ARISTOTELES (M.Ö. 385-322)

Tüm zamanların tartışmasız en büyük filozofu olarak görülen Aristoteles, var olmak bakımından varlığın ne anlama geldiğini sorgulayarak, asıl varlık bilimini “ilk felsefe” olarak tanımlar. Ona göre var olmak, bir şey olmak demektir. Şu halde onun düşüncesine göre gerçekten var olan şeyler, Platon’un ideaları gibi evrensel değil, kendisine mantıkta bahsedilen kategorilerin yüklendiği özne olan bireysel tözlerdir. Bu açıdan, Aristoteles için var olmak, belirli türden bir töz olmak anlamına gelmektedir. Töz bağımsız bir var oluşa sahip olup diğer her şeyin varlık sebebi olarak karşımıza çıkar. Aristoteles’a göre, tözler bulunmasaydı, başka herhangi bir şeyin var olması imkansız olurdu. Kategorilerin ilki olan töz, diğer kategorilerin hepsine öncelikli olması bakımından onların da var oluşunun nedenidir. Tözün kategorilerden önce gelmesi, onlar olmaksızın var olması anlamına gelmez. Herhangi bir kategori, varlığın bir dalı olması bakımından varlık için gereklidir.

Varlık, bölünebilir olma açısından madde ve formdan meydana gelmektedir. Meydana gelen varlık ne Platon’da olduğu gibi salt bir form ne de Demokritos’taki gibi salt bir maddedir. Form veya töz meydana gelmez olup meydana gelen şey ise, bu formun bir maddeyle birleşmesinden dolayı ortaya çıkan bütündür. Madde ve form ayrımı, doğada bulunan her şeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır. Aristoteles’e göre, somut varlık anlamında ele alınan her töz oluş ve bozuluşa bağlıyken, form ise oluşa bağlı olmadığı için bozuluşa da bağlı değildir. Meydana gelen şey mahiyet değil de o şeyin varlığı olduğundan, durum bu şekildedir. Bireysel duyusal tözlerin ne tanımı ne de kanıtlanması mümkündür, zira bu tözlerin maddesi vardır ve maddenin doğası ise olmak ya da olmamak imkanıdır. Bundan dolayı bireysel duyusal tözlerin tümü bozuluşa yani yok oluşa tabidir.

Aristoteles dört unsurun da madde ve formunun bulunduğunu ve bunların maddelerinin, bütünüyle belirsiz ve yapısız yerlerde durma gereğinin bir sonucu olarak var oluşu varsayılan, ancak analoji yoluyla bilinen ilke olan ilk madde (prote hyle) denilen şey olduğunu söylemektedir. Duyulur cisimlerin maddeleri formdan ayrık değildirler ve sürekli bir karşıtlığa eşlik ederler. Karşıtların konusu olduğu için maddeyi ilke ve ilk saymanın gerektiğini belirten Aristoteles, başta ileri sürülecek ilkeyi, edim halinde duyusal bir cisim olarak tanımlar. Formun maddeyle olan ilişkisi, hareket veya maddeyi içeren dünyadaki her şeyin tabi olduğu değişime olanak sağlar. Gerçekte hareket kuvve halinde olanın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.

Aristoteles, üç türlü varlığa geliş tarzından bahseder: Doğal, sanata dayalı ve kendiliğinden oluş. Birincisinde Aristoteles, doğayı tanımlayarak onu her türlü varlığı içinde bulundurup değişimlere yol açan güç olarak gösterir. Doğal oluşta her şey bir şey tarafından, bir şeyden meydana gelir ve bir şey olarak ortaya çıkar. İkincisinde, formun önceden varlığı daha az açıktır ve bilfiil var edeni gerektiren bu oluşta bilfiil bir var olanın ortaya çıkması gerekmemekte, varlığın formu bilfiil var edenin zihninde olmaktadır. Üçüncü tür oluş, ilk iki türe bağlı olarak ortaya çıkar ve burada önemli olan taklit (mimesis) kavramıdır. Gerek doğal gerekse sanatsal meydana gelmelerde meydana gelen şeyin bir kısmının daha önceden var olması gerekir. Var oluşta ne form ne de madde oluşmaktadır. Aristoteles’e göre, zaten formun ezeli bir varlığı vardır. Form, içlerinde gerçekleştiği varlıkların aralıksız olarak birbirlerinin ardından gelmeleri sayesinde ezeli-ebedi olmaktadır. Form, somut varlığa işaret etmez, bundan dolayı da Platoncu ideaların açıklamaları bize bir şey ifade etmez.

Aristoteles, fiili, kuvvenin kendisine yöneldiği erek (telos) olarak açıklar. Bir şeyi yapabilmek için o yetiye sahip olunur, bunun tersi değil. Kuvve de böylece fiilin gerçekleşmesi için vardır. Ezeli-ebedi olan, doğal olarak bozuluşa tabi olandan önce gelmektedir ve kuvveyle hiçbir şey ezeli-ebedilik kazanmış değildir. En gerçek anlamda bilfiil olan, kuvveye sahip olmadığı için Tanrıdır. Salt kuvve olması nedeniyle madde de ezeli-ebedi olmuştur. Hareket ise, bunlardan bir kuvve değildir, zira her şey doğası gereği ezeli-ebedi hareket halindedir. Hareketin oluşu bir hareket ettirici sayesinde olabilir. Kendisi hareket edenin hareket ettirmesi imkansız olduğundan, hareketin bir sebebi olan hareketsiz bir şeyin olması gerekir. Formlar, ezeli-ebedi hareketi güçten yoksundurlar ve salt bilfiil değildirler. Bu güce sahip olmayan bir şeyin verdiği hareket ezeli-ebedi olamayacağından, tüm bu niteliklere sahip ve hareketi zorunlu olarak devam ettirecek ezeli-ebedi bir töz, hareketin gerçek sebebidir. Bu tözün de salt form ve salt fiil olan Tanrı olduğu muhakkaktır. Tanrının, değişimin ereksel nedeni olarak fail neden olmasını, etkisinin daima tüm evren içinde devam etmesi olup bu harekete şevk katmasında aramalıdır.

Var olan şeylerdeki oluşum ve değişimi, Aristoteles, dört nedenle açıklar: Birincisi kendisinde değişmenin ortaya çıktığı dayanak olan maddi neden, ikincisi bir şeyin ne olduğunu belirleyen formel neden, üçüncüsü hareketin veya değişmenin kaynağına karşılık gelen ve aynı bireyde birleşen fail neden, dördüncü ve sonuncusu da bir şeyin amacını veren ereksel nedendir. Aristoteles’in dört nedeninden yalnızca etkin ve ereksel neden bugün için neden kavramına karşılık gelmektedir.

Nietzsche'den Seçilmiş Düşünceler - 1

"Yollar"

İnsanlığı büyük tehlikelere sokan hep sözde "kısa yollar" oldu, daha kısa bir yolun bulunduğu haberlerinin sevinciyle hep yllarından ayrılıyorlar... ve yolunu kaybediyorlar.

Hepimizin Akılsızlığı Nerde Yatıyor


Biz hâlâ yanlış dediğimiz yargılardan, artık inanmadığımız öğretilerden sonuçlar sonuçlar çıkarıyoruz.... duygularımızla

Yönetmek

Kimileri yönetme işinden zevk aldıkları için yönetirler; kimileri yönetilmek istemedikleri için:- Son belirtilen yöntem şekli, bu iki köyüde sadece en az kötü olanıdır.

Unutmak

Unutma diye bir şeyin olduğu henüz ispatlanmamıştır; bildiğimiz, tekrar anımsamanın gücümüz dahilinde olmadığıdır. Geçici olarak, gücümüzün bu boşluğuna "unutmak" sözcüğünü koyduk, sanki dizinde bir fazla yeti varmış gibi. Ama sonuç olarak bizim gücümüz dahilinde olan ne var ki! -Eğer bu sözcük gücümüzün bir boşluğunda duruyorsa, öteki sözcükler gücümüze ilişkin bilgimizin ir boşluğunda durmak durumunda değiller mi?

"Neden ile Sonuç!"

-Bu aynada - ve aklımız bir aynadır - düzensizlik gösteren bir şeyler oluyor, belirli bir şey her seferinde başka belirli bir şeyi takip ediyor... onu biz deliler, algılamak ve adlandırmak istersek " neden ile sonuç diye adlandırıyoruz1 Sanki bir şey anlamışız ve anlayabilirmişiz gibi. Biz "nedenlerin ve sonuçların" imgelerinden başka şey görmedik! Ve şimdi bu imgelilik, birbirini takibi olan bağlantının kavranmasını olanaksız kılıyor!

Kuşkucunun Sakinleştirilmesi

- "Ne yaptığımı hiç bilmiyorum! Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum!" -Haklısın ama yaptırılacağından kuşkun olmasın! her an! İnsanlık bütün zamanlarda etken ile idilgeni karıştırdı. Bu onun bitmeyen gramer hatası.

İnsan Kendini Nereden Tanır

Bir hayvan bir diğerini görür görmez, kafasında kendini onunla ölçer; ve insanda vahşi çağlarda böyle yapardı. Bundan da anlaşılıyor ki, her insan kendini hemen hemen sadece savunma ve saldırı gücü bakımından tanır.

Fanatizm Ne Zaman Arzu Edilir

Uyuşuk doğalar sadece fanatikleştirlmek suretiyle çoşturulabilir

Bağımlının Muskası

Kim kaçınılmaz olarak bir efendiye bağımlıysa, korku saçıp efendisini kontrol altında tutacak bir şeyi olmalı: Örneğin dürüstlük yada temiz kalplilik yada keskin bir dil.

Yanılmayı İstemek

İyi sezişli kıskanç insanlar kendilerini üstün hissedebilmek için rakiplerini iyi tanımayı istemezler.

İki Arkadaş

Arkadaştılar, ama arkadaşlıkları bitti ve her ikiside karşılıklı olarak arkadaşlıklarını sona erdirdiler: Birisi çok yanlış tanıdığına inandığı için, öteki çok iyi tanıdığına inandığı için.. ve her ikiside yanıldı! Çünkü ikisi de kendini yeterince tanımıyordu.

Zararlı

Bir genç, en kesin şekilde kendisiyle aynı düşünenlere farklı düşünenlerden fazla saygı göstermesini öğretmek suretiyle bozulur.

Henüz Yeterli Değil!

Bir şeyi kanıtlamak yeterli değil, insanları ona ikna etmek yada onun düzeyine yükseltmekte gerekmektedir. Bu yüzden bilen kimse bilgeliğini söylemeyide öğrenmelidir: bir aptallık gibi sık sık tınlayacak şekilde.

İstemek Nedir?

Güneşin doğduğu anda odasından çıkıp," güneş doğsun istiyorum" diyene; ve bir tekerleği durduramayıp, "onun dönmesini istiyorum" diyene; ve güreşte yere fırlatılıp "burda yatıyorum, ama burada yatmak istiyorum!" diyene güleriz. Amabütün kahkahalarımıza rağmen! "istiyorum sözünü kullandığımızda bu üçünden başka birşey mi yaparız?

Kendi Erdemlerinden Kaçma

Eğer bi düşünür ara sıra erdemlerinden kaçmayı bilmiyorsa , onun ne değeri var. Onun "sadece bir ahlaksal yaratık olmaması gerekir

Aldatılmak

Eylemde bulunmayı istediğiniz an, kuşkuya kapıyı kapatmak zorundasınız... demiş bir eylem adamı..
Ve sen bu şekilde aldatılan kişi olmaktan korkmuyormusun?.. diye cevap vermiş bir dalgın.

Daha Seyrek Yetingenlik

Başkasını yargılamak istememek ve onun hakkında düşünmekten kaçınmak, çogu kez insancıllığın küçük bir göstergesi degildir..

Ustalık

İnsan ustalığa, yapım esnasında hem yanılmıyor hem de duraksamıyorsa erişmiştir.

İnsan Nasıl Taşlaşmalı.

Yavaş yavaş sertleşmeli bir mücevher gibi... ve sonunda sessiz ve sonsuzluğun sevincinde yatıp kalmalı.

Kayıplar

Ruha yücelik veren kayıplar vardır, bu sırada ruh yüksek, siyah selvilerin altında sessizce dolaşıyormuş gibi feryaddan kaçınır.

Unutulmayın

Kendinizi yukarıya ne kadar çok çıkarırsak, uçamayanlara o kadar küçük görünürüz.

Ağırlaşmak

Onu tanımıyorsunuz: Kendine çok ağırlık asabilir, yinede onların hepsini yükseğe cıkarır.Küçük kanat cırpışlarınızdan sonra, o aşağıda kalsın çünkü bu ağırlıkları kendine asmış diye karar verirsiniz.

Doğruluk

Bana: “Haydi öyle olsun! Seni deneyeyim bir”, demek olanağı veren her kuşkuyu överim. Fakat deneye izin vermeyen hiçbir sorunun lafı edilmesine de dayanamam. Benim “ doğruluğumun” sınırları bunlardır işte: Ondan ötesi için yiğitlik sökmez artık.

Başkalarının hakkımızda bildikleri

Kendi hakkımızda bildiklerimiz belleğimizin hatırda tuttukları, yaşantımızın mutluluğu için sanıldığından daha az kesindir. Bir gün gelir, bu yaşantıda başkalarının hakkımızda bildikleri ( ya da bildiklerini sandıkları) şeyler çıkıverir ortaya; o zaman onların fikirlerinin daha güçlü olduklarını fark ederiz, insan adının kötüye çıkmasından ise bildiklerinin yanlış çıkmasına daha kolay katlanır.

1 - 2

Nietzsche'den Seçilmiş Düşünceler - 2

Ayrı duranlar

Parlamentarizm, yani beş tane politik düşünce arasından birini seçmek için verilen resmi izin, bağımsız ve kişisel görünmekten çok hoşlanan bir sürü insanın özellikle hoşuna gider.Fakat aslında sürüye tek bir düşünceyi zorla kabul ettirmek ya da beş tanesi arasında seçim yapmasına izin vermek o kadar önemli değildir; bu beş düşünceden hiçbirini paylaşmayan ve herkesten ayrı duran kişi, bütün sürüyü aleyhine çevirir her zaman.

Bir savunucu aleyhinde

Bir davaya zarar vermenin en kalleşçe yöntemi bunu, bile bile kötü nedenler ileri sürerek savunmaktır.

Alkış

İnsan gürültü yapmadan alkışlayamaz, hatta kendini bile.

Neye inanırsın?

Şuna: Her şeyi yeniden teraziye vurmalı.

En insancıl davranış nedir?

Birisinin utanmasını önlemek.

Gurura karşı

Çok şişinme: Ufak bir iğne patlatıverir seni.


Okuyucuma

Sağlam çeneyle sağlam mide: İşte benim istediğim. Kitabımı hazmedince benimle anlaşacaksın muhakkak.

Güçbeğenir

“Canının istediği gibi seç” deselerdi cennetin tam ortasında küçük bir yer seçerdim: Ama yer, kapısında olsaydı daha iyi olurdu.

Bencillik

Bencillik, duyguların perspektif yasasıdır: Buna göre en yakın nesneler en büyük ve en ağırlarıdır, uzaktakilerin ise ağırlıkları ve boyları küçülür.

Zerdüşt

Doğrusu şu ki, insan kirli bir nehirdir. Kirli bir nehiri kirlenmeden içine alabilmek için bir deniz olmak gerek. Görüyorsunuz, insandan üstün olmayı öğretiyorum size: Üstün insan bu denizdir; sizin büyük aşağısamanız onda yok olabilir.

Ne yazık, insanın artık dünyaya yıldız getiremeyeceği zamanlar yaklaştı. Ne yazık, insanların en aşağılığının, kendini aşağısamasını artık bilemeyenin görüleceği zamanlar yaklaştı.

Ne mutlu uykusu olanlara, hemen uyuyacaklar çünkü.

Bir gün Şeytan şöyle dedi bana: “ Tanrı’nın da cehennemi var: İnsanlara beslediği sevgidir bu”.
Geçende de söyle dediğini duydum onun: “Tanrı öldü; insanlara olan merhametinden öldü Tanrı”.

Toplum

Bulanık suda balık avlayanla derinliklerden feyiz alanları halk kolaylıkla bir tutar.

Her ulusun kendine öz iki yüzlülükleri vardır: Erdemleri, der bunlara o. İnsan kendi en iyi yanını bilmez, bilemez.

Bir barbarlık dönemi başlıyor; bilimler de ona hizmet edecekler.

İnsan

Sonuçlar karşısında korkaklık: Çağcıl bir kusur.

Ne denli yükselirsek, uçmak bilmeyenlere o denli küçük görünürüz.

Tutkulu insanlar, başkalarının ne düşündüklerini az düşünürler: Durumları onları hiçliğin üzerine yükseltir.

Bir inancı sırf adettir diye kabullenmeye namussuzluk, korkaklık, tembellik denir. Şu halde namussuzluk, korkaklık, tembellik ahlakın önsel’i olsalar gerek.

Her erdemde budalalık eğilimi, her budalalıkta erdem eğilimi vardır. Rusya’da “evliya gibi aptal” derler. Yaşam, sıkılmaya vakit kalmayacak kadar, çok kısa değil midir? Hiç değilse insan cennetteki, sonsuz mutluluğuna inanmalı ki.....

Kadını kadının içinde özgürlüğe kavuşturmalı!

Kadının nasıl bir nimet olduğunu tüm derinliği ile hissetmek gereklidir.

Düşünce

“Bilgi kuramı”ndan ibaret kalan felsefe, gerçekte o çağın çekingen bir öğretisinden, bir ılım (itidal) öğretisinden başka şey değildir artık: Kapının eşiğinde duran ve içeriye girme hakkını kendinden esirgeyen bir felsefe – en son kertesine inmiş, bir son, bir can çekişme haline, acınacak hale gelmiş bir felsefedir bu. Şu halde, nasıl olur da böyle bir felsefe....hüküm sürebilir!

Sevgi yüzünden yapılan şey her zaman iyilikle kötülüğün ötesinde yapılır.

İnsanoğlu hiçbir şey istememektense hiçliği istemeyi yeğler.

Güzel, çirkini yendiği anda büyük üslup da doğar.

Büyük bir düşünceyle karşı karşıya olmak dayanılır şey değildir. Bir düşünceyi---bu yüzden ölmelerine meydan vermeksizin—bildirebileceğim insanlar arıyorum, çağırıyorum onları.

“Doğru” diyince bu zihnimde kesinlikle yanlışlığın tersini değil, fakat sadece en esaslı hallerde çeşitli yanlışların birbirlerine oranla durumlarını gösteriyor.

Gizemsel izahlar derin sanılır; doğrusu şu ki, yüzeysel bile değildir onlar.


Kaynak: Seçilmiş Düşünceler (Denemeler) - Friedrich W. Nietzsche

Türkçesi: Samih Tiryakioğlu / Assos Yayınları

1 - 2

Diderot - Filozofça Düşünceler

filozofça düşünceler
Diderot XVIII. yüzyılın öteki filozoflarından birçok bakımdan ayrılır. Toplumsal yeri Voltaire' in kinin altında. Rousseaue'nun kinin üstündedir. Cenevre vatandaşının eserlerinde görülen ileri siyasal ve toplumsal düşüncelere, özgürlük özlemine onun eserlerinde rastlanmaz. Ama başka alanlarda Diderot bilgisinin genişliği ve ilgi duyduğu konuların çeşitliliği İle bizi şaşırtır. Sağlam bir hümanist kültür edinmiş, ingiliz edebiyatı, güzel sanatlar ve müzik alanında kazandığı bilgilerle kültürünü daha da zenginleş¬tirmesini bilmiştir, özellikle matematik üstüne edindiği bilimsel kültürünü, deneysel bilimleride içine alacak şekilde genişletmiştir. Anatomi, fizyoloji, kimya ve tıp öğrenmiştir. Ansiklopediyi çıkarırken işçilerle, teknikle karşılaşmıştır. Hiç şüphesiz ki filozofların en bilgilisi Diderot’dur. Ama atılganlığı ve her şeye karşı merakı daha da baskındır. Deneyden hareket ederek cüretli varsayımlar kurmaktan, çelişmelere aldırmaksızın aşırı sonuçlara ulaşmaktan çekinmemiştir. Her türlü inaksallıktan (dogmatizm ) sakınmasını bilmiştir. Tıpkı Montaigne gibi, düşüncemizi her zaman uyanık tutan yeni görüşler sunmuştur. Fakat Denemeler yazarı gibi kuramsal kurgularla yetinmemiş, bir seçim yapmak gerektiği zaman, deneye ve gözleme dayanarak, yada duygularının verdiği esinle bir sonuca varmaktan çekinmemiştir. Bununla beraber, onun duygusallığı Rousseau'nunki gibi tutkulu ve kendi benliğine bağlı kalmamış, İnsanlara açık, başkalarının iyiliğini gözetir olmuştur. Yaşadığı cağa kişisel bir şeyler katan, bugün de bize sevimli görünen işte onun bu iyiliğidir.

Bu özellikler onun eserlerinin çeşitliliğini ve özgünlüğünü sağlamıştır. Diderot, zamanında, hatta XIX. yüzyılda gerektiği kadar değerlendirilmemiş, ancak zamanımızda gerçek değeri belirtilmiştir. Felsefe alanında, zamanının öbür düşünürlerinden daha ileri gitmiş, tanrıtanımazlığını madde kavramı üstüne kurmuştur. Düşüncelerinin tümü, modern bilimce doğrulanmamış olsa da, bereketli ve özgündür. İlk Çağın evrimcilik görüşünü ele almış, yenileştirmiş, Buffon’un az çok farkına vardığı, ama gün ışığına çıkarmaktan korktuğu canlıların değişimi, dönüşümü varsayımını bu görüşten çıkarmıştır. Diderot, ahlâk kurallarını temelinden sarsmış, ahlâkı dinden ve metafizikten ayırmış, doğal içgüdüye bağlayarak ona toplumsal ve laik bir anlam kazandırmaya çalışmıştır.

Diderot, tiyatro alanında da yenilikler getirmiş, geleneksel tiyatro türlerinin İşe yaramazlığını anlamış, romantiklerden çok önce, gerçeği ve toplumsal sorunları sahneye sokmaya çalışmıştır. Gerçi yazdığı tiyatro eserleri düşünceleri derecesinde yüksek olmamış, romantiklerin dehası onu unutturmuşsa da romantik dramın sanat ve düşün yönü, hattâ daha sonraki tiyatro akımları ele alındığı zaman Diderot'nun düşünceleriyle olan benzerlikler apaçık görülür. Didorot, modern tiyatronun gerçekçi ve toplumsal kolunun öncüsü sayılabilir. Tiyatro konusunda yazdıkları, özellikle Paradoxe sur le Comedion adlı eseri, eleştirmeciler ve sahne sanatçıları için tükenmez bir tartışma konusudur.

Edebiyat alanında Diderot kendi alanından dışarı taşan, resim ve heykel sanatının edebiyatla ilintisini gösteren edebiyatçıların ilki olmuştur. Onun eleştirmeleri, romantizmi ve XIX. yüzyılın başlangıcında edebiyatı geniş ölçüde etkilemiştir. Sanat eleştirmecisi olarak Baudelaire onun Salonlar’ına çok şey borçludur.

Diderot, aynı zamanda yüzyılının İlk romancılarından biridir. Gerçeğe uygun, özel hayatlarını yaşayan ve güçlü bir kişilik gösteren roman kahramanları yaratmakla, Balzac'tan önce realizme ulaşmıştır.

Diderot'nun yazış şekline takılanlar, kusur bulanlar olmuştur. Yazılarında Voltaire’inki kadar incelik, Roussoau'nunki kadar ahenk yoktur denmiş, özensiz yazdığı söylenmiştir. Ama onun yazılarını bize yakın ve her dem taze kılan özellik de buradan geliyor asıl. Çünkü, o konuşur gibi, yaşarcasına yazmıştır. Onun için yazıları canlı ve sevimlidir.


Tanrı üstüne yazacağım. Okuyucunun pek azına güvenim var. gene de birkaç kişi beğenir diye umuyorum. Bu düşünceler hiç kimsenin hoşuna gitmezse onlara kötü denebilir, ama herkesin hoşuna giderse kötüden de beter sayarım.
                                                                                                            Denis DİDEROT

I


Tutkulara durmadan atıp tutanlar var İnsanoğ­lunun bütün üzüntüleri tutkulara bağlanıyor Ama bütün zevklerin kaynağıda onlar olduğu unutuluyor. Tutkunun yapısında öylo bir öğe var ki, ne çok iyidir dönebilir, ne de çok kötü. Ama bana üzüntü veren şu ki, onlara hep kötü yönden bakılmaktadır. Bununla beraber, insanı yüksek şeylere ulaştırabilen ancak tutkulardır, büyük tutkular. Onlar olmaksızın ne eserlerde yücelik arayın, ne de ahlâkta. Onlar olmaksızın güzel sanatlar çocukça bir oyun, erdem ise kılı kırk yaran bir nitelik olurdu.

II

Orta tutkular sıradan insanlar yaratır. Yurdumun kurtuluşu söz konusu iken oturup düşmanı beklersem sıradan bir yurttaş olurum. Bir dost tehlike içindeyken ben gözlerimi dört açarak kendi hayatı­mın kaygusuna düşersem dostluğum hesaplı bir dostluk olur. Hayat benim için sevgilimden daha tatlı ise, düpedüz bir âşıktan farkım yok demektir.

III

Küçük tutkular büyük adamları küçültür. Tutkuları baskı altına almak doğal büyüklüğü ve gücü yok eder. Şu ağaca bakınız, gür dalları olduğu için onun altın da serinlik ve gölge bulabilirsiniz; kış gelip yapraklarını dökünceye kadar onun tadını çıkarabilirsiniz. Tutkulara aşırı bağlılık, hele ihtiyarlıkta yaratılan eserleri etkilediği zaman, şiirde, resimde, müzikte daha da olgun eserler elde edilir.

IV

Bana denecektir ki, Öyleyse büyük tutkuları olmak bir mutluluktur. Evet, şüphesiz öyledir, ama aralarında bir birlik, bir uyum olursa. Tutkular arasında uygun bir denge kurdunuzmu, bir bozukluk olabileceğinden hiç korkmayınız. Eğer umut korkuyla, şerefini koruma yaşama sevgisiyle, eğlence eğilimi sağlık kaygısıyla denkleştirilirse ortada ne çapkın kalır, ne cüretkâr, ne de korkak.

V

Tutkuları yok etmeyi ileri sürmek zırdeliliktir. Hiç bir şey istememek, hiç bir şey sevmemek, hiç bir şey duymamak için bir cezbeli gibi kendine eziyet eden som sofunun bu tatlı hayali gerçekleşmiş olsaydı, ortaya tam bir ucube çıkmış olurdu.

VI

Bir kişide beğendiğimi bir başka kişide hor görebilirmiyim ? Şüphesiz, hayır. Gerçek benim keyfime bağlı olmaksızın, yargılarım da bana kılavuz olmalıdır. Birisinde erdem diye takdir edeceğim niteliği, bir başkasında suç sayamam. Hem mükemmel hareketlerde bulunmanın bazı kimselere vergi olduğuna, hem de doğanın ve dinin herkese aynı şekilde davrandığına inanabilirmiyim ? Gene hayır. Hem bu tekelci ayrıcalık onlara nereden gelmektedir? Pacome, inzivaya çekilmek için insanlarla ilişiğini kestiyse, inzivadan sakınmayıda yasaklamadı ya. İnzivaya çekilmeyerek de pekâlâ onun kadar erdemli olabilirim .

Doğrusu benim gibi daha yüz kişinin aynı hakkı niçin kendilerinde göremeyeceğini anlamıyorum . Bü­tün bir ilin, toplumdaki tehlikelerden ürkerek ormanlara, kuytuluklara çekildiklerini görmek pek hoş olurdu doğrusu! Halk, ermişliğe varmak için yabani hayvanlarla beslenir, bütün toplumsal sevgilerin yıkıntıları üstünde binlerce sütun yükselir, sütunlar üstünde yaşayan bu yeni milletin bireyleri gerçek birer Hıristiyan olabilsinler diye, din yolu ile, doğal duygulardan soyulur, insanlıktan çıkarılır, heykelleştirilir.

- Filozofça Düşünceler - 2

- Filozofça Düşünceler - 3

- Filozofça Düşünceler - 4

Nihilizm Üzerine

E.Cioran

Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : Hiçbir şeye inanmıyorum…

Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… “İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…”

Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir… Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz…

Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz…

Kimim ben?... Gerçekten ben’im hangisi?... Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!...

Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir…

Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…

Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?... Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?...

Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?...

Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…

Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır…

Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?...

Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum… Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…

Terör, Din, ve Yeni Politika - 1

Jacques Derrida

Richard Keamey: Dominique Janicaud ile mülakatınızda (Heidegger en France [Fransa'daki Heidegger] dekonstrüksiyondan süreksizliğin sürekliliğe, farklılığın (différance) uzlaşmaya vb. tercih edilmesi olarak söz ediyorsunuz. Bu iki özellik dü­şüncenizde daima yürürlükte. Pratik düzeyde bu tercihin mevcut politik durumda ne anlama geldiğini merak ediyordum. 11 Eylül sonrasında İslam versus Batı hakkında çok şey söylendi. Kuzey İrlanda'da silahların terki konusunda müzakereler yapıldı. Keza Pakistan ile Hindistan arasında ve elbette Filistin ile İsrail arasında da gerilimler vardı. Şu soruyu yöneltmek niyetindeyim: Dünyanın bütün bu bölgelerinde uzlaşmaya ihtiyacı­mız yok mu? Bu belki de naif, fakat pragmatik bir soru. Aslında söylemek istediğim şey şu: Uzlaşma hermenoytiği bu sorunlardaki — düşmanlar arasında anlaşma, mutabakat ve uzlaşma sorunlarındaki — farklılığın dekonstrüksiyonuyla nerede buluşuyor?

Jacques Derrida: Çok iyi bir soru. Hemen ilkinin cevabını vereyim. Elbette, politik ve sosyal açıdan konuşmak gerekirse, uzlaşmaya karşı değilim ve ister savaşın sonu, ister şiddetin sonu vb. olsun adımı hak eden bir uzlaşmaya varabileceğimiz her durumda uzlaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Ve dünyada olup-biten şeylerin — klasik anlamda savaş olmayan bir savaş, klasik anlamda terörizm olmayan bir terörizm, eski savaş, terö­rizm ve hatta ulus-devlet kavramlarına meydan okuyan bütün bu yeni şiddet formları — bu örneklerini verdiğiniz için ve sonra bu örneklere atıfta bulunmanız dikkate alındığında, elbette benim politik tercihim de uzlaşmadan yana olacaktır. Fakat sadece öteki'nin (hep böyle olduğu için) şu ya da bu şekilde eş­sizliğini, kimliğini, arzusunu vs. kaybettiği bir uyuşma olmayacak bir uzlaşma; aynı zamanda yalnızca öteki'ni kullanmak için yapılacak türde bir "anlaşma" olmayacak bir uzlaşma. Bu yüzden, eğer adil olabilecek bir uzlaşma olursa, bu durumda uzlaşmaya ilgi duyabilirim. Benim tercihim her zaman hayat istikametinde bir tercih olacaktır, ölüm istikametinde değil.

Şimdi zikrettiğiniz örneklere her iki açıdan hakkını vermeye çalışırsak, birçoğunun adil bir anlaşma için eylemde bulunduklarını düşündüklerini kabul etmek zorunda kalacağımızı varsayıyorum. 11 Eylül'de uçakları kaçıranlar ya da şarbon mikrobunu yayanlar muhtemelen eylemlerini karşı taraftan gelen bir terör eyleminin, Birleşik Devletler lehinde bir devlet terörü eyleminin provoke ettiğini düşünüyorlar. Böylece eğer şiddete son verebilecek ve bir uzlaşmaya ya da bir ortak kanaate ulaşacak bir durmayı dile getirecek bir uzlaşma türü varsa, neden uzlaşılmasın? Fakat eğer uzlaşma şiddet yarın yeniden başlayacak şekilde yapılmış bir ‘ateş-kes bahanesi ise, ötekinden daha güçlü olduğunu ispatlamaya çalışan birinin şiddeti ise, bu durumda pek uzlaşmadan yana değilim. 11 Eylül'e atıfta bulunmaktan kaçınamayacağımız ve bu tarihten sonra adı konmuş sözü edilmeyen olaylara atıfta bulunmaksızın herhangi bir açık konuşma ya da tartışma başlatamayacağımız için, bugünkü şiddet tipi şiddet durmaksızın hiçbir uzlaşmaya varılamayacak türde şiddettir.

RK: Bu bir ön koşul mu?

JD: İzninizle Birleşik Devletler'i masum bulmadığımı söylemeliyim, fakat amacı her ne olursa olsun, olup-bitenleri dikkate aldığımızda, bu tipte şiddeti (militer güçlerin hem de polis güçlerinin şiddeti) durdurmaksızın bir uzlaşmaya varamayız. Fakat savaş alanı değişti. Bu atakların sorumlularını tespit etmeyi başardığımızı — diyelim ki bin Laden ya da bazı takipçileri — ve onları yakalayarak öldürdüğümüzü farz edelim; bu durumu değiştirmeyecektir. Uzlaşma alanı dünyada radikal bir değişmeyi gerekli kılıyor; bir tür devrimi gerektiriyor demek istiyorum. Adına layık her uzlaşma yalnızca birilerinin şiddeti militer güçle ya da polis gücüyle ya da terminolojiyi kullanmak gerekirse barış (peacekeeping) güçleriyle durdurmayı değil, aynı zamanda daha fazla bir şeyleri — en güçlü olanın kafasında bir politik değişmeyi — de gerektiriyor.

RK: Kim bu en güçlü olan?

JD: Günümüzün şartlarında en güçlü olan en zayıf, en zayıf olan en güçlü hale geliyor. Sözün gelişi, bildiğimiz kadarıyla ilkin Birleşik Devletler'in başlattığı biyolojik savaş durumunu ele alalım. Eğer başka kaynakların yanı sıra [Noam] Chomsky'nin hileli durumlar hakkındaki kitabını okursanız, Birleşik Devletler'in Saddam Hüseyin'e hem teknolojik bilgi hem de hammadde sağladığını görürsünüz. Bazı insanlar bu yüzden Irak konusunda böylesine endişeliler; çünkü Saddam'ın teknolojik hammaddeye ve onu yaratma yeteneğine sahip olduğunu biliyorlar.

Bu işlerde kimsenin masum olamayacağını söylememin nedeni bu. Fakat ben demokrasiden, demokrasinin gelmesinden yana olduğum için bir tek şey diliyorum: Politik durumun tümüyle dönüşmesiyle sonuçlanacak bir radikal uzlaşma sürecinin sona erdirilmesiyle birlikte başlaması. Amerikânın politikalarından kuşkum devam ediyorsa da, günümüzde onların da kendilerini korumak, dehşet verici ve kaçınılamaz bir şey olan bu terörizmin kaynağını kurutmaya çalışmak dışında hiçbir şey yapamayacaklarını düşünüyorum. Şimdi uzlaşmanın kendisine dönelim. Çünkü şimdiye kadar söylediğimiz şeylerin tümü mevcut politik durumla ilgiliydi. Politik olanın ötesinde — politik dü­zey düzeylerden biridir sadece — türde bir uzlaşmaya gelince; ötekiyle umut, kurtuluş ve yeniden diriliş (şu günlerde bu konudaki harikulade kitabınızı okumaktayım) adına her ilişkiyi askıda bırakmıyorum. Belki de aramızdaki farklılık budur. Messainik/ Mesihçi olanın bu belirlenemezliği sizi tatminsiz bırakı­yor. Kabaca dile getimek gerekirse Richard sen kurtuluş, yeniden diriliş vb. umudunu terk etmiyorsun; ben de terk etmiyorum. Fakat ben insan umudun belirlenmesini ertelemeye/askı­ da bırakmaya hazır olmadığında, ötekiyle ilişkimizin tekrar ekonomik bir ilişkiye dönüşeceğini öne sürüyorum....

RK: Umut bu ilişkiyi beklenti ve yorum ufuklarına göre yorumladığı için mi?

JD: Benim hissiyatım bu, ve bu politik değil — politik, hukuki ve belki de etik olduğunda seninle aynı fikirdeyim — öteki'yle çok kesin bir ilişkiyi düşünmeyi denerken kurtuluşa dö­nüş umudunu, yeniden diriliş umudunu ya da hatta uzlaşma umudunu terk etmeye hazır olmam gerekir. Saf bağışlama ve affetme eyleminde her uzlaşma umudundan yoksun kalırız.

Eğer biri affediyorsa, ben de affetmeliyim....

RK: Koşulsuz olarak.

JD:.... koşulsuzca, tekