Seçme Paradoksu - 1
|
Barrry Schwartz
Çev:Sinem Koytak
Acaba çok fazla seçenek arasında seçim yapmak insanları mutsuzluğa mı sürüklüyor?
Özgürlük ve özerklik iyi olma halimizin devamı için elzemdir. Seçim yapabilme ise özgürlük ve özerkliğin bir gereğidir. Modern Amerikalılar daha önce hiçbir topluluğun sahip olmadığı kadar seçme hakkına ve seçeneğe, dolayısıyla da özgürlük ve özerkliğe sahiptirler. Oysa bu durumdan psikolojik olarak faydalanır görünmemektedirler.
Seçimin açık ve güçlü bir araçsal değeri vardır: insanların ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri elde etmelerine imkan verir. Adam Smith, günümüzden yaklaşık iki asır önce bireysel seçim özgürlüğünün, toplum içinde malların en verimli üretim ve dağıtımını temin ettiğini gözlemlemiştir. Seçme özgürlüğü aynı zamanda ifade edici bir değere de sahiptir. Yani seçimlerimiz dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi göstermenin bir aracıdır. Yaptığımız her seçim özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme (self determination) duygumuzun bir ifadesidir. Seçim alanına dair her genişleme de bize özerkliğimizi gösterme ve dolayısıyla kendi karakterimizi ortaya koyma imkanı verir. Yasal ve ahlaki sistemimiz özerkliğe verilen değere dayanır. Özerklik, davranışlarımızdan ahlaki ve yasal olarak sorumlu oluşumuzun meşruiyetini sağlar. Varsaydığımız özerkliğimiz nedeniyle başarılarımız takdir edilirken, başarısızlıklarımızdan dolayı suçlanırız. Kolektif sosyal hayatımızın tek bir veçhesi yoktur ki, özerkliğimize adanmışlığımızdan vazgeçtiğimizde bir anlamı olsun. Özerklik fikrine siyasal, ahlaki ve sosyal bağımlılığımız yanında; özerklik duygusunun psikolojik iyi olma halimiz üzerinde de çok önemli bir etkisi vardır.
Çevremiz üzerinde kontrol sahibi olmak ve bunun farkında olmak iyi olma hali için elzemdir. Çaresizlik ve seçim arasındaki ilişkiye baktığımızda: eğer belli bir durumda seçim yapma olanağımız varsa, bu o durum üzerinde kontrolümüz olduğu anlamına gelir ki, bu da çaresizlik duygusundan kurtulmamızı sağlar. O halde, sadece seçim yapma olanağımızın olmadığı durumlar için çaresizlik söz konusudur. Dolayısıyla seçim yapabilmek, insanların hayatın gidişatına aktif ve etkin olarak katılmalarını sağlar ki, bu da psikolojik iyi olma hali bakımından çok önemlidir. Bundan seçme imkanının her fırsatta artırılması gerektiği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Amerikan toplumu böyle yapmış olduğuna göre, çaresizlik duygularının bu toplumda çok az yaşanıyor olduğu düşünülebilir. Ancak araştırmalar bu noktada bir paradoksa işaret etmektedir. Bu paradoks iki şekilde açıklanabilir: İlk olarak seçim ve kontrol deneyimleri gittikçe yaygınlaşmakta ve derinleşmekte ancak buna mukabil seçim ve kontrole ilişkin beklentiler de bu deneyimleri karşılayacak oranda artmaktadır. Özerkliğin önünden kaldırılan engel, henüz aşılamamış olan engelleri daha da rahatsız edici hale getirmektedir. Kontrole ilişkin beklentiler ve umutlar, kontrolün gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Bir diğer açıklama ise, daha çok tercih yapabilme imkanının her zaman daha çok kontrol anlamına gelmemesidir. Belki de öyle bir zaman geliyor ki, imkanların çokluğu karşısında şaşkınlığa düşüp, tam tersine, kontrol duygumuzu kaybediyoruz. Ne zaman seçim yapmamız gerektiğine karar vermek, belki de, yapacağımız en önemli seçimdir.
Pek çok araştırmacı uzun zamandan beri mutluluğu ölçmeye, insanları neyin mutlu ettiğini bulmaya böylelikle de sosyal gelişimi değerlendirmeye çalışmıştır. Yapılan araştırmalar; zengin ülkelerdeki insanların fakir ülkelerdekilere nazaran daha mutlu olduğunu, kişi başına düşen milli gelir yoksulluk sınırından orta halli yaşam düzeyine ulaştıktan sonra ise zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azalmakta olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla örneğin Polonya'da da en az Japonya'da ki kadar mutlu insan bulunmaktadır, Japonya Polonya'dan on kat daha zengin olmasına rağmen. Aynı durumu aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görmekteyiz: Amerika'da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi olmamıştır. Para değilse, mutluluğu sağlayan şey nedir? Mutluluğu sağlayan en önemli etken yakın sosyal ilişkilerdir. Öznel iyi olma hali için, diğer insanlara bağlı olmak zengin olmaktan çok daha önemlidir. Fakat burada dikkatli olmak gerekiyor, mutlu olmakla sosyal olarak bağlı olmak arasında kesinlikle bir ilişki vardır ancak hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu o kadar da belli değildir.
Seçim yapabilme ve özerklik bağlamında değerlendirdiğimizde ise sosyal bağların özgürlüğü, seçimi ve özerkliği sınırladığını ve azalttığını belirtmek durumundayız. Bir çelişki gibi görünüyor olsa da, bizi en çok mutlu eden şeyler aslında özgürlüğümüzü sınırlayan şeylerdir. Peki, bu durum, seçim özgürlüğünün tatmin sağladığı düşüncesiyle nasıl uyuşturulabilir? Son yıllarda yayınlanmış olan iki kitap bu uyuşmazlığı irdelemektedir: Psikolog David Myers'in "the American Paradox: Spiritual Hunger in the Age of Plenty" ve siyaset bilimci Robert Lane'in "the Loss of Happiness in the Market Democracies" adlı kitapları. Her iki kitapta da maddi refahtaki artışın beraberinde öznel iyi olma halinde bir artış getirmediği vurgulanmaktadır. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte kayda değer bir azalmanın yaşandığını iddia edilmektedir. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu aşırı yüklenmeyle ve geleneğin sınırlamaları olmadan, hazır bir kimliği benimsemek yerine artık kendimize yeni bir kimlik yaratmak veya keşfetmek durumundayız. İnsanlar ne kadar çok kontrol sahibi olurlarsa o kadar daha az çaresiz, dolayısıyla da kendilerini daha az çökkün ve bunalımda hissedeceklerdir. Modern toplumlarda insanlara daha çok seçim yapma imkanı sunulmuştur, dolayısıyla da daha çok kontrole sahiptirler. Bu tabloya göre depresyonunu çağımızda tıpkı çiçek hastalığı gibi yok olacağını düşünebiliriz. Oysa günümüzde depresyon neredeyse bir salgın haline gelmiştir. Lane'in ifadesine göre, artan refah ve özgürlüğe karşın bir bedel olarak sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde bir azalma yaşamaktayız. Daha çok kazanıp daha çok harcıyoruz, fakat diğer insanlarla gittikçe daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Ve sosyal ağımız, doğuştan sahip olduğumuz bir şey olmaktan çıkıp, üstünde dikkatle düşünmemiz gereken tercihlerimizle oluşturmamız gereken bir şey haline geliyor.
Zaman sorunu:
Sosyal ilişkiler zaman gerektirir. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapa dursun, zaman ile ilgili sınırlılıklarımız yine de gittikçe artmaktadır. Zaman ile ilgili bu soruna en önemli katkıyı gittikçe artan seçenekler, sunulan seçim imkanları yapmaktadır. Hayatımızla ilgili en ufak detaylarda bile tercih edebileceğimiz, dolayısıyla düşünmemiz, karar vermemiz, belki pişman olacağımız, o kadar çok seçenek var ki, bütün bu seçim süreçlerine ayırdığımız zamandan iyi bir arkadaş, iyi bir ebeveyn, iyi bir eş olmaya vakit ayıramıyoruz.
Özgürlük ya da bağlılık:
Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman bunu istemesek de, bu ilişkiler tarafından bağlanmaya ve sınırlanmaya istekli olmayı gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. İnsanlar mutsuz olduklarında iki türlü tepki veririler: Ya o durumu terk ederler, ya da mutsuzluklarını dile getirir, protesto eder, şikayet ederler. Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, karakteristik olarak terk etmeyi, bırakmayı tercih ederler: eğer bir restoranın hizmetinden memnun kalmazsak bir daha ortaya gitmeyiz ve sorun biter. Serbest pazarın seçim olanaklarının, en önemli erdemlerinden biri kişiye hoşnutsuzluklarını "terk ederek" gösterme imkanı sağlamasıdır. Ama sosyal ilişkiler böyle değildir. Sevdiklerimizi, dostlarımızı sorunlar çıktığında bu şekilde terk edemeyiz, tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakma en son başvurulacak şeydir. Çoğu kişi seçim özgürlüğü ile sadakat ve bağlılığın gerekleri arasındaki çatışmada dengeyi bulma işini fazlasıyla yorucu bulur. Herkesin bireysel olarak bu dengeyi kurması gerekir. Sosyal kurumlar, kişi üzerindeki bu yükü belli sınırlamalar koyarak hafifletebilir. Kendimize ve sosyal ilişkilerimize karşı sorumluluklarımızı belirleyerek, yaşamı daha belirgin hale getirebilir. Fakat sosyal kurumlar tarafından konulan sınırlamaları kabul etmek, aynı zamanda bireysel özgürlüğü sınırlamak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, "sınırlamalar" bir tür özgürlük sağlarken, özgürlük de bir tür "kölelik" yaratmaktadır. O halde uygun miktarda sınırlamayla denge sağlanmalıdır. Seçim özgürlüğünün yarattığı bu baskıyı azaltmanın bir yolu, ne zaman karar vermek, seçim yapmak gerektiğine "karar vermektir". Kurallar, ilkeler, standartlar ve rutinler belirlemek suretiyle kendimizi sınırlar, karar verme durumunda olduğumuz durumları sınırlayabiliriz. Böylelikle hayatı daha baş edilebilir hale getirip, diğer insanlara kendimizi adayabileceğimiz ve kaçınmak istemediğimiz ve kaçınamayacağımız seçimler için daha çok zaman bulabiliriz.
İstemek ve hoşlanmak:
Genellikle istediğimiz şeyler aynı zamanda hoşlandığımız şeylerdir de, bize haz ve mutluluk veren şeyler. Fakat istemek ve hoşlanmak farklı şeylerdir. Ve bazı durumlar altında birbirinden bağımsız olarak var olabilirler. Tıpkı umulan tercihlerle gerçekte seçtiklerimiz arasındaki uyuşmazlık gibi. Her zaman seçim yapmak istediğimizi düşünürüz ama, gerçekten seçim yapma durumunda olduğumuzda bundan hoşlanmayabiliriz. Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında, fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratmaktadır.
Kaçırılan fırsatlar:
Çok sayıda seçeneğe sahip olmanın sakıncalarından biri de her yeni seçeneğin trade-off listesini artırmasıdır. Ve her yeni trade-off un psikolojik sonuçları vardır Trade-off yapmak zorunda oluşumuz aldığımız kararlarla ilgili duygularımızı etkiler. Daha da önemlisi, trade-off'ların varlığı, verdiğimiz kararlardan aldığımız tatminin düzeyini etkilemektedir.
Çev:Sinem Koytak
Acaba çok fazla seçenek arasında seçim yapmak insanları mutsuzluğa mı sürüklüyor?
Özgürlük ve özerklik iyi olma halimizin devamı için elzemdir. Seçim yapabilme ise özgürlük ve özerkliğin bir gereğidir. Modern Amerikalılar daha önce hiçbir topluluğun sahip olmadığı kadar seçme hakkına ve seçeneğe, dolayısıyla da özgürlük ve özerkliğe sahiptirler. Oysa bu durumdan psikolojik olarak faydalanır görünmemektedirler.
Seçimin açık ve güçlü bir araçsal değeri vardır: insanların ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri elde etmelerine imkan verir. Adam Smith, günümüzden yaklaşık iki asır önce bireysel seçim özgürlüğünün, toplum içinde malların en verimli üretim ve dağıtımını temin ettiğini gözlemlemiştir. Seçme özgürlüğü aynı zamanda ifade edici bir değere de sahiptir. Yani seçimlerimiz dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi göstermenin bir aracıdır. Yaptığımız her seçim özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme (self determination) duygumuzun bir ifadesidir. Seçim alanına dair her genişleme de bize özerkliğimizi gösterme ve dolayısıyla kendi karakterimizi ortaya koyma imkanı verir. Yasal ve ahlaki sistemimiz özerkliğe verilen değere dayanır. Özerklik, davranışlarımızdan ahlaki ve yasal olarak sorumlu oluşumuzun meşruiyetini sağlar. Varsaydığımız özerkliğimiz nedeniyle başarılarımız takdir edilirken, başarısızlıklarımızdan dolayı suçlanırız. Kolektif sosyal hayatımızın tek bir veçhesi yoktur ki, özerkliğimize adanmışlığımızdan vazgeçtiğimizde bir anlamı olsun. Özerklik fikrine siyasal, ahlaki ve sosyal bağımlılığımız yanında; özerklik duygusunun psikolojik iyi olma halimiz üzerinde de çok önemli bir etkisi vardır.
Çevremiz üzerinde kontrol sahibi olmak ve bunun farkında olmak iyi olma hali için elzemdir. Çaresizlik ve seçim arasındaki ilişkiye baktığımızda: eğer belli bir durumda seçim yapma olanağımız varsa, bu o durum üzerinde kontrolümüz olduğu anlamına gelir ki, bu da çaresizlik duygusundan kurtulmamızı sağlar. O halde, sadece seçim yapma olanağımızın olmadığı durumlar için çaresizlik söz konusudur. Dolayısıyla seçim yapabilmek, insanların hayatın gidişatına aktif ve etkin olarak katılmalarını sağlar ki, bu da psikolojik iyi olma hali bakımından çok önemlidir. Bundan seçme imkanının her fırsatta artırılması gerektiği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Amerikan toplumu böyle yapmış olduğuna göre, çaresizlik duygularının bu toplumda çok az yaşanıyor olduğu düşünülebilir. Ancak araştırmalar bu noktada bir paradoksa işaret etmektedir. Bu paradoks iki şekilde açıklanabilir: İlk olarak seçim ve kontrol deneyimleri gittikçe yaygınlaşmakta ve derinleşmekte ancak buna mukabil seçim ve kontrole ilişkin beklentiler de bu deneyimleri karşılayacak oranda artmaktadır. Özerkliğin önünden kaldırılan engel, henüz aşılamamış olan engelleri daha da rahatsız edici hale getirmektedir. Kontrole ilişkin beklentiler ve umutlar, kontrolün gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Bir diğer açıklama ise, daha çok tercih yapabilme imkanının her zaman daha çok kontrol anlamına gelmemesidir. Belki de öyle bir zaman geliyor ki, imkanların çokluğu karşısında şaşkınlığa düşüp, tam tersine, kontrol duygumuzu kaybediyoruz. Ne zaman seçim yapmamız gerektiğine karar vermek, belki de, yapacağımız en önemli seçimdir.
Pek çok araştırmacı uzun zamandan beri mutluluğu ölçmeye, insanları neyin mutlu ettiğini bulmaya böylelikle de sosyal gelişimi değerlendirmeye çalışmıştır. Yapılan araştırmalar; zengin ülkelerdeki insanların fakir ülkelerdekilere nazaran daha mutlu olduğunu, kişi başına düşen milli gelir yoksulluk sınırından orta halli yaşam düzeyine ulaştıktan sonra ise zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azalmakta olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla örneğin Polonya'da da en az Japonya'da ki kadar mutlu insan bulunmaktadır, Japonya Polonya'dan on kat daha zengin olmasına rağmen. Aynı durumu aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görmekteyiz: Amerika'da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi olmamıştır. Para değilse, mutluluğu sağlayan şey nedir? Mutluluğu sağlayan en önemli etken yakın sosyal ilişkilerdir. Öznel iyi olma hali için, diğer insanlara bağlı olmak zengin olmaktan çok daha önemlidir. Fakat burada dikkatli olmak gerekiyor, mutlu olmakla sosyal olarak bağlı olmak arasında kesinlikle bir ilişki vardır ancak hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu o kadar da belli değildir.
Seçim yapabilme ve özerklik bağlamında değerlendirdiğimizde ise sosyal bağların özgürlüğü, seçimi ve özerkliği sınırladığını ve azalttığını belirtmek durumundayız. Bir çelişki gibi görünüyor olsa da, bizi en çok mutlu eden şeyler aslında özgürlüğümüzü sınırlayan şeylerdir. Peki, bu durum, seçim özgürlüğünün tatmin sağladığı düşüncesiyle nasıl uyuşturulabilir? Son yıllarda yayınlanmış olan iki kitap bu uyuşmazlığı irdelemektedir: Psikolog David Myers'in "the American Paradox: Spiritual Hunger in the Age of Plenty" ve siyaset bilimci Robert Lane'in "the Loss of Happiness in the Market Democracies" adlı kitapları. Her iki kitapta da maddi refahtaki artışın beraberinde öznel iyi olma halinde bir artış getirmediği vurgulanmaktadır. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte kayda değer bir azalmanın yaşandığını iddia edilmektedir. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu aşırı yüklenmeyle ve geleneğin sınırlamaları olmadan, hazır bir kimliği benimsemek yerine artık kendimize yeni bir kimlik yaratmak veya keşfetmek durumundayız. İnsanlar ne kadar çok kontrol sahibi olurlarsa o kadar daha az çaresiz, dolayısıyla da kendilerini daha az çökkün ve bunalımda hissedeceklerdir. Modern toplumlarda insanlara daha çok seçim yapma imkanı sunulmuştur, dolayısıyla da daha çok kontrole sahiptirler. Bu tabloya göre depresyonunu çağımızda tıpkı çiçek hastalığı gibi yok olacağını düşünebiliriz. Oysa günümüzde depresyon neredeyse bir salgın haline gelmiştir. Lane'in ifadesine göre, artan refah ve özgürlüğe karşın bir bedel olarak sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde bir azalma yaşamaktayız. Daha çok kazanıp daha çok harcıyoruz, fakat diğer insanlarla gittikçe daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Ve sosyal ağımız, doğuştan sahip olduğumuz bir şey olmaktan çıkıp, üstünde dikkatle düşünmemiz gereken tercihlerimizle oluşturmamız gereken bir şey haline geliyor.
Zaman sorunu:
Sosyal ilişkiler zaman gerektirir. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapa dursun, zaman ile ilgili sınırlılıklarımız yine de gittikçe artmaktadır. Zaman ile ilgili bu soruna en önemli katkıyı gittikçe artan seçenekler, sunulan seçim imkanları yapmaktadır. Hayatımızla ilgili en ufak detaylarda bile tercih edebileceğimiz, dolayısıyla düşünmemiz, karar vermemiz, belki pişman olacağımız, o kadar çok seçenek var ki, bütün bu seçim süreçlerine ayırdığımız zamandan iyi bir arkadaş, iyi bir ebeveyn, iyi bir eş olmaya vakit ayıramıyoruz.
Özgürlük ya da bağlılık:
Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman bunu istemesek de, bu ilişkiler tarafından bağlanmaya ve sınırlanmaya istekli olmayı gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. İnsanlar mutsuz olduklarında iki türlü tepki veririler: Ya o durumu terk ederler, ya da mutsuzluklarını dile getirir, protesto eder, şikayet ederler. Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, karakteristik olarak terk etmeyi, bırakmayı tercih ederler: eğer bir restoranın hizmetinden memnun kalmazsak bir daha ortaya gitmeyiz ve sorun biter. Serbest pazarın seçim olanaklarının, en önemli erdemlerinden biri kişiye hoşnutsuzluklarını "terk ederek" gösterme imkanı sağlamasıdır. Ama sosyal ilişkiler böyle değildir. Sevdiklerimizi, dostlarımızı sorunlar çıktığında bu şekilde terk edemeyiz, tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakma en son başvurulacak şeydir. Çoğu kişi seçim özgürlüğü ile sadakat ve bağlılığın gerekleri arasındaki çatışmada dengeyi bulma işini fazlasıyla yorucu bulur. Herkesin bireysel olarak bu dengeyi kurması gerekir. Sosyal kurumlar, kişi üzerindeki bu yükü belli sınırlamalar koyarak hafifletebilir. Kendimize ve sosyal ilişkilerimize karşı sorumluluklarımızı belirleyerek, yaşamı daha belirgin hale getirebilir. Fakat sosyal kurumlar tarafından konulan sınırlamaları kabul etmek, aynı zamanda bireysel özgürlüğü sınırlamak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, "sınırlamalar" bir tür özgürlük sağlarken, özgürlük de bir tür "kölelik" yaratmaktadır. O halde uygun miktarda sınırlamayla denge sağlanmalıdır. Seçim özgürlüğünün yarattığı bu baskıyı azaltmanın bir yolu, ne zaman karar vermek, seçim yapmak gerektiğine "karar vermektir". Kurallar, ilkeler, standartlar ve rutinler belirlemek suretiyle kendimizi sınırlar, karar verme durumunda olduğumuz durumları sınırlayabiliriz. Böylelikle hayatı daha baş edilebilir hale getirip, diğer insanlara kendimizi adayabileceğimiz ve kaçınmak istemediğimiz ve kaçınamayacağımız seçimler için daha çok zaman bulabiliriz.
İstemek ve hoşlanmak:
Genellikle istediğimiz şeyler aynı zamanda hoşlandığımız şeylerdir de, bize haz ve mutluluk veren şeyler. Fakat istemek ve hoşlanmak farklı şeylerdir. Ve bazı durumlar altında birbirinden bağımsız olarak var olabilirler. Tıpkı umulan tercihlerle gerçekte seçtiklerimiz arasındaki uyuşmazlık gibi. Her zaman seçim yapmak istediğimizi düşünürüz ama, gerçekten seçim yapma durumunda olduğumuzda bundan hoşlanmayabiliriz. Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında, fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratmaktadır.
Kaçırılan fırsatlar:
Çok sayıda seçeneğe sahip olmanın sakıncalarından biri de her yeni seçeneğin trade-off listesini artırmasıdır. Ve her yeni trade-off un psikolojik sonuçları vardır Trade-off yapmak zorunda oluşumuz aldığımız kararlarla ilgili duygularımızı etkiler. Daha da önemlisi, trade-off'ların varlığı, verdiğimiz kararlardan aldığımız tatminin düzeyini etkilemektedir.