Şeyh Bedrettin - VARİDAT - 3

Allah  Teâlâ’nın  "Onu  yapıp,  ruhumdan üfledim" buyurması, O  aşamaya  getirilmesi anlamındadır.  Bu  aşamada  beden  istenilen şekle  göre  düzeltilir  ve  bu  durum  sebepler doğrultusundaki  maddenin  istidâdıyla  hâsıl olur.  Kabiliyeti  yerine  getirilirse,  üfürmekle dile  getirilen  ruh  ikisinin  ilgisiyle  ortaya  çıkar. Üfürmek sözü, bedenin yaşantısıyla izah edilirse, bu doğru olmaz. Sadece  terkip olarak  söylenebilir.  Söz,  gülüş  ve  insanlarla hayvanlar  arasındaki  farklar  da  böyledir. Fakat bu  farklar özde değil, bileşimdedir ve her aşamada özel bir görünüşle ortaya çıkar. Hayvan  aşamasında  ruh  olarak  görülen  bu öz,  insan  aşamasında  konuşan  nefis  olarak görülür  ve  dışarıdan  hiç  bir şey  değildir.

Hayvanda  hayvan  olan  öz,  insanda  insan olmuştur.  Farklar  ise,  istidada  göredir.  Bedenden ayrılan öz, bu şekilde,  surette ortaya  çıkmıştır.  Bu  öz  suretin  bozulması  ile bozulmaz.  Öz  bakidir;  değişmez  ve  ortaya çıkması için bir şekle ihtiyacı vardır.

Bizim görevimiz yol göstermektir; dostların  görevi  ise,  çalışıp  çabalamaktır.  Sonsuz olan  gönül  evreni,  zamanla  değişir.  Acele etmeye gerek yoktur. Her yemişin bir mevsimi vardır. Fakat boş oturmamak, çalışmak gerekir.

Şunu bil ki, göklerdeki güçlerle, öğeler ve benzerlerinin  güçleri  meleklerdir.  Peygamberlerin bu husustaki sözleri de, benim sözlerim  anlamına  gelmektedir  ve  câhillerin iddia ettiği gibi değildir.

Allah  Teâlâ’nın  zatının  aslıyla  bilinmez demenin anlamı, bu âlemdeki bütün şekillerde vardır; bunu bil!

Allah, bu şekillerle ortaya çıkar ve sonsuza kadar devam eder. Allah’ın zatının aslına varan  bir  kimse  ortaya  çıkar ise hakikata varmış olur.

Anlamalısın ki, mutlak varlık, zatının varlığı  için  gereklidir.  Zira  birbiriyle  ters  düşen varlıkla  yokluğun gereği  yoktur  denilirse, doğru  değildir.  Biri  diğeriyle  nitelendirilemez.  Varlığın  yok  olması  mümkün  değildir ve yokluğun da var olması mümkün olamaz, ikisi  de  birbirinden  vazgeçemez.  Özel  bir imkânla  var  olması  imkânsız  olan  mutlak varlığın  başka  bir  varlıktan  oluşunu  kazanması  gerekir.  Böylece  de  kendi  varlığında yokluk  olur  ve  varlığından  kati  nazar  edilir. Zatına  dayanarak  yoklukla  vasıflandırılabilir ve yukarı da geçtiği gibi bu imkânsızdır. Keza aynı şekilde  başka  sayılan  varlığın  da mevcudiyeti  imkânsızdır. Zira tahakkuk olmadan önce  varlığın  tahakkuk  etmesi  gerekir.  Buradaki  amaç,  mutlak  varlıktadır  ve  bu  da imkânsızdır. Mutlak yokluk diye bir şey yoktur. Mutlak, varlığın var olması gereği  tespit edildi.  Bütün  varlıklar  onda  var  olur.  O  da yüce  Allah’tır.  Yine  bütün  varlıklar  onun görünüşüdür ve görünen odur. Ayrıca görünüş de ondadır.

Şunu  bil  ki mutlak  varlık  olan  yüce  Allah’ın her aşamada iki özelliği vardır.  Biri etki ve fiildir; diğeri ise etkilenmektir.  İlkinde  varlık  Allah’tır  ikincisinde  de âlemdir,  yaratılmıştır  ve  meydana  gelen olaydır; bunu anla!

Mutlak varlık olan Allah Teâlâ her ikisinin arasındaki mutlak oluş ve birleşimle bağımlılıktan dolayı mutlak varlıktır. Allah Teâlâ  ne bütündür,  ne  de  parçadır.  Zira  bütün  ve parçanın başka bir anlamı vardır. Gerçek, var olma  ve  yok  olmadan  önce  gelmektedir. Gerçeğe  başka  varlıklardan  soyutlanmış olarak  bakıldığında  parça  görülüyorsa  da, her  iki  yönü  içine  almaktadır.  Adı  geçen mutlak varlık bütünden bir niteliktir, ondan daha  üstün  bir  aşama  yoktur,  o  her şeyin üstündedir ve bütün ondadır; o da bütündür ve bütün odur. Bu aşamada varlığın ne başlangıcı, ne  sonu, ne  görünüşü  ve ne de  görünmeyişi aşamaları yoktur. Diğer aşamaları da buna göre değerlendir! Zîrâ,  O  bütünden  arınmış  mutlak  bir varlık sayılıp, bütün onda tahakkuk etmiştir. Diğer bir deyişle, ezel ve ebed diye bir olay yok, her ikisi birdir.

Yüce Allah’a dair  iki değerlendirme vardır:  Biri  belirtilmemiş  olan  değerlendirmedir ve buna göre ona birdir ve uludur denir.  Diğeri  ise, belirtilmiş olanıdır; buna göre de, ona bir ve güzel denilir. Bu iki değer “iki el”  ile  izah edilir. Aynı  zamanda  iki elle, Allah’ın  karşılıklı  her  iki  niteliği  görünmeyen görünen, alan  veren ve bunun benzeri olan bütün  karşıt  nitelikler  de  açıklanır. 

Allah Teâlâ  ‘nın  Adem’i  iki  eliyle  yarattığını  Hz. Peygamber  hadisi şerifte  belirterek  buna işaret  etti.  Allah  ve  kâinatın  görüntüsü  de böyledir.  Peygamber  sallallahü  aleyhi  ve sellem "Allah Teâlâ’nın Adem’i kendi  suretinde  yarattığını"  söylemiştir.  Kur’ân’da  da böyledir. Bunun anlamı şudur ki:  Allah Adem’i  kendi  olgun  suretinde  yarattı.

Buradaki  suret manevidir;  hissi  değildir. Zira  Hak  teâlanın  Rabb  ve İlah  aşamasında görünür  bir  sureti  olamaz.  Allah  bundan münezzehtir.  Onun  görülen  sureti  kâinatın gerçeklerinde  ortaya  çıkmaktadır.  Manevi görülmeyen sureti ise, Allah Teâlâ suretinde tecelli etmektedir. Bu  ikisi  insanları yaratan iki el anlamındadır. Âyeti kerimede de  "Elimle yarattığıma secde etmeni engelleyen nedir? " sözleri bunu belirtir. Bundan dolayı  da  "Duyuşu  ve  görüşü  idin,  demiş, fakat  kulağı  ve  gözü  idim  denmemiştir."

Ulu Tanrı  "Biz emâneti  sunduk" âyeti kerimesiyle, bütün  varlıkları  birleştiren  ilâhî  görünüşü, bu  görünüşte  yaratılan  ve  yeryüzünde  halifelik  mertebesine  ulaşan  insanı  işaret  etmektedir.

Uykuda görülen rüyalarla olaylar ve açıkça  görülen  diğer şekiller,  esasında  bilgi  ve birlik  aşamasının  belirtileridir.  Bunlar  Allah yolunda  kendini  adayan  kişiye  birer  uyarı olup, yüce amacına ulaşması  için  savaşması gerektiğini gösterir. Bu da  işin tadına varma ve  birliğin  gerçekleşmesidir.  Bunlar  rüyada gördükleriyle farklıdır ve bunların benzerleri birliğin  belirtileridir  ve  aralarında  büyük aykırılık vardır. Bunları ancak ermiş kişi bilir.

Mesela  kendini Allah  yoluna  adayan  kişi kendinden  geçmiş  ve uyumuş değilken, bedeninin  yayılıp,  bütün  dünyayı  kapsayacak kadar genişlediğini görür. Yine bu kişi yeryüzündeki dağları, ağaçları,  ırmakları, bahçeleri  ve  bütün  varlıkları  da  kendinde  görür. Ayrıca bütün  varlıkları  kendinde  gördüğünü sanır ve gördüğü her nesneye bu benim der. Kendi nefsinden başka hiç bir nesne görmez. Gördüğünü  kendi  nefsiyle  karşılaştırır.  Yine özünde  zerre  ile  güneşi eşit  görür  ve aralarındaki  farkı  anlayamaz.  Zamanı  da  bir  bütün olarak görür; başlangıç ile sonu ve ebedle ezeli de göremez. Bu Âdem zamanıdır ve bu da Hazreti Muhammed  sallallâhü aleyhi ve sellemin zamanıdır demekten de tuhaflık hissediyor.  Zira  başlangıçta  sonun  bir  olduğunu  ve  sanki  zamanın  değişmediğini  gördüğünü  zannetmiştir.  Daha  sonra  bu  görünüş  ve  çokluktan  da  uzaklaşıp,  yeni  bir  ruh haletine bürünür. Bazen dünyanın varlığına, bazen  da  yokluğuna  inanır  ve  bu  yokluğun içinden bütün nesneleri görür ve şaşa kalır. Daha  sonra bütün nesnelerin yok olduğunu görür  ve  bunu  anlatmaya  gücü  yetmez. Bundan  sonra  çokluk  alemini  içice  görür  ve burada  bir  saat  durur  ve  ardından  kendine gelir.  Bu  söylediklerim  bazı  arkadaşlarımın başından  geçen  olaylardır.

Nesneler  için söylenenler,  birliğin  belirtisidir.  Gönlün  bazen varlığa bazen yokluğa yönelmesine dair sözler de, esasında birlik aşamasının göstergesidir.  Çokluk  için  söylenenler  ise,  açıkça ortaya  çıkan olayların  işaretidir. Her  gördüğü nesne  için bu benim demesiyle  ilgili sözler  ise  birliğin  belirtisidir.  Bütün  bunlar Hak’tan  gelen  uyarılardır. Amaçlanan  birlik, hali  hazırdaki  tatlı  görünen  birlik  değildir. Gerçek  amaçlanan  birlik  bunun  çok  üstündedir.  Allah  yoluna  kendini  adayan  kişi,  bu birlikle  bütün  nesnelerin  kendine  bağlı  olduğunu  ve  bu  nesnelerin  kendi  kişiliğinde bulunduğunu  hisseder.  Bu  aşamayı  izah etmek mümkün  değildir  ve  bunu  tatmayan tadını bilmez. Bundan dolayıdır  ki, birlik üç kısımdan meydana gelmiştir:

İlmi Birlik:  Bu  birlik,  ağızdan  ağıza  dolaşarak ve kitaplardan okuyarak elde edilir.

Uyarıcı Birlik:  Bu  birlik Allah  Teâlâ  tarafından  verilen  birliktir.  Uyurken  rüyalarla, gerçek olaylarla veya  ilham yolu  ile sunulan birliktir. Bu birlik birincisinden üstündür.

Eğlenme ve Coşkulu Birlik: Bu birlik hepsinden üstün olup, amaçlanandır.

Tasavvuf  gerçekleşince  münafıklık  başlar. Gerçek sofi, gözlerin görmediği, kulakların  duymadığı  ve  hiçbir  insan  gönlünün  hatırlamadığı  olayları  görür. İnsanlara  akıllarının alabildiği  ve onlara uygun olanları anlatıp,  söylediği  halde  öldürülmesine  neden olabilecekleri  ise,  gönlünde  saklı  tutar.  Bu durumda nasıl münafık sayılmaz?

Seriyyis  Sakatî’nin  sözlerinde  de  buna işaret  edilmektedir:  Allah  rahmet  etsin  Seriyy, bu hususta şöyle der:  Tasavvuf  üç  anlamın  adıdır. Mutasavvıf bilgi  ve  hünerinin  aydınlığı  hiç  sönmeyen, kitapta  açıkça  izah  edilen  ilme  dair  çelişkili üstü  kapalı bilgi  vermeyen  ve Allah’ın bilinmesini  istemediği  hususları  kerâmetleriyle ifşa etmeyen kimsedir. Burada söylenebilir ki, gerçeğe varan kişi bildiklerini  izah etmelidir. Bunda münafıklık yoktur. Şaşılacak husus ise şudur, inançta iki karşıt olan düşünceyi bir  araya  getirdi. Hâlbuki bunda da şaşılacak bir husus olmaması gerekir. Zira her biri yerine göre gerçektir. Allah’ı  bilen  kişilerin,  ilme’l yakin,  ay‐ne’lyakin  ve hakka’lyakin  anlamlarına  dair değişik görüşleri vardır; bunu bil!

