WITTGENSTEIN: DİL VE DÜNYA - 7
|
Russell'ın, sorunu Locke'un yürüttüğü mantığa paralel bir akıl yürütmeyle ortaya koyduğunu söylersek, ona karşı çıkarken yürüttüğümüz akıl, Locke'a karşı Berkeley ve Schopenhaüer'in yönelttiği eleştirilere bir bakıma hak vermemizi gerektiriyor. Fakat bu noktada, gündelik veya uzmanlık düzeyinde her türlü gözlem ve deneyin, son çözümlemede bireyin' kendi duyumlarından, duyum izlenimlerinden veya Berkeley'de olduğu gibi kendi idelerinden sözettiğini ileri süren algı ve bilgi teorileriyle; fiziksel gerçekliklerden sözeden önermeleri, duyumlardan sözeden önermelere indirgeme programlarıyla (karşılaşım kuralları) vs. karşılaşıyoruz. Bu programın, fiziğin uzmanlık dili bir yana, günlük fiziksel dilin sözettiği fiziksel nesnelerden, hangi kurallara bağımlı olarak sözettiğini, onları dilde yansıttığını (resim) yanlış yorumlamaktan kaynaklandığını bir kez daha not etmek gerekiyor. Bu nota, 'Bir önermenin anlamı, onun doğrulanma yöntemidir ' sloganının, mantıksal pozitivizmi Wittgenstein'a yaklaştırmaya yetmediğini de ekleyelim. Çünkü asıl sorun, Wittgenstein'ın araştırmalarının da ağırlık merkezi tam da bu doğrulama yönteminden ne anlamamız gerektiği, bu doğrulamanın nasıl işlediği, nelerin işin içine karıştığı, nelerin bu doğrulamaya ölçüt olduğu vb. sorular üzerinde toplanıyor. Wittgenstein bu sorulara, Tractatus'taki, mantığın yapısını önermenin bir anlamı resmetmek/yansıtmak üzere eklemlendiği yapıda aramak gerekir düşüncesinden kalkarak yaklaşıyor. Önermeyi/resmi, uygulandığı yere bağlayan mantıksal yapıyı aydınlatan araştırmalarının, bu sorulara ne denli derinlemesine sokulduğu şimdiye kadar söylemiş olduklarımdan belli olduğu umuduyla sorunumuza tekrar dönelim.
Wittgenstein'm resmin neye benzediğiyle, resmin kullanımı arasında yaptığı ayrım burada da yol göstericimiz olabilir. Karşımıza çıkan dilin anlatım biçimlerinin ne anlattığını, neyi tasvir veya kastettiğini kendi kullandığımız anlatım biçimlerine benzerliğinden kalkarak çözümlesek bile, kullandığımız anlatım biçimiyle neyi kastettiğimizi, kastettiğimizi düşündüğümüz nesne ile anlatım biçimi (resim) arasındaki benzerlikten değil, resmin nasıl uygulandığını öğrenmekle öğrendiğimizi; kullandığımız anlatım biçiminin (resmin) tasvir veya kastettiği gerçekliği, doğru mu yanlış mı yansıttığını bize veren ölçütleri ve resmin kastettiği gerçeklikle nasıl karşılaştırılacağını (karşılaştırmanın yöntemini) resmin kullanımında ve onu çevreleyen dilsel etkinlikte bulduğumuzu burada da gözönünde tutmamız gerekiyor. Radyonun içinde insanlar arayan çocuğun yanlışının kaynağım hatırlayalım. Bu hatırlamanın ışığında yukardaki güçlüklerimize dönersek: Bize 'maddenin yapıtaşları olan elektriksel parçacıklardan sözediliyor, kafamızda elektriksel parçacıklarla madde arasındaki ilişkiyi, sözgelimi kum tanecikleriyle kum yığını arasındaki ilişkiye benzettiğimiz bir başka resim oluşuyor.
Bu resmin imgelemimi yönlendirdiği doğrultuda baktıkça çeşitli sorular ve muhtemelen kafamda başka resimler oluşuyor: Üzerinde yazı yazdığım şu masa mı gerçek, yoksa elektriksel parçacıklardan oluşan fiziksel yapısı mı! Mikro yapısı hareketli olmasına karşın, makro yapısı neden bu kadar hareketsiz! Üzerine bastığı yerin, ayağının altında sapasağlam duruşuna da insan giderek bir şaşkınlık duyabilir! Wittgenstein diyor ki:
«Buna dayanarak yerin sert olmadığını söylemek dili yanlış kullanmaktır. Çünkü, parçacıklar kum taneleri kadar iri ve kum yığmmdaki kadar birbirine yakın olsaydı bile, kum yığınının kum tanelerinden meydana geldiği anlamda parçacıklardan meydana gelmiş olsaydı, yer sert olmazdı. Şaşkınlığımız bir yanlış-anlama üzerinde temelleniyor; parçacıklarla dolu mekan resmi burada yanlış bir biçimde uygulanmıştır. Çünkü, maddenin yapısıyla ilgili bu resim tam da katılık olgusunu açıklamak kastıyla kullanılmıştır.»'
Dünyayla, görsel alanımda canlanan görüntüleri arasında bir ilişki olduğuna kuşku yoktur: Işık olmadan göremeyişimiz; dünyayı sadece siyah beyaz renklerde gören gözlerin varlığı; gözümüzü açık tuttuğumuz sürece gözbebeğinin önünde kesintisiz süren, ancak ışığı kesmekle kesintiye uğratılatoilen görme süreci; göze ve beyne uygulanacak basınç ve fiziksel etkilerle görenin görsel alanındaki ortaya çıkan sapma ve bozulmalar... hep arada bir ilişkinin sürdüğünü insana hatırlatıyor. Diğer taraftan sorun da, bu ilişki hakkında düşündüklerimizle; bu ilişkiyi kendi kendimize nasıl resmettiğimizle ilgili. Görsel alanımda ortaya çıkan değişiklikleri tasvir ettiğim bir görme deneyini düşünelim: Bu deneyin sonuçlarının gözle dünya arasındaki görme ilişkisine bir açıklama olduğunu düşünebilir miyiz? Bir bakıma bu tür deneylerin, bir gözün güneşi, ağacı, kuşu, gökyüzünü... nasıl gördüğüne ilişkin gerçekleri ortaya koyduğuna kuşku yoktur. Bir başka bakımdan —bizi düşündüren sorunla ilgili olarak— bu gerçeklerin, gözle dünya arasındaki bir ilişkiyi değil, dünyadaki herhangi iki nesne arasındaki ilişki gibi tıir ilişkiyi (dünya cinsinden bir ilişkiyi yani) temsil ettiğini unutmamak için, bu deneyde gözün gördüğü nesnenin, örneğin ağacın yerine bir göz de koyabileceğimizi kendimize hatırlatabiliriz.
Fiziğin, ışığın ve renklerin fiziksel yapısına ilişkin açıklamalarını gözün yapısına ilişkin görme deneylerini ve açıklamalarını buradaki felsefece aranışımıza yanıt olarak görürsek, yukarda Russell'ın çizdiği resme benzer bir resimle kendimizi karşı karşıya bulabiliriz: Dünyanın gördüğüm ve dokunduğum özellikleri, gördüklerime ve dokunduklarıma benzemeyen fiziksel bir dünyanın süreçlerinin beynimde tamamlanan sön halkaları mıdır! Işık fiziksel bir sürecin retina ve beyindeki uyarımlarından mı ibarettir! Dünya gerçekte renkli değil midir!
Evet, sorularımız bir bakıma günlük veya fiziksel dilin resimlerini yanlış anlamaktan; bu resimleri mantıksal iç ilişkilerle bağlı oldukları dünyaya sınır ya da temel olan bir alana uygulamak istemekten kaynaklanıyor. «Günlük —fiziksel— dilimizi doğrudan veri alana uygulamaya kalkıştığımız zaman daima felsefece en kötü yanlışlar ortaya çıkacaktır. ...Konuştuğumuz dilin bütün anlatım biçimleri, günlük fiziksel dilden alınma olup, epistemoloji veya fenomenolojide sözkonusu ettiği nesneleri yanlış bir ışık altında yansıtmaksızın kullanılamaz.» diyor Wittgenstein." Fakat, dilin mantığını doğru anlamak — günlük fiziksel dilin anlatım biçimlerinin ('resimlerinin' de diyebiliriz) uygulandıkları yerlerle aralarındaki mantıksal iç ilişkileri görmek sorularımıza ne ölçüde yanıt oluyor? Görsel alanımda canlanan görünüşlerle, gördüğüm nesnelerle olduğu gibi karşı karşıya değilim; örneğin ona dokunanıam, işaret edemem, uzaklaşıp yaklaşamam... Görsel alanımla doğrudan ilişkili olmama karşılık, dilin mantığına uygun olarak konuşmak koşuluyla, bu ilişkiyi 'görme' sözcüğüyle bile tasvir edemiyoruz. Görsel alanımla aramdaki ilişki, 'seyirsel Miski' diyelim iğreti bir benzetmeyle, gözümle nesneler/dünya arasındaki seyir veya görme ilişkisi gibi bir ilişki değil. Yine de bir ilişki öte yandan: Görsel alanmıdaki görünüşleri, bu görünüşlerde çeşitli fiziksel etkilerle ortaya çıkabilen değişiklikleri, görme/seyretme ilişkilerimin geçerli olduğu görsel uzayı temsil eden resimler veya sözcükler kullanarak tasvir ediyorum. Diğer taraftan, bu tasvirlerde kullandığım sözcüklerin veya resimlerin uygulanmalarına (böylece ifade ettikleri anlamlara) yöntem olan görme etkinliklerini taşıyan bir temel o. Görsel alanımdaki pencere görünüşü, ardında görünen bina görünüşünden büyük olmasına karşılık, binanın pencereden büyük olduğunu düşünmeme görme etkinliklerim — sözgelimi gördüğüm nesnelere uzayda değişik açılardan yaklaşıp uzaklaşabilmem, gözüme olan mesafeleriyle görünüşlerinin nasıl değiştiğini öğrenmiş olmam yöntem oluyor. Kâğıt üzerine, binayı çok küçük yanındaki ağacı büyük olarak çizdiğim resim, böylece, bu iki nesnenin görsel uzayda gözüme göre yerlerini ve mesafelerini temsil ediyor. Belki bu nedenle, görsel alandaki görünüşlerin görsel uzayın resimleriyîe tasvir edildiği görme deneyleri ve açıklamalarıyla karşılaştığımızda, araba sanki atların önüne koşulmuş gibi geliyor insana. (Felsefece bir kuruntu mu bu?) Gözle dünya arasındaki ilişkiyi anlamak için, gördüğümüz dünyadan hareket etmek zorundayız: Gözün gördüğü gözle, gözün gördüğü bina, ağaç, kırmızı, gökyüzü, güneş... arasındaki ilişkilerden. Göz, bu ilişkileri sözkonusu ettiğimiz deneylerin içine hem denek hem gözlemci olarak giriyor, ve bu deneyde denek temsil edilse de, görsel alanın seyircisi özne edilmiyor. Gözle nesneler arasındaki görme ilişkisine değgin açıklama ve deneyler, özneyle dünya/nesneler arasındaki bir ilişkiden değil, sözgelimi dünya cinsinden — gözün nesne olarak temsil edildiği nesneler arası fiziksel bir ilişkiden sözediyor. ('Dünyada olmak', Heidegger.)
Bir bakıma gözlerimizi bir türlü kendimize çeviremiyoruz, gözlerimizi aynaya çevirsek de, orada dünyaya değgin bir gerçeği onun kurallarına uygun olarak görüyoruz. Aynada normal yansıma kurallarına göre kendi yüzünü gören birisini göstermesi de, 'Çoğaltılması Yasak'la anlatmak istediği düşünceye uygun olurdu Magritte'in. Yalnız bu kez olgunun sıradanlığı seyirciyi üzerinde düşünmekten alıfcordu kuşku yok ki. Wittgenstein'm günlük fiziksel dilimizi, doğrudan veri alana uygulamaya ne zaman kalkışırsak en kötü yanlışlann ortaya çıkacağını söylemesi boşuna değil. Öncelikle, dilin kendisi bu uygulamaya el vermiyor (başkasının dişinde dişimin ağrısından sözetmeye el vermediği gibi).
Değil bu alana değgin dilin özgül bir şey söylemesi, dilin bu alana uygulanamaz olduğunu göstermeye bile kolaylıkla el vermiyor. Magritte'in 'aynada kendi yüzü yerine arkasını gören adam' imgesine başvurması da bu özel durumun seçtirdiği bir zorunluk: 'Aynada kendisini gören bir adam' gösterse, resim Magritte'in iletisinden çok sıradan bir düşünceyi, 'aynada kendi yansısına bakan bir adam' düşüncesini iletecek; aynaya bakıp da aynada kendisini arkadan gören adamın resmi ise olanaksız bir durumdan, bir paradokstan, giderek saçmalıktan söz açmış olma tehlikesini göze alıyor.
Wittgenstein'm resmin neye benzediğiyle, resmin kullanımı arasında yaptığı ayrım burada da yol göstericimiz olabilir. Karşımıza çıkan dilin anlatım biçimlerinin ne anlattığını, neyi tasvir veya kastettiğini kendi kullandığımız anlatım biçimlerine benzerliğinden kalkarak çözümlesek bile, kullandığımız anlatım biçimiyle neyi kastettiğimizi, kastettiğimizi düşündüğümüz nesne ile anlatım biçimi (resim) arasındaki benzerlikten değil, resmin nasıl uygulandığını öğrenmekle öğrendiğimizi; kullandığımız anlatım biçiminin (resmin) tasvir veya kastettiği gerçekliği, doğru mu yanlış mı yansıttığını bize veren ölçütleri ve resmin kastettiği gerçeklikle nasıl karşılaştırılacağını (karşılaştırmanın yöntemini) resmin kullanımında ve onu çevreleyen dilsel etkinlikte bulduğumuzu burada da gözönünde tutmamız gerekiyor. Radyonun içinde insanlar arayan çocuğun yanlışının kaynağım hatırlayalım. Bu hatırlamanın ışığında yukardaki güçlüklerimize dönersek: Bize 'maddenin yapıtaşları olan elektriksel parçacıklardan sözediliyor, kafamızda elektriksel parçacıklarla madde arasındaki ilişkiyi, sözgelimi kum tanecikleriyle kum yığını arasındaki ilişkiye benzettiğimiz bir başka resim oluşuyor.
Bu resmin imgelemimi yönlendirdiği doğrultuda baktıkça çeşitli sorular ve muhtemelen kafamda başka resimler oluşuyor: Üzerinde yazı yazdığım şu masa mı gerçek, yoksa elektriksel parçacıklardan oluşan fiziksel yapısı mı! Mikro yapısı hareketli olmasına karşın, makro yapısı neden bu kadar hareketsiz! Üzerine bastığı yerin, ayağının altında sapasağlam duruşuna da insan giderek bir şaşkınlık duyabilir! Wittgenstein diyor ki:
«Buna dayanarak yerin sert olmadığını söylemek dili yanlış kullanmaktır. Çünkü, parçacıklar kum taneleri kadar iri ve kum yığmmdaki kadar birbirine yakın olsaydı bile, kum yığınının kum tanelerinden meydana geldiği anlamda parçacıklardan meydana gelmiş olsaydı, yer sert olmazdı. Şaşkınlığımız bir yanlış-anlama üzerinde temelleniyor; parçacıklarla dolu mekan resmi burada yanlış bir biçimde uygulanmıştır. Çünkü, maddenin yapısıyla ilgili bu resim tam da katılık olgusunu açıklamak kastıyla kullanılmıştır.»'
Dünyayla, görsel alanımda canlanan görüntüleri arasında bir ilişki olduğuna kuşku yoktur: Işık olmadan göremeyişimiz; dünyayı sadece siyah beyaz renklerde gören gözlerin varlığı; gözümüzü açık tuttuğumuz sürece gözbebeğinin önünde kesintisiz süren, ancak ışığı kesmekle kesintiye uğratılatoilen görme süreci; göze ve beyne uygulanacak basınç ve fiziksel etkilerle görenin görsel alanındaki ortaya çıkan sapma ve bozulmalar... hep arada bir ilişkinin sürdüğünü insana hatırlatıyor. Diğer taraftan sorun da, bu ilişki hakkında düşündüklerimizle; bu ilişkiyi kendi kendimize nasıl resmettiğimizle ilgili. Görsel alanımda ortaya çıkan değişiklikleri tasvir ettiğim bir görme deneyini düşünelim: Bu deneyin sonuçlarının gözle dünya arasındaki görme ilişkisine bir açıklama olduğunu düşünebilir miyiz? Bir bakıma bu tür deneylerin, bir gözün güneşi, ağacı, kuşu, gökyüzünü... nasıl gördüğüne ilişkin gerçekleri ortaya koyduğuna kuşku yoktur. Bir başka bakımdan —bizi düşündüren sorunla ilgili olarak— bu gerçeklerin, gözle dünya arasındaki bir ilişkiyi değil, dünyadaki herhangi iki nesne arasındaki ilişki gibi tıir ilişkiyi (dünya cinsinden bir ilişkiyi yani) temsil ettiğini unutmamak için, bu deneyde gözün gördüğü nesnenin, örneğin ağacın yerine bir göz de koyabileceğimizi kendimize hatırlatabiliriz.
Fiziğin, ışığın ve renklerin fiziksel yapısına ilişkin açıklamalarını gözün yapısına ilişkin görme deneylerini ve açıklamalarını buradaki felsefece aranışımıza yanıt olarak görürsek, yukarda Russell'ın çizdiği resme benzer bir resimle kendimizi karşı karşıya bulabiliriz: Dünyanın gördüğüm ve dokunduğum özellikleri, gördüklerime ve dokunduklarıma benzemeyen fiziksel bir dünyanın süreçlerinin beynimde tamamlanan sön halkaları mıdır! Işık fiziksel bir sürecin retina ve beyindeki uyarımlarından mı ibarettir! Dünya gerçekte renkli değil midir!
Evet, sorularımız bir bakıma günlük veya fiziksel dilin resimlerini yanlış anlamaktan; bu resimleri mantıksal iç ilişkilerle bağlı oldukları dünyaya sınır ya da temel olan bir alana uygulamak istemekten kaynaklanıyor. «Günlük —fiziksel— dilimizi doğrudan veri alana uygulamaya kalkıştığımız zaman daima felsefece en kötü yanlışlar ortaya çıkacaktır. ...Konuştuğumuz dilin bütün anlatım biçimleri, günlük fiziksel dilden alınma olup, epistemoloji veya fenomenolojide sözkonusu ettiği nesneleri yanlış bir ışık altında yansıtmaksızın kullanılamaz.» diyor Wittgenstein." Fakat, dilin mantığını doğru anlamak — günlük fiziksel dilin anlatım biçimlerinin ('resimlerinin' de diyebiliriz) uygulandıkları yerlerle aralarındaki mantıksal iç ilişkileri görmek sorularımıza ne ölçüde yanıt oluyor? Görsel alanımda canlanan görünüşlerle, gördüğüm nesnelerle olduğu gibi karşı karşıya değilim; örneğin ona dokunanıam, işaret edemem, uzaklaşıp yaklaşamam... Görsel alanımla doğrudan ilişkili olmama karşılık, dilin mantığına uygun olarak konuşmak koşuluyla, bu ilişkiyi 'görme' sözcüğüyle bile tasvir edemiyoruz. Görsel alanımla aramdaki ilişki, 'seyirsel Miski' diyelim iğreti bir benzetmeyle, gözümle nesneler/dünya arasındaki seyir veya görme ilişkisi gibi bir ilişki değil. Yine de bir ilişki öte yandan: Görsel alanmıdaki görünüşleri, bu görünüşlerde çeşitli fiziksel etkilerle ortaya çıkabilen değişiklikleri, görme/seyretme ilişkilerimin geçerli olduğu görsel uzayı temsil eden resimler veya sözcükler kullanarak tasvir ediyorum. Diğer taraftan, bu tasvirlerde kullandığım sözcüklerin veya resimlerin uygulanmalarına (böylece ifade ettikleri anlamlara) yöntem olan görme etkinliklerini taşıyan bir temel o. Görsel alanımdaki pencere görünüşü, ardında görünen bina görünüşünden büyük olmasına karşılık, binanın pencereden büyük olduğunu düşünmeme görme etkinliklerim — sözgelimi gördüğüm nesnelere uzayda değişik açılardan yaklaşıp uzaklaşabilmem, gözüme olan mesafeleriyle görünüşlerinin nasıl değiştiğini öğrenmiş olmam yöntem oluyor. Kâğıt üzerine, binayı çok küçük yanındaki ağacı büyük olarak çizdiğim resim, böylece, bu iki nesnenin görsel uzayda gözüme göre yerlerini ve mesafelerini temsil ediyor. Belki bu nedenle, görsel alandaki görünüşlerin görsel uzayın resimleriyîe tasvir edildiği görme deneyleri ve açıklamalarıyla karşılaştığımızda, araba sanki atların önüne koşulmuş gibi geliyor insana. (Felsefece bir kuruntu mu bu?) Gözle dünya arasındaki ilişkiyi anlamak için, gördüğümüz dünyadan hareket etmek zorundayız: Gözün gördüğü gözle, gözün gördüğü bina, ağaç, kırmızı, gökyüzü, güneş... arasındaki ilişkilerden. Göz, bu ilişkileri sözkonusu ettiğimiz deneylerin içine hem denek hem gözlemci olarak giriyor, ve bu deneyde denek temsil edilse de, görsel alanın seyircisi özne edilmiyor. Gözle nesneler arasındaki görme ilişkisine değgin açıklama ve deneyler, özneyle dünya/nesneler arasındaki bir ilişkiden değil, sözgelimi dünya cinsinden — gözün nesne olarak temsil edildiği nesneler arası fiziksel bir ilişkiden sözediyor. ('Dünyada olmak', Heidegger.)
Bir bakıma gözlerimizi bir türlü kendimize çeviremiyoruz, gözlerimizi aynaya çevirsek de, orada dünyaya değgin bir gerçeği onun kurallarına uygun olarak görüyoruz. Aynada normal yansıma kurallarına göre kendi yüzünü gören birisini göstermesi de, 'Çoğaltılması Yasak'la anlatmak istediği düşünceye uygun olurdu Magritte'in. Yalnız bu kez olgunun sıradanlığı seyirciyi üzerinde düşünmekten alıfcordu kuşku yok ki. Wittgenstein'm günlük fiziksel dilimizi, doğrudan veri alana uygulamaya ne zaman kalkışırsak en kötü yanlışlann ortaya çıkacağını söylemesi boşuna değil. Öncelikle, dilin kendisi bu uygulamaya el vermiyor (başkasının dişinde dişimin ağrısından sözetmeye el vermediği gibi).
Değil bu alana değgin dilin özgül bir şey söylemesi, dilin bu alana uygulanamaz olduğunu göstermeye bile kolaylıkla el vermiyor. Magritte'in 'aynada kendi yüzü yerine arkasını gören adam' imgesine başvurması da bu özel durumun seçtirdiği bir zorunluk: 'Aynada kendisini gören bir adam' gösterse, resim Magritte'in iletisinden çok sıradan bir düşünceyi, 'aynada kendi yansısına bakan bir adam' düşüncesini iletecek; aynaya bakıp da aynada kendisini arkadan gören adamın resmi ise olanaksız bir durumdan, bir paradokstan, giderek saçmalıktan söz açmış olma tehlikesini göze alıyor.