanır. Onların sözcüğü kullanışlarına bakıldığında sözcüğün bir ünlem olarak kullanıldığı görülecektir.) Şunu sorabilirim o zaman: “En çok hangi ezgi için ‘sevimli’ sözcüğünü kullanmayı isterdim?” Bir ezgiye “sevimli” demek ile “tam gençlere göre” demek arasında bir seçim yapabilirim. Bir müzik parçasını “İlkbahar Melodisi” ya da “İlkbahar Senfonisi” diye adlandırmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Gelgelelim “bahara yaraşır” ya da “bahara özgü” demek de “alımlı” ya da “gösterişli” demekten hiç de daha az saçma olmazdı.
10. Karakalem çalışan iyi bir ressam olsaydım, dört kalem darbesiyle sayısız anlatım kurabilirdim.
“Alımlı” ya da “gösterişli” türünden sözcükler yüz ile anlatılabilir. Bunu yaparken, betimlemelerimiz sıfatlarla anlatılanlardan çok daha esnek, sayıca da çok daha çeşitli olacaklardır. Schubert’in bir parçasına melankolik (karaduygulu) dersem, bu ona bir yüz yüklemeye benzer (amacım burada oturup onayışımı ya da onamayışımı anlatmak değil). Bunu yapmak yerine mimikleri ya da [Rhees] dansı da kullanabilirdim. Gerçekten de ne zaman kendimizi eksiksiz dile getirmek istesek, ister istemez bir mimiği ya da bir yüz ifadesini kullanırız.
11. [Rhees: “Doğru yol bu” derken hangi kuralı kullanıma sokuyor ya da hangi kurala başvuruyoruz? Bir müzik öğretmeni bir parçanın şöyle çalınması gerektiğini söyleyip öyle de çaldığında, öğretmenin burada uyguladığı nedir?]
12. Sözgelimi şu soruyu alın: “Şiir nasıl okunmalıdır?” “Bir şiiri okumanın uygun yolu nedir?” Uyaksız bir şiir okuyorsanız, bu şiiri okumanın doğru yolu onu yerinde vurgular yaparak okumaktır –kuşkusuz bir yandan şiirin ritmine nasıl bir vurguda bulunmanız gerektiğini tartarken, bir yandan da o ritmi ne ölçüde gizlemeniz gerektiğini tartarsınız. Birisi çıkar da onun şu biçimde okunması gerektiğini söyleyip size o biçimde de okursa, ona “Aa evet. Şimdi anlamlı buluyorum” dersiniz. Ölçüsü açık, açık olduğu kadar da berrak olduğundan bir çırpıda gözden geçirilerek okunması gereken şiirler vardır. Yine ölçüsü bütünüyle ardalanda kalan kimi başka şiirler de vardır. Sözgelimi 18. yüzyıl ozanı Klopstock ile bir deneyimim olmuştu. Gördüm ki, onu okumanın yolu ölçüsüne olağanın dışında bir vurguda bulunmaktan geçiyordu. Klopstock, şiirlerinin önüne ?--? (vb.) simgeler koymuştu. Şiirlerini bu yeni yolla okuduğumda kendime: “Hıımm şimdi bunu niye yaptığını anlıyorum” demiştim. Ne olmuştu? Bu tür bir zımbırtıyı okurken önceleri az çok canım sıkılmıştı, ama o özel yolla okuduğumda keskin bir biçimde gülümseyip kendime: “Bu müthiş” falan demiştim. Aslında hiçbir şey söyleyememiştim ki... Altı üstü bütün yaptığım, şiiri yeniden yeniden okumuş olmamdı. Bu şiirleri okurken onama mimikleri diye adlandırılabilecek birtakım mimikler yapmış, birtakım yüz ifadeleri takınmıştım. Ancak önemli olan şiirleri bütünüyle bambaşka, çok ama çok daha yoğun bir gözle okuyup çevremdekilere de şöyle demiş olmamdı: “Bakın! Alın size nasıl okunmaları gerektiği.” Sorarım size estetik sıfatları öyle önemli bir rol oynadılar mı burada?
13. Takım elbisenin iyisinden anlayan bir kişi terzide takım elbiseyi giyip denerken ne der? “Doğru uzunluk bu”, “Bu çok kısa”, “Bu çok dar”... Terzideki kişi ceket kendine yakıştığında zevkten dört köşe olsa da doğrusu burada onama sözcükleri hiçbir rol oynamazlar. “Bu çok kısa” demek yerine “Bak!”, “Tamam” yerine de “Olduğu gibi kalsın” diyebilirim. İşini bilen iyi bir terzi bu türden hiçbir sözcüğü kullanmayıp yalnızca gerekli yeri işaretler, sonra da gereken değişikliği yapar. Bir takım elbiseye ilişkin onayışımı nasıl gösteririm? Kuşkusuz onu sık sık giyerek, üstümdeki görünüşünün tadını çıkararak, vb.
14. (Size bir resimde bulunan bir cisim üzerindeki ışık ile gölgeyi verirsem, böylelikle size o cismin biçimini de vermiş olurum. Ama size resimdeki ışıklı bölümü verirsem, cismin biçiminin ne olduğunu bilemezsiniz.)
15. “Uygun” sözcüğünün kullanıldığı yerlerde ilişkiye geçtiğiniz çeşitli durumlar vardır. İlk başta kuralları öğrenme durumu gelir. Terzi bir ceketin ne uzunlukta olacağını, ceket kolunun ne genişlikte olması gerektiğini, vb.’ni öğrenir. Kuralları alıştırma yaparak öğrenir, tıpkı müzikte uyumu ve karşısürümü alıştırma yaparak öğrendiğiniz gibi. Diyelim ki terzilik okuluna gidip ilkin bütün kuralları öğrendim ve iyiden iyiye iki tür tutum edindim. Lewy “Bu çok kısa” diyor. Ben de “Hayır. Doğru. Kurallara uygun” diyorum. Kurallar için güçlü bir duygu geliştiriyorum. Kuralları yorumluyorum. Diyorum ki: “Hayır. Doğru değil. Kurallara uygun değil.” Burada belli ki kurallara uygun olup olmadığına bakarak o şeye ilişkin estetik bir yargıda bulunuyorumdur. Öte yandan, kuralları öğrenmemiş olsaydım, estetik yargıda da bulunamayacaktım. Kuralları öğrendikçe daha incelikli yargılarda bulunmayı da öğrenirsiniz. Kuralları öğrenmek gerçekten de yargınızı değiştirir. (Uyumun ne menem bir şey olduğunu öğrenmemiş de olsanız, iyi bir kulağınız olmasa da, akortların düzeninde oluşabilecek herhangi bir uyumsuzluğu yine de sezebilirsiniz.)
16. Ceket ölçüsünde alttan alta verili bulunan kuralları, belli insanların isteklerinin anlatımı olarak göz önünde bulundurabilirsiniz. İnsanlar ceket ölçülerinin nasıl olması gerektiği konusunda ayrılık gösterirler: kimileri geniş ya da dar olmasına aldırış etmezken kimileriyse ince eleyip sık dokurlar. Diyebilirsiniz ki uyumun kuralları, insanların izlemek istedikleri akortların yönünü, yani bu kurallarda billurlaşan dileklerini (“dilekler” sözcüğü burada bir hayli belirsizdir) dile getirmekteydi. Bütün büyük besteciler bu kurallara uyarak yazdılar ([Karşı çıkışa yanıt:] Hemen her bestecinin bu kuralları değiştirdiğini söyleyebilirsiniz, ancak değişiklik çok küçüktü; bütün kurallar baştan aşağı değiştirilmemişti. Müzik hâlâ güzel idiyse bu eski kuralların sayıca çok olmasındandır –bu konuyu buraya getirmek çok da gerekli değil).