Bunları  buraya  aktarmama  bir  faydası olacağını  sanmıyorum. Bu  fakirin  aklına  gelen  ve  yalnız  birlikte  değil,  aynı  zamanda yiğitlik  ve  cömertlikle de  ilgisi bulunan bazı söylenenleri zikredelim. Buna örnek olarak sadece kulaktan kulağa  duyulan  ve  görülmeyene  ilme’l  yakin denir.  Görerek öğrendiği ise, ayne’l yakindir.  Kendi yaptığı bir  iş  ise de, hakka’l yakin dir.  Böylece  ilme’l  yakin şüphe  götürmeyen bilgidir.  Fakat  görülmemiştir.  Ayne’l  yakin ise,  görerek bilmektir. Hakka’l  yakin  ise de, kendisidir. Birlikte gerçekleşmesi  için şunlar söylenir:

Kişi Hakk Teâlâ’nın varlığını başka bir etken  olmadan  ve şüphe  kanıtı  aramadan bilirse, ilme’l yakindir. Bunu tanık, kanıt ve gözle görüp anlamaya  çalışırsa, bu duruma  da  ayne’l  yakin denir. Bu sözler esasında rüya ve gözle görmeyi  değil,  hünerin  olgunluğunu  ifade  eder. Zira Allah benzerden ve benzetilmeden münezzehtir.  Kişi Allah’tan başka bir varlığın bulunmadığını ve bütün varlığın Allah olduğunu bilirse, buna hakka’l yakin denir. Zira bu Hakk’la gerçekleşmiştir.  Bu  durumda  varlık  kalmaz; bütün  varide  Allah  Teâlâ’nındır.  Allah’ı  anma,  anan  ve  andan  birdir  ve  bu  da  Allah’tan  başka  bir  varlığın  bulunmadığı  anlamındadır. Allah varlığın gerçeği dolayısıyla anma, anılma ve anılan üçüde birdir. Bu da ilme’l  yakindir.  Hakke’l  yakin  ise,  kendini Allah yoluna adayan kişinin bunda tahakkuk etmesi  anlamına  gelir.  Ben  bu  aşamada dilde  dolaşan  ve  görülen  anışın  gerçek  anışın  sureti  olduğunu  gördüm.  Gerçek  anışın da  gönülde  oluştuğunu  gördüm  ve  bundan dolayı  gönüle  anış  adı  verilmiştir.  Gönüle aynı zamanda Hakk adı da verilir. Bütün, bir olmuştur. Bu tıpkı suyun rüzgâr estiği zaman dalgaya  dönüştüğü  hale  benzer.  Hâlbuki gerçekte dalga sudan başka bir şey değildir. Gönül ve anışta da durum aynıdır; anış, bütün gönlü kaplar ve böylece gönül bütünüyle  anışa  dönüşür.  Dildeki  anış  gönüldeki anısın  suretidir  ve  aynı şekildedir.  Fakat gönül şekilden  münezzehtir.  Ama  aşama, kesinlikle  bunu  böylece  yüklenmemi  gerektiriyor. Bundan da şu anlaşılıyor ki: Gönülde iki düşünce birden birleşemez. Çünkü gönüle gelen düşünce, o aşamada başka bir düşünceye yer bırakmayacak kadar onu kaplar. Bu da tıpkı deniz suyu gibidir; esen rüzgârın etkisiyle dalgalanır ve bu dalga şeklini rüzgâr esip dalga devam ettikçe başka bir biçimde düşünmek imkânsızdır. Bunu iyi anla! Öyle  sanıyorum  ki, bu  ince  konuyu benden  önce  kimse  ele  almamıştır.  Allah  daha iyi bilir.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8

1 Yorum

5 Mayıs 2019 17:14  

Eyvallah pirin

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP