Devlet - 2

e) Teknokrasi, faşizm, sosyalizm

"Teknokratlar"a göre iktidar, "siyasal bilimler" alanındaki bilgisiyle sivrilmiş uzman bir seçkinler grubuna ait olmalıdır. 1819 yılından itibaren Saint-Simon (1760-1825), devletin en yüksek uzmanlıga sahip insanlar tarafından yönetilmesi gerektigini ilan etmekteydi. "İktidarlar"ın arkasından "yetenekler" gelmeliydi. Gerçek siyasetçi, bir durumu analiz etme ve akılsal çareler bulma yetenegine sahip, çok bilgili bir mühendis olacaktır. Siyaset, "şeyler"in yönetimi olmak üzere "insanlar"ın yönetimi olmaktan çıkacaktır. ( Saint-Simon, bilim adamları ve teknisyenlerden meydana gelecek bir Avrupa hükümeti hayal etmektedir. Bu hükümet, yeryüzünün ekonomik kaynaklarının akılcı bir biçimde işletilmesini gözetecek ve merkezi Newton’un mezarının bulundugu yer -son derecede anlamlı bir sembol!- olacaktır.) Saint-Simon’un ögrencisi olan Auguste Comte da kendi payına Pozitif Siyaset Sistemi’nde (1851-1854), “bilimsel” bir siyasetin temellerini attıgını ileri sürecektir. Comte, Protestanlıktan çıkmış "batı hastalıgı" olan esrarlı bilinç, zihin özgürlügü kavramını eleştirir. Ona göre, nasıl geometri ve astronomide zihin özgürlügü diye bir şey yoksa toplum bilimlerinde de öyle bir şey yoktur. Yurttaşların "güçlerini aşan konularda mutlak bireysel inceleme haklarını" ellerinden almak gerekir. Auguste Comte’un düşledigi pozitivist toplumda yasama yetkisi, bilim adamları ve bilgelerden meydana gelen "ruhsal bir güç"e ait olacaktır. Bu güç, eli altında bulundurdugu güçlü bir yürütme kuvvetinin "kendiliginden, sürekli ve sistemli" yardımından faydalanacaktır.

Şüphesiz bu "teknisyenler hükümeti" kavramında dogru olan bir şeyler vardır. Ama siyaset bilimi her ne kadar bize eylemde bulunma imkanları verebilse de, siyasal eylemin gerçekleştirmesi gereken amaçları veremez, degerleri belirleyemez. Öte yandan en azından Saint-Simon ve Auguste Comte’da sözü edilen ünlü siyaset bilim uzmanlarının, "sanayiciler" ve "bankacılar" olduklarını göz önüne alırsak, teknokrasinin ekonomik olarak şanslı sınıfların egemenliginin aracından başka bir şey olmadıgını söyleyebiliriz.

Faşist ögreti, dar anlamda, İtalya’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iktidarı eline geçirmiş olan diktatör Benito Mussolini’nin ögretisidir (Faşizm kelimesi Romalıların fascio’sundan gelmektedir. Fasci, ortasına bir baltanın yerleştirildigi bir dal "demet"idir. Bu amblemi Roma’da ancak bazı yüksek memurlar kullanabilirdi. Mussolini onu, kendi hareketinin sembolü yapmıştır). Ancak faşizm kelimesi sonunda tüm bir benzeri ögretiler grubunun adı olmuştur. Faşizm, özellikle iki dünya savaşı arasında Fransa’da yeni-kralcı Charles Maurras’ın (1868-1952), "Fransız Eylemi" adlı hareketinin kendisine geniş bir ün kazandırdıgı korporatif devlet ögretisidir. Bireycilige ve akılcılıga karşı olan faşizm, gerek "bireysel" özgürlük, gerek "evrensel" degerler (adalet, dogruluk) "efsaneler"ini mahkum eder. Millet meclisi artık siyasal partiler denen soyutlamaların temsilcilerini bir araya getirmeyecektir, ulusun gerçek organizmalarının temsilcilerini, yani üniversite, kilise, işçi ve patronların temsilcileriyle meslek odalarını, çiftçileri bir araya toplayacaktır. Mussolini’nin "demetler ve loncalarından, meslek odaları"ndan meydana gelen meclisi budur.

Charles Maurras da kendi payına bireyciligi eleştirir ve üç ögeden oluşan (Fransızca üç R ile başlayan) blokun kötülügünü ilan eder (Bunlar "otoriter ve düzenleyici", “kurtarıcı örgüt” olan, ve "özgürlükçü ve liberal Hıristiyanlıgın en iyi panzehiri"ni oluşturan Katolik kilisenin birligini bozan Protestan Reform hareketi; krallık otoritesini yıkmış olan Fransız Devrimi [Revolution]; nihayet sanat ve edebiyat alanında başkaldırıyı, ölçüsüzlügü, düzensizligi ifade eden Romantik harekettir). Faşistler için oldugu gibi Maurras için de devletin yeniden kazanılan otoritesi loncalara, eyaletlere, yerel birimlere iyi belirlenmiş bazı haklar ve özgürlükler tanıyan merkeziyetçilik-karşıtı bir siyaseti dışlamaz.

Gerçekte -Mussolini deneyinde- sözü edilen birlikler her zaman ancak diktatörün ve onun mutlak güce sahip faşist partisinin edilgin araçları olmuşlardır. Faşizm, mutlakiyetçilige saf ve basit bir dönüş olarak, kendini göstermiştir. Onun gerçek felsefi temeli, devletin kendisini tanrılaştırmaya yönelen Hegel’in sistemidir. Bu sisteme göre devlet, basit bir "bireyler toplulugu", herkesin güvenligini saglamaya yönelik basit bir araç degildir, bireylerden daha yüksek ve daha esaslı bir gerçekliktir. Devlet, bireylerin onun organlarından ibaret oldukları bir organizmadır. O, bireyleri kendi bencilliklerinden kurtarır, bir baglılık ve fedakarlık hayatı içine sokar. Devlet, Ruh’un gerçekte cisimleşmesi, "gerçek Tanrı", "dünyevi varlık kazanmış Tanrı"dır. (Mussolini’nin kendisi çok hegelci bir perspektif içinde şöyle yazmaktaydı: Devlet mutlaktır, onun önünde bireyler ve gruplar ancak görelidirler. Liberalizm bireyin çıkarı karşısında devleti inkar etmekteydi. Faşizm ise devleti bireyin asıl gerçekligi olarak yeniden tasdik eder.)

Fakat bu propaganda sözlerinin ötesinde, faşizmin gizli anlamını araştırmak istersek, bu ögreti ekonomik olarak ayrıcalıklı toplumsal sınıfların korkusunun ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. 1914-1918 savaşından sonra devrimci işçi hareketi büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Mülk sahibi burjuvazi, geleneksel liberal devletin artık ayrıcalıklarını devam ettirebilecek kadar emin ve güçlü bir araç olmadıgı duygusuna sahiptir. Ulusalcı bir "kutsallık edebiyatı" görüntüsü altında devrimci güçleri "efsaneler"e yönlendirebilecek, ama gerçek işlevi, işçi kitlelerinin özlemlerini bastırmak olacak güçlü bir devlet ihtiyacı buradan kaynaklanmıştır. (Faşizm ancak görünüşte kapitalizme karşıdır. Gerçekte onun eleştirdigi sadece kozmopolit olmasından şüphelendigi ve halkın memnuniyetsizligi karşısında günah keçisi rolünü oynatmak istedigi "yahudi bankerler"dir. Silah üreticisi sanayiciler özellikle ve büyük ölçüde faşistlerin milliyetçi politikalarından yararlanmışlardır. Sözde şiddetli bir şekilde kapitalist düşmanı olan Mussoli’nin partisinin ilk toplantısı 23 Mart 1919 da Milano’da San Sepolcro meydanında, sanayici ve tüccarlar tarafından kendisine tahsis edilmiş olan salonda yapılmıştır.)

2. Ulus

Devletin bir toplulugun örgütlenmesini işaret etmesine karşılık, ulus kavramı, birligi bilinçler tarafından, devletin orada egemen kıldıgı düzenden ayrı olarak yaşanan, kabul edilen bu toplulugun kendisini ifade eder. Yurtseverlik bu toplulugun degerine ilişkin duygudur. Bu gizli birligin temeli nedir?

Alman Ulusuna Nutuk’ta (1813) Fichte, ulusun temeli olan şeyin ırk birligi oldugunu söyler. Oysa aynı bir ulus, içinde çok çeşitli etnik grupları barındırır (Korsika’lı bir Fransız, fizik olarak bir Alsaslı’dan daha çok bir İtalyan’a benzer). Tarih boyunca halklar o kadar birbirine karışmıştır ki büyük Siyah, Beyaz ve Sarı ırk ayrımları dışında etnik grupları kesin olarak birbirinden ayırmak çok zordur. Bazıları bu konuda toprak birligini yardıma çagırmaktadır. Yurt (patrie), kelime anlamı bakımından, babaların topragı (patria terra, anayurt, baba yurdu), çeşitli bagların bizi kendisine bagladıgı üzerinde dogdugumuz toprak parçasıdır. Ancak örnegin, Araplar henüz göçebe oldukları zamanda bile topluluklarına ilişkin canlı bir duyguya sahiptiler ve bir tür ulusu oluşturmaktaydılar. Ulusal birligin önemli bir faktörü dil birligidir, çünkü ulusun kültürel mirasını taşıyan dildir. Ancak bu faktör de belirleyici degildir (İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri aynı dili konuşmakla birlikte iki ayrı ulustur. Ulusal birligine o kadar düşkün olan İsviçre’de ise dört dil konuşulur). Antik Çag’da ulusal birligin temeli çogunlukla dindi. Her sitenin kendi tanrıları vardı, insanlar yurtları gibi tanrıları için de dövüşmekteydiler. Ancak ulusları aşan evrensel bir ideale sahip olan Hıristiyanlıgın ortaya çıkışıyla bu artık geçerli degildir. Kendi çagımızda hiç olmazsa her yurttaşın kendi seçtigi dinini istedigi gibi yaşama hakkına sahip oldugu laik devletlerde bu artık hiç geçerli degildir.

Yukarıda anılan faktörlerden hiçbiri bir ulusu yaratmak için yeterli degildir. Ulus her şeyden önce üyelerinin iradesine, bir ulus meydana getirmek arzu ve bilincine dayanır. Ernest Renan’ın ünlü bir yazısında söyledigi şudur: “Bir ulus bir ruh, manevi bir ilkedir. Aslında tek bir şey olan iki şey bu ruhu meydana getirir (...) Bu iki şeyden biri geçmişte, digeri gelecektedir. Biri zengin bir ortak hatıralar mirasına sahip olmaktır. Digeri bugün birlikte yaşamaya razı olma, birlikte yaşamayı arzu etme, atalardan alınan mirasa deger vermeye devam etme iradesidir. Geçmişte kendilerinden gurur duyulan ortak şeyleri olmak, içinde yaşanılan zamanda ortak bir iradeye sahip olmak, geçmişte birlikte büyük işler yapmış olmak, onları gelecekte de yapmayı istemek, işte bir ulusu meydana getiren ana koşullar bunlardır.”

Öte yandan temel olanın bugünün rızası, bugünkü birlikte yaşama tasarısı olduguna dikkat çekelim. Ortak geçmişin hatırlanması ancak bu tasarıdan hareketle bir anlam kazanır. Hatta tarihle yüklü toplumların "tarihlerini bildiklerinden çok yarattıkları" söylenebilmiştir. 1870 savaşından sonra Fransız tarihçileri ulusal geçmişte Almanlarla olan bütün çatışmaları ortaya çıkarmak egiliminde olmuşlardır. Bireylerin hatıraları gibi, bilincine vardıkları şekilde halkların tarihi de bugünün degerlerinden ve tasarılarından hareketle yeniden inşa edilir.

Yurt belli bir degerdir. Ancak bu deger için aynı ölçüde kıymetli başka degerleri feda etmemek gerekir. Gerçek yurtseverligin bir karikatürü olan ulusalcılıktan kaçınalım. Yurtseverlik adına ülkemizin başka ulusların haklarına tecavüz etmesini istemeyelim. Evrensel olan ve bütün yurtları aşan adalet, dogruluk degerleri vardır. Askeri adalet tarafından vatana ihanet suçundan mahkum olmuş olan Dreyfus’ün masumlugu açık olarak ortaya çıkınca, birçok milliyetçi, Fransız yurdunun ifadesi olan bir askeri mahkemenin adli bir hata yapmakla suçlanamayacagı gerekçesiyle davanın yeniden görüşülmesine karşı çıkmaya çalışmışlardır: "Bir yanlış, Fransızlar tarafından işlendiginde, artık yanlış degildir.” Böyle bir tutum, gerçek yurtseverlikle hiçbir ilgisi olmayan bir bagnazlıgı temsil eder. Ulusun bir mutlak olmadıgını hiçbir zaman unutmamak gerekir. Bu kapalı toplumu bir mutlak haline getirmek, her türlü savaşı meşrulaştırmak demektir. Şüphesiz uluslar birbirlerine karşı çıkmak suretiyle kendilerini ortaya koyarlar, şüphesiz onlar başka gruplarla çatışmaları sonucunda kendilerinin bilincine varmışlardır. Bergson’un dedigi gibi, "Toplumsal dayanışma büyük ölçüde bir toplumun kendini başkalarına karşı savunma zorunlulugunun eseridir (...) İnsan önce birlikte yaşadıgı insanları, bütün diger insanlara karşı sever". Alman devleti, Napolyon’un ordularına karşı savaşması sonucu kendi birliginin bilincine varmıştır. İtalyan birligi duygusu, Avusturya’ya ve papanın dünyevi egemenligine karşı verilen mücadelelerde kristalleşmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere’ye karşı yaptıgı bagımsızlık savaşında kendisinin bilincine varmış ve bir ulus olarak ortaya çıkmıştır.

Ama gerçek yurtseverlik bu eski kompleksleri yenmeyi ve kendini verimli bir uluslararasıcılıgın çerçevesi içinde tasarlamayı başarabilir. Çeşitli uluslar arasındaki işbirligi, her ulusta degerli ve yeri doldurulamaz olan şeyi ortaya koyabilir. Barrès’ın kendi üzerine kapanmış, sürekli olarak eski şanlı günleri ve acıları hatırlayan ulusalcı bir bencillik fikrini ima eden "toprak ve ölüler" formülü yerine Claudel’in şimdiye ve gelecege dönük olan, ilk plana ülkeler ve kıtalar arasındaki ilişkileri ve degiş tokuşları yerleştiren "deniz ve yaşayanlar" formülünü tercih etmek daha uygundur.

ANA  FİKİRLER

Ulusun (yurt adıyla tanınan ve sevilen) canlı bir topluluk olmasına karşılık, devlet, hukuki bir topluluga, yani aynı bir yasamaya, bir aynı siyasi otoriteye boyun egen bireyler topluluguna işaret eder. Daha kesin olarak devlet, hükümettir ve onun kendileriyle gücünü orta koydugu yapıların bütünüdür. Bir ulus ise bir zamanların Polonya’sı gibi birkaç devlet tarafından paylaşılmış olabilir.

Anarşizm devletin gücünü reddeden ögretidir. Ona göre birey en yüksek degerdir ve devlet en büyük kötülüktür veya Bakunin’nin dedigi gibi, "bireysel hayatın bütün görüntülerinin içine gömülü oldugu büyük mezarlık"tır. Anarşistler insanın dogası bakımından iyi olduguna inanırlar. Onların reddettikleri şey, topluluk hayatı degildir -onlar özgürce benimsenen toplumsal bagların var olmasını temenni ederler-, devletin yapay şiddetidir. Onlara göre insanın istedigi yalnızca hemcinsine yardım etmektir. O halde devleti, yargıçlarını, polislerini, ordularını, kısaca "baskıyı temsil eden tüm güçleri" ortadan kaldırmak gerekir.

Onun tam karşısında bulunan mutlakiyetçiligin, totalitarizmin taraftarları -ki onlar da genellikle insanın dogal olarak kötü olduguna inanırlar- devletin mutlak gücünü zorunlu görürler. Bunlarda devlet, son noktada, tanrılaşır. O, bireyleri bencilliklerinden kurtarır, onları bir fedakarlık ve kendini adama hayatı içine sokar. Bireyin hiçbir degeri olmadıgına inanan faşistler aileye, lonca veya derneklere belli bir deger verir gibi görünürler. Ancak gerçekte bu sonuncuların devlete itaat etmekten başka bir hakları yoktur. İtalyan diktatörü Mussolini şöyle demekteydi: "Devlet mutlaktır. Onun önünde bireyler ve gruplar ancak görelidirle.”

Demokratik devlet kuramı bireysel özgürlük fikrini devletçi disiplin fikriyle birleştirir. Onda devlet totaliter güç taraftarlarında oldugu gibi artık kendinde bir amaç degildir. O, bireysel arzuların gerçekleştirilmesi için zorunlu bir araçtır. Ama öte yandan başkalarının haksız tecavüzlerine karşı herkesin özgürlügünü korumak için de bir otorite, örgütlenme gereklidir. Devlet, yurttaşların genel iradesini, yani onlar "tutkularını susturmuş olarak" birbirleriyle tartıştıklarında ortaya çıkan iradeyi temsil eder. Kararların yurttaşlar topluluguna ait oldugu dogrudan demokrasi, yurttaşların temsilciler seçtikleri büyük devletlerde uygulanabilir degildir. Her durumda yasayı yapan çogunluktur. Ama azınlık da ifade ve eleştiri hakkını korur.

1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP