Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 2

İyi bir yaratıcı yapıt için, sanırım gereklidir bu yaşantı. Fakat, yeter değildir. Onun getirdiği öznel kesinlik, gerçekte, büyük ölçüde yanıltıcı olabilir. William James, gülme etkisi uyandıran gazla böyle bir yaşantıya ulaşan adamın öyküsünü anlatıyor. O kişi, gazın etkisindeyken evrenin gizemini bilirim sanır. Fakat bu etki ge­çince gizemin ne olduğunu unuturmuş. Bir gün, aşırı bir çabayla, görü yitip gitmeden yazmış onu. Gazın etkisinden sıyrılınca hemen okumaya girişmiş yazdığını. Şuymuş yazdığı: "Her yerde petrol kokusu." Dolayısıyla ani bir iç görü'sü yanıltıcı olabilir, tanrısal esriklik geçince ayık kafayla denetlenmelidir o.

Platon'un Devlet'i yazdığı sırada güvendiği görü'sü, yapıtının okuyucu yönünden daha iyi anlaşılması için bir istiareyi gerektirir en sonunda: mağara istiaresini. Okuyucuya, idea'lar dünyasının gereksinimini gösterecek biçimde tasarlanmış değişik ön tartışmalarla varılır ona.

Önce, zeka dünyası, algılanır dünyadan ayrıdır. sonra, zeka ve algı kavramı da ikiye ayrılır. Algı kavramının türleri bizi ilgilendirmiyor burada. Zeka kavramının türlerine gelince, onlar "us" ve "anlayış"tır. Bunlardan us daha yüksektir. Salt idealarla ilgilidir.

Yöntemi diyalektiktir. Anlayışsa, matematikte kullanılan bir zeka türüdür, us'tan aşağıdadır. Denetliyemediği varsayımlarda usa baş­ vurur. Sözgelimi geometride "ABC'nin gerçekten doğru çizgili bir üçgen olup olmadığını sormak kurallara aykırıdır yine de. Aynı biçimde, matematik bize, neyin var olduğunu değil, şöyle şöyle koşullar altında neyin var olacağını söyler. Duyulur dünyada doğru çizgi yoktur. Böylece matematiğin varsayımsal doğruluktan daha çoğuna sahip olması isteniyorsa duyulurüstü dünyada duyulurüstü çizgilerin varlığına kanıt bulmalıyız. Bu, Platon'göre, anlayışla değil, usla yapılır. Us, gökte, geometrik önermelerin varsayımsal değil, kesin olduğu doğru çizgili bir üçgen bulunduğunu gösterir.

Bu noktada Platon'un gözünden kaçan, modern idealist filosoflar için açık bu güçlük var. Tanrı'nın tek bir yatak yaptığını görmüştük. Onun tek bir doğru çizgi çizdiğini kabul etmek de doğaldır. Fakat eğer gökte bir üçgen varsa tanrı üç tane doğru çizgi çizmiş olmalı. Geometri nesneleri ideasal olsa bile pek çok örneklere sahip bulunmalılar... sözgelimi, kesişen iki çember istiyebiliriz. Bu, Platon kuramında, geometrinin, son doğruluğa yetenekli olmadığı­nı görüntüyü ele alan çalışmanın bir bölümü olarak kınanması gerektiğini anlatır. Söz konusu noktayı bir yana bırakacağız yine de.

Platon, açık anlıksal görüyle, karmaşık, duyu algısı görü'sü arasındaki ayrımı, görme duyusundan yaptığı bir benzetme yardı­mıyla açıklamaya çalışır. "Görme -der-, yalnız gözü ve nesneyi de­ğil ışığı da gerektirmesi bakımından öbür duyulara benzemez. Nesneleri, güneş ışığında apaçık, alaca karanlıkta yarım yamalak görü­rüz, zifiri karanlıktaysa hiç görmeyiz. İdea'lar dünyası, nesnenin gü­neşle aydınlanması sırasında gördüğümüz dünyadır." Göz tine (ruha), ışık kaynağı olarak güneş doğruluğa ya da iyiliğe karşılıktır.

"Ruh, bir göz gibidir. Doğruluk ve aydınlığın parladığı nesneye yönelince kavrar ve anlar, zekayla ışıklanmıştır o anda. Oluş ve bozuluşunun egemen olduğu alaca karanlıktaysa sadece kanıya sahiptir. Orada bakar durur hep. Bazen şu, bazen de bu kanıya sahip olur. Zekaya sahip değilmiş gibi görünür... "bilinene doğruluk nitesini, (vasfını), bilene bilme gücünü veren şeye, iyi ideası diyeceğim. ve siz ona bilimin nedeni diye bakacaksınız."

Ünlü mağara istiaresine götürür bu bizi. İstiareye göre, felsefeden yoksun olanlar, bir mağarada ancak bir yöne bakacak biçimde bağlanmış tutuklulara benzer. Arkalarında ateş yanar. Önlerinde duvar vardır. Kendileriyle duvar arasında hiçbir nesne yoktur. Gördükleri, arkalarındaki nesnelerin ateş aracılığıyle duvara yansı­yan gölgelerinden ibarettir. Kaçınılmaz olarak, bu gölgeleri gerçek sayarlar. Onların asıl bağlı bulunduğu nesnelerle ilgili bir kavrama sahip değillerdir. Sonunda tutuklulardan biri mağaradan kaçarak gün ışığına çıkar, ilk kez gerçek nesneleri görür. O zamana değin gölgelerle aldatılmış olduğunu anlar. Eğer kurtulan, koruyucu olmaya değer, filosof yapılı bir kişiyse, eski tutukluluk arkadaşlarına durumu anlatmayı görev sayar. Ancak onlar doğruya inanmakta güçlü­ğe uğrıyacaktır. Çünkü, gün ışığında mağaraya girince, gölgeleri, öbür tutuklulara bakıldığında, daha az belirgin bulacak ve arkadaş­larını kurtuluştan önceki zamana bakıldıkça daha aptal sayacaklardır.

İYİ'NİN DURUMU

İyi'nin durumu ilginç! "Bilim ve doğruluk -der Platon-, iyi gibidir. Fakat, iyinin makamı daha yüksektir. iyi, öz değildir. Yücelik ve güç bakımından aşar özü" Diyalog, mutlak iyinin algılanmasında anlıksal (intellectual) dünyanın sonuna götürür bizi ve matematikçinin varsayımlarını, iyinin yardımıyla bir yana bırakabilir. Bunun temelindeki düşünce, gerçeğin, görünüşe karşıt olarak eksiksiz ve tam iyi olduğudur. Böylece, iyiyi algılamak, gerçekliği algılamak olur, Platon felsefesinde baştan başa Pythagoras felsefesinde oldu­ğu gibi zekayla gizemciliğin kaynaşmış olması dikkati çekiyor. İyi hususunda gizemcilik ağır basıyor.

İDEALAR ÖGRETİSİNİN YANLIŞLARI

Birtakım açık yanlışlar içerir idealar öğretisi. Felsefede bü­yük bir aşamadır yine de, günümüze değin değişik biçimlerle gelen tümeller sorununa ağırlık vermiş ilk öğreti olması nedeniyle. Baş­langıçlar üstünkörü olmaya açıktır. Üstünkörü diyerek idealar öğretisinin özgünlüğünü görmezlikten gelemeyiz. Tüm zorunlu doğrulamalar yapıldıktan sonra bile kimi şeyler kalır geride. Geride kalanlardan kesinlikle en küçüğü, Platon'a en çok karşıt olanların bile kabul edeceği şu gerçektir: Tüm özel adlardan kurulu bir dille konuşamayız. "Adam", "kedi", "köpek" türünden genel sözcüklerle "benzer", "önce" türünden bağlantı sözcükleri de gereklidir. Anlamsız gürültüler değildir o sözcükler. Dünyanın bütünüyle tek tek şeylerden kurulu olması durumunda adı geçen sözcüklerin, özel adların gösterdiği türden bir anlama nasıl sahip olacağını kestirmek güç. İlk bakışta tümeller adına çalışan bu' kanıttan kurtulmanın yolları vardır. Geçici olarak, bir aşamaya değin geçerli sayacağım onu. Fakat, bu denli geçerlikten hiç de Platon'un dedikleri çıkmaz.

Önce Platon, felsefe söz dizimini anlamış değildir... Sokrates insandır, Platon insandır v.ö. diyebilirim. Bütün bu anlatımlarda "insan" sözcüğünün aynı anlama sahip olduğu düşünülebilir. "İnsan" sözcüğü ne anlatırsa anlatsın, Sokrates'le Platon'un ve insan soyunu biçimleyen öbür bütÜn bireylerle aynı olmayan bir şeydir bu sözcük. "İnsan," sıfattır. " İnsan insandır" demek saçma olur. Platon, böyle bir saçmalığa düşmektedir. Güzelliğin güzel, " insan"ın Tanrı tarafından yaratılmış bir örnek-insan'ın adı, edimdeki (actual) insanın, asıl örneğin eksikli ve gerçek dışı bir kopyası olduğunu düşü­nür. Ayrıca, tümellerle tikeller arasında nasıl bir boşluk bulunduğunu anlayamamıştır. Onun ideaları, sağtöresel (ethic) ve estetik olarak, sıradan tikellere üstün başka tikellcrdir gerçekte, Kendisi de daha sonra bu güçlüğü görmeye başlamıştır. Parmenides diyalogu, bir filozofun kendini eleştirmesinin en güzel örneğini verir.

Parmenides'in, Antiphonos (Platon'un üvey kardeşi) tarafından öykülendiği varsayılır. Söyleşiyi anımsayan yalnız oymuş: Sonradan bu tür sorunları bırakıp atlarla uğraşmaya başlamış, kendisini elinde bir dizginle bulmuşlar ve Parmenides - Zenon - Sokrates arasında geçen üçlü tartışmayı anlatması konusunda zar zor kandırmış­lar. Söylendiğine göre, bu tartışma sırasında, Parmenides yaşlı (aşa­ğı yukarı 65 yaşında), Zenon orta yaşlı (40 yaşlarında), Sokrates'se oldukça gençmiş. Sokrates burada, idealar kuramını açıklar. Benzerlik, güzellik, adalet ve iyilik ideaları bulunduğundan emin, insan ideası bulunduğundan emin değildir. Kıl, çamur, pislik gibi nesnelerin ideası bulunduğu yolundaki öneriyi küçümsiyerek hayırlar (reddeder). "Arada ideasız bir şey bulunmadığını düşündüğüm olur" der. Dipsiz saçmalık çukuruna düşmekten korktuğu için bu görüş­ten kaçınır.

"Evet Sokrates -dedi Parmenides-, şimdi gençsin, zaman gelecek, felsefeyi daha iyi kavradığında, yanılmıyorsam, en aşağılık nesneleri bile küçümsemiyeceksin."

1 - 2 - 3

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 3

Sokrates, kendi görüşüne göre, "öbür bütün şeylerin paylaştı­ğı belirli idealar bulunduğunu, bütün şeylerin, adlarını bu belirli idealardan aldığını; sözgelimi, benzerlerin benzerlikten pay aldıkları için benzer; büyük nesnelerin büyüklükten pay aldıkları için büyük; adil ve güzel nesnelerin adalet ve güzellikten pay aldıkları için adil ve güzel olduklarını" kabul eder.

Güçlük çıkarmaya çalışır Parmenides:

a. Birey, ideanın bütününü mü yoksa bir parçasını mı paylaşır. Her iki görüşe de itiraz edilebilir. Önceki doğruysa bir nesne aynı anda değişik yerdedir. İkinci doğruysa idea bölünebilir, küçüklüğün bir parçasına sahip olan nesne mutlak küçüklükten daha da küçük olur. Bu da saçmadır.

b. Bir birey bir ideayı paylaşıyorsa birey ve idea benzerdir. Dolayısıyle, tikellerle köken ideayı içine alan bir başka idea bulmak gerekecek, iş sonsuza değin gidecektir. Sonuçta, her idea tek olaca­ğına; sonsuz idealar dizisi bulunacaktır (Aristoteles'in, "üçüncü ki­şi" kanıtının aynıdır bu.)

c. "b" deki nedenle, kendilerini paylaşan tikellere benzemez idealar.

d. Sokrates, tek düşüncelerin, belki de idealar olduğunu anlatır. Parmenidcs'e gelince o, düşüncelerin herhangi bir şey konusunda olması gerektiğini ileri sürer.

e. Eğer varsa, bilgimiz mutlak olmadığından, ideaların bizce bilinmemesi gerekir.

f. Tanrı'nın bilgisi mutlaksa, bizi bilmeyecek, dolayısıyla yönetemeyecektir. (Tikel, tümeli paylaşamıyacağından)

Yine de büsbütün bırakılmış değildir idealar kuramı. " İdealar bulunmaksızın, zihnin dayanağı olamaz, böylece usavurma yıkı­lır" diyor Sokrates. Parmenides de güçlüğü, Sokrates'in eğitimindeki eksikliğine bağlıyor. Belirli hiçbir sonuca varılamıyor.

Platon'un, duyulur tikellerin gerçekliğine yönelttiği karşı duruşlar, sanırım, ince elemeye gelmez. Sözgelimi o, güzel olanın bir bakıma çirkin, çift olanın bir bakıma yarım olacağını söyler. Fakat örnegin, bir sanat yapıtının bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin olduğunu söylediğimizde, çözümleme, hiç değilse, kuramsal olarak "bu yan ya da görünüş güzel; bu yan ya da görünüş çirkin" dememize daima elverecektir. "Çift" ya da "yarım" sözcükleri de göreli terimlerdir. İkinin, birin iki katı, dördün yarısı olması çelişmeli değildir. Platon, göreli terimleri anlamamış olmanın güçlüğünü çekmiş­tir. A, B'den büyük, C'den küçükse, onun hem büyük hem küçük olması çelişmeli geliyordu Platon'a. Böyle güçlükler, artık felsefenin çocukluk sayrılıklarıdır.

Gerçekle görünüş arasındaki ayrım, ona Parmenides, Platon ve Hegel yönünden yüklenmiş sonuçlara sahip olamaz. Eğer görü­nüş gerçekten görünüyorsa, o bir hiç değil, gerçeğin bir parçasıdır. Tam Parmenides biçimi bir kanıt bu. Görünüş gerçekten görünmü­yorsa neden kafamızı yoralım? Biri çıkıp, gerçeğin gerçekten görünmediğini, görünür göründüğünü ileri sürebilir. İşe yaramaz bu yine de. Çünkü "o gerçekten görünür mü görünüyor, yoksa görünürden mi görünür görünüyor?" biçiminde bir soru sorabiliriz. Görünüş eğer, görünür görünüyorsa bile ergeç, gerçekten görünen bir şeye ulaşmamız gerekir. Tanrı yönünden yaradılmış tek bir gerçek yata­ğa karşın pek çok yatak bulunduğunun göründüğünü yadsımayı usundan bile geçirmemiştir Platon. Pek çok görünüş olduğu olgusunun içerimlerini düşünmüş görünmüyor. Sözü edilen çokluk gerçe­ğin bir parçasıdır. Dünyayı, biri öbüründen daha gerçek iki bölüme ayırma çabası başarısızlığa mahkumdur.

Bu noktayla bağlantılı olarak, başka bir görüşü daha var Platon'un: Bilgi ve kanının ayrı öznelere ilişkin olması görüşü: Kar yağacağını sanıyorsam bu bir kanı, kar yağdığını görüyorsam bu bir bilgidir. Bilgi kesin ve yanılmazdır. Kanıysa yanılır olmakla kalmaz, yanlıştır da zorunlukla. Çünkü, Platon, yalnız, görünüşün gerçekliğini varsayar. Bütün bunlar, Parmenides'i yinelemekten öteye geç­mez.

Platon metafiziğinin Parmenides'ten ayrıldığı bir nokta sözkonusu: Parmenides için yalnız bir idea var. Platon içinse pek çok idealar. Yalnız, güzellik, doğruluk, iyilik değil, gördüğümüz gibi, "Tanrı yönünden yaradılmış, yatak, insan, kedi, köpek, Nuh'un gemisini dolduracak daha pek çok yaratık ideası yer almaktadır gökte. Bununla birlikte Devlet'te bütün bunlar henüz düşünülüp taşınılmış görünmüyor. Düşüncenin nesnesi olabilirse de biçim ya da idea bir düşünce değildir. Tanrı'nın, onu nasıl yaratabilmiş olduğunu anlamak güç. İdeanın varlığı zaman dışı. Tanrı, ancak düşüncesinde bir yatak yaratmaya karar vermiş olabilirdi. Karar verince de, o dü­şüncenin nesnesi olarak, bize kendisi yönünden yaratıldığı bildirilen Platon-yatağı'nı ortaya koymuş olacak. Zamansız olan, yaratılmamış olmalıdır gerçekte. Burada, pek çok filozof-tanrıbilimciyi sıkıntıya sokan bir güçlükle karşılaşıyoruz. Yaratılan dünya zorunsuz; bizimki gibi, kötü olarak kınanan sıradan bir dünyadır. Yaratıcı'nın, sadece yanılgıyı ve kötülüğü yaratmış olduğu anlaşılıyor. Kimi Gnostik'lerin tutarlı olmak için onaylıyacağı bu görüş, Platon'un başka yapıtlarında olduğunca, Devlet'te de yüzeye çıkmamış.

Koruyucu olacak filosof, Platon'a göre, mağaraya dönmeli ve doğruluk güneşini görmemiş olanlar arasında yaşamalı. Tanrı da yarattığını düzeltmek istiyorsa, aynı biçimde davranmalı. Bir Hristiyan Platon'cusu, "incarnation"u(Tanrı'nın oğlu sayılan İsa'nın, insan biçim ve yapısını alması. Başka türlü söylenirse, Tanrısal ve insansal niteliklerin bir insanda cisimlenmesi.) böyle yorumlayabilirdi. Fakat, Tanrının idealar dünyasından memnun olmayışının nedenini açıklamak tümüyle olanaksız kalıyor. Filosof mağarayı yaratılmış bulur, Tanrı kayrasiyle (lütfuyla) oraya döner. Fakat, yaratıcı eğer her şeyi kendi yaratmışsa, "mağarayı" yaratmıyabilirdi biçiminde düşünenler çıkabilir.

Güçlük belki de Hristiyanlığın Tanrı anlayışından doğduğu için, Platon'a yüklenemez. Çünkü filosofumuz, Tanrı'nın her şeyi değil, sadece iyiyi yarattığını söylemiştir. Duyulur dünyadaki çokluk, onun görüşüne göre, Tanrı'dan başka bir kavrama ilişkin olacaktır. Belki de idealar, Tanrı'nın özünü yapan öğeler ölçüsünde, Tanrı yönünden "yaratılmış" değildir. Sonuçta, ideaların çokluğu, bilimsel (nihai) durum değildir. Bilimsel durumda sadece, Tanrı yada iyi bulunur. İdealar ona sıfat olarak verilir. Her halde, Platon'un olanaklı yorumu budur.

Platon daha sonra, koruyucu olacak bir gencin eğitimi konusunda ilginç bir tasariyle çıkar karşımıza. Böyle bir gencin anlıksal (intellectual), ahlaksal (moral) nitelikleri dolayısıyla, böyle bir onur için, seçildiğini öğrenmiştik. O, doğru ve nazik olmalı, iyi bir belle­ğe, uyuşkun bir zihne sahip bulunmalı, öğrenmekten hoşlanmalıydı. Anılan artamlar dolayısıyle seçilen genç, 20 - 30 yaş arasını şu dört Pythagorasçı bilimi öğrenmekle geçirecektir: Aritmetik, düzlem ve katı cisimler geometrisi; gökbilim, müzik. Bu çalışmalar, çıkarcı bir tinle izlenmiyecek, gencin zihnini zamansız şeylerin görü'süne hazırlıyacaktır. Sözgelimi, gökbilimde edimsel (actual)gök cisimlerinin öğrenme sıkıntısına girilmeyecek, ideal gök cisimlerinin hareketiyle ilgili matematik ele alınacaktır Size saçma gelir bu. Fakat "yararlı olmuştur" dersem şaşmayın. Böyle bir durumun ortaya çıkması ilginçtir. Anlatalım:

Gezegenlerin görünen devinimleri, onlar, inceden inceye çö­zümlenene değin, Pythagoras'ın yaratıcısının istemiş olacağı gibi de­ğil, düzensiz ve karmaşık bulunur. Her Grek'in, göklerde, matematik güzelliğin bir örneğini gördüğü açık. Böylesi ancak, gezegenlerin çemberler çizerek devinmesiyle olanaklıydı. İyi kavramı üzerinde durmasına bakılırsa, özellikle aynı kanıyı benimsemiş olacaktır Platon. Sonuçta şu sorun çıkar ortaya: Gezegen devinilerinin görü­nüşteki düzensizliğini, düzen, güzellik ve yalınlığa indirgeyecek herhangi bir varsayım var mıdır? Eğer varsa, iyi ideası bu varsayımı ileri sürmeyi yerinde bulduracaktır. Samoslu Aristarchos şöyle bir varsayım buldu: Yeryüzü dahil bütün gezegenler, güneşin çevresinde çember çizerek dolanırlar. Bu görüş, kısmen, "Pythagorasçılar"ı o görüşe benzer bir varsayımın sahibi sayan Aristoteles'in (De coelo,293 a) üstün etkisi dolayısıyla 2000 yıl hayırlanmış (reddedilmiş), ancak Koppernicus yönünden canlandırılmıştır. Onun başarısı, Platon'un gökbilime karşı estetik eğilimini haklı buldurabilirdi." Maalesef Kepler, gezegenlerin çember değil elips çizdiğini, güneşin merkezde değil odakta bulunduğunu kanıtladı. Sonra Newton, yörüngelerin tam elips olmadığını ortaya koydu. Böylece Platon'un aradığı ve anlaşıldığına göre Aristarchos'un bulduğu geometrik yalınlığın sanrısal (illusory) olduğu anlaşıldı.

SAÇMA DA YARARLIDIR

Böyle bir durum şu ilkeyi kanıtlar bilim tarihinde. Saçma da olsa, herhangi bir varsayım, bir bulucuya konuları yeni bir yolda düşündürüyorsa yararlı olabilir. Rastlantısal olarak, böyle bir ereğe yarıyan bir varsayımın gelişmeye engel olması da olasıdır. Dünyayı bilimsel yönden anlamanın anahtarı olarak iyiye inanç, belirli bir dö­nemde gökbilime yararlı, belirli bir dönemde zararlı olmuştur. Platon'un sağtöresel ve estetik eğilimi, Aristotelcs'in bu konuda- daha da ileri gitmesi, Grek bilimini öldürmüştür.

MODERN PLATONCULARIN ÖZELLİGİ

Platon'un aritmetik ve geometri üzerinde bunca önemle durmasına karşın, modern Platoncuların hemen ayrılsız (istisnasız) matematik bilgisinden yoksun olması dikkati çekiyor. hem bu kişiler, felsefeler üzerinde çok daha etki yapmışlardır. uzmanlaşmanın kötülüklerinden biridir bu: Adamlar kalkmış gençliklerinin büyük bir bölümünü Grek dili öğrenmeye harcamış, Platon konusunda yazıp
çizebilmek için, Platon'un önemli saydığı bilimleri öğrenecek vakit bulamamış.


Kaynak: Bertrand Russel - Batı Felsefesi Tarihi Cilt 1

1 - 2 - 3

Determinizm ve Hürriyet Üzerine Düşünceler

H. Vehbi Eralp


Tabiat hâdiselerinin gelişi güzel değil de, bazı kanunlara gö­re meydana geldiklerini söyleyen determinism fikrine insanların pek geç ulaştıklarına şüphe yoktur. Bugün bile, determinism yanında, hürriyete inanıldığını gösteren sonsuz denecek kadar çok düşünce ve hareketlere rastlamak mümkündür; bunlar bilhassa insan faktörünün işe karıştığı hallerde görülmektedir: «Bu işi böyle yapmamalıydınız, bu yalanı söylememeliydiniz,» denildiği vakit, o işin tam bir zaruretle yapılmadığı, başka türlü yapılmasının veya hiç yapılmamasının kabil olduğu, o yalanın söylenilmemesinin imkânı bulunduğu anlatılmak isteniyordur; yoksa bu sözlerin hiçbir mânası kalmamış olur, yahut o sözleri söyleyenin de bir papağan veya gramofon plâğı gibi konuştuğu kabul edilmiş bulunur. İnsan hürriyetine inanmanın doğru olduğunu haklı göstermenin mümkün olup olmadığı ayrı bir meseledir, fakat bu hürriyete inanılıyormuş gibi düşünüldüğü ve hareket edildiği bir vakıadır.

Açıkça ifade edilmiş fikir olarak determinism prensibi insanın geç elde ettiği bir düşünce olmakla beraber, daha başlangıçta hareketlerimizin bu prensibe dayandığı meydandadır. Adımımızı atarken, ayağımız altındaki toprağın eskisi gibi yerinde kalaca­ğına, boşluğa uçmayacağımıza, fırlatılan taşın herhangi bir yere değil, atılan tarafa gideceğine, ekilen tohumun aynı cinsten bir nebat vereceğine, farkında olalım veya olmayalım, inanmışız demektir. Bu mânada yalnız insan değil, hayvan da sanki déterminisme inanıyormuş gibi hareket eder. Zaten sadece içgüdülerine bağlı olarak hareket etmeyen canlılar için yaşamanın ve çevrelerine uymanın esas şartlarından biri budur. İçinde her şeyin rastgele cereyan ettiği, hiç bir hâdisenin kanuna bağlı olmadığı bir âlem düşününüz; böyle bir âlemde, hayatın doğacağı düşünülebilse bile, devam etmesi kabil değildir.

Şu halde determinism düşüncenin bir prensibi olmadan Önce aksionun bir prensibidir. Fakat farkına varılmamış, ifade edilmemiş ve bu itibarla düşünce için mevcut olmayan bir fikirle, tam şuuruna varılmış, açıkça ifade edilmiş bir fikir arasındaki mesafe büyüktür. Bu mesafe nasıl aşılmıştır, aksionun şuursuz bir prensibi nasıl düşüncenin açık bir fikri haline gelmiştir?

Âleme bir bütün olarak bakılsaydı, onun zaman içinde durmadan değişerek akıp gittiği, hiç bir vakit birbirinin aynı olan iki halden geçmediği, hareketli ve devamlı bir akış teşkil ettiği görülecekti; burada her geçen an kendisiyle beraber bir yenilik getirmektedir, durup dinlenme, tekrar yoktur; bu âlem güneş sisteminden çok, doğan, gelişen, ihtiyarlayan, bir kelimeyle, tarihî olan bir canlı varlığa benzeyecektir. Ama âlemin bu görünü­şü her şeyden önce yaşamak ve bunun için de, çevresine uymak, hareket etmek zorunda olan insan gibi bir varlık için hiç te faydalı ve elverişli olmayacaktır; bu, iş görmek ihtiyacında olan, hayatını yaşayan bir varlığın görüşü değil, hayatını bir rüya gibi seyreden bir varlığın görüşü olacaktır. Böyle bir âlemde determinism fikrinin doğması değil, düşünülmesi bile hatıra getirilemez, çünkü tekerrür eden, birbirini aynı şekilde kovalayan hiç­ bir şey burada yoktur; bu görüş ilim için değil, olsa olsa sanat eseri için bir hareket noktası teşkil edebilir.

Fakat her şeyden önce yaşayan bir varlık olan insanın görü­şü, fayda gözetmeyen bir temaşa değildir; zihin hayatında daha ilk adım olan idrak, etrafımızdaki hareketli realiteyi, dondurulmuş ve adlandırılmış objeler halinde parçalar; aksionun ve ilmin müşterek hareket noktası olan bu ilk adımdan sonra gelen daha karışık ve yüksek zihin ameliyeleri, karşılaştırma, tecrit, tamim, gene pratik bir hedefe yönelmiş bulunurlar. Bu hedef devamlı olarak gözönünde buÎundurulmazsa, ne zekânın doğuşunu, ne iş­leyişini izah etmek kabil olur. Farklı şekiller altında intellektualist sistemlerin müşterek hatası, zekâyı hakikatta olduğu gibi bir aksion vasıtası değil, fayda gözetmeyen, sadece bilmek için bilmek isteyen bir temaşa vasıtası saymış olmalarıdır.

Her parçası birbirine sıkıca bağlı bir sistem kurmak sevdasınad olan filozoflar için, — ve filozofların çoğu böyledir, hemen her zaman felsefî düşünce sistematik düşünce ile aynı mânaya gelir; — hürriyeti inkâr etmek, kabul etmekten çok daha elverişli ve kolaydır. Hürriyet kolayca tarif edilemiyen, zekâmızın kadrolarına sığmıyan, anlaşılmaktan çok yaşanılan bir olaydır. Bu durum karşısında birçok filozoflar, hürriyeti düpedüz inkâr etmek yoluna sapmışlardır. Spinoza bunlardan biridir. O, insandaki hürriyet duygusunun, hareketlerimizin bütün sebeplerini bilmemekten ileri geldiğini söyler. Bu sebepleri tamamiyle öğrendiği anda, insan, hareketlerinin matematik zaruretin aynı olan bir zaruretle meydana geldiğini anlayacak, en yüksek mükemmellik derecesine varacak, âdeta tanrılaşacaktır. Ama Spinoza'ya, " bunu nereden biliyorsunuz?" diye sorabiliriz; "olmıyan bir şey gÖrülemiveceğine göre, bu iddianız doğrudan doğruya yapılan bir müşahedenin neticesi değildir." Bu sorunun cevabını yine Spinoza'nın felsefesinde bulmak mümkündür. Hürriyetle zarureti neticede aynı şey haline getiren ve intellektualist felsefenin en yüksek noktalarından biri olan bu görüşün, olayların müşahedesinden ziyade, onları bir sistem içine sokmak gayretinden doğduğu meydandadır. Nitekim Spinoza'nın kendisi de, zaruret fikrinin felsefesinde bir netice değil, bir hareket noktası olduğunu söyler. Böyle olunca, bu fikrin inkârı demek olan hürriyete yer verilmemesinde, onun zaruretle, anlaşılan ve kabul edilen zaruretle aynı şey sayılmasında şaşılacak bir taraf kalmıyor.

Hürriyeti pratik aklın bir postulatı olarak kabul eden Kant ise, ilmin imkânını izah edebilmek için, bunu gerçek hayatın dı­şına atmak zorunda kalmıştır. Böyle bir görüşte yalnız ilim değerinden çok şeyler kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda hürriyette yok edilmiş oluyor.

Öyle sanıyoruz ki hakikat, bu görüşlerden büsbütün başkadır. Determinismin ne olduğu, determinism fikrnin nasıl doğdu­ğu iyice anlaşılırsa, bu bizi hürriyeti inkâra değil, kabul etmeye götürecektir. Zira determinism, zamanın kendilerine gerçekten tesir etmediği, üzerlerinden kayıp geçtiği varlıklar için geçer olan bir görüştür. Madde âlemini teşkil eden varlıklar, hiç olmazsa makroskopik görünüşlerinde, böyle varlıklardır; bunlar zamandan çok, mekân içindedirler; böyle olduğu için eski hallerine dönebilirler. Cansız demek, bir bakımdan da sadece mekânda olan demektir. Böyle olan varlıklar kapalı sistemler teşkil ederler. Bırakılan bir taşla onu çeken yer yuvarlağı, böyle kapalı bir sistemdir. Tabiatın kendisi de; tam denebilecek kapalı sistemler hazırlamış gibidir: etrafında donen yıldızlarla beraber güneş, yalnız başlarına gözönüne alınınca, böyle kapalı bir sistemdir. Bu yüzdendir ki , insanlara tabiatta bir düzen bulunduğunu, olayların gelişi güzel değil de bazı kanunlara göre meydana geldiğini ilk öğreten gök cisimleri olmuştur ve yine bu yüzden astronomi ilk doğan tabiat ilmidir. Bir matematikçinin dediği gibi, insanlar devamlı olarak bulutlarla örtülü bir gök altında yaşamış olsalardı, ilim ve medeniyet bugünkünden çok farklı olacaktı.

Bir kanun araştıran her âlim laboratuarında, kanununu bulmak istediği olaylardan ibaret kapalı bir sistem kurar; tecrübe yapmak bundan başka bir şey değildir.

Ama canlı ve hele şuurlu varlıklar âlemine gelince, iş deği­şiyor, zaman gerçek bir faktör oluyor; burada eski hale dönüş anlaşılmaz bir şeydir. Artık tersine çevrilebilen bir zamandan çıkılmış, belli bir tempo ile belli bir yönde akan zaman içine girilmistir; artık kapalı sistemler değil, açık sistemler, gerçek birlikler, gerçek bütünler karşısındayız. Bu nokta düşünülürse, madde âleminde determinismi kabule zorlayan aynı sebeplerin bizi hayat ve şuur âleminde hürriyeti kabule götürmeleri gerekirdi demek yerinde olacaktır. Ama burada da yeni bir engel karşımıza çıkıyor. Hayat ye şuur ancak madde ile birleşerek bu âlemde var olabiliyor, yani tesir edebiliyor, bir mânada gerçekleşebiliyor; söz fikrin ve duygunun taşıyıcısı, resim ve heykel güzelliğin ifadesi oluyor. Mâna - madde münasebeti bir bakımdan zaman - mekân münasebetine irca edilebilir. Hürriyeti anlayabilmek için bir yandan keyfiyeti, kemiyetten, zamanda olanı, mekanda olandan, mâneviyi maddiden ayırmak gerektiği gibi, bir yandan da bunları birbirlerine yaklaştırmak gerekir.

Başka bir nokta da şudur: madde âleminde yaşıyabilmek için onun vasıflarına uymak, bir dereceye kadar maddeleşmek lâzımdır. Zekâ, dil ,alışkanlıklar, iç hayatımızın kabuğunu daha çok maddeleşmiş tarafını teşkil eder. Ama bunun altında zekâyı da, dili de, alışkanlıkları da yaratan şuurun derin bir iç hayatı vardır. Bu derin iç hayata inmek, onu yaşamak hem güçtür, hem de pek seyrek olur. Hürriyetin asıl kaynağı burasıdır. Nasıl sevgiyi, dostluğu, acımayı tatmadan yaşayan ve ölen insanlar varsa, öylece gerçek hürriyeti yaşamadan Ölen insanlar da vardır. Bu bakımdan hürriyet elimizin altında hazır bulunan bir şey olmaktan çok, kazanılması gereken bir savaştır ve insan, hür olmaktan çok, hür olabilen bir varlıktır. Ama bu imkân ona yaradılışından gelir. Bu itibarla âlem madde yüzüyle déterminisme bağlı olduğu gibi, insanla hürriyete çevrilmiştir.

Canlıların birer makine olduklarını ilk olarak açıkça sÖyliyen Deseartes olmuştur. Çağdaşlarının pek dikkatini çeken bu makine-hayvanlar (animaux - machine) görüşü, denebilir ki biolojide bir çığır açmıştır. Canlıya bir makine gözüyle bakmak, biolojide fizik ve kimya metodlarını kullanmak imkânını sağlamış, bu yolda çok büyük başarılar elde edilmiştir. Ama canlı dediğimiz makinenin işleyişi mekanik kanunlarla izah edilse bile, meydana gelişi aynı şekilde izah edilebilir mi? Bütün mesele buradadır. Bir mühendis bir makine yaptıktan sonra, burada her şey mekanik olarak cereyan eder; ama makinenin yapılışı mekanik bir şey değildir. 19.uncu asırdan beri canlının meydana gelişi de mekanik yollarla izah edilmek istenmiştir. Çeşitli şekiller alan bu gö­rüşlerin biolojide ne kadar büyük tartışmalara yer verdiği bilinen bir şeydir; biolojinin en karanlık noktalarından biri de veraset problemidir.

Canlıdan şuurluya geçtiğimiz vakit, mekanik izahların yetersizliği büsbütün ortaya çıkıyor. Bu yolda sonuna kadar gitmek iddiasında olanlar, neticede şuuru inkâr etmek zorunda kalıyorlar, hiç değilse bunu, tesiri olmıyan bir gölge saymak durumuna dü­şüyorlar. İmdi var olmak tesir etmek, bir iş görmek, bir şeye yaramak demektir; hiçbir şey yapmıyan, bir şey değildir. Şuurun şiddet kazandığı anlar, hangi şekil altında olursa olsun, otomatik hareketlerin yetmediği durumlardır. Böylece şuur, bir seçme, karar verme melekesi olduğunu açıkça ortaya koymuş olmuyor mu? Hiçbir tesiri olmasaydı, işe karışmasaydı, şuur ne diye meydana gelecekti? Meydana gelse bile, bir işe yaramadığına göre, yavaş yavaş kaybolup gitmeyecek miydi? Bu bize şuurun, en basit şekillerinde bile, bir hürriyet başlangıcı olduğunu göstermiyor mu? Bu sebeple diyeceğiz ki , üniversel determinismi bir postulat olarak kabul eden bir felsefe bakımından, içinde canlı ve şuurlu varlıkların, bu arada insanın meydana geldiği bir dünya, sonuna kadar izah edilemeyen bir sır olarak kalmaya mahkûmdur.

Yine diyeceğiz ki, hürriyetin kabul edilmesine en çok engel olan noktalardan biri de, maddenin, yani mekânın zıddı demek olan ve aslında maddi olmayan, mânevi bir şey olan zamanın mekân gibi düşünülmesidir. Her şeyi mekânda, madde gibi görmeye alışmış olan zekâ, yalnız zamanı mekân gibi düşünmekle kalmıyor, zamanın kısımları arasında da sadece bir derece farkı gö­rüyor. Esasen bundan tabii ne olabilir? Şimdi bir an sonra geç­miş halini alacak, gelecek te şimdi olacaktır. Halbuki şimdi ve gelecekle geçmiş arasında, yaşanmakta olan ve yaşanacak olanla ya­şanmış arasındaki müthiş mesafe vardır. Geçmiş olmuş bitmiştir, zamanın mekâna düşmüş, mekânlaşmış parçasıdır; onu değiştirmek kimsenin elinde değildir. Halbuki şimdi ile gelecek hürriyetin at oynatabileceği sahadır. Şimdi ile geleceği, biraz sonraki geç­miş gibi düşünecek yerde, geçmiş olmadan önce geçmişin bir gelecek ve bir şimdi olmuş bülunduğu düşünülse, hürriyet problemini örten karanlıklar büyük ölçüde ortadan kalkar, belki de hürriyet problemi diye bir şey kalmaz. Böyle bir durumda "niçin hürriyet vardır?" diye soracak yerde, "niçin determinism vardır?" diye sormanın belki de daha yerinde olacağı anlaşılır.

Şunu da ilâve edelim ki, hürriyeti kabul edenler, tabiatta determinism yoktur demiyorlar; tabiatta sadece determinism yoktur diyorlar. Halbuki hürriyeti inkâr edenler, tabiatta sadece determinism vardır, diyorlar. Bu son görüş, kadercilikten de daha aşırı oluyor; zira kadercilikte zincirin sadece son halkası mukadderdir, halbuki burada her halka "mukadder" oluyor.

Tabiatta hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey yaratılmaz... Bu belki madde âlemi için doğrudur; ama ruh âleminde, hiçbir şey yok olmasa bile, pek çok şey yaratılabilir. İlim, sanat, felsefe, bir kelimeyle kültür ve medeniyet, bu yaratmaların eserleriyle doludur.

Kısaca determinism, düşüncenin bir prensibi olmadan önce, aksionun zaruri bir hareket noktasıdır; ama varlığın bütününü ve özünü ifade etmekten uzaktır.

Felsefe ve Felsefe Tarihi Üzerine

"Felsefe" terimi tarihin bütün dönemlerinde aynı anlamda kullanılmadı. Eskiçağ'da birinci planda ahlak sorunlarıyla ilgileniyor da olsa bütün bir bilim alanına karşılıktı. Bir başka deyişle felsefe düşünsel etkinliğin bütünüydü. Sonra bu bütünsel etkinlikten yavaş yavaş özel bilimler doğmaya başladı. Felsefe daha Eskiçağ'da en soyut düşünce alanını yitirdi: felsefeden matematik doğdu. Yeniçağ'ın eşiğinde, XVI.yüzyılda gökbilim ayrıldı felsefeden. Yeniçağ'ın başında, XVII. yüzyılda fizik bağımsızlığını ilan etti. Bir yüzyıl sonra kimya benzer bir serüveni yaşadı. XIX. yüzyılın birinci yarısında biyoloji doğdu. Az sonra da ruhbilim ve toplumbilim dünyaya geldiler. Sonra başdöndürücü bir gelişim oldu: bazı bilimler bazı bilimlerle ortak alanlar oluşturunca yeni yeni bilimler ortaya çıktı. Bugün bilimleri saymaya kalkmak bir olmazı denemek olur. Bir takım toplumsal baskıların ağırlığını taşıyarak da olsa Eskiçağ'ın filozofları sınırlı bilgileriyle insanı keşfe çıkarken alabildiğine bağımsızdılar. Ortaçağ'da kilise filozofun bağımsızlık hakkını kaldıracak ve herkes benim gibi düşünmek zorundadır dayatmasını getirecektir.

Felsefe yapmak insanı düşünmektir, buna göre bütün bir insanlığı tüm temel özellikleriyle ele alıp incelemektir. Bu tanım bize felsefenin uçsuz bucaksız bir alan olduğunu gösteriyor. İnsan denen varlık sü­rekli bir değişimin öznesi olduğu gibi çeşitliliklerde kendini ortaya koyuyor. Zamana ve uzama göre değişen çok şey olduğu gibi bireye göre de değişen çok şey var. Hayvanlar dünyasında bu değişkenliği ve bu çeşitliliği bulamıyonız. Bir kedi bireyinin davranışları bir başka kedi bireyinin davranışlarından azçok ayrılsa da ikisinin davranış açı­sından ortak yanları daha çoktur. Doğa yüksek düzey hayvanlarını çok dar ölçülerde özgür kılmıştır. Bir türün bireyleri açısından ortaya çıkan değişiklikler elbette özel özelliklerle ilgilidir. Ancak bu özel özellikler çok dar bir çerçevede kendini gösterir. Doğanın en özgür varlığı insandır ve onun özgür yaşamı doğal koşullara daha az bağlıdır. Sonunda tüm canlılar doğanın birer üyesidir ama insanda bir doğadan ayrılma durumunun gerçekleştiği de kesindir. Belki de insanı kendi türü içinde zaman zaman yırtıcı kılan da budur: bizler özgürlüklerimizi gerçekleştirirken başka özgürlüklerin duvarlarına çarparız. İşte ahlakın ortaya çıktığı nokta da bu noktadır.

Felsefe her zaman tek bir kişinin düşünsel üretimi gibi görünse de onda her zaman toplumsal, iktisadi, siyasal ve dinsel etkenlerin belirleyici etkisi oldu. Bir yanda filozofun bilinci vardı, öte yanda toplumun bilinci vardı. Bu yüzden filozoflar birbirlerine çokça benzemediler. Aynı dönemde bile birinin söylediği öbürünün söylediğine uymuyordu. Ancak insanlığın doğruları bu değişik bakış açılarının tartışmalı ilişkisinde kendilerini ortaya koymuşlardır. Bu kişilerin herbirinde ger­çekliğin bir ya da birkaç yüzü yansıyordu. Her felsefede bize gerçekliği gösteren bir şeyler vardır. Şu ya da bu filozof değil felsefe haklıdır.

İnsan felsefede bir yandan iç zenginliklerini bulup çıkarırken bir yandan o uçsuz bucaksız evreni gözlemledi. İnsandaki evren ya da evrendeki insan: her şey bu bütünlükte anlamını buluyordu. Ancak sorunlar o kadar büyük ve o kadar çeşitliydi ki bu arada onlara yönelmenin en sağlam ve en kullanışlı yollarını bulmak gerekiyordu. Felsefenin dizgesel bir düşünce alanı olması, onun özellikle XVII. yüzyılla birlikte yöntem sorunlarını öne çıkarması bu yüzdendir.

İnsan dediğimiz karmaşık varlığı derinden derine incelemek öncelikle felsefenin işidir. Bu yüzden felsefeye insan araştırması diyoruz. Aynı araştırmayı kendi açılarından ve kendi yöntemleriyle bilimler ve sanatlar da yapıyor. Felsefeyi onlardan ayıran nokta insanı en genel çerçevede tartışmak noktasıdır. Bu alanda kesinliklerimiz yok. Kesinliklerimiz olsaydı belki de zorda kalacaktık kesinliklerimiz öngörü­lerimizi engelleyecekti. Felsefenin alanı yanlış yapma kaygılarını elden bırakmadan alabildiğine geniş düşünmeyi gerektirir. Yanılsamalar her zaman vardır ve olacaktır: hiçbir felsefe bugüne kadar insanı eksiksiz bir yetkinlikte ve eksiksiz bir doğrulukta açıklamak başarısını gösterememiştir. Bütün bunlar bize felsefenin bir gelişigüzel düşünme alanı olduğunu düşündürmemelidir. Filozof yaşamın somut dayanaklarını temel alarak düşünmeye çalışır. Bu konuda onun en büyük yardımcılarının bilim ve sanat olduğunu söyleyebiliriz. Bu da insana tarihsel bir derinlikte ve bütün bir dünya genişliğinde bakma zorunluluğunu getirir. Tarihsel bir varlık olan insanı ancak tarihi içinde doğru olarak anlamak olasıdır.

Felsefe tarihinin dışında felsefe yoktur. İnsanlığın başlangıcından bugüne kadar neler düşündüğünü ve nasıl düşündüğünü öğrenmeden felsefe yapamayız. Felsefe bilgisinin dışında felsefe yapmak ileri geri konuşmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Yazık ki felsefe bilmeden felsefe yapmak çoklarına daha kolay geliyor. Köksüz, derinliksiz ve dolayısıyla anlamsız filozofluklar daha çok kafa karıştırmak gibi olumsuz bir işlevi yüklenmiş görünüyor. İnsanlar iyi düşünsün istemiyorsak böyle bir işievin çok önemli sonuçlar doğuracağını söyleyebiliriz. Gerçekte bütün bilgi alanları ancak kendi tarihsel gelişimleri çer­çevesinde doğru olarak anlaşılabilirler.

Bir bilgi alanını tarihinden kopardığınız zaman geriye kalan şey teknikle ya da uygulamayla ilgili kaba bilgiler olacaktır. İnsanın bu kaba bilgilerle yetinmek isteyeceği durumlar vardır ya da olabilir. Gündelik yaşam bazı koşullarda ağır ve derin kuramların dışına çıkma zorunluluğunu getirebilir. Bazı insan etkinlikleri kuramdan çok uygulamayla iş görmeyi zorunlu kılabilir. Teknisyenler bu yüzden vardır. Yaşamın hızlı akışı içinde herhangi bir işi gerçekleştirmek sözkonusu olduğunda tarihsel bilgi hatta kuramsal bilgi gereksiz görünebilir. Ancak gerçek anlamda bilginin peşindeysek o zaman kuramıyla ve uygulamasıyla bütünlüklü bilgiye gereksinimimiz vardır.

Felsefe genelde zor bilgilerin alanı diye bilinir. Oysa zor bilgi diye bir şey yoktur, zorlaştırılmış bilgi vardır. Yeterince felsefi donanımı olmayan kişiler felsefenin temel sorunlarına yöneldikleri zaman kavrama güçlükleri çekiyorlar. insanla ilgili en temel kavramları bilmeden felsefe yapmak olası değildir. Yetersiz koşullarda insanlar bilgi üretme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıklarında bilgiden çok bilgisizlik üretiyorlar, daha da önemlisi yanlış bilgi üretiyorlar. Eksik bilinç yanlış bilinç kadar tehlikeli değildir. Bütün alanlarda olduğu gibi felsefenin alanında da en çok özen gösterilmesi gereken şey yanlış bilginin kıskaç­Iarına düşmemek için kılı kırk yarmaktır, yalan yanlış bilgileri sunanlar karşısında gözü açık durmaktır. Yalancı filozoflar herzaman olacaktır, bize düşen onlara karşı uyanık olmaktır. Yalnızca bilgisizlikle değil bazen de ideolojik nedenlerle insanlar felsefi bilgileri çarpıtmaktan geri kalmazlar. Özellikle siyaset bağlamında bu saptırmacılığın sık sık kar­şımıza çıktığını görürüz. Dürüst bir felsefe adamı genel olarak felsefi bilgileri ortaya koyarken onları kendi ideolojisi yönünde çarpıtmayacaktır. O ancak kendi felsefesini geliştirirken görüşlerini bize kendi açısından sunma rahatlığında olabilir.

Tarih bilinci taşımayanlar genel olarak tarihin de bu arada felsefe tarihinin de gelişim koşulları dışında ardı ardına gelmiş ya da üst üste yığılmış görüşlerden oluştuğu gibi bir fikri benimsemeye yatkındırlar. Oysa insanlığın tarihi de felsefenin tarihi de evrensel bilincin dönüşüm koşulları çerçevesinde birbirini yaratan ya da birbirinden türeyen olu­şumların tarihidir. Bu kavrayış geçmişin felsefelerini gözümüzde önemsiz kılmaz, bizi onlar çoktan aşıldılar duygusuna düşürmez, tersine oradan buraya nasıl geldiğimizin saydam görünümlerini elde etmemiz için kolaylıklar sağlar.

O zaman biz felsefenin de daha başka insan başarılarının da bir takım öngörülü ve zeki kişilerin birbirlerinden iyiden iyiye kopuk bir biçimde kendi bilinç koşulları çerçevesinde ortaya koydukları özgün görüşlerden daha çok bir şey olduğunu, öncelikle bir yerin ve bir zamanın kişisel bilinçlerde yansıyan gereksinimlerinden doğmuş olduğunu görürüz. Bu yüzden felsefeleri kişilerden çok toplumların, bir baş­ka deyişle bir yerin ve bir zamanın ürünü olarak kavramak doğru olur. Tarihten yani ilerlemeden korkan, dönüşümleri insan yaşamı için tehlikeli gören kimseler elbette geçmişin tüm oluşumlarını tespih taneleri gibi ardarda dizilmiş, birbirlerinden tam anlamında kopuk üretimler olarak değerlendireceklerdir. Değişim insan yaşamının aşılamaz koşuludur, ne var ki değişim duygusu değişime en yatkın insanı bile bir ölçü­de tedirgin eder. Birtakım biçimlerin dağılması ve birtakım biçimlerin yeniden kurulması, biçimlerin daha değişik ve daha üstün bir biçimde yeniden yaratılması insanın dinginliğini ve esenliğini tehlikeye düşürür ve hemen herkeste alttan alta şu duyguyu uyandırır: gene mi değişim ! Değişimi göze alanlar onun güçlüklerini de göze alacaklardır. Değiş­memekteki büyük rahatlık değişimin hiçbir biçiminde yoktur.

Değişen insanı tarihin gelişim koşulları boyunca görmek ve göstermek felsefe adamının temel yükümlülüğüdür. Felsefe yapmak insanın kendi bilincine varabilmesi için temel koşuldur. Solcrates'i araştırıyorsam ne olduğumu anlamak için araştırıyorum. Ortaçağ'ın düşünce koşullarını bilmek istiyorsam kendimi tanımak için böyle bir işe kalkışıyorum. Sokrates'i doğru ve geniş çerçeveli anlamamın temel koşulu kendimi çok iyi anlayabilmemdir, kendimi çokiyi aniayabilmem için de Sokrates'i çok iyi anlamaya gereksinimim vardır. Ben yalnızca bir toplumun değil bütün bir insanlığın, yalnızca bir zaman diliminin değil bütün zamanların içindeyim ya da daha doğrusu öyle olmam gerekir. Elbet gündelik yaşayanlar için böyle bir zorunluluk yoktur. İnsan için gündelik yaşam koşullarına sıkışıp kalmakyan bilinçliliğin karanlı­ğında boşa kürek çekmektir. Bazı insanlar doğadan çokça uzaklaş­mak istemezler, insan için yeni sezişlere, yeni duyarlıklara, yeni tasarımlara ulaşmak gibi, bir başka deyişle her şeyin yeniden daha güçlü bir biçimde kurulmasına katkıda bulunmak gibi bir yol tutmayı düşünmezler. Gündelik bilinçle yaşayanlar için temel etkinlik üremeyle ve beslenmeyle ilgili etkinliktir.

Her felsefe tarihi kitabı bir kılavuz kitaptır, tek bir felsefe tarihi kitabında hapsolup kalmak felsefe eğitimi almaya ya da felsefe yapmaya yönelenler açısından tam anlamında bir kısırlık olur. Bir felsefe tarihi kitabı bir harita gibidir, onun yol göstericiliğinde dünyayı genel çizgileriyle tanımak önemlidir. Haritaya bakarak ya da harita ezberleyerek dünyayı ya da dünyanın bir parçasını ya da bir bölümünü tanı­mak olası değildir. Bu açıdan felsefe tarihine takılıp kalmak bir tembellik belirtisi olabilir.

Onun yol göstericiliğinde felsefenin gerçek verimine ulaşmak için ondan hiç mi hiç kopmadan yapıtlara yönelmek gerekir. Platon'un devlet anlayışıyla ilgili bir şeyler öğrenmek için bir felsefe tarihi kitabı iyi bir önder olabilir. Ama bu konuda canlı, köklü, ayrıntılı bilgiye yönelmek için doğrudan doğruya Devlet'in kapağını açmak gibi bir zorunluluk vardır. Bu da bize felsefe tarihinin önemini gösterirken felsefe alanının sürekli bir araştırma gerektirdiğini de gösterir.

Her felsefe tarihi bizi yere ve zamana uyarlı kılmak gibi bir görevi öncelikle yerine getirir. O yüzden iyi bir felsefe tarihi kitabı iyi bir elkitabıdır, bir başucu kitabıdır, bir kılavuz kitaptır. Her mesleğin ya da her bilgi alanının böylesi yol gösterici temel kitapları vardır: iyi bir uzman ondaki bilgileri büyük ölçüde özümsemiş de olsa zaman zaman herhangi bir konuda ona başvurmak gereksinimi duyar. Felsefede önemli olan, bir şeyi öğrenip geçmek değil, elde edilen bilgilerden giderek bütünsel bilgiye ulaşmaya çalışmaktır, elde edilen bilgilerden giderek iyi düşünmenin, sağlıklı düşünmenin, doğru düşünmenin koşullarını kendinde yaratabilmektir.

Herkesten büyük bir istekle felsefeye adanmasını bekleyemeyiz. Felsefe tarihi öğrenmekten amaç bilgi yığmak değil felsefe yapma yatkınlığını kazanmaktır. Bu yatkınlığı kazanabilmek için felsefe tarihi yalnızca başlangıçta değil ama her zaman zorunlu bir kaynaktır. Son amaç fılozofça düşünme noktasına ulaşmaktır, dünyaya felsefenin gö­züyle bakma yetkinliğine ve yatkınlığına ulaşmaktır. Az düşünmek ve çok öngönnek ne kadar tehlikeliyse az bilmek ve çok düşünmek de o kadar çıkarsızdır. Yeterince düşünemeyen insanın serüveni çıkış kapı­sı olmayan bir dehlizde çıkış aramak için dolanıp duran adamın serü­venidir. Çıkmaz sokaklar arasında dönüp durmak, işte şimdi çıkış yerini buldum derken kalakalmak son derece sıkıntılı birdurumdur. Felsefe bize yaşam ustalığı kazandırır, bu ustalığın en eski adı da bilgeliktir. Bilge kişi bize dinginliğiyle her zaman hiç yaşamayan adam izienimi verse de gerçek yaşamın ondaki bir takım edinilmiş özellikleri gereksindiği kesindir. Kısacası felsefe felsefe için değil yaşam içindir. Mutluluğun özü dinginlikte, dinginliğin özü felsefededir. Sağlam bir ahlak, sağlam bir öngörü, sağlam bir kavrayış ancak felsefeyle elde edilebilir.

Kaynak: Afşar Timuçin - Gençler İçin Felsefe Tarihi

Geleneğe Karşı Olan Hint Felsefesi - 1

Hint felsefesinin şimdi girmekte olduğumuz, ikinci önemli döneminin süresi üzerinde uzmanlar arasında bir görüş birliği yoktur. İÖ 500 yıllarında - yalnız Hindistan'da değil - bütün dünyada yeni bir çağın başladığı konusunda görüş birliği varsa da Hindistan’da bu çağın süresi söz konusu olunca gö­rüşler ayrılmaktadır. 19. yüzyılda İÖ 500'den zamanımıza kadar olan dönem «Vedalar Sonrası Çağ» diye adlandırılırken çağdaş araştırmacılar, bu çağın da dönemlere ayrılarak incelenmesi gerekti­ğini belirtmişlerdir. Son incelemelerde genellikle İÖ 500'den İS 1000 yılına dek sürmüş olan döneme «Klasik Çağ» ve sonrasına da «Klasik Çağ Sonrası» denmiştir. Köklü değişimlerin yaşandığı ve baş­ka bir havanın estiği İÖ 500 yıllarını izleyen çağı daha önceki çağlarla karşılaştırdığımızda gözümüze
çarpan gelişmeler şunlardır:

1. Upanişadların başlangıcına kadar olan Vedalar Çağında yerleşmiş, belirleyici ve ezici bir tek görüş, bir tek ses ağır basmaktadır. Bu çağdaki bü­tün düşünce akımları üstlerindeki Brahman dininin geniş çerçevesi dışına çıkamamışlardır. Eleştiri yüklü düşüncelerin sayısı Veda yazınında hiç de az değildir. Ama öyle anlaşılıyor ki, kuşkular, eleş­tiriler, sapkın akımlar ya hep bastırılmış ya da yerleşik, egemen düşünce sisteminin çerçevesi içine alınarak eritilmiştir. Ancak şimdi, geleneğe karşı çıkan akımlar yandaş bularak öyle çoğalmış ve eleş­tiriler öyle ağırlaşmıştır ki bunları artık bastırmak olanağı kalmamıştır.

Bu düşünce akımlarının kimisi olumsuz ve uzlaşmaz bir tutum, kuşku ve alay dolu bir bakış açı­sıyla ilgi toplamış kimisi de özellikle maddeci ve kuşkucu bir yaklaşımı olan bağımsız ve tutarlı dü­şünce yapıları oluşturmuştur. Bunun da ötesinde, Mahavira ve Buda (Buddha) gibi yeni dinlerin kuruluşuna neden olan önemli kişiler sahneye çıkmış, ve bu dinler Brahman dininin yanı sıra bağımsız olarak gelişebilmişler ve felsefeye konu olabilecek düşünce yapıları geliştirmişlerdir. Artık bundan sonraki Hint düşünce tarihine bir tek dinin de­ğil, pek çok dinin damgasının vurulduğunu görüyoruz.

2. İlahilerin ve Upanişadların ya hiç bilinmeyen ya da söylencelerin ağı içinde seçilemeyen yazar kişiliklerine karşılık bu yeni dönemde kişilikleri ve yaşam öyküleri az çok belli düşünürler ve yazarlarla karşılaşıyoruz.

3. Felsefe bir gizli öğreti olma niteliğini yitirmiş, yeni öğretiler geniş halk kitlelerine, özellikle şimdiye dek yüksek bilgilerin, düşüncelerin dışında bırakılmış olan aşağı kastlara da açılmıştır.

4. Bu yeni akımlarla gelen bir başka yenilik de öğretilerin artık bilginlerin ve rahiplerin ağır diliyle değil, halkın konuşma diliyle açıklanmış olması­dır.

Vedaların yetkesini (otoritesini) tanımayan, onları Tanrıdan gelen bilgiler olarak görmeyen bü­tün düşünce sistemleri topluca ortodoks olmayan (Yunanca, orthos: doğru, doxa: görüş) ya da geleneğe karşı olan sistemler olarak adlandırılır. Bunların karşısında geleneğe bağlı (ya da ortodoks) olan, Vedalarla bağdaştırılabilen öğretiler vardır.

Geleneğe karşı pek çok düşünce sistemi oluş­muştur. Bunlardan üçü ötekiler arasında sivrilmiştir, ve aşağıda yalnız bunlar incelenecektir: Çarvaka'ların (Charvakas) maddeci felsefesi ve öteki iki yeni din, Caynacılık (Caynizm) ve Budacılık (Budizm). Bunlar içinde de Budacılık öteki akımları gerek önem ve gerekse yaygınlık bakımından geride bırakmış olduğu için daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

1. ÇARVAKALARIN MADDECİLİĞİ

Çarvaka (Charvaka) adının bu akımı başlatan kişinin adı mı olduğu yoksa başka bir kökten mi geldiği bilinmiyor. Bu ad altında toplanan düşünürler yalnız Brahman dininin değil, her türlü dini inancın karşısına çıkarak, maddeciliği yücelten ve tüm varoluşu madde olarak gören ve her türlü duygu ve düşünceyi maddeye dayandıran yeni bir görüşle ileri atıldılar.

Dini ve rahipleri aşağılayarak alaya aldılar, maddi olmayan hiç bir gerçek tanımadıkları gibi felsefe ve dinden kaynaklanan düşünceleri de madde ötesi saçmalıklar diye küçümsediler.

Çarvakaların öğretilerini, görüşlerini derli toplu olarak zamanımıza taşıyan bir kaynak yoktur. Bunlar pek çok metinlere dağılmış olarak günümü­ ze ulaşmıştır.

Şu dizeler bu akımın en ünlüsü olan Brihaspati'den kalmıştır:

"Atalarımıza adanan bağışlar
Brahmanlarımızın kesesine dolar
Vedaların üçünü de uyduranlar
Yalancılar dolandırıcılar onlar"

Atman öğretisi de bir aldatmaca olarak de­ğerlendirilir. Dört öğeden (eleman) oluşan madde dışında bir ruh olamaz. Madde ötesini reddederek kendilerinden önceki bütün Hint düşünce geleneğini karşılarına alan Çarvakaların ahlak anlayışı da gelenekle bağdaşmaz; daha doğrusu onlar gelenekçi ahlak yasalarını da tanımazlar ve onlara göre en yüce amaç yaşamın tadını çıkarmaktır.

Bir başka ünlü metinde kuşkucu ve maddeci bir düşünür, bir prense şöyle sesleniyor:

"Ey Rama! Gereksiz kurallarla tatlı canını niçin sıkarsın!
Bunlar aymazları, kafasızları kandırmak için değil mi?
Acırım, saçma kurallara uymak için yırtınanlara
Zevk almak istemiyorlar, uçup gidiyor verimsiz yaşamları
Atalara ve tanrılara adanan kurbanlara da yazık!
Boşa giden kurbanlar! Tanrılar, atalar yemek yiyebilir mi!
Birileri burada tıkınırken, onlara sanki bir şey mi kalır ?
Brahmanlara sunulan yemek, atalara ulaşır mı hiç?
Kurnaz rahipler işlerine gelen kurallar koymuşlar, ve derler ki:
'Neyin varsa ver, tapın, dua et, bu dünya yalan!'
Ey Rama! Öbür dünya yalan, tapınmak, yalvarmak saçmalık
Yaşamın tadını çıkar, sakın o palavralara kanma!

Yukarıda adı geçen Brihaspati ise sözü kısa kesiyor:

"Ye iç bol bol, eğlen, borçlan!
Ömür kısa - Hoşça geçir gününü.
Verilmişken tatlı yaşam,
Giden gelmez - düşünme hiç ölümü!"

Yaşamdaki acıların nasıl değerlendirileceği konusunda da Çarvakalar gerek kendilerinden önce ve gerek kendilerinden sonra gelenlerden kesinlikle ayrılırlar. Yaşam acılarla dolu diye zevk almak istemeyen kimseye iyi gözle bakmazlar:

"Duyularla tad alarak canlanır ölümlüler
Acıyı tatmamak için kaçanlarsa deliler
Aklı başında olan kimse bu dünyadan kaçmaz
Beyaz pilavda çeltik bulursa kusura bakmaz"

Çarvakaların görüşlerinin büyük bir ilgiyle karşılanmasına şaşmamak gerek! Kitlelerin, Çarvakaların konuşmalarını dinleyebilmesi ve tartış­maları izleyebilmesi için büyük toplantı salonları bile yapılmıştı.

Hint halkının yaradılışına ters düşen bu tür öğretiler uzun süre ayakta kalamazdı. Çarvakalar, Brahman dinine yönelttikleri yıkıcı eleştirilerle başka dinlerin ve görüşlerin doğabilmesi ve gelişebilmesi için elverişli bir ortam hazırladılar. Yeni dinlerin kurucularının Brahman rahipleri kastı içinden değil, Kşatriyalar (savaşçılar kastı) içinden çıktığı görülüyor. Yeni dinler bütün kastlara açıldılar ve kurulu dini düzene karşı çıkanların kuşkuculuğundan, eleştirilerinden de yararlandı­lar.

2. MAHAVİRA VE CAYNACILIK

Caynacılığın (Caynizm, Jainism) kurucusu olan ve adı «ulu er» anlamına gelen Mahavira, bir söylentiye göre İÖ 599 yılında, bir başka söylentiye göre de İÖ 549 yılında zengin ve iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ana ve babası gene doğumu bir uğursuzluk sayan ve kendini öldürmeyi bir çıkış yolu olarak gören bir inanca bağlıydı. İnançları doğ­rultusunda ölüm orucuyla yaşamlarına son verdiler. Bu olayın etkisi altında kalan Mahavira dünya zevklerine sırtını çevirdi ve gezgin bir çileci olarak bir dini akım başlattı. Yetmiş iki yaşında öldüğünde izdeşlerinin sayısı on dört bin'i bulmuştu. Caynaların inancına göre Mahavira dünyaya belirli aralıklarla gelen kurtarıcılardan, «cina'lar»dan (jinas) biriydi ve Mahavira'dan önceki son «cina» ondan aşağı yukarı 250 yıl önce gelmişti. Belki de bu kişi gerçekten yaşamış ve Cayna dinine adını vermiştir.

Mahavira'yla ilgili bize kalan belgelerin en eskileri onun dünyadan ayrılışından ancak 1000 yıl sonra yazılanlardır. Aradan geçen bu uzun süre içinde Caynalar pek çok kollara ayrılmışlardı. Bunların en önemlilerinden biri beyaz giysiler giyen «Ak Giyenler» ve biri de «Hava Giyenler» idi. Bu sonuncular adlarından da anlaşıldığı gibi çırılçıplak gezerlerdi. Bu bölünmeleri başka bölünmeler de izlemiştir, ancak bu kolların hepsi de öğretilerinin temelini Mahavira'ya dayandırırlar.

Caynaların kurtuluş öğretisine gelince, bu şöyle: Dünya, kuruluşundan beri canlı bir öz olan «civa» dan (jiva) ve cansız maddelerden, «aciva»'dan (ajiva) oluşur. Civa'lar doğaları gereği tüm bilgiyi, erdemi ve sonsuz mutluluğu içerirler. Bu özelliklerini açıkça gösterememelerinin nedeni ise daha baştan, türlü türlü maddelerle kirlenmiş, bulanmış olmalarıdır. Civanın her hangi bir işe başlaması, o işe bulaşmasına ve yeni maddelerle kirlenmesine yol açar. Böylece gerçekte kusursuz ve ölümsüz olması gereken civa’lar (ruhlar) ölümlü, maddi vücutlarla bağlanmış olurlar. Civanın bu maddeye bağlanmışlık durumundan kurtuluşu ancak kirli maddelerden, aciva'lardan arınmasıyla ve yeni kirlenmelerin önlenmesiyle sağlanabilir. Bunu başarmanın yolu ise kirletici maddelerin alınmasının azaltıldığı sıkı perhizlerden, ve kirlenmenin önüne geçilebilmesi için katı din kurallarına kesinlikle bağlı çileci ve erdemli bir yaşam sürmekten geçer.

Cayna andı; verilmemiş olanı almamak, dünya zevklerinden vazgeçmek, ve özellikle yaşayan hiç bir şeyi öldürmemektir. Bir Cayna, hayvan kesemez, kurban edemez, sudaki görülmeyen küçücük canlıları yutmamak için içme suyunu süzer, solurken görünmeyen canlılar içine girmesin diye yüzü­ne bir peçe takar, kazayla bir canlıyı ezmemek için ayağının önündeki yerleri süpürür.

Bu gibi kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınamaması doğaldır. Mahavira’nın katı öğretisi yüzyıllar boyunca çeşitli değişimlere uğramış, yumuşatılmış, kimi zaman da yanlış yorumlanmıştır.

Katı ve kapalı öğretilerini saldırılara karşı savunmak için Caynalar çok ince bir tartışma ve kanıtlama yöntemi geliştirdiler. Bunun en yetkin örneğini, mantığın bir tür görecelik kuramı (rölativite teorisi) olan Syadvada oluşturur. Bu ilginç kuram çok benzer bir biçimde bir sonraki bölümde incelenecek olan Budacı mantıktaki «çoklu değilleme»de yine karşımıza çıkacağı için burada ayrıntı­
lara girilmeyecektir.

Öğretilerinin ve ahlak yasalarının katılığından ötürü Caynacılık geniş kitlelere yayılamadı. Caynalar hep seçkin bir azınlık olarak kaldılar. Bugün bile Hint toplumunda çoğunlukla önemli yerlerde bulunan Caynaların sayısı 2 milyona yakındır.

Caynacılığın Hint düşünce yaşamına etkisinin derin olduğunun bir göstergesi de Mahatma Gandhi'nin «ahimsa» - yaşayan hiç bir canlıyı öldürmeme - ilkesini benimsemiş ve bunu siyasi yaşamının temel ilkesi yapmış olmasıdır.

3. BUDACILIK

a) Buda'nın Yaşamı

Bugün yeryüzünün en yaygın dinlerinden biri olan Budacılığın (Budizm, Buddhism) kurucusunun yaşamöyküsü üzerine - İsa'nın yaşamöyküsünde olduğu gibi - doğrudan doğruya çağdaşlarından ve onu görenlerden kaynaklanan hiç bir belge yoktur. Ne var ki, böyle belgelere ya da sözlü kaynaklara - İncil’de olduğu gibi - dayandığı belli olan birtakım bilgiler günümüze ulaşmıştır. Buda'nın ardından, ona inananların ve izdeşlerinin hayranlıkları­nı dile getiren söylencelerle ve menkıbelerle örülmüş örtüyü kaldırarak tarihi gerçeği aramak oldukça güç, belki de hiç bir zaman başarılamayacak bir iştir.

Bu kaynaklardan şu bilgiler elde edilebilir: Buda İÖ 560 yıllarında Himalayaların güney eteklerinde küçük bir ülke olan Kapilavastu'da, bu ülkenin beyinin (ya da kralının) oğlu olarak dünyaya geldi. Kralın adı Şakya (Shakya) soyundan Shuddhodhana'ydı, takma adı da Gautama'ydı.

Oğluna ise »amacına ulaşan« anlamına gelen Siddharta adını koydu. Sonraları ona pek çok onurlandırıcı adlar takılmıştır. «Aydın» anlamındaki Buda (Buddha) adını ise aydınlandıktan sonra kendisi almıştır.

Budacı yazında Buda'nın doğuşunu çok renkli ve süslü olarak betimleyen gerçeküstü öykülerden buraya yalnızca kraliçe annenin görmüş olduğu olağanüstü bir düşü aktaralım: Kraliçe dört kral tarafından gümüş dağdaki gümüşten bir saraya kaçı­rılmış; orada gördüğü gümüşten hortumuyla bir lotus çiçeği tutan beyaz bir fil, üç kez onun çevresinde döndükten sonra sağ yanından yanaşarak kucağından içeri dalmış ve karnına girmiş. Kral altmış dört bilge Brahman çağırarak bu düşün yorumunu istemiş. Onlar da kraliçenin düşünü şöyle yorumlamış­ lar: "Kraliçe bir oğlan doğuracak, bu çocuk büyüdü­ğünde babasının evinde kalırsa dünyaya egemen büyük bir hükümdar, yok eğer, babasının evini bırakıp giderse dünyanın yüzünden bilgisizliğin pe­çesini kaldıran bir ermiş olacak."

Kral baba oğlunun dünyaya sırt çevirmiş bir bilge olmasını istememiş, sarayda kalıp ileride kendisinin yerine geçmesini ve ülkeyi yönetmesini uygun bulmuş. Bu yüzden de oğlunun zenginlik ve bolluk içinde eğlenerek büyümesini sağlamış ve dünyadaki yoksulluğu, acıları ondan gizlemek için elinden geleni yapmış.

1 - 2 - 3 - 4

Geleneğe Karşı Olan Hint Felsefesi - 2

Tüm önlemlere karşın, Siddharta bir gün koruda arabayla gezerken ölüme çok yaklaşmış, titrek bir ihtiyar, ikinci gezintisinde tir tir titreyen ateşli ağır bir hasta ve üçüncüsünde çürüyen bir ceset; ve son gezintisinde de dünyadaki acıların ötesine geçtiği yüzünden okunan bir derviş görmüş. Yaşlılığın, hastalığın, ölümün ve acının bu görüntüleri genç adamı derinden etkileyerek, sarsmış.

Saraydaki zenginlik, bolluk içindeki eğlenceli yaşamdan tiksinmiş, rahatı huzuru kalmamış. Gerçeği ve acılardan kurtulmanın yolunu bulmak için yalnız başına bir çileci olarak yaşamaya ve varını yoğunu, taht üzerindeki hakkını bırakmaya karar vermiş; ve bir gece, geceyarısı, uyumakta olan karısını ve yeni doğmuş oğlunu terk ederek saraydan çıkıp gitmiş.

O gece içinde çok yol almış ve sıkı bir çileci ya­şam sürüp derin düşüncelere dalabilmek için Uruvela adındaki bir yerde yerleşmiş.

Kendisini sıkıntıya sokmakta ve çilelere katlanmakta o kadar aşırı gitmiş ki bir süre sonra bir deri bir kemik kaldığı gibi saçları da tutam tutam dökülmüş. Böyle kendi kendini üzmenin, sıkmanın sınırına gelince bu yolla hiç bir yere varamayacağı nı iyice anlamış. Çileciliği bırakmış. Büyük bir ağacın gölgesi altına oturmuş ve gerçek aydınlanmaya kavuşmadan buradan kalkmamayı kafasına koymuş.

İşte burada aydınlanmış. Olağanüstü keskin bir biçimde canlıların sonsuz bir döngü (çark) içinde doğup, büyüyüp, öldüğünü ve sonra yeniden doğdu­ğunu görmüş. Niçin, diye kendi kendisine sormuş, niçin yeryüzündeki bu bitmez tükenmez acılar, sı­kıntılar her yeni doğumla yenilensin? Bu dönüp durmaya bir dur demenin, bu zinciri kırmanın bir yolu yok mu? Aydınlığa çıkmak için gece gündüz demeden haftalarca kendisiyle boğuştuktan sonra, öğretisinin özünü «Dört Yüce Gerçek»te toplayarak özetlemiş.

—Yaşam acıdır (üzüntüdür, ıstıraptır).

—Acıların (üzüntünün, sıkıntının) kaynağı doyumsuz istekler, tutkulardır.

—Tutkulara bağımlılıktan kurtulan kişi kurtulur, ölüm doğum döngüsünün dışına çıkar.

—Kurtuluşa götüren yol ise "Sekiz Basamaklı Yüce Yol"dur; doğru inanmak, doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranmak, doğru yaşamak, doğru yönelmek, doğru kavramak, doğru eriş­mek.

Böylece Siddharta yedi yıllık yoğun bir arayış ve çaba sonunda aydınlığa kavuşmuş ve Buddha olmuş, sonra da öğretisini insanlara ulaştırmak, yaymak için yollara düşmüş. Seksen yaşında ölünceye dek gezgin bir bilge, konuşmacı, öğretmen, ve bir yardımsever olarak Hindistan'ın bütün kuzeydoğusunu bir baştan bir başa dolaşmış. Öğrencilerinin, izdeşlerinin sayısı gün geçtikçe artmış, ünü yayıldıkça yayılmış. Sayısız öyküde insanlara nasıl yol göstermiş olduğu anlatılır.

Bir gün ülkesine ve babasının sarayına da uğramış, aradan geçen bütün bu uzun süre içinde kendisine sadık kalmış olan karısını kutsamış, ve bu arada büyümüş olan oğlunu da örgütüne alarak yine yola koyulmuş.

Sevgili öğrencisi Ananda nın kolları arasında ölmüş, söylenceye göre o sırada gökten çiçekler yağ­mış ve bir musiki işitilmiş. Buda'nın son sözleri ise şunlar olmuş:"Burada duran her şey ergeç çözüşür. Kurtulmaya bakın, durmayın!"

b) Buda'nın Öğretisi

Kaynaklar

Buda'nın öğretisi üzerine bilgilerimiz ancak daha sonraki yüzyıllarda derlenmiş ve daha da sonra yazıya geçirilmiş olan metinlerin toplandığı üç Pitaka'ya (üç sepet) dayanır. Araştırmacılar, büyük bir olasılıkla Buda’nın gerçek öğretisi olduğunu sandıkları özgün görüşleri bu derlemelerden yola çıkarak, daha sonraki değişmelerden ve eklentilerden ayıklamayı başarmışlardır. Sanskritçenin Pali
lehçesinde yazılmış olan Pitaka’ların en iyi korunmuş ve gerçek öğretiye en yakın metinler oldukları anlaşılmaktadır. Bizim, ayrıntılara dalmayacak olan incelememizin bu bölümünde, önce Buda'nın gerçek öğretisi anlatılmaya çalışılacak; daha sonra Budacılığın tarihine ve yayılışına bir göz atılacak ve son olarak da sonradan gelişen başka Budacı öğ­ retilere ve akımlara yer verilecektir.

Tanrıtanımaz Bir Din

Bir Budacının inancının temelini yukarıda sözü edilmiş olan «Dört Yüce Gerçek» oluşturur. Budacı inanışın dayandığı bu kısa ve özlü sözlerde Tanrı adının geçmediğini, yalnızca insanların, daha doğ­rusu tüm canlıların yaradılışları gereği çektiği acı­dan, sıkıntıdan söz edildiğini görürüz. Budacılık gerçekten de, hiç olmazsa ilk biçimiyle, tanrıtanı­maz (atheist) bir dindir. Avrupa'da, Hıristiyan
bağnazlığının egemen olduğu bir çağda güçlenmiş olan «Tanrıcılık (Theism)» akımına göre, Tanrının bir kişiliği olduğuna inanmak din tanımıyla özdeş­leştirilmiş, din sayılmıştır. Böyle bir tanımın dar bakış açısından bakanlar için tanrıtanımaz bir din bir saçmalıktan, bir çelişkiden başka bir şey olamaz.

Oysa Budacılık ve tanrıtanımaz başka dinler (örneğin Caynacılık) bu din tanımının çok dar tutulmuş olduğunu bize göstermektedir. Bu dinler, yeryüzünün geniş bölgelerinde, bir ahlak yasası koyan, insanı olgunlaştıran, yücelten, genedoğum, kurtuluş ve gerçeğe ermek gibi inançlar aşılayan, ancak tanrı kavramını tanımadığı için de «tanrıtanımaz» olarak nitelenen dinler olabileceğinin kanı­tıdırlar.

Bu dinlerin değişik toplumlarda gelişme ortamı buldukları zaman kutsal yazıları, rahip ve keşiş­leri, manastır ve tapınakları, tapınış biçimleri ve törenleriyle Hıristiyanlığa ve öteki tanrı tanır dinlere pek çok bakımdan ve kimi zaman da şaşırtıcı bi­çimde benzediği göze çarpar. Ne var ki, Budacılık, bir süre sonra gerçek öğretiden saparak, Buda'nın bir tanrıymışçasına yüceltilmesiyle, tanrı tanır bir din görünümünü almıştır.

Buda'nın kendisinin tanrılaştırılmaya kesinkes karşı olduğunu elimizdeki belgelerden anlıyoruz.

Tumturaklı konuşmasını bilen bir kimse Buda'yı överek göklere çıkarınca ve ona "Ey bilgelerin en bilgesi" deyip durunca, Buda:

"Ağzından çıkan sözler büyük ve tumturaklı...
Sen geçmişin bütün bilgelerini tanıdın mı?...
Onları anladın mı?...
Ya geleceğin bilgelerini tanıdın mı?.."

Bu sorulara olumlu bir yanıt alamayınca, bu kez:

"Hiç olmazsa beni gördün. Ama beni tanıdın mı?  Beni gerçekten anladın mı?" diye sormuş, ve adam ne diyeceğini iyice şaşırınca, Buda şunları eklemiş:

"Öyleyse sözlerin niye böyle büyük ve tumturaklı? Niye kendini tutamayıp övgü şarkılarına başlı­yorsun?"

Buda her türlü gösterişi ve töreni de hiçe saymıştır. O yalnız insanın kişiliğine ve davranışına değer verirdi. Bir gün bir Brahman ona Gaya'nın kutsal suyunda yıkanmak için oraya kadar gitmeyi önermiş.

Buda demiş ki: "Burada yıkansana, ey Brahman! Yaradılmış her şeye aynı saygıyı göstersene. Doğruyu konuşmuşsan, bir canlı öldürmemişsen, sana verilmemiş olanı almamışsan, erdemli olmayı bilmişsen, - o zaman, Gaya'ya gitmeye ne gerek var? Her su sana Gaya’dır!"

Dharma

Buda, anlaşıldığına göre, "var oluş sonlu mu, sonsuz mu?", "Zamanın bir başı sonu var mı?" gibi soyut soruları, öğretisiyle doğrudan doğruya ilişkili görmeyerek geri çevirmiş, yanıtlamamıştır. Bilinmeyen her şeyin çözümünün, her sorunun yanıtının Tanrı esini Veda'larda bulunacağına inanan, çok bilmiş Brahman rahiplerini alaya almıştır. Başlangıçtaki biçimiyle Budacılık, evrenin ne olduğu ve nasıl oluştuğu üzerine gelişkin ve kesin düşünceler ortaya atmaktan çok uzaktır.

Varoluşu birleşerek oluşturan en son ve en kü­çük parçacıklara dharma adı verilir. Sayısız dharma vardır. Dharma'dan tam olarak ne anlaşılması gerektiği üzerinde Budacı okullar arasında bir görüş birliği yoktur. Yalnız şurası bellidir: Dharma deyince canlı bir öz, bir ruh ya da canlılık anlaşılmaz, dharma'lar cansız parçacıklardır. Canlı ve cansız bütün yaratıkların, dağların, taşların, vb.
böyle küçücük cansız dharma'ların bir araya gelmesiyle oluştuğu kabul edilir. Demek ki tüm varoluş küçücük dharma'lardan oluşmuş bir görüntü­dür.

Bir dharma ayrıca sürekli ve kalıcı bir şey de de­ğildir, oluşan, sonra yine hemen yok olan kısa süreli bir görüntüdür. Sürekli, kalıcı bir varlık ise hiç yoktur ve olmamıştır. Yalnızca sürekli bir çevrim ve akış, dharma'ların kesintisiz bir oluş ve yok oluş süreci vardır. Her varlık geçicidir ve bir an için parlar ve parlayarak algılandığı anda yine sönerek geç­mişte kalır. Yalnız içinde yaşadığımız şimdiki an gerçektir, ve evren sürekli yinelenen «şu ambardan, «geçiciliğin sürekliliğinden» başka bir şey delildir.

Bu durumda kalıcı bir kişilik, benlik de olamaz. Bilincimiz, duygularımız, ruhumuz her an yeniden oluşur ve çözülür. Zihindeki düşünce ve duyguların oluşma ve çözülme hızı, birbirlerini izlemeleri, çağ­rıştırmaları sanki kalıcı ve sürekli bir benliğimiz, kişiliğimiz varmış duygusuna kapılmamıza yol açarak bizi yanıltır.

Bu bakış açısı bizim alışmadığımız bambaş­ka bir zaman anlayışını da içermektedir. Geçmiş­ten, «şimdiki zaman» dediğimiz içinde bulunduğumuz şu an’a gelerek geleceğe uzanan, kesintisiz bir akış, bir süreklilik olarak algıladığımız zaman kavramı Budacılara göre bir akış değil, yalnızca kısa kısa anların art arda dizilmesidir. Kalıcı bir şey olmadığı gibi bizim anladığımız anlamda bir tarih,
bir geçmiş de yoktur. Buda da, böyle bir anlayışla geleneği ve geçmişin birikimini önemsememiş, geleneğe bağlı olduğunu göstermeye büyük önem veren Hint düşünürlerinin tam tersine, neredeyse hiç bir zaman, hiç bir konuda geleneklere dayanmamıştır.

Budacı düşüncenin bir koca yokluk üzerine kurulduğu anlaşılıyor. Tanrı yok, yaratıcı yok, yaradı­lış yok, benlik yok, kalıcı bir varlık yok, ölümsüz bir ruh yok... Ünlü bir Rus araştırmacı bilgin Budacılığın temel öğretisini şöyle özetlemiştir: "Var olan bir şey yok, sürekli olan bir şey yok, dünyada mutlu olunacak bir şey yok" Ancak, buradaki "mutlu olmak" sözünden bizim dışımızdaki varlıkların bize verdiği mutluluk anlaşılmalıdır, yoksa bir Budacı için pekâlâ, ileride göreceğimiz gibi, kalıcı bir kurtuluşun tattırdığı bir mutluluk duygusu vardır, ne var ki, bunda da bir tür "yokluk tadı" yok değildir.

Etki Tepki Yasası, Genedoğum, Niruana

Dharma'nın oluş ve yok oluş süreci rasgele ve kuralsız olmayıp bir neden sonuç ilişkisine sımsıkı bağlı­dır (ve bu bakımdan bu kuram Yunan atom kuramlarına benzemez). Her dharma kendisinden önceki başka dharma'ların oluşturduğu koşullar ve ortam içinde bir kurala bağlı olarak ortaya çıkar. Etki tepki yasasıyla her şey birbirine kaçınılmaz bir ilişkiler ağıyla bağlanmıştır. Budacılıkta kalıcı olan bir şey varsa işte o da var oluşun bu yasasıdır. Belki kavram karmaşasına yol açılacak ama yine de şunu belirtelim: Budacı yazında bu yasaya da «dharma» denir. Etki tepki yasası (dharma) dünyadaki olaylar için geçerli olduğu gibi davranışlarımızı da düzenler. Böylece bu yasa bir tür ahlak yasasına dö­nüşerek erdemli davranışlara dayalı bir toplum dü­zeninin temelini oluşturur.

Ana kavramlarıyla Buda'ya dayanan ünlü «Yaşam Tekerleği»yle Budacılar, her türlü oluşuma yol açan etki-tepki zincirini «On İki Katlı Yasa» olarak açıklamışlardır.

Yaşam tekerleğiyle ilk kez karşılaştığımızda tekerleğin üzerine serpiştirilmiş kavramlar arasında kolay kolay bir ilişki kuramayız. Bunun bir nedeni, örneğin, tekerleğin dış bölümünde göze çarpan kişilik, doğum, bilgisizlik gibi bizim başka bağlamlar içinde gördüğümüz kavramların ilk bakışta ne olduğunu anlayamadığımız bir ilişkiyle sıralanmış olmasıdır. Yine de, yaşamın sürekli bir dönüşümden oluştuğu düşüncesini ilk bakışta çıkarmak pek güç olmasa gerek.

1 - 2 - 3 - 4

Geleneğe Karşı Olan Hint Felsefesi - 3

Geçmişte (1 ve 2), Dört Yüce Gerçeğe göre tüm yaşamın ve acıların tek nedeni olan bilgisizlik ve bilgisizlik yüzünden oluşan bağımlılık ve tutsaklık yani tutkular, dürtüler ve doyumsuzluk, etki tepki süreci içinde yeni bir varoluşun, yeni bir yaşamın, yeni acıların tohumunu eker.



Şimdiki zamanda (3 - 9) yaşam tekerleği döner. Bir döl, dölyatağına düşerek gelişmeye başlar, kendisini bilmez (3), Ana karnında gelişen dölüt (cenin) kendine özgü bir biçim ve nitelik kazanır (4), duyu organları yavaş yavaş oluşur (5). (Hintlilere göre duyuların sayısı altıdır, bizim saydığımız beş duyuya düşünmeyi de eklerler.)

Yeni doğan canlı önce dokunarak (6) sonra duyarak ve algılayarak (7) içinde yaşayacağı çevreyle ilişki kurar.

Çevreyle kurulan ilişki sonunda yeni istekler, tutkular belirir ve türlü türlü nesnelere karşı açlık başlar. (8) Bu tutkuların dürtüsüyle büyüyen canlı­lar dünyaya bulaşır ve iyi yaşamak için çalışıp çabalarlar. (9) Böylelikle yeni bir ortam yaratılır, türlü türlü işler (karma) etki-tepki yasasıyla (dharma) yeni oluşumları ve gelişimleri başlatır. (10) Ve bu döngü yeni canlının yine en baştan do­ğum (11) yaşlılık ve ölüme (12) giden aynı yoldan ge­çeceği gelecekte (11 ve 12) kapanır ve orada yine en baştan başlar.

Öteki Hint öğretilerinde ve dinlerinde de üzerinde durulan genedoğum inancı, Buda'nın yıkmadığı bir inanç olarak kalmıştır. Genedoğum onun için etki tepki yasasının kesinkes geçerli olmasının doğal bir sonucudur. Ancak genedoğum inancı sü­rekli bir benlik, ölümsüz bir ruh olmadığı düşünce­siyle bağdaştırılabilir mi? Şimdi yapılan işlerden etkilenerek biçimlenen ruhun genedoğumdan sonra yine aynı ruh olacağı söylenebilir mi?

Uzun bir süre Batılı araştırmacılar tam bu noktada Budacı öğretinin tutarsız bir yanını, bir çeliş­kisini yakaladıklarını sandılar. Budacılar içinse burada böyle bir çelişki yoktur.

Bir Budacı genedoğumdan söz ettiği zaman, yeni doğan bir canlının öyle değil de böyle oluşunun kendi "suçu", daha önceki yaşamlarındaki etkinliklerinin (karma'sının) bir sonucu olduğunu söylemez - söylese, bu insanın kalıcı bir benliği olduğu anlamına gelirdi - ancak, karmaşık bir ilişkiler ağı içinde, türlü türlü olaylar ve etkilerle biçimlenen bir canlının kendisine örülmüş olan ağlardan, ilişkilerden ayrı ve bağımsız olduğunu da söylemez. Ger­çekte eski ve yeni "ruh" diye ayrım yapılarak sorulmuş bir soru, kişilik her an yok olup yeniden doğdu­ğuna göre bir Budacı için anlamsızdır.

Genedoğuma götüren neden sonuç zinciri, ger­çekte zaman, yer ve kişi bakımından belirlenmişlik, seçilmişlik ve yazgı olmadığına göre, belirli bir kişiyi ve belirli bir yaşamı değil, ayrı ayrı dharma'ları etkileyerek yeni doğumlara, oluşumlara yol açar.

Yaşam acı olduğuna göre, şimdi en önemli soru soruluyor: Acılara yol açan bu sonsuz ve kısır döngüden nasıl kurtulmalı?

Yukarıdaki tekerleğe göre bu döngünün nedeni "tutkular" bunun da nedeni "bilgisizlik 'tir. Şimdi biz insanlar, tüm tutkulardan, kızgınlıklardan, isteklerden arınabilsek, geçici isteklerle yanıp tutu­şarak sürekli koşuşup durmasak, nesnelerin çekiciliğine tutulmasak, yaşam tekerleğini çeviren ger­çek nedeni gören bir aydın, bir bilge, bir ermiş olabilsek o zaman bu sonsuz dönüşün dışına çıkıp ba­ğımsızlaşabilir, kurtulabilirdik.

Ya o zaman ödülümüz ne olurdu? Ne ölümsüzlük ne ruh ne cennetle cehennem ne de avunulacak bir şey olmadığına göre kurtulan bir kişi ne elde eder?

Nirvana'yı.

Sözcük anlamı aşağı yukarı şöyle: bir alev sönünce ortaya çıkan durum. Bir alev sönünce geriye ne kalır? Hiç! İşte bu koca hiçlik Nirvana kavramı­nın anlamıdır. Buda'nın kendisi bu durumu bir kimsenin her türlü tutkusundan arındığı ve ölüm doğum döngüsünden kurtulduğu durum, yani dinginlik (iç barış) olarak nitelemiştir. Bu bize belki büyük bir ödül gibi gözükmeyebilir ama Buda'ya göre bir insanın erişebileceği tek ve biricik şey de budur.

Budacı yazında sonraları Nirvana kavramına türlü türlü yorumlar ve açıklamalar getirilmiştir. Sonradan gelişen Budacı din, Nirvana'yı - birazına bu dünyada yaşarken, birazına da öldükten sonra öbür dünyada kavuşulabilecek - bir mutluluk ya­şantısı olarak tanımlamıştır. Köktenci ya da bozulmamış Budacılıkta ise Nirvana kesin bir hiçlik kavramıdır.

Nirvana, üzerinde hiç bir şey söylenemeyecek, hiç bir sözcüğe sığdırılamayacak bir kavramdır. Bu yüzden Budacıların Nirvana’dan ne anladıklarını ne kadar açıklamaya çalışırsak çalışalım okuyucuyu yeterince aydınlatanlayız, çünkü - tüm öteki Hint bilgelik öğretilerinde olduğu gibi - sezerek ve içe dalarak (meditasyonla) yol almadıkça, ona ermedikçe O'nu kavrayamayız.

Doğru Davranış Yasası

Doğru ve erdemli bir yaşam ile ilgili görüşlerini özetlemesi istenince Buda kurtuluşa götüren yolda, şu beş yasağı koydu:

1. Öldürme!
2. Verilmeyeni alma!
3. Yalan söyleme!
4. İçki içme!
5. Beline hakim ol!

Buda’nın yasaklarının sayısı Musa'nın On Emrinin yarısıdır, ama öyle geniş kapsamlıdır ki, bunlara uymak belki de On Emre, uymaktan çok daha güçtür.

Budacılığın Caynacılığa, öğretisi bakımından pek benzemediği halde koyduğu davranış yasası bakımından çok yaklaştığını görüyoruz. Ayrıca bu beş yasakla getirilen anlayışın Hıristiyanlığın ahlak anlayışına da ters ve uzak olmadığı hemen gö­rülüyor. Buda da bir gün şöyle dememiş miydi: "Kızgınlık tatlılıkla yok edilir. Kötülük iyilikle... Nefret nefretle yok edilemez! Nefret sevgiyle yok edilir...!"

Budacılığın Hıristiyanlığa benzeyen bir başka yanı da Buda'nın da İsa gibi bütün insanlara, her kesime, tüm uluslara seslenmiş olmasıdır. Her iki din de uluslarüstüdür. Buda aşağı kastların kurtuluşa daha uzak oldukları gibi bir görüşü kesinlikle ileri sürmemiştir. Ne var ki Kast düzenini yıkmak için köklü bir girişimde bulunduğu da söylenemez; yalnız demiştir ki:

"Ey erenler, nasıl, gürül gürül akan akarsular... denize ulaşıp karıştıklarında adlarını ve varlıklarını yitirirlerse, bu kastların dördü de çıktıkları yerin töresini ve yasası­nı aştıklarında adlarını ve varlıklarını yitirirler..."

Kast ayrımı onun için öyle önemsiz bir konuydu ki belirli bir kasta bağlı olmanın Budacılık açısından bir ayrıcalık sağlayıp sağlamadığını tartışmak bile yersizdir. Burada halka dönük, demokratik bir yaklaşım seziliyor - ve bu durum, Budacılığın Brahman dinine karşı devrimci niteliğini göstermektedir. Öte yandan Budacılığın soylulara dö­nük, aristokratik bir havası olduğu da yadsınamaz. Bu durum Buda nın ister istemez hep üst düzeydeki ve üst kesimlerdeki kendisini anlayabilecek olan kimselere yönelmiş ve seslenmiş olmasından ve ilk yandaşlarını da bu kesim içinde bulmasından bellidir; ancak yol eri olmak için öyle sıkı bir davranış yasası getirmiştir ki hangi kesimden gelirse gelsin bunlara gerçekten uyabilecek kimselerin seçkin bir azınlık oluşturmaktan öteye geçmesi zordur.

c) Budacılığın Tarihi ve Yayılması

Burada Budacılığın tarihindeki yalnız en önemli gelişmelerin altını çizeceğiz.

Buda’nın ölümünden sonraki ilk yüzyıllarda kulaktan kulağa yayılan bilgiler derlenerek pek çok kurulda (konsilde) incelenmiş ve bunlar içinden bağlayıcı ve kutsal sayılması gerekenler saptanarak yazıya geçirilmiştir. Fakat, bu arada, bu derlemeler içinden bir seçim yapılırken ve hangi bilgilerin özgün ve çarpıtılmamış olduğu ve hangilerinin olmadığı saptanırken derin görüş ayrılıkları belirmiş, bölünmelerin ve pek çok ayrılıkçı ve sapkın Budacı akımın, yol ve kolun türemesinin önüne geçilememiştir. Önemli bir dönemece İÖ ve İS ilk yüzyıllar içinde gelinmiştir.

Buda, herkesi kendisiyle baş başa bırakan ve herkesin kendi kendisine ışık olması, gerçeğe ve kurtuluşa giden yolu kendi içinde araması gerekti­ğini öğütleyen bir öğretiyi yaymaya çalışmıştı. Özellikle kendisine tapınılabilecek ve yakarılarak kendisinden yardım dilenilebilecek bir tanrı kavramını açıkça red etmişti, şöyle demişti: "Bizim dışı­ mızdaki bir kimsenin bizi mutluluğa ya da mutsuzluğa eriştireceğini sanmak budalalıktır." Ve en sevdiği ve kendisine çok bağlı olan öğrencisi Ananda'ya şu öğüdü vermişti: "Şimdi ya da ben öldükten sonra, kim olursa olsun Ananda, bir kişi, kendi kendisine ışık olur, kendi özünden başka yerde sığınak, dayanak aramazsa ve gerçeğe yönelerek kendisinden başka kimseye tutunmaz, yaslanmazsa - en yü­ce gerçeğe çıkan yolu bulur."

Ancak bir süre sonra Budacılık örgütlü bir din, bir kilise olarak kurumlaşmaya yüz tutmuştur. Buda tanrılaştırılmıştır. Gökyüzü gerçek Buda’ya katılan ve Hıristiyan Katolik Kilisesinin ermişleri (azizleri) gibi darda kalanların yardımına koşan sayısız Budalarla dolup taşmıştır. Ayrıca bir kilise olmanın gereği olarak Ortaçağ Hıristiyan kilisesininkini andıran toplu tapmış, dualar, tütsü yakma, su serpme, kutsal yazılardan okumalar, gösterişli giysilerle kutlama törenleri, günah çıkarma, cenaze törenleri gibi uygulamalar yerleşmiştir.

Bu gibi - konumuzun dışında olan - gelişmelere yakından bakıldığında görülen, kimi zaman çok şa­şırtıcı benzerlikler pek çok Batılı düşünürü düşündürmüş ve şu soru ortaya atılmıştır: Yoksa Hıristiyanlıktaki bu bir dizi katı ve tartışılmaz inanç ve tö­re, rahipler arası ast üst ilişkisi ve daha başka bir sürü olgu Budacılığın Buda'nın gerçek öğretisinden uzaklaşması gibi İsa'nın gerçek öğretisinden bir uzaklaşma, bir sapma mıdır?

Budacılığın örgütlü bir din görünümünü alan koluna «Mahayana, (kurtuluşa götüren) büyük araç (taşıt)» dendi, buna karşılık, Buda'nın gerçek öğretisine oldukça yakın olan ve Buda'yı büyük bir öğretmen ve bir din kurucusu olarak tanıyan, ancak onu tanrı katına çıkarmayan kol ise küçümsenerek «Hinayana, küçük araç (taşıt)» diye adlandı­rıldı. Bu her iki kol da günümüzde varlığını sürdürmektedir. Hindistan'dan çıkan Budacılık Asya'nın pek çok köşesine yayılmıştır. Güneyde Seylan'a; Hindi-çin’e, Burma ve Siyama (Tayland, Kamboçya); kuzeyde ilk yüzyıla yakın olan yıllarda Çin'e ve bundan 500 yıl sonra Japonya'ya ve bir yüzyıl sonra da Tibet'e girerek buralarda çağımıza dek kalmıştır. Girdiği tüm bu ülkelerin kültür yaşamının önemli bir parçası olmuş ve düşünce yaşamının temelini oluşturmuştur. Gittiği her yerde o yerin halkının özelliklerine, kültürüne, eski inanışlarına uyum sağlayarak değişime uğramıştır. Bozulmamış sayı­labilecek bir biçimde Zen Budacılığı adıyla Japonya'da yaşamaktadır.

Budacıların sayısının 200 ile 500 milyon arasında olduğu sanılmaktadır, ancak Budacılık Buda'nın yolundan gitmek isteyen bir kimsenin aynı zamanda başka bir din toplumuna bağlı olup olmadığına aldırmadığı için kesin bir sayı verilmesi olanaksızdır. Burada, Budacılığın hiç bir zaman, tarihinin hiç bir döneminde, örneğin Orta Amerika'nın Hıristiyanlaştırılmasında olduğu gibi zor kullanarak, kan dökerek, baskı ve kıyıma başvurarak yayayılmadığını belirtmek gerekir. Budacılık iki bin beş yüz yıllık geçmişiyle gerçek bir barış öğretisi oldu­ğunu kanıtlamıştır.

Ne var ki, Budacılık, anayurdu olan Hindistan'da önemini giderek yitirmiş, bir kaç yüzyıl sü­ren parlak bir Budacı hükümdarlar döneminden sonra gösterişe dönük törenler ve uygulamalarla yozlaşıp, İS ikinci yüzyıla doğru iyice çökmeye baş­lamış, ve bunun üzerine kendisini toparlayarak yenileyen eski Brahmanizm yeni bir solukla ileri atılmıştır.

19’uncu yüzyıla dek Batı'ya çok yabancı olan Budacılık ve Budacı felsefe geçen yüzyılda araştırılmaya ve incelenmeye başlanmış ve ancak son zamanlarda, başarılı ve ayrıntılı incelemeler ve çalış­malarla bir ölçüde anlaşılabilmiştir.

d) Budacı Felsefe Sistemleri

Gerek Hindistan’da gerek Çin'de, Budacılığın köklerinden çıkarak değişik yönlerde gelişmiş olan felsefe sistemlerinin çokluğu ve çok yönlülüğü bizi şa­şırtmaktadır. Yüzyıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılarak yoğurulan ve bu arada ünlü birkaç dü­şünürün katkısıyla en ince ayrıntılara kılı kırk yararak inen, tutarlı düşünce yapılarının ve kuramların (teorilerin) geliştirilmiş ve zengin bir Budacı felsefe yazınının oluşmuş olduğunu görüyoruz.

Budacı öğreti Nirvana'ya (çözülüşe) götüren iki yol tanır. Bunlardan biri, mantık işlemleriyle aşama aşama doğruyu ve gerçeği bulmak, öteki ise içe dalım (meditasyon) gibi belirli birtakım uygulamalarla derinliklerimizdeki, dolambaçlı yoldan ge­çerek gerçeğe ermektir. Aşağıda, bu her iki yönü de göstermeye çalışan seçilmiş örnekler verilecektir.

İlkin, pek çok başka düşünce sisteminin de dayanağını oluşturmuş olan ve bu konunun önde gelen uzmanlarınca önemli sayılan dört Budacı sistem anlatılacaktır. Aynı zamanda Budacı düşü­nürlerin geliştirdikleri değişik ve özgün bir kanıtlama yöntemi de açıklanacaktır.

İkinci yolu göstermek için Zen-Budacılığına de­ğineceğiz.

Değilleme Mantığı

Körlük, bilgisizlik Buda'ya göre, acılarla dolu bir yaşam sürecinin sürüp gitmesine yol açan başlıca nedendir. Çocukluk çağındaki kavrayış yetersizliği, saplantılar, beklentiler; yetişkinlik çağındaki kör inançlar, önyargılar, türlü türlü tutkular, günlük yaşamın çarkına bağımlılık, hep aynı kökten, yaşamın ne olduğunu görememekten, bilinçsizlikten, daha doğrusu tutkuları kışkırtan bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu bilgisizlikten kurtulmanın yolu ise aydınlanmadır.

Bilgisizliğin karanlık örtüsünü azar azar aralayarak kaldırmak için Budacı filozoflar değişik ve özgün bir «değilleme mantığı» geliştirmişlerdir. Özellikle Güney Hindistan'da doğmuş ve İS 125 yıllarında yaşamış olan - ve pek çok kimsenin Budacı felsefenin en büyük düşünürü olarak gördüğü - Nagarjuna bu yöntemi geliştirerek yetkinleştirmiştir.

1 - 2 - 3 - 4
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP