EDEBİYAT İLE FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE - 1

Ali Osman GÜNDOGAN

İnsanın düşünce ve yapıp-etmeleriyle ilgili faaliyetlerini üç temel başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar; felsefe, sanat ve bilim olarak adlandırılabilir. Genel olarak, tarih boyunca insanlığın başarıları da bu üç alanda kendisini göstermiştir, denilebilir. İnsanın düşünce ve yapıp etmeleriyle ilgili diğer alanlar ise doğrudan veya dolaylı bir şekilde bu üç alanla ilgili olarak bulunurlar. Kaynağı vahiy olan din ise, insani olanı aşan ve kaynağında ilahi olan bulunduğu için insani faaliyet alanlarından ayrılır. Ancak dinin felsefe ve sanatla olan ilişkisinin olduğunu da belirtmek gerekir. Hatta her dinin bir felsefesi ve sanat anlayışı vardır. Her toplumda da ya bir felsefe ya bir din ya da her ikisi birlikte bulunur. Zaten her dinde muhakkak surette bir felsefe gizlidir. Özellikle ilahi dinlerin dışında ve kaynağı daha çok toplum olan dinlçrin felsefeyle olan ilişkisinin boyutu çok daha yoğundur. Ancak bütüncül bir bilgiye ulaşmak isteyen bilgi dostu bilimden, sanattan, dinden, ahlaktan hem faydalanmak hem de bütün bu alanlara etkide bulunmak durumundadır. Felsefe ile yakın ilişkisi bulunan disiplinlerden biri de sanattır. Edebiyat da güzel sanatların bir türüdür ve bu özelliğiyle de felsefeden ayrılır. Felsefe ile ilgili ilk düşünce kırıntılarının dini metinlerde, trajedilerde, efsanelerde bulunduğu gerçeği ve 20. asırdaki felsefi roman türünün gündeme gelişi dikkate alınacak olursa, felsefe ile edebiyat arasında önemli bir ilişkinin bulunduğu düşünülecektir. Ama bu ilişki, felsefeyi edebiyata, edebiyatı da felsefeye indirgeyici olmamalıdır.

Felsefe ile edebiyat arasında bir ilişkinin bulunup bulunmadığı, eğer böyle bir ilişki varsa bu ilişkinin niteliği, bu ilişkinin tarafların varlığını tehlikeye atıcı olup olmadığı konularında doğru bir kanaate ulaşabilmek için felsefi olanla edebi olanın özelliklerinin bilinmesi gerekir. Bu özellikler bilindikten sonra, söz konusu özelliklerin aynı eserde birlikte bulun malarının mümkün olup olmadığı tartışılmalıdır.

Felsefe tarihine baktığımızda, pek çok filozofun aynı zamanda edebi bir tarzı kullandıkları görülür. ilkçağ filozoflarından bazıları görüşlerini şiirler şeklinde dile getirmişler ve aynı zamanda ozan olmuşlardır. Platon, St. Augustine, Schopenhauer, Nietzsche aynı zamanda büyük edebiyatçılardır. Russel, Camus, Sartre Nobel Edebiyat Ödülünü almışlardır. Ama bazı çok iyi filozoflar da vardır ki, bunlar kötü yazar olmuşlardır.

Örneğin Aristoteles, Kant gibi isimler çok iyi filozof olduklları halde, kullandıkları dil bakımından iyi yazar değillerdir. Bu örnekler bize şunu göstermektedir: İyi bir filozof olmak için iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir. Yine aynı şekilde, iyi bir edebiyatçı olmak için de filozof olmak şart değildir; Oyleyse bir filozofu filozof, eserini de felsefi yapan edebi ve estetik değerlerin dışında başka değerlere ve özelliklere ihtiyaç vardır. Bir edebi eser de bir düşünüşün eseridir ama her düşünüş felsefi olmadığından dolayı bir düşünüşün felsefi olabilmesi için bir takım fikri inşa gereklerine ve felsefi temellendirmelere uygun olması gerekmektedir. Bundan ötürü de eğer bir edebi eser bile, bu fikri inşa gereklerine uyuyorsa, o eserin aynı zamanda felsefi olabileceği yönünde bir kanaate sahip olabiliriz. Çünkü böyle bir eserde fikir zevke indirgenmemekte, zevk fikrin anlatımı için daha büyük bir kolaylık sağlamaktadır!. Bir düşünüşün felsefi olabilmesi için reflexif olma, mantıksal ve tutarlı önermelerden meydana gelme, varolan karşısında bir tavır alışı dile getirme, eleştirel olma ve en yüksek genellik derecesinde bir bilgi arayışına yönelme gibi hususların yanında felsefi sayılabilecek bir soru etrafında vücut bulması, sistematik olması, varlık kavramı etrafında merkezileşme, felsefe tarihi çerçevesinde, belli bir problematik devamlılık içerisine oturtulabilmesi gibi fikri inşa gereklerine de ihtiyaç duyulmaktadır.

Yukarıda bahsedilen özelliklerin bütünü dikkate alındığı zaman, bütün bunların bir edebi eserde bulunabileceğini kabul etmek oldukça güçtür. Ama "aynı zamanda felsefi olarak önemli sayılacak yazın açısından daha geniş bir görüşü kabul etmek de olanaklıdır". Bu bakımdan felsefi-edebi diye adlandırabilecek tezli romanlardan bahsetmek mümkündür. Nitekim Kafka, Camus, Sartre, Dostoyevski, Simone de Beauvoir gibi yazarların eserleri "tezli romanlardır ama tezi, tam olarak felsefenin kavramlarını kullanmadan ortaya koyarlar".

 Her edebi eser bireysel bir çabanın ve herşcyden önce dc sübjektifliğin eseridir. Edebiyatta gerçekliğin anlatılmasının, tasvir edilmesinin ya da bunların inkarının veya hayal ürünü birşeyin ifadesinin tek vasıtası kelimedir. Belki de edebiyatı .diğer sanat türlerinden (resim, müzik gibi) ayıran en önemli taraf budur. Işte acaba edebiyatı sübjektif yapan bu özelliği midir? Felsefe de vasıta olarak kavramları kullandığına göre, felsefede de bir sübjektiflik ortaya çıkacak mıdır?

Hem edebi eser, hem de felsefi eser bireysel bir çabanın ürünüdür. Ama edebi eserde üsıap, estetik zevk önemli olduğu için esere yazarın üsıabu, estetik zevk anlayışı yansıtmakta ve yazarın şahsiyeti eserde bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç estetik bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç estetik zevk olmadığı için kullanılan dil soyut ve kuru bir dildir ve dolayısıyla da akıl yürütme ve mantıksal çözümlemelerle doludur. Edebiyat, kavram analizlerinden uzaklaşarak, olayları somut bir hale sokmak suretiyle, felsefenin soyutluğunu ve kuruluğunu giderir. Bir felsefi eser de filozofun eseri olmasına rağmen, bireyselliği aşan bir konuma sahiptir. Ancak bireyselliğin aşılması, o eseri başka bir filozofun da yaza bileceği anlamına gelmez. Nasıl ki, Karamozof Kardeşler'i Dostoyevski'den başkası yazamaz idiyse, Pratik Aklın Eleştirisi'ni de Kant'tan başkası yazamazdı. Bu bakımdan sanat eseriyle felsefi eserin konumları ve sahip oldukları bireysellik ve sübjektiflik durumları arasında fark yoktur. Ama felsefi bir eser, evrenselleştirilebilen bir muhtevayla karşımıza çıkar. Kant'ın insan aklını tenkit ve tahlile tabi tutuşu, sadece bir bireyin aklını tenkit ve tahlile tabi tutuş dcğildir. Oysa bir romanda ele alınan bir bireyin yaşam ve düşünceleridir ve ele alınan olaylar belli zaman ve mekanla sınırlıdır. Bu romana da büyük oranda yazarın kişiliği yansımıştır. Felsefi eserin konusu ise, zaman ve mekanla sınırlı kalmayıp, yazarın kişiliğinden bağımsız olmak durumundadır. Bir bakıma felsefe, tıpkı bilim gibi gayri şahsi olmak zorundadır. Ama bu ne derece mümkün olabilir? Nitekim Vemeaux, "filozofun bireyliliğinin, kendi felsefesine işaret etmesi, sadece bir olgu (fait) değil, bir haktır" der. Ancak felsefedeki sübjektiflik ile edebiyattaki sübjektiflik birbirinden farklıdır. Çünkü felsefede konu ve sorular bellidir ve uzun bir felesefe tarihi, bütün bu soruları evrensel tarzda çözme çabası gibi görünmcktedir. Soruların objektifliği, filozofu bir anlamda kendisinden çıkarır ve dolayısıyla filozof kendisini anlatmaz. Çünkü o, soruya bağlıdır. Oysa sanatçı ya da edebiyatçı için ortada çözülmesi gereken hazır sorular yoktur. Murdoch'un da dediği gibi, "O kendi sorularını kendisi yaratmak zorundadır"?

Edebiyat ve felsefenin anlatım aracı olarak kelimeleri kullanmaları, aynı dili kullanmaları anlamına gelmez. Çünkü edebiyat, bir sanat türüdür ve zevk içindir. Bundan dolayı da edebiyatta dil gösterişli olabilir. Edebiyat, pek çok kişiye hitap eder ve hitap ettiği kişileri düşündürmekten ziyade eğlendirmeyi ve onlara edebı-estetik bir zevk vermeyi amaçlar. Eğlendirmenin ve edebı-estetik zevk vermenin bir tek yolu olmadığı için de "tek bir edebı tarz ya da ideal bir tarz yoktur". Ama felsefe için ideal bir felsefi tarz olmalıdır. Çünkü felsefe açık, anlaşılabilir bir dil kullanmalıdır. Filozof, anlatmak istediğini sade ve en açık bir şekilde dile getirir. Bu bakımdan filozof için düşünceyi anlatmanın tek bir yolu vardır, o da felsefi tellendirme yoludur. Oysa edebiyatçı için birden çok yol sözkonusudur. Oyleyse bilim ve felsefe eserleri kişisellik dışında bazı ölçütlere bağlıdır. Ama bir romancının belli bir edebi kişiliği vardır ve okuyucu bir romanı okuyarak yazarın kişiliği hakkında önemli ipuçları elde edebilir.

Halbuki Aristoteles ya da Kant'ın eserlerini okuyan ise bu filozofların ki-şiliği hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Bütün bu hususlar edebiyatı sübjektif kılmakta, felsefeyi ise sübjektifliğin dışında tutmaktadır. Deleuze ve Guattari'ye göre felsefe, "kavramlar oluşturmak, keşfetmek, üretmek sanatıdır". Filozof, kavramlarla düşündüğünden dolayı yeni kavramlar üretebilmek için de kavramları kullanmak zorundadır. Bu bakımdan hemen her filozofun kavramsal bir kişiliği vardır. Sanatçı ise, "duygulam ve algılamlar aracılığıyla düşünür"'o. Filozofta karşımıza çıkan kavramsal kişiliğe bazı romancılarda da rastanır ama romancılar, bu kavramsal kişilikleri mantıksal temellendirme yoluna gidemezler ve yeni kavramlar üretemezler. Onlar bu kavramsal kişilikleri romanesk, şiirsel, resimsel, müzikal gibi başka çabalarla yürütmeye çalışırlar ve dolayısıyla da onlar "yarı yarıya filozofturlar"!.
1 l 2 l 3

EDEBİYAT İLE FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE - 2

Felsefi bir eser, bilgi veren, ele aldığı konuyu derinliğine inceleyen ve mantıksal bir akıl yürütme zinciri içerisinde irdeleyen bir eser olduğu için onda önemli olan içeriktir. Edebi eser ise içerikten ziyade biçime önem verir. Felsefi eser soyut, edebı eser ise somuttur. Insan hayatı, onun varoluşu ve özgürlüğü gibi konular, felsefenin soyut diliyle anlaşılır kılınamaz. Işte bu durumda sanat devreye girer ve felsefeye somutluk kazandırır. Bu türlü eserlerde hem biçim, hem de içerik birlikte önem kazanır.

Gerçi edebiyat eleştirici arasında biçim mi yoksa içerik mi önemlidir sorusu tartışmalıdır ama içerik biçimin önüne geçerse, o eser edebi olmaktan uzaklaşır. Ozellikle biçimcilere göre, "eseri sanat eseri yapan biçimi(yapısı)dır. Eserin felsefi derinliği, önemi, hiçbir zaman sanat ölçütü olamaz, çünkü eseri iyi bir sanat eseri yapamaz". Zaten sanat, sadece bilgi vermek amacına yönelir ve estetik heyecan ve zevkten uzaklaşırsa, o angaje bir sanat durumuna düşmez mi? Burada şu sorular gündeme gelmektedir: Sanatçı bağlanmalı mıdır? Sanat toplum için midir yoksa sadece sanat için midir?

Sanatçı bir filozof olarak değerlendirilen ve edebı-felsefi diye nitelendirebileceğimiz tarzda eserler veren Albert Camus, yapmış olduğu bir konuşmada, yukarıda ele alınan soruları cevaplandırmaya çalışır. Ona göre, "sanat için sanat, yani bir sanatçının yalnız kendi kendini eğlendirmesi, sahte ve soyut bir toplumun sanatıdır. Mantıki sonucu, salon edebiyatıdır bunun, ya da gerçeğin yıkılışı demek olan güzel lakırdılar ve soyut fikirlerdir". Sanat, sanat içindir görüşünü, sanatçının kendi kendisiyle bir konuşması olarak değerlendiren Camus, sanatın toplumla olan ilgisine dikkati çeker ama sırf toplumla iç içe olunacak diye de sanatın bir ideolojinin propagandasını yapmasını kabul etmez. Sanatçının bağlanmasının, sanatı uşaklık seviyesine indireceğini düşünen Camus, bu duruma örnek olarak sosyalist sanatı gösterir. Öyleyse sanat ya da sanatçının amacı ne olmalıdır? Ona göre sanatın amacı, anlamaktır. Sanatçı, çağını ve çağının gerçeğini anlamaya çaba göstermelidir. Dolayısıyla sanatçının çağının gerçeğinden kaçması mümkün değildir. Gerçeği yakalamak isteyen sanatçı, kendi bireyselliği içinde kalmamalı, kendi bireysel evreniyle bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurmalı ve kendini ifade ederken evrenseli de ifade etmelidir. Felsefe ile sanat ve özellikle edebiyat arasındaki ilişki bu noktada ortaya çıkmakta ve felsefenin soyut kavramlarıyla ifadesi güç olan dolaysız insan yaşantıları edebiyatın anlatımı ile somutluk kazanmaktadır.

Absurde ve başkaldırı felsefesinin temsilcisi olan Camus'ye göre sanat, bilhassa roman, bir başkaldırı düşüncesini ifade etmelidir. İnsan bilinci ile dünya arasında mantıksal bir bağlantı yoktur ve insan kendi kaderini ölümden ötürü sonuna kadar yaşayabilecek bir varlık değildir. Ölüme, absurde ve dünyanın akla aykırılığına başkaldırı, insanan yaşayabileceği bir hayat özlemi ve kaderini sonuna kadar tüketebileceği bir ömür, kendisini romanda gösterir. Bu bakımdan sanat, gerçekle ilgili olmakla birlikte gerçeğe karşı bir isyandır ve bu isyan en iyi ifadesini romanda bulur. Böyle bir isyan ya da bireyin sonuna kadar tüketebileceği somut bir hayat, felsefenin diliyle anlatılamaz. Böyle bir hayatı anlatabilecek olan sanat, "yaşayan varlığın, yaşadığı için ve yaşadığı zaman boyunca sonsuz avukatıdır". Bir ideolojiye bağlanmış olan bir sanatçı, bu avukatlığı yapamaz.

Camus gibi edebı-felsefi eserler veren, ateist varoluşçuluğun Fransa'da temsilciliğini yapan Jean-Paul Sartre'a göre ise sanatçı bağlanmalıdır. Sartre burada nesir ile şiir arasında bir ayrım yapar ve şairin bağlanmasını yasaklar. Bunun sebebi ise şudur: Nesir yazarı okuyucüya klavuzluk yapar, ona yol gösterir ve her söz, her şeye işaret eder. Şairin dili ise, araç-dil değildir. "Şairler konuşmaz; susmaz da ... (onlar), sözcükleri birer im değil, birer nesne gibi gören tutumu seçmiştir" .

Sartre'a göre nesir, "özü gereği yararcıdır". Nesir, söz üzerine kurulduğu için bir şeyler anlatır. Edebiyat, kendi özerkliğinin bilincine varmaz, bir ideolojinin boyunduruğu altına girerse, yani herhangi bir kayda ve şarta bağlanmadan, bir amaç olmaktan ziyade bir araç durumuna düşerse, kendine de yabancılaşır. Oyleyse Sartre'a göre de, tıpkı Camus'de olduğu gibi sanat, bir ideolojinin egemenliği altına girmeden başkalarına bir şeyler anlatmalıdır. Camus'de bir başkaldırı sanatı, ideal sanat olarak ortaya çıkarken; Sartre'da ise kendi bilincine varmış bir edebiyat söz konusu edilmektedir. Acaba edebiyat hangi durumda kendi bilincine varacaktır? ona göre "sınıfsız, diktatöryasız ve donuklaşmamış bir toplumda, edebiyat kendi bilincine varacaktır". Bu duruma ulaşmış bir edebiyat, "somut evrensel varlığı somut evrensel varlığa anlatmak" amaç ve görevini yerine getirerek, insanı özgürlüğün gerçekleşmesine de hizmet edecektir. Dikkat edilecek olursa, Sartre'a göre yazar, başkalarına bir şeyler anlatandır. Oyleyse yazar, başkalarına anlatacak kadar değerli birşeyleri olanlardır. Yazar, başkalarına bir şeyler anlatırken, dünyanın görünüşünü örten perdeleri kaldırmak ve dünyaya karşı bir tavır almak durumundadır. Yazar, bu tavır alış esnasında dünyayı reddetmekte ve onu değiştirmek istemektedir.

Dikkat edilecek olursa Sartre, sanat sanat içindir, kaygısını gütmeyen bir edebiyat görüşünü savunmaktadır. O, temsilcisi olduğu varoluş felsefesinin mahiyeti gereği angaje bir edebiyatı seçmek durumundadır. Ama bu angaje olma hali, edebiyatı kendisine yabancılaştırmamalıdır. Acaba varoluş felsefesinin mahiyeti neden bir angaje edebiyatı gündeme getirmektedir? Her şeyden önce, edebiyattaki anlatım biçimlerinden biri olan ve en güzel örneklerini romanda gördüğümüz nesirin "gerçekleştirilen, ya da iletilen felsefeyle (varoluş felsefesiyle) bir bütünlüğü sözkonusudur". Adeta felsefe, roman anatımıyla asıl mesajını iletebilmektedir. Çünkü edebiyatla felsefe arasındaki ilişki en yoğun şekilde varoluşçuluk sözkonusu olduğu zaman ortaya çıkmakta ve bu yoğunluktan ötürü de felsefe ile varoluşçu roman özdeşliği bile gündeme gelebilmektedir. Acaba bu ilişkinin yoğunluk kazanması neden varoluşçulukta gerçekleşiyor? Bunun nedenini şöyle açıklamak mümkündür: Varoluşçulukta, bireysel insanın hayatı ve varoluşunun tasvın önem kazanır. Bu tasvir, felsefenin soyut ve kuru kavramsal diliyle yapılamaz. Burada devreye edebiyat girer. Somut, sübjektif, şahsi tecrübeleri olan bir varlığın tasvirini somut ve bireysel olaylan, bireysel insan hayatını ve tacrübelerini en iyi şekilde edebiyat ve özellikle de roman yapabilir. Hatta varoluşçuluk, "soyutlamayı kullandığı zaman bile, somut bireylilikte existant'ı (varolanı) açıklamak ve keşfetmektir". Edebiyatın da ulaşmak istediği budur ve böylece de edebiyata biraz metafizik hakim olur. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman, sübjektiflik, zaman ve mekan içinde bulunma niteliği taşımayan felsefelerin edebiyattan uzak oldukları söylenecektir. Söz gelimi Aristocu, Leibnizci, Descartesçı, Kantçı bir romandan bahsetmek çok saçma olacaktır. Oysa öz, felsefe tarafından tasvir edilecekse, bunu felsefe adına ancak roman yapabilir ve bu roman da, tabiatı gereği angaje bir roman olacaktır.
1 l 2 l 3

EDEBİYAT İLE FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE - 3

İnsanı salt felsefe tekniğiyle ele almaya çalışan görüşler de vardır. Sözgelimi rasyonalizm, insanı soyut kavramlarla ve akıl yürütmelerle anlamaya çalışır. Rasyonalizm, insanı, apriori bir şekilde temellendirmeye çalıştığı için tasvirden uzaktır ve onun gözünde insan, birey halindeki tek bir insan değil, insanlıktır. Bu tutumundan ötürü de rasyonalizm, insanı, mantıksal bir sürecin ürünü olarak görmüş ve onun bireyselliğini ve şahslliğini yok etmiştir. Oysa varolan insanlık değil, tek tek bireylerdir ve insanlık bir soyutlamadan 'ibarettir. Nitekim Verneaux'nün belirttiğine göre Kierkegaard'ın Hegel'e karşı isyanı, tam da bu noktayı dile getirir: "Istediğiniz her şeyi boşuna söyleyeceksiniz, ben, sizin sisteminizin bir mantık! safhası değilim. Ben varım, ben hürüm. Ben benim, bir bireyim ve bir kavram değilim. Hiçbir soyut fikir benim şahsiyetimi ifade edemez; geçmişimi, halimi (şu andaki durumumu) bilhassa geleceğimi belirleyemez, bilkuvve mevcudiyetimi tüketemez (epuiser). Hiç bir akıl yürütme beni, hayatımı, yapmış olduğum seçimleri, doğumumu, ölümümü açıklayamaz. O halde felsefe için yapılacak en iyi bir şey var, o da, evreni aklileştirmekten (rationaliser) vazgeçrnek, dikkatini insan üzerinde toplamak ve insanın varoluşunu olduğu gibi tasvir etmektir". Objektivizm, insanı şeyler arasında bir şeyolarak görür ve onun bilincini ve sübjektifliğini yok eder. Idealizm ise, temelde insana ve insan bilincine dayanmasına rağmen, insanı yaşamış olduğu dünyanın dışına yerleştirir. Hem objektivizm hem idealizm, insanı, varoluşçuluğun ele almak istediği biçimin dışına iterler.

Acaba varoluşçu edebiyatın kendi tarzında insanı anlamaya ve tasvir etmeye çalışması felsefe için yeterli midir? Şurası açıktır ki, felsefe varoluşçu edebiyata göre daha kuşatıcı ve evrenseldir ve bir şeyin felsefi olması için varoluşçu edebiyatın tavrı yeterli değildir. Çünkü bu edebiyat, daha çok bir antropoloji olarak karşımıza çıkarken, felsefe antropoloji ile sınırlı kalmayıp, kozmoloji ve teolojiye açılmaktadır. Hatta en önemli ve tartışmalı olan felsefi sorunlar kozmoloji ve teoloji ile ilgili sorunlardır. Yine varoluşçu felsefe ve edebiyatta karşılaşmadığımız epistemoloji, felsefenin en önemli problem alanlarından birisidir. Böyle bir durumda şu soru sorulabilir: Sartre ve Camus gibi yazarlar, felsefenin evrenselliğine ulaşabilirler mi?

Anlatım aracı olarak edebiyatı seçmiş olan yazarlar, Aristoteles, Kant gibi filozoflarla karşılaştınldığında, elbetteki felsefenin evrenselliğinden uzak kalırlar ama felsefenin evrenselliğinden uzak kalmak, felsefenin dışında kalmak değildir. Hem Camus, hem de Sartre'ın eserlerinde hep bir varlık, insan varlığı söz konusu edilmektedir. Insan varlığını tasvir eden bir yazar, onun içinde yaşadığı dünyayı söz konusu etmeden yani kozmolojiyi dikkate almadan tasvir işini yapamayacaktır. Camus'de absurde, dünya ile insan bilinci arasındaki kopuşu, Sartre'da da bulantı, ensoi yani dünya karşısındaki insanın durumunu ifade etmiyor mu? Ayrıca, bireysel insan hayatını ele alan bu yazarların eserlerinde, bireyselliğin de aşıldığını görüyoruz. Nitekim Sisofos'un durumu sadece bir insanın durumu değil, bütün bir insanlığın durumudur. Bulantı'da da Roquentin, aynı şekilde bütün bir insanlığı temsil eder. Felsefeci-roman ve piyes yazarları olarak ta nitelendirilebilecek bu yazarlar, edebiyat ile felsefenin izdivacının örneklerini gösteren yazarlar olmuşlardır.

Öyle anlaşılmaktadır ki, felsefe ile edebiyat arasındaki ilişkinin en güzel örnekleri, varoluşçu edebiyat çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Ama bu ilişki, sanıldığından daha da geriye gider. Nitekim Yunanlılarda felsefe ve belagat birbiriyle içiçedir. Söz gelimi Eflatun, metafizik ve politika sistemini oluştururken dilin güzelliğine ve üsluba önem vermiştir. Hatta Stael'e göre, "Eflatun'un metafizik ve politika sistemleri, bu yazarın şöhret kazanmasına, dilinin güzelliğinden, üslubunun asaletinden daha az yardım etmiştir". Ancak Stael'in bu hükmüne katılmak oldukça güçtür. Çünkü bugün Eflatun denildiği zaman akla ilk gelen felsefesinin temel kavramı durumunda olan idealar görüşüdür. Ama şu da doğrudur ki, "Yunan filozoflarının çoğu soyut fikirler üzerinde belagat sahibi hatip insanlardır".

Eğer bir eser, üslupla birlikte düşünceye de önem veriyorsa, ilerlemeye katkıda bulunur. İlerleme, insan aklının ilerlemesidir ve bu da kendini bilim, felsefe ve sanatta gösterir. Sadece üslubu güzelleştirmek için ortaya konulan eserlerin ilerlemeye bir katkısı olamaz. Dolayısıyla edebiyat da düşünceyi yani felsefe ve bilimi zenginleştirmelidir.

ilk denemelerle, mitoloji ve trajedilerde birlikte başlayan felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki, Aydınlanmadan sonraki dönemde sanata ilginin artmasıyla daha da pekişmiştir. çünkü egemen olan bazı ideolojilerin sanattan faydalanmak istemeleri, bilimsellik döneminin yok olmaya başlamasıyla sanat ve edebiyata kayış ve faydacı akla karşı çıkış sanat ve edebiyata ilginin artmasının en önemli nedenleridir. Fransa'da varoşçu felsefe çerçevesinde ömeklendirmeye çalıştığımız felsefe edebiyat ilişkisi, 20. asır Fransız felsefesine edebı bir geleneğin hakim olduğunu gösterir. Ama bu durum, o dönem Fransız felsefesinin bütünüyle edebı olduğu anlamına da gelmez. Hatta Sartre, varoluşçu edebiyatı Marksizm lehinde kullanmaya çalışmış ve onun bu çabası başarısızlıkla sona ermiştir. Bu durumdan ötürü, Fransa'da belli bir süre edebı felsefe bir duraksama bile geçirmiştir. Ancak edebı felsefe, özellikle yapısalcı olan Foucault ve Derrida gibi isimlerle yeni muhtevalar kazanarak yeniden canlanmayı başarmıştır.

Öyle anlaşılmaktadır ki edebiyat, bir anlatım aracı olarak felsefeye hizmet etmekte, felsefenin soyut ve kuru kavramsal diliyle anlatılamayanlar, edebiyat ile anlatılabilmektedir. Artık edebiyat, sadece estetik bir heyecan uyandırmakla kalmayıp, belli bir düşünceyi de iletebilmektedir.

Felsefe ile edebiyat arasındaki ilişkinin, kendi kültür tarihimiz açısından değerlendirilmesinde büyük bir fayda vardır. Çünkü Türk insanının dünyaya, hayata ve bütün varlıklara karşı aldığı tavır, ince düşünülmüş ve felsefi bir sistematiğe bürünmüş olmaktan ziyade edebı, destanı bir tavırdır. Bu anlamda Türk edebiyatı ve folkloru Türk felsefesine göre daha gelişmiş ve zengin bir durumdadır. Ama edebiyatımızın, folklorumuzun ürünleri Türk felsefesinin oluşması, gelişmesi ve zenginleşmesi açısından büyük bir öneme sahiptir. Nasıl ki Camus, Sisifos Efsanesi'nden absurde felsefesini, Promethe mitolojisinden başkaldırı felsefesini oluşturma yoluna gidebildiyse; Nietzsche, Yunan mitolojisindeki ApolIon ve Dionysos tanrılarından ve bu tamılar arasındaki gerginlikten trajedyaya dayalı bir insan anlayışı çıkarmaya çalıştıysa, biz de kendi destanları-mızdan, bütün insanlığa sunulabilecek evrensel mahiyette fikirler ortaya koyabiliriz. Çünkü edebiyatımız, Mevlana, Yunus Emre, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi değerleriyle bu imkanı bize sunabilecek bir durumdadır.

1 l 2 l 3

Cumhuriyet Türkiyesi ve "Marksizm" - 1

Mete Tunçay

Marksizm 19. yüzyıl ortalarında bilimsellik iddiası ile ortaya çıkan bir sosyalizm akımıdır. Bildiğiniz gibi Marksizmden önce de sosyalist düşünceler, akımlar vardı. Engels Antidühring’de verdiği bir bölüm adıyla, onları ütopyacı sosyalistler diye ayırıp Marksizmin, bilimsel sosyalizm olduğunu ileri sürdü. Marksizm, endüstri devrimi sonrası gelişen kapitalist sistemin, tarihi materyalist bir analizine dayanır ve bu kapitalist sistemin iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkûm olduğunu, çünkü ara tabakaları tasfiye ederek gelişmenin toplumda başlıca iki sınıf bıraktığını ileri sürer ve biri üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan ve giderek sayıca azalan ama serbestçe büyüyen bir burjuvazi ve bir de yaşamak için çalışmak zorunda kalan, hiçbir birikimi olmayan ve yoksulluğu giderek artan proletaryadan söz eder. Bu durumda yeni düzenin doğuş sürecini hızlandırmak, doğum sancılarını azaltmak için proletarya bir devrim yaparak hem kendisini kurtaracak hem de sistemi değiştirecek, böylelikle sosyal adaletin gerçekleşeceği yeni düzene geçilecektir. Burada bir proletarya diktatörlüğü aşaması öngörülür. Proletarya diktatörlüğünde toplumdaki diğer sınıflar tasfiye edilerek tek sınıf kalacak, yani sınıfsız hale gelecektir. Bu proletarya diktatörlüğü aşamasına terim olarak sosyalizm, daha sonraki sınıfsız topluma, devletin ortadan kalktığı döneme de komünizm denir.

Sanayileşmemiş ve azgelişmiş, hatta kapitülasyonlar nedeniyle yarı sömürge durumundaki Osmanlı İmparatorluğu gibi devletlerin, bu kural çerçevesinde pek yeri yoktur. Hatta Marksizmin ortodoks yorumunu temsil eden İkinci Enternasyonal, bu durumdaki ülkelerin ileri devletler tarafından sömürülmesinin süreci hızlandıracağı kanısındaydı. İşte bu nedenledir ki İkinci Enternasyonal, emperyalizm yanlısı olmakla suçlanmıştır. 20. yüzyılın başlarında Marksizmin Bolşevik yorumu, yani Leninist yorumu ortaya çıktı. Leninizm Marksizme iki noktada revizyon getirdi. Bunlardan biri, profesyonel devrimci kadrolardan hareketle yeraltında çalışacak sıkı disiplinli bir devrimci parti gereğidir. Bu sayede kapitalizmin olgunlaşmasını beklemeden devrim yapıp devrim sürecini sürekli kılmak imkânı ortaya çıkar. Lenin’in ikinci vizyonu, kapitalizmin yakın zamanda beklenen çöküşüdür; dünya devrimi yine ilerlemiş kapitalist ülkeler tarafından başlatılacak, yarı sömürge durumundaki ülkeler de rezerv güçler olarak devrimi destekleyeceklerdir.

Osmanlı tarihine bakıldığında, Osmanlı çağdaşlaşmacılarının sosyalizm diye bir kaygıları olmadığı görülür. Bunun için çeşitli nedenler düşünülebilir. Bu kişilerin başlıca derdi, liberalizm diyebileceğimiz anayasacılık, özetle keyfi iktidarın sınırlandırılmasıyla devleti kurtarmaktır; hatta aynı dönemde Avrupa’da siyasi mülteci olarak yaşayan Ruslarla karşılaştırdığımızda, Rusların derdi çarlığın çökmesini sağlamak, Osmanlının derdi ise devletin kurtarılması, devletin yaşatılmasıdır. Aynı muhitlerde bulunmalarına rağmen problematikleri birbirine çakışmadığı için tanışmaz, birbirlerinden etkilenmezler. Bunun sebeplerinden birinin, Almanca bilgisinin eksikliği olduğunu düşünüyorum. Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler Alman felsefesini tanımamakta, Almanya’ya ait bilgileri Fransızlar üzerinden bilmektedirler, İngilizce bilenleri de çok azdır. Osmanlı döneminde gayri Müslim anasır, Batı ile ilgileri nedeniyle sosyalizmi Müslüman-Türk unsurdan daha önce daha önce tanır.

Atatürk 1927’de verdiği büyük Nutuk’ta Türkiye Büyük Millet Meclis’inin açılışından söz ederken "Bizim milli siyasetimiz" açıklamasıyla sosyalizme ilginç, örtük bir gönderme yapar; "İnsanlara, özel duygu ve bağlantılarını unutturup, onların kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirme, insani bir devlet kurma teorisinin de kendisine özgü koşulları vardır" der ve devam eder: "Ama bu koşullar henüz var olmadığı için bizim ülkemiz için açık ve uygulanabilir gördüğümüz meslek-i siyasi, milli siyasettir" der. Böylelikle sosyalist Türkiye olunamayacağını, zaten dünyada da bu koşulların olmadığını ifade eder.

Osmanlı sosyalizminin, Marksizmle çok az olan teması kulaktan dolmadır. Fakat Milli Mücadele Anadolu’sunda sol düşünce, sosyalizmle hayli ilişkilidir. O dönemde model, Rusya ve Rusya’da uygulanan bolşevizm, ortodoks Marksizm değil, Marksizm-Leninizmdir. Milli Mücadele Anadolu’sunda, daha çok stratejik sebeplerle bolşevizme, antiemperyalizm açısından yakınlık gösterilmiş ve genellikle bolşevizm İslamiyetin bir gereği olarak sunulmuştur. Hüseyin Hilmi de Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın nâşir-i efkârı olarak İştirak diye bir gazete çıkartır. İştirak, Arapça’da hem sosyalizmin hem komünizmin yerine kullanılan, ortaklamacılık, kolektivizm gibi bir mana taşıyan bir kelimedir. Milli Mücadele Anadolu’sunda çeşitli akımlar görülür; Yeşil Ordu, İslamiyetle bolşevizmin bir sentezidir. Halk İştirakiyun Fırkası aslında hafî partinin, yani yeraltı komünist partisinin legale çıkmış hali olmakla birlikte, halk tarafından yadırganmamak için Arapça dolayısıyla İslamiyete yakınlık vurgusu yapar. Milli Mücadele Anadolu’sundaki diğer bütün hareketler, resmi Türkiye Komünist Fırkası dahil, İslamla bir ortaklık ararlar. Sadece bir ara Halk İştirakiyun adı ile legale çıkan hafî parti ve İstanbul’daki Aydınlık çevresi, dine bulaşmayan bir sosyalizm anlayışı ortaya koyar. Kurtuluş Savaşı ertesinde laikliğin gitgide daha çok vurgulanmasıyla, İslamiyetle komünizm arasında kurulmaya çalışılan sentez unutulup gitmiştir. Milli Mücadele Anadolu’sundaki sol akımlar, Çerkez Ethem ayaklanması dolayısıyla bir darbe yemiştir. O sırada legal olarak örgütlenmiş bulunan Halk İştirakiyun Fırkası kendi kendine kapandığı ve ileri gelenleri İstiklal Mahkemesi tarafından mahkûm edildiği gibi, resmi Türkiye Komünist Fırkası da kapanmıştır. Halk İştirakiyun, 1921 sonbaharında ileri gelen üyelerinin hapisten kurtulmasıyla yeni bir örgütlenme fazına girmiştir. 1922’de, tam Büyük Taarruz arifesinde Ankara’da büyük bir kongre yapan Türkiye Komünist Partisi, kongreyi yaptıktan sonra yasaklanmış ve bundan sonra da komünizm hep koğuşturulmuş, mahkûm edilmiştir. Bu ana kadar çok ilginç çabalar görmek mümkündür; "Marx’ın, Kuran’ı okuyarak sosyalizmin esaslarını keşfettiği" ya da "Lenin’in, İslamiyete bakarak bolşevizmi oluşturduğu" düşünceleri vardır. Bundan sonra bu çabanın kalmadığını görürüz.

Cumhuriyet döneminde, 1925’te, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasının arkasından çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla ülkede her türlü muhalefet tasfiye edilmiş ve bu arada ayaklanmayla herhangi bir ilişkisi olmayan İstanbul’daki Aydınlık çevresi, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Şefik Hüsnü’nün etrafındaki çevre de İstiklal Mahkemesi tarafından ağır şekilde cezalandırılmış, Türk solu yeraltına itilmiştir. Milli Mücadele Anadolu’sundaki sol sönerken, İstanbul’daki çevre önce Kurtuluş dergisini, peşinden Aydınlık dergisini çıkartır, bir legal parti de kurarlar: Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası. Bir yandan da bu parti çatısı altında, İstanbul Komünist Grubu adını taşıyan ve Komintern’le ilişki kurmaya çalışan bir yapı vardır. Nitekim 1922’de Ankara’daki kongrede seçilen İştirakiyun delegeleri ile birlikte, yıl sonuna doğru toplanan Dördüncü Komintern Kongresi’ne, İstanbul’dan Sadrettin Celal, Vedat Nedim Tör, Ankara’dan da Salih Hacıoğlu, İsmail Hüsrev Tökin, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu giderler. İstanbul grubu Ankara’daki hareketin sona ermesinden itibaren, ilk yıllarda hür bir Marksist yaklaşım içerisindedir; proletarya ağırlıklı bir sosyalizm düşünürler, fakat yazılarında proletaryanın çok geniş bir tanımı olduğunu görürüz. "Proletarya" kelimesi Roma’dan gelir ve "çok-çocuklu" anlamını taşır. Marksist literatürde ise herhangi bir birikimi olmayan, dolayısıyla yaşayabilmek için sürekli çalışmak zorunda olan insanları anlatır. Yani orta halli insanların, her çalışanın, her ücretlinin proletarya diye düşünülmesi söz konusu değildir. İstanbul’daki çevre başlangıçta "Bu ülkede paşalar, beyzadeler dışında yaşayan herkes proleterdir" gibi çok değişik bir proletarya tanımı yapar. İstanbul’da bu işe önderlik edenler Batı Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İsviçre’de okumuş birtakım aydınlardır. Başlangıçta Leninizmi pek bilmezler, fakat zamanla İstanbul Komünist Grubu kendisini Türkiye Komünist Partisi olarak da ilan edip Komintern’le ilişki kurdukça onun disiplinine girer ve şablonlarını paylaşmaya başlarlar.

Cumhuriyet’in ilan edildiği günlerin biraz sonrasında çıkan Vazife gazetesinde Şefik Hüsnü’nün, Sadrettin Celal’in yazılarında, Aydınlık dergisinde çıkan çeşitli yazılarda entelektüel açıdan çok değerli ve özgün analizler bulmak mümkündür. Komintern, "Dünya Partisi" demektir; tıpkı Sosyalist Enternasyonal gibi o da "Dünyada tek bir parti var, dünya partisi var, çeşitli milli partiler bunun seksiyonlarıdır" der. Örneğin Fransız Sosyalist Partisi, Dünya Sosyalist Partisi’nin Fransa seksiyonudur. Fransız Komünist Partisi, Dünya Komünist Partisi’nin Fransa seksiyonudur. Komintern’in kendisi, kurulduğu 1919’dan kapatıldığı 1943 yılına kadar çeşitli dalgalanmalar geçirir. Özellikle kendi dışındaki Marksist gruplar veya sosyal demokratlarla ilişkilerinde, zaman zaman demokratik değerler çerçevesinde işbirliği stratejisini izlemiş, zaman zaman onları "emperyalizmin işbirlikçisi, düşman" diye nitelemiştir. Bütün bunlara bağlı olarak Türk Partisi de Komintern’le ilişki içindedir, artık Komintern’in Türkiye seksiyonu olarak çalıştığı dönemlerde bu şablonculuğu izlemeye başlamıştır. Örneğin Rusya’da Troçkistler "kötü kişi" oldukları zaman, Türk Partisi içinde de Troçkistler aranıp bir gruba "Troçkist" denir ve bu kişiler dışlanır; yani Rusya’da ne oluyorsa, mutlaka onun yansıması Türkiye’de de aranır ve bu 1930’lu yıllara kadar devam eder.
1 - 2

Cumhuriyet Türkiyesi ve "Marksizm" - 2

Rasih Nuri İleri’nin Atatürk ve Komünizm adlı kitabında "Atatürk döneminde komünistlere çok ilişilmediği" gibi bir düşünce varsa da, ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum; her dönemde komünistlerin üstlerine gidilmiştir. Sosyalizm, Marksizm, Komünizm Türkiye açısından çağdaşlaşmacı bir ideolojidir ve onların iktidara gelseler yapmak istedikleri şeylerin birçoğunu yeni Kemalist Cumhuriyet de yapar. Örneğin 1930’lu yıllarda bir Yunan komünistinin Metaksas hükümetine karşı söyledikleriyle bir Türk komünistinin Türkiye’deki Kemalist iktidarlara karşı söylediklerini karşılaştırdığınız zaman Türklerin çok ılımlı olduklarını görürsünüz. Bence bunun sebebi, geniş ölçüde yapılmakta olan uygulamaların onaylanmasıdır. Komünistlerin ellerini bağlayan bir başka şey de, genç Cumhuriyet’in Sovyet yanlısı dış politikasıdır. O kadar ki, Milli Mücadele sırasında alınan yardımdan sonra Atatürk, kesinlikle Ruslarla iyi geçinmek gerektiğini ifade eder. Dış politikadaki bu Sovyet dostluğu Türk komünistlerinin muhalefetini de çok ciddi olarak sınırlar. Bunun da önemli bir şey olduğunu sanıyorum, ama Tek Parti döneminde tek muhalefet de, bu yeraltı partisinin yaptığı muhalefettir. Daha önce İtalya’da faşizm yükselmiş, ama 1933’te Naziler Almanya’da iktidara gelmişlerdir ve belli ki Nazizm kendisini zaten bu Sovyet komünizmini yok etmeyle tarif eden bir ideolojidir. Dünya solu açısından, faşizmin ve nazizmin yükselmesi çok büyük tehlikedir. Komintern’de antifaşist güçlerle her ülkede iyi geçinmek, halk cepheleri kurmak, faşizmin yükselmesini önlemek kararı verilir ve bu stratejinin Türkiye’ye uygulanmasında daha da ağır bir sonuca varılır. Türkiye için Komintern’de desantralizasyon, yani TKP’yi merkezden ayırma kararı verilir. Bir rivayete göre, Komüntern’in bir yetkilisi Türk Merkez Komitesi’ne gelip şöyle der: "Şimdi söyleyeceğim şeylerden dolayı benim Kemalist bir ajan olduğumu sanmayın. Ben size Komintern’in direktifini tebliğ ediyorum." Bu konuşmadan sonra siz mümkün olduğu kadar illegal faaliyetleri sona erdirin. Kemalist hükümetin işçi hakları, özgürlükler diye canını sıkmayın. Bu aslında iyi bir hükümettir, şimdiye kadar da Halk Partisi hükümetine çok haksızlık ettiniz, onun yaptığı reformların kadrini bilmediniz. Sadece siz, Türkiye’de faşizmin yükselmesi tehlikesine karşı uyanık olun, ama belki bir iskelet kadro bırakarak partiyi dağıtın, hepiniz legal örgütlere üye olun, legal gazetelerde, dergilerde yazı yazıp bir tek Sovyet dostluğunu devam etmesi ve Türkiye’de faşizmin yükselmesine karşı uyanıklık gösterin. Bu 1936’nın kararıdır; ancak partiye tebliğ edilip edilmediğini anlamak zordur, çünkü yıl içinde bununla hiç de uyuşmayan yayınlar görmek mümkündür.

Bu dönemde İspanya’da bir iç savaş yaşanıyor, İtalya ve Almanya Frankist asilere yardım ediyordu; cumhuriyetçilere de hem Batı’nın ilerici liberalleri İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan, Amerika’dan yardım ediliyor, hem de Sovyet yardımı oluyordu ama birtakım analizciler Stalin’in Sovyet yardımını artırarak Franco isyanını bastırmanın, İngiltere ve Fransa’yı fena halde ürküteceği ve Sovyet Rusya’yla ittifaktan büsbütün uzaklaştıracağı korkusuyla İspanya’yı feda ettiğini savunurlar. Ama yine de bir türlü İngiltere ve Fransa, Rusya’yla, Almanya ve İtalya’ya karşı ittifaka girmez ve bu sebepledir ki Stalin, Nazi-Sovyet Paktı’nı yapıp zaman kazanmak yoluna giderek biraz hazırlanma vakti bulur. (Türk Partisinin kararı İspanya’ya karışmamaktır.) Daha sonra 1941’de Almanlar Rusya’ya saldırınca, İngiltere’nin özellikle istemediği ittifak kurulur. Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’yla bir ittifak kurar. Stalin de bu durumda Komintern’i lağveder. Daha sonraki yıllarda Kominform (Dünya Komünist Partilerinin İletişim Şebekesi) kurulacaktır; yani Türkiye’nin 1936’da yaşadığına benzer bir durum, dört beş yıl sonra dünyada da gerçekleşir.

Türkiye Komünist partisi hep illegal olmuştur. Osmanlı İstanbul’unda kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ile Ankara’da ve Anadolu içinde kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası dışında, özellikle Cumhuriyet yıllarında Türkiye Komünist Partisi hep yeraltında kalmak zorundadır. 1945 yazında Milli Kalkınma Partisi, 1946 yılı Ocak ayında Demokrat Parti kurulur ve Türkiye’de tek parti dönemi resmen sona erdirilip çok partili hayata geçirilir ve birçok parti birden kurulmasına teşebbüs edilir. Bu arada Marksist partilerin de legale çıkma çabaları vardır. Önce Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Türkiye Sosyalist Partisi, ondan kısa bir süre sonra da Şefik Hüsnü çevresinin Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi görülür. Ancak savaş içinde ilan edilmiş olan sıkıyönetim, çokpartili hayata geçildikten sonra da devam eder, zaten çokpartili hayata geçerken meşruiyet yelpazesi çok dar tutulur; milliyetçi sağ istenmediği gibi sol da istenmez. Meşruiyet yelpazesinin dar tutulması çok önemlidir, zaten 1924 Anayasası’na, Halk Partisi’nin "altı ok"u 1930’lu yıllarda dahil edilir ve 1961 Anayasası’na kadar kurulan her siyasi parti bu "altı ok"u benimsemek zorundadır; aksi takdirde Anayasa’ya aykırı düşer. Ancak 1960 sonrasında, özellikle 1961 Anayasası’yla Türkiye’de sosyalizmin yeniden keşfedildiği ve Marksizme olan ilginin yaygınlaştığı söylenebilir. O vakte kadar Türkiye’de solculuk yurtdışında birtakım kitaplar okumuş, toplantılara katılmış, örgütlere girmiş insanların aktardığı bilgilerle sınırlıdır, doğru dürüst bir literatür yoktur; örneğin yeni harflerle sosyalizmi, komünizmi, bolşevizmi öğrenmek isteyenler Haydar Rifat’ın tercüme ettiği kitaplara başvurmak zorundadırlar. Tabii bir de parti içindeki durumu hayli ilginç olan Nazım Hikmet’in edebiyatı söz konusudur, yani solculuk daha çok Nazım’ın şiirlerini okuyup onları sürekli kopya edip çoğaltmakla gelişmektedir. Nazım’ın kendisi yeraltı Türkiye Komünist Partisi içinde çoktan parti dışına atılmış bir durumdadır; ama Nazım’ın şiirleri muhtemelen gizli Komünist Partisi’nin Dünya Barış Günü’nde, 1 Mayıs’larda çıkardıkları el ilanlarından daha etkilidir.

1961 Anayasası ile birdenbire meşruiyet yelpazesi genişleyince, Marksizm bilgisi de Türkiye’de yaygınlaşmaya başlar. Ondan sonra bir taraftan sol kanat içinde parlamenter bir hareket genişler: Türkiye İşçi Partisi. Türkiye İşçi Partisi, Marksisttir, ancak bunu çok açık olarak programında söyleyemediğinden daha çok imalarla hareket eder. Fakat bu parlamenter kanadın faaliyet yayınları, açıklamaları tatmin etmez ve özellikle gençlik içinde, Türkiye İşçi Partisi dışında parlamento dışı bir muhalefet gelişir ve tabii bunun teorik temelleri de atılır. Parlamento dışı muhalefet daha çok milli demokratik devrim çerçevesinde hareket etmeye çalışır; "Türkiye’nin önündeki acil şey nedir? Sosyalist devrim daha sonraki bir aşamanın işidir, çünkü önce demokratik devrimi yapmalı" düşüncesinden hareket edilir. Burada, Marx’ın gelişme aşamaları kuramına bir gönderme yapılır. Parlamento dışı muhalefet hareketi içinde üniversite çevrelerinin kaydı yaygındır. Birtakım kovuşturmalar ve bastırmalar olur. 1970’li yıllarda, 12 Mart öncesinde ve sonrasında sosyalizm isteyen, ama bunun Sovyet tecrübesindeki gibi değil, Çin tecrübesindeki gibi olmasını önerenler ortaya çıkar. Bana kalırsa bu dönemde, yani 1970-1980’lerin hareketlerinde iki temel zaaf vardır. Bunlardan biri Marksizm-Leninizmin antiemperyalizmine toplu vurgu yapmaktır; solculuğun sadece antiemperyalizm üzerinden ifade edilmesi, milliyetçilerden ayrılmayı bir hayli zorlaştırır. Bu nedenledir ki, örneğin Türkiye’de nevi şahsına münhasır, Mina Urgan gibi Kemalist komünistler çıkmıştır. Bu sol hareketin ikinci temel zaafı da öğrenci sınıfıyla sınırlı kalmasıdır. Oysa hepimiz biliriz ki öğrencilik bir sınıf oluşturmaz.

Cumhuriyet döneminde Türk Marksizmine asıl darbe, 1980’li yılların sonunda Sovyet imparatorluğunun çökmesiyle gelmiştir. Evet, köken komünizmdi; Marksizm adına zaman zaman bir polis devlet niteliğine bürünmüş bir yönetimdi, dolayısı ile Leninist olmayan Marksistler, Avrupa sosyal demokratları sevinçle karşılamalıydı, ama sonuçta sadece Marksizm-Leninizmin değil bütün dünya solunun çökmesine değilse bile gerilemesine yol açan bir gelişmeydi. Türkiye’de Marksist olanlardan başlayarak, yanlış sebeplerle bir çözülme oldu. Kalıcı olan Marksizmin eşitlikçi değer sistemidir; bu ölebilecek bir şey değildir, insanlık var oldukça bu eşitlikçi değerler, sosyal adalet arayışı dünyanın her tarafında olacaktır; ama bu son on beş yılın değişmeleri öyle gösteriyor ki artık Marksizmin bel bağladığı proletarya vurgusunu sürdürmek o kadar anlamlı bir şey değildir. Eğer dünya değişecekse, bunu sadece proletaryaya özel bir görev olarak yüklemek yanlış bir beklenti olur. Türkiye’de de dünyada da Marksizmin, sadece Marksizm-Leninizmin değil, Leninist olmayan Marksizmin de bir mülkiyet takıntısı vardır, yani üretim araçlarının mülkiyetinin belirleyici olduğu düşünülür. Buna çeşitli itirazlar olmuş olmakla birlikte, artık öyle anlaşılıyor ki, belirleyici olan mülkiyetin kime ait olduğu değil, kimin denetleme gücüne sahip olduğudur.

Tarihe baktığınız zaman, bir saat gibi sarkaç hareketi görürsünüz. Bazen bütün dünya daha eşitlikçi bir tarafa gider, bazen daha seçici bir tarafa gider. Öyle anlaşılıyor ki 20. yüzyılın sonlarında neoliberalizm, neokonservatizm fikirleri ile ileri dünya bir hayli sağa gitti, ama bu sürgit devam edemez; Fukuyama’nın sandığı gibi tarihin sonuna da gelinmiş değildir, bu sarkaç sallanmaya devam edecektir. Önümüzdeki yüzyıllarda, hepimiz görmesek de bazılarınız bu sarkaç hareketinin devam ettiğini görecektir. Bu neoliberal, neokonservatif pozisyondan daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir tarafa doğru sarkacın hareket edeceğini bekliyor ve umuyorum.  
1 - 2

EPİKTETOS’UN HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFİ GÖRÜŞLERİ - 1

Enver DEMİRPOLAT 


1-Hayatı: Milattan sonra 55 yılında Phrygia (Frigya)’da Hierapolis’te (Şimdiki Pamukkale yakınları) doğduğu rivayet edilen bir Yunan filozofudur. Çocukken Roma’da İmparator Neron’un azatlısı Epaphroditos’a satılmış bir köle idi. Asıl adı bilinmediği için Yunanca “satın alınmış adam -köle - uşak” anlamına gelen “Epiktetos” olarak adlandırılmıştır.

Epiktetos, Roma’da felsefe okuma imkânını bulmuş, kölelikten kurtulunca felsefe öğretmenliği yapmış, 90–94 yıllarında Roma imparatoru Domitianus bütün filozofları yurdundan kovunca, Nikopolis’e gitmiş orada Stoik felsefe ilkelerini öğretmeğe başlamıştır. Yokopolis’te yokluk içinde yaşamış ve burada ölmüştür.

2-Eserleri:

Hiçbir yazılı eser bırakmamış, fakat büyük bir etki yapmıştır. Kendisini seven birçok öğrencileri olmuş, bunlardan İzmitli Finvius Arrianus, Epiktetos’un öğrettiklerini “Düşünceler - Epiktetos Elkitabı” adıyla sonradan kitap halinde toplamış ve böylece felsefesi hakkında bilgi edinmek mümkün olmuştur. Gerçekte Epiktetos’un eseri sekiz kitaptan oluşmasına karşın günümüze kadar ancak dört kitabı ulaşmıştır.

Epiktetos’un, bu eseri daha çok ahlaki öğütlere ayrılmışbir söyleşi türündedir. Kinik okulu mensuplarının uyguladığı türde kurmaca bir muhatapla diyaloglar biçiminde, kendisini tutkuların kölesi olmaktan kurtarıp doğaya uygun biçimde yaşamakla yetinerek bilgece esenliğe ulaşmak için öğrencilere yöneltilen konuşma metodunu kullanmıştır.

3- Felsefi Görüşleri :

Epiktetos’un felsefesinin ana hatları kısaca şöyledir: Tanrı’ya güvenmek, vicdanın sesini dinlemek ve insanların kardeşçe yaşamaları esasına dayanmaktadır.

Kendisine, bilge kişi olarak Sokrates ile Diogenes’i örnek alan Epiktetos, temelde ahlak ile ilgilenmiş ve gerçek eğitimin, tümüyle bireye ait olan tek şeyin bireyin iradesi ya da amacı olduğunu kavramaktan başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Ona göre insan, iradeden bağımsız olan iyi ya da kötü hiçbir şey bulunmadığını öğrenmeli ve olayları öngörmeye veya yönlendirmeye kalkışmayıp sadece onları anlama çabası göstermelidir.

Epiktetos’a göre insana kendisinden başka birisi zarar vermez. Epiktetos’un mesajı yönetici sınıfa değil daha çok orta sınıfadır. O, insanı, Tanrı’dan başka insanlarıda içeren büyük bir sistemin üyesi olarak görmüştür. Ona göre insanlar akıllı yanlarıyla Tanrı’nın çocuklarıdırlar ve kendilerinde tanrısal öğeler taşırlar.

Epiktetos’un ahlak felsefesinin temelinde genel olarak şu iki kural dikkat çekmektedir:

a-İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir.

b-Olayları öngörüp yönlendirmeye çalışmak yerine, onları sadece bilgelikle kabul etmeliyiz.

a- Epiktetos’un Felsefe ve Filozof Anlayışı :

Epiktetos’a göre felsefe öğreniminde ilerlemek isteyen bir kişinin öncelikle şu kaygıları zihninden çıkarıp atması gerekir:

“İşlerime önem vermezsem az zaman sonra iflas ederim ve yiyip içecek bir şey bulamam. Kölemi cezalandırmazsam gittikçe edepsiz olur.” Ona göre, kaygıyla varlık ve bolluk içinde yaşamaktansa; korkuları ve sıkıntıları kovup, açlık içinde ölmek daha iyidir.

Epiktetos, yine felsefe öğreniminde ilerlemek için bilgiç geçinmekten sakınılmasını gerektiğini ileri sürer. Çünkü ona göre, bazı kimselerin gözünde önemli bir kişiymiş gibi görünmek, kişinin kendinden şüphe etmesini de beraberinde getirir. Kişinin hem kendine hem de dış eşyaya iradesini uydurması kolay değildir. Bunlardan birine bağlanmak ötekini itmek zorundadır.

Ona göre her birimizin gerçek efendisi istediğimizi bize veren ve istemediğimizi yolumuzdan uzaklaştırandır. Öyleyse özgür olmak isteyen her insan ne başkalarının elinde olan şeyleri istemeli, ne de onlardan kaçınmalıdır. Kişi bunu yapmazsa zorunlu olarak esirdir.

Bir kişinin filozof olmaya karar verdiğinde zor badirelerden geçmeye hazırlanması gerektiğini ifade eden Epiktetos, bu konuda şunları söylemektedir:

“Filozof mu olmak istiyorsun? Hemen alaya alınmaya hazırlan". Ve inan ki halk, “Bu adam bir gecede filozof oldu. Bu meydan okuyuş ona nereden geliyor?” diyecek. Sende sakın bu durum olmasın. Sana iyi ve güzelgörünen düşüncelere sımsıkı bağlan. Ve unutma ki dayanırsan önceleri seninle alay edenler bile ilerde sana imreneceklerdir. Oysaki alaylarına önem verirsen iki kat gülünç olursun.Birine yaranmak için dış eşyaya bağlanırsan bil ki değerinden düşmüşsündür. Bunun için her işte, her durumda filozof olmak sana yetsin. Filozof olduğunu göstermek istersen kendi kendine görünmeyi üstün tut. Bu sana yeter.”

Herkesin aynı karakter ve nitelikte olamayacağını savunan Epiktetos, filozof olmak için kişinin bazı isteklerinden vazgeçmesini salık vermektedir. Ona göre bu konuda takip edilmesi gereken yollar şunlardır:

“Öncelikle yapacağın işin niteliğini anlamağa çalış. Sonra bu yükü taşıyacak kadar güçlü olup olmadığını anlamak için kendi karakterini incele. Çünkü hepimiz aynı şey için doğmuş değiliz. Filozof mu olmak istiyorsun? Düşün ki bu yola girmekle, onlar gibi bütün zevklere veda edebilir misin? Geceleri uyanık kalıp, çalışmağa, ailenden ve dostlarından uzak kalmağa, bir esirin oyuncağı olmağa, kısacası her yerde geride durmağa razıolmak gerekir. Ya bedenine bağlıya da ruhuna bağlı şeylerle uğraşmalısın. Özetle ya iç dünyanın servetini ya da dış dünyanın zenginliğini elde etmeğe çalışmalısın. Ya bir filozofun karakterini ya da düpedüz bir adamın karakterini seçmelisin. Kendine sakın filozof deme. Kültürsüzlerin önünde derin ve önemli problemler açılırsa sus. Çünkü henüz sindirmediğin şeyi açıklamada senin için büyük tehlike vardır. Bir gün bir kimse çıkar da senin hiçbir şey bilmediğini ileri sürerse ve sen öfkelenmezsen o zaman filozof olmağa başladığını anla. Çünkü koyunlar ne kadar yem yemiş olduklarını çobanlarına gidip göstermezler, ama yedikleri yemi iyice sindirdikten sonra süt ve yün yaparlar. Sen de bilgisizlere özlü düşünceler sayıp dökme. İyice sindirmişsen bunlara davranışlarınla göster.”

Felsefe öğreniminde alınan mesafenin belirtilerini açıklayan Epiktetos, konu hakkında şu ifadeleri kullanmıştır:

“Felsefe öğreniminde bir adamın ilerlediğinin gerçek belirtileri, kimseyi yermez, övmez, kimseden sızlanmaz, kimseyi suçlandırmaz, güçlü bir kişi imiş ya da bir şeyler bilirmiş gibi kendisinden hiç söz açmaz. Elde etmek istediği şeyin eline geçmesine bir engel ya da herhangi bir şekilde güçlükler çıkarsa yalnız kendisini sorumlu sayar. Olur da bir kimse kendisini överse, onunla gizlice alay eder; eğer suçlandırılırsa haklı çıkmağa çalışmaz. Onun hiçbir şeye karşı taşkın ve coşkun hareketi yoktur.”

Felsefe öğrenen kişinin yaşantısında, bazı kesitler hakkında bölümler olduğunu savunan Epiktetos, bu bölümleri ve onların değerlendirilmesi hakkında şöyle demiştir:

“Felsefenin birinci ve en önemli bölümü kuralların uygulanmasını anlatan bölümdür. Örneğin: Kişi hiç yalan söylememelidir. İkinci bölümü, bunun ispatını gösterendir; neden yalan söylememeli? Üçüncüsü, ise ispatların delillerini vererek, bir ispatın ne olduğunu ve onun gerçekliğini ve kesinliğini gösteren bölümdür ki delil, sonuç, zıtlık, çelişme, gerçek, çürüklük gibi türlü terimleri anlatır ve açıklar. Üçüncü bölüm ikincisi için, ikincisi birincisi için zorunludur. Ama hepsi için zorunlu olan birinci bölümdür. Bizler, genellikle bu düzeni tersine çevirir ve hep üçüncüye önem veririz. Tüm çabamız ve incelemelerimiz üçüncüsü için; delil ve ispat için olur. Ve birinciyi; uygulamak olan bölümü unuturuz. Böylece gerekince yalan söylemekten çekinmeyiz. Buna karşılık yalan söylememek gerektiğini her zaman iyice ispata hazırız.”

Filozofun işinin bedenen çalışan kişiye göre daha zor olduğunu iddia eden Epiktetos, felsefenin başlangıcı ile ilgili olarak, “Felsefe; ne olursa olsun yapmağa zorlandığımız ödevlerde cılızlığımızı ve bilgisizliğimizi anlamak ile başlar. Gerçekten felsefeyi seviyorsak irademizi olaylara göre düzenleyelim ki çıkan işlerden ve çıkması gerekirken olmayan şeyler yüzünden hep mutlu kalalım” ifadelerini kullanmaktadır.

Sıradan eserleri okumakla filozof olunamayacağını söyleyen filozofumuz, bunun için insanların yaşantılarında kendilerini düzeltmelerinin gerektiğini belirtmiştir. Daha sonra aynı konuda muhatabına, “Bazı felsefe prensiplerini yuttun, hemen onları öğretmeğe kalkıyorsun. Önce onları sindir dostum ve senin temelli bir yerindeki değişikliği göster” şeklinde ifadeler kullanmıştır.

1 |2 |3 |4

EPİKTETOS’UN HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFİ GÖRÜŞLERİ - 2

Epiktetos, filozof ve felsefenin, hekim ve hekimlik ile aynı görevi yaptığını belirterek şu örnekleri ileri sürmektedir:

“Hekimlik, sürekli hastalığı olanlara hava değiştirmeyi salık verdiği gibi, felsefe de, bunun gibi kökleşmiş alışkanlıkları olanlara yer değiştirmelerini salık verir. Çünkü bu alışkanlıklarının kuruluşunu sağlayan hava onları güçlendirmekten başka bir şey yapmaz. Filozofun ekolü, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için gidilmez, ama hayat kurtaran bir acıyı çekmek için gidilir.

Epiktetos, felsefe öğreniminin çok hassas ve dikkati gerektiren bir durum olduğunun altını çizerek bu konu hakkında şu benzetmeyi yapmıştır:

“Kaptanın en küçük bir dalgınlığı bir gemiyi batırdığı gibi yapacağımız en küçük unutkanlık, en küçük bir dikkatsizlik de felsefe öğreniminde bütün ilerlemeyi yok edebilir. Öyleyse uyanık olalım. Koruyacağımız şey altın yüklü bir gemiden daha değerlidir. Bu; temizlik, sözde durma, direnme, Allah’ın buyruklarına boyun eğme, acıdan, kaygıdan, korkudan kurtulma, kısacası gerçek özgürlüktür.”

Felsefe ve filozofun insanlara sabrı ve davranış düzenliliği kazandırdığını belirten Epiktetos, konu hakkında şöyle demektedir:

Filozof, kötü insanlardan, yaptıklarından daha çok kötülük bekler. Biri bana sövdü. Ona beni dövmediği için teşekkür ederim. Felsefe; sen de ancak davranışlarınla görünsün. Kirli kılığı zindandan çıkan bir katil gibi düşkün ve iğrenç olan bir filozof; özlü sözlerini bana satmağa kalkarsa, beni nasıl kendisine çeker? Bir adamı bu halde bırakan felsefeyi bana nasıl sevdirebilir?”


b- Tanrı Anlayışı :

Yaratılan her şeyin sebep-sonuç ilişkisi doğrultusunda olduğunu belirten Epiktetos, Tanrı’nın varlığını ispat etmek için eserden yola çıkmaktadır. O, görüşlerini aşağıdaki örnekleri vererek açıklama yoluna gitmiştir:

“Allah, sadece renkleri yaratıp onları ayırt edip, görecek gözleri yaratmamış olsaydı bu renkler neye yarayacaktı? Renkleri ve gözleri yaratıp da ışığı yaratmasaydı renkler ve gözler neye yarayacaktı? Bu üç şeyi birbiri için yaratmış olan kimdir? Bu eşsiz birliğin yaratıcısı kimdir? Allah’tır. Demek ki tanrısal bir kuvvet vardır.”

Ona göre insan, bu dünyada Allah’ın niteliğinin ve O’nun yarattığı eserlerin seyircisi, O’nun açıklayıcısı ve övücüsü olmalıdır. Bu eşsiz gösteriden (hayattan/dünyadan) yalnız şöyle görmüş olarak çıkıp gitme. Gör, tanı, öv ve O’nu kutla.

Bir hükümdarın ya da büyük bir beyin koruması, bizi huzur içinde ve her türlü tehlikeden uzak tutmağa yeter. Oysaki koruyucu ve baba olarak Allah’ımız var. Niye bu korunma kaygılarımızı, korkularımızı atmak için yetmiyor.

Bir kişi Epiktetos’a dedi ki: “Hiç birini atlamadan Allah’ın bütün davranışlarımı görmüş olduğuna beni nasıl inandırabilirler?” Epiktetos ona şu cevabı verdi: Bütün dünyadaki eşya ve olayların aralarında bağları olduğuna inanıyor musun? -Evet- Dünyada olup bitenlerin gök kuvvetleri yönünden yönetildiğine inanıyor musun? –Evet- Her şeyin zamanında olup bittiğini ve her mevsimin zamanında başladığını görüyorsun. Güneşin yakınlaşması ya da uzaklaşması ile ayın dolgunlaşması ya da incelmesi bütün tabiatın yüzünü değiştiriyor. Bundan sonra yeryüzündeki her şeyin, vücutlarımızın “bütün” ile o kadar birleşik olduğunu gördükten sonra, bu kainattan daha Tanrısal olan ruhumuzun ondan ayrı olduğunu ve onu yaratan Allah’ın ayrı ve bağımsız olabileceğini nasıl düşünebilirsin. Senin anlayışının Tanrılık kadar engin olduğunu sana kim söyledi? Çevrende görünen her şey senin gözünün önündedir. Gözü yaratanın gözünden bir takım şeylerin kaçıp kaçamayacağını sen düşün.

Tanrı’ya şükür edilmediğinden dolayı insanın nankör olduğunu belirten Epiktetos, “Allah’ın bize verdiği olağanüstü iyiliklerden bile söz edilse, bunun için şükretmek şöyle dursun, onu suçlandırır ve ondan sızlanırız. Bununla birlikte bir parçacık olsun duygulu ve borç nedir bilen bir yüreğimiz olsa, tabiatın herhangi bir parçası, en küçüğü bile, Tanrısal gücü ve üzerimizdeki iyiliklerini duymamıza yetecektir” şeklinde görüşlerini ifade etmektedir.

İnsanın aklı olduğu için Tanrı’yı övmesi gerektiğini belirten filozofumuz, kendisinin, insanlara sadece inançlarında özgürlüğü korumalarını öğrettiğini ve Allah’ın da yalnız bunları korumaları için insanları yarattığını söylemiştir.

Ona göre Allah’ın en doğru, en yerinde, en çok ayaklar altına alınamayacak kanunu, her zaman güçlüye boyun eğmesi ve akılla onu yenmesidir.

Epiktetos, “Sultanların ve büyüklerin karşısına çıktığın vakit yükseklerde seni gören, duyan ve senin daha çok borçlu olduğun daha büyük bir sultanın var olduğunu hatırla” şeklinde fikirlerini dile getirerek kişinin Tanrı’yı hep hatırında tutmasını belirtmiştir. Aynı şekilde “Allah’ın karşısına ne halde çıktığına önem vermemekle seni yaratana leke sürüyorsun. Oysaki ustadan ustaya, eserden esere ne büyük ayrılık var” sözleriyle yaratıcının
eserlerinden hareketle O’nun büyüklüğünün bilinebileceği görüşündedir.

Epiktetos’a göre Allah’ın niteliği zeka, bilgi, düzen ve akıldır. Kişinin her an kendi kendine: “Beni yaratan Allah’tır ve Allah benim içimdedir. O’nu gittiğim her yere götürüyorum. O’nu niçin utandırıcı düşüncelerle, bayağı işlerle ve alçakça isteklerle kirleteyim” şeklinde telkinde bulunmalıdır.

Epiktetos, felsefenin konularından olan bilgi / epistemoloji hakkında fazla bir fikir beyan etmemiştir. Ancak o, öğrenilmesi gereken ilk bilginin; “Tanrısal iyilikleri ile her şeyi yöneten bir Allah’ın varlığı, yalnız davranışlarımızın değil ama duygularımızın ve düşüncelerimizin de ondan saklanmayacağı” olduğudur. Ona göre Tanrı, insana Varlığında bulunan en büyük, en soylu, en şahane, en tanrısal şeyi; düşüncelerini iyice kullanma bilgisini ve en gerçek nimetleri kendinde bulma gücünü vermiştir.”

c-Ruh Anlayışı :

Epiktetos’a göre insan kendi bedenine gerekli şeyleri örneğin yeme içmeyi, elbiseyi, evi, hizmetçileri vs. ruhun ihtiyaçları ne kadar ve nasıl gerektiriyorsa o kadar istemelidir. İnsanların beden ölümünden korktuklarını, oysa asıl korkulması gerekli şeyin ruhun ölümü olduğunu dile getiren düşünürümüz, ruhun ölümünün nasıllığı hakkında bir görüş belirtmemiştir. Ancak genel görüşlerini incelediğimizde kanaatimizce onun, ruhun ölümünden muradı ruhun kötülüklerle kirlenmesi ve kişinin Tanrı’ya olan bağlılığının azalıp yok olmasıdır.

Epiktetos’a göre, “Ruhun büyüklüğü enginliğiyle değil, inançlardaki kesinlik ve gerçeklikle ölçülür.”

O, ruhların tekamül edip olgunlaşmasının aniden olamayıp zamana bağlı olduğunu belirterek “Ruhların bir atılışta meyvelerini tam olgunlaştırmalarını istiyorsun. Bu doğru mudur? Ölmemek insanlar için bir felakettir. Başak için sararıp olgunlaşmamak ve biçilmemek ne ise ademoğlu için de ölmemek odur” diye fikirlerini anlatmaktadır.

Epiktetos, ruhun nasıllığını anlatırken doğrudan bir ifade yerine örneklerle fikirlerini anlatır. O, ruhu, su dolu bir havuz örneğiyle açıklamak yoluna gitmektedir. “Ruh su ile dolu bir havuz gibidir. Onun kanatları bu havuzu aydınlatan ışıktır. Havuzun suyu dalgalandıkça ışığın da dalgalandığı sanılır. Oysa ki ışık olduğu gibidir. İnsan içinde bu böyledir. O bulanık ve üzüntülü iken, erdemleri bulanık ya da sarsılmış değildir. Onun özündeki güçler kıpırdanmıştır. Bu güçler durgunlaşınca her şey durgunlaşacaktır” diye görüşünü açıklamaktadır.

1 |2 |3 |4

EPİKTETOS’UN HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFİ GÖRÜŞLERİ - 3

d-Ahlak Anlayışı:

Felsefesini genellikle ahlak üzerine kuran Epiktetos, bu konuya eserinde oldukça geniş yer vermiştir. Görüşlerini bir nasihat ve öğüt şeklinde ifade eden düşünürümüz, kişinin kendisine ister yalnız isterse toplumda iken hiç değişmeyecek bir karakter ve her vakit boyun eğeceği moral kuralları bulmasını söylemiştir. O, bir insanın dünyanın gidişatından kendini kurtaramayacağını göz önüne alarak yapılan en iyi şeyin dünyanın gidişatını olduğu gibi benimseyip hem sıkıntıdan hem de tedirginlikten kurtulmanın mümkün olduğunu ileri sürmektedir.

Onun nasihat şeklindeki ahlaki kurallarından bazılarını zikretmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bu kurallar şunlardır:

1- Evlenmeden önce elinden geldiği kadar cinsi zevklere karşı perhizli ol. Eğer bu zevklere yanaşırsan hiç olmazsa sapık olma. Yaptığın perhizle övünme.

2- Biri çıkar da bir kimsenin seni yerdiğini söylerse ileri sürüleni yalanlamağa kalkma.

3- Herhangi bir olayda sonuç nasıl çıkarsa çıksın sevinmeğe çalış. Böylece ne kızar ne de üzülürsün. Alkıştan, kahkahadan ve taşkın hareketlerden çekin. Evine döndüğün zaman, gördüklerinden uzun uzadıya laf açma. Çünkü bunlar ne senin huylarını düzeltmeğe, ne de seni daha ahlaklı bir adam haline getirmeğe yarar.

4- Edebe aykırı lakırdılara kendini bırakıp koyuvermek çok tehlikelidir. Böyle konuşmalara tanık olursan, fırsat düşünce konuşanı azarlamaktan çekinme. Olmazsa sus ve yüzünün kızarmasıyla, bakışlarının ağırlığı ile bu lakırdıların hoşuna gitmediğini belli et.

5- Bir işe girerken, bu işi yapmanın senin ödevin olduğunu bildikten sonra, halk ne kadar kötü düşünecek olursa olsun yaparken görülmüş olmaktan korkma. Bu davranış kötü ise onu hiç yapma.

6- İnsanlar kendilerine ya çok pahalı ya da çok ucuz değer biçerler. Herkes kendine ne değer biçerse pahası odur.

7- İyi ve kötü senin isteğine bağlıdır. Güzel, iyi, kötü, doğru, yanlış anlamları, incelikle ve ölçü ile uygulamasını öğrenmeden önce, herkesin rasgele kullandığı terimlerdir. Kavgalar, çatışmalar ve savaşlar hep bundan doğar. Ben “bu doğrudur” derim. Başka biri “doğru değildir” der. Nasıl anlaşmalı? İyice yargılamak için elimizde hangi kural var? İnanç mı? İşte iki kişiyiz ve ikimizin de birbirine zıt iki inancımız var. Doğrusu inanç nasıl güvenilir bir yargıç olabilir? Delilerinde kendilerine göre bir inançları var. Öyleyse gerçeği öğrenebilmek için sarsılmaz bir kuralın olması gerekir. Bu kural cinste görülen özellikleri türe uygulamaktır. Böylece herkesin benimsediği karakterler her özel olay karşısında geri düşüncelerimizi doğru yola getirecektir.

8- Dünyaya gelen insanların bir kısmı satmak, bir kısmıda satın almak için gelmişlerdir.

9-Kötü huylara ve ihtiraslara düşkün kimselerin ruhu hiç doymaz. Kararsız, akımlarına uyarak sürüklenip durur. Bunlar dost olamazlar.

10- Güzellik ile çirkinlik arasında başkalık olmadığını ileri sürmek nankör ve toy olmaktır. Güzelliği yok sayarak ondan kurtulmak mümkün değildir. Onu bilmek ve ona dayanmak gerektir.

11- Bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel söz anlama sanatı vardır.

12- İyice kendine güvenmeden kötü alışkanlıklarla üstünkörü de olsa savaşma. Çünkü savaş için şimdilik iki güç denk değildir. Seni yenmiş olan yine yenebilir.

13- İnsanın gerçek soyluluğu doğuştan değil erdemden gelir.

14- Balmumundan inançlarımız oldukça güneşten uzaklaşınız.

15- Sağlık bir iyilik, hastalık bir kötülüktür.-Yanlış düşünce. Sağlığı yerinde kullanmak bir iyilik, kullanmamak bir kötülüktür. Hastalığı akıllıca yönetmek bir iyilik, yönetmemek bir kötülüktür.

16- Bütün istemediklerini yapan kötü bir adam bulunamayacağı gibi özgür olan kötü bir adam da yoktur.

17- Olgun ve kültürlü insan; varlığına, başkaları için kıyarak onu kazanır.

18- Uydurma bir özgürlüğü kazanmak için insanlar en büyük tehlikelere göğüs gererler. Sen gerçek, güvenli hiçbir gücün elinden alamayacağı özgürlüğü kazanmak için hiçbir yol bulmayacak mısın? En küçük bir sıkıntıya girmeyecek misin?

19- İstediğini elde eder etmez mutlu olacağını sanıyorsun. Aldanıyorsun. Onu elde eder etmez eşit kaygılar, özlemler, tiksinmeler, korkular, istekler başgösterecek.

20-Mutluluk elde etmekte ve zevk duymakta değil, ama istememektedir. Çünkü mutluluk özgür olmaktadır.

21- Yaşlı bir zengine dalkavukluk edeceğine olgun bir adama yaranmağa çalış.

22- Dostlarının alayları senin yaşayışını değiştirmeğe engel olmasın. Rezalet içinde olup, onlara yaranmayımı, ya da erdemli olarak onların gözünden düşmeyi mi üstün tutarsın?

23- Bize yabancı her şey, değer verince bizi köleliğe götürebilir.

24- Gerçek mutluluğun karakteri, sürmek ve hiçbir engele çarpmamaktır. Bu iki karakteri olmayan mutluluk gerçek değildir.

25- Aklını geliştirmek, olgunlaştırmak, tabiata uymaya alışmak ve ödevlerini yerine getirmek için uyanık kalırsan ancak o zaman sana idealist derim. Çünkü insana yaraşır tek ideal işte budur.

26- İnsan, temizliği, iyiliği, vefayı, adaleti yitirdiği vakit ve ruhuna Allah’ın işlediği Tanrısal değerler silindiği vakit mutsuzdur.

27- Güzel sözler yazarız. Ama bu sözler bize işlemişmidir ve onları uyguluyor muyuz?

28- Bugün göz yumulan küçük bir yanlış adım, yarın seni daha büyüğüne yuvarlayacak ve sürüp giden bu aldırmazlık senin hiç düzeltemeyeceğin bir alışkanlık meydana getirecektir.

e- Akıl Anlayışı :

Epiktetos, kişiyi yönetenin insanın aklı olduğunu söyleyerek, “Her şeye özendiğin gibi varlığının en temelli yönünün kısası seni yöneten aklın da çarpılmamasına özen. Hayatımızın her hareketinde bu kurala uyarsak her şeyi daha güvenle yapmış oluruz” diye konu hakkındaki görüşlerini açıklama yoluna gitmektedir.

Epiktetos, insan aklının, bedeni yönettiği için dengelerin korunmasına işaret ederek, “Her şeyi yoluna koyacak olan akıl sapıtırsa onu yoluna kim koyacak?” şeklinde bu konuyu dile getirmiştir.

Filozofumuz, kişinin, aklı olan geçici bir hayvan olduğunu onun ancak akıl ile hayvanlardan ayrıldığını belirterek, insanın akıldan uzaklaştığı, akılsızca hareket ettiği zaman kaybolup kendi vasıflarından sıyrılacağını ve geriye sadece bedeni olan bir hayvanın ortaya çıktığını belirtir.

Aklın, iyinin ölçüsü olacağını bunun toplumsal olaylar içinde geçerli olduğunu belirten Epiktetos, “Kolektif aklın emrettiği prensiplerle yönetilen bir kentte; düzenin, ölçü ve çekingenliğin bulunduğu görülür. Böyle bir kentte en doğru inançlar ele alınacak ve her türlü erdem başüstünde yer bulacaktır. Orda adalet nur saçacaktır, güvenlik iyi düzenlenecek, herkesin çoluğu çocuğu olacak ve bu çocuklar iyi terbiye edilerek yetiştirilecek, herkes imanla Allah’a kulluk edecektir” şeklinde görüş ileri sürmektedir.

1 |2 |3 |4

EPİKTETOS’UN HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFİ GÖRÜŞLERİ - 4

f- Diğer Görüşleri :

Epiktetos, yukarıda konu başlıkları halinde verdiğimiz görüşlerinin dışında diğer fikirlerini çok kısa olarak açıklamaktadır. Bu görüşler özetle şöyledir:

1-Yapacağın her işte, girişmeden önce ne olacağını ve arkasından ne çıkacağını iyice düşün, ondan sonra işe kalk. Bu yolu tutmazsan yapacağın her harekette başlangıçta zevk duyarsın. Ama sonunda rezalet kendini gösterince utanç içinde kalırsın

2-Olabildiği kadar sus ya da, kaçınılmaz sözleri söyle ve az kelimeyle söyle. Ara sıra konuşman gerekir. Bu durumlarda bayağı konulardan söz açma. Özellikle yerme, övme ve karşılaştırma için tanıdığın kişileri ele alma.

3-Becerebilirsen dostlarının konuşmalarını sözlerinle düzelt ve ahlaka uygun konulara çevir. Eğer yabancılar arasında isen hiç ağzını açma.

4-Uzun zaman, sık sık ve kahkahalarla gülme.

5-Zorlanmazsan hiçbir zaman, hiçbir şey için yemin etme. Zorlanınca olabildiği kadar az yemin et.

6-Evinden dışarıda yemek yeme ve bütün ziyafetlerden kaçmağa çalış. Ama olağanüstü bir sebep seni zorlarsa, ayaktakımı gibi davranmamak için, bütün dikkatini kendi üzerinde topla.

7-Gücünü aşan rolü üzerine alırsan, bu rolü iyi oynayamadığın gibi yapabileceğin rolü de bırakmış olursun.

8-Bir kere sınırı aşan için artık sınır yoktur.

9-Biz ancak elimizde olana hakimiz ve bütün karşımıza çıktıkları gibi almağa mecburuz.

10-Hayvanlarla ortaklaşa sahip olduğumuz bir gövde ve Tanrılarla ortaklaşa sahip olduğumuz bir ruh. Bazı insanlar birinciye, bazıları ikinciye düşkündürler. Onun için bir takım insanların düşünceleri soyludur. Sayısı çok olan öbürlerinin de düşünceleri bayağıdır.

11-En çok göze çarpan gerçeklere inanmayanlarla tartışma neye yarar? Bunlar insan değil taştırlar.

12-Özgürlük ile delilik birlikte bulunmazlar. Özgürlük yalnız güzel değil aynı zamanda akla uygun olan bir şeydir. Özgürlük olayların senin hoşuna gittiği gibi gelmesinde değil, ama olduğu gibi gelmesindedir.

13-Ben niye böyle bir ana ve babadan doğdum? Doğmadan önce filancanın filanca ile evlenmesini ve benim onlardan doğmamı istiyorum demek elinde mi idi? Doğuşun uğursuz oldu ise bunu erdem ile düzeltmek senin elinde değilmidir?

14-Hiçbir gücün yıkamayacağı adam, inançlarında dayanıklı ve elimizde olmayan her hangi bir şeyin kendisini sarmasına göz yummayandır. O bana göre bir atlettir.

15-Bütün insanların benimsedikleri anlamlar vardır. Kavgalar, karışıklıklar, savaşlar nereden çıkıyor? Bu ortaklaşa anlamların özel olaylara uygulanmasından. Adalet ve iç temizliği şüphesiz her oluştan üstündür.

16-Senin olanı iyice koru ve başkasının olanı isteme. Böyle davranırsan hiçbir aksilik mutluluğuna engel olamaz.

17-Kendime düşkünsem varlığa bağlı isem ben yok olmuşumdur, artı esirim demektir. Böylelikle nereden elde edilebileceğimi, vurulacağımı belli etmişimdir.

18-Bir taşa küfret, neye yarar? O seni duymaz. Onun için taşa benze, sana söylenen küfürleri duyma.

19-Körlere ve topallara acıyorsun. Niçin kötü insanlara acımıyorsun? Onlar da başkalarının topal ve kör olmaları gibi kötüdürler.

20-İnançlarımızın ölçü ve kanunu davranışlarımızdır.

21-Güven yalnız elinde olan şeylere, ihtiyatıda elinde olmayan şeylere uygula. Böylece hem ihtiyatlı, hem de güvenli olursun. Çünkü gerçek yıkımları ihtiyatla uzaklaştırarak, korkusu altında bulunduğun uydurma belalara cesaretle karşı koyacaksın. İnsanların yıkılışı her vakit ihtiyatlarını, güvenlerini kötü ve yanlış kullanmaktan gelir.

22-Kadınlar orta malıdır. Bu tabiatın kanunudur diyenlere: “Sofraya konan etlerde önce ortaklaşadır. Ama tabaklara dağıtıldıktan sonra komşuna düşeni tabağından almağa kalkarsan bütün soyluluğunu, utanmanı kaybetmiş olursun. Tiyatro da bütün vatandaşlar için ortaktır. Ama yerler tutulduktan sonra oturmak için komşunu ne yerinden kaldırmağa davranır, ne de kaldırırsın. Kadınlar da böyledir. Kanunu yapan onları dağıttıktan ve her biri kocaya gittikten sonra, kendi karını bırakıp komşunun karısını almağa kalkman doğrumudur? Bunu yaparsan sen bir adam değil, bir maymunsun ya da bir canavarsın.”

23-Ben süresiz değilim bir insanım. Saat günün bir parçası olduğu gibi, ben de bütünün bir parçasıyım. Saat gelip geçer ben de gelip geçerim. Geçip gitme şekli önemli değildir. İster sıtma ile, ister su ile boğulma olsun, hepsi eşittir.

Sonuç olarak denilebilir ki: Epiktetos, Epicur’ün düşüncesine kendi ahlaki anlayışına göre gayr-i ahlaki olduğu için karşıdır ve o düşünceye ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Zaman zaman “Ey Ahmak!” gibi ifadeler kullanarak karşıtlığını ifade etmekten de çekinmemiştir. O, Sokrates ve Diogenes’in fikirlerini ise genelde benimsemektedir.

Epiktetos, öğüt verirken genellikle ölümü örnek verir ve mütevazı olmayı savunur. Bu durum onu tam bir tevekkül insanı yaparak olayların gidişatını kadere bırakmaya yönelerek kendisinin dünya malına ilgi duymamasını sağlamaktadır. O, insanın dünyanın gidişatından kendisini ayıramadığına göre yapılacak iş, onun gidişini olduğu gibi benimsemek olduğunu belirtmektedir. Bu durum ona göre kişiyi gereksiz sıkıntı ve tedirginlikten de kurtarır. Epiktetos’a göre en önemli erdem bilgeliktir ve insan için iyi olan tek şey iradedir.

1 |2 |3 |4
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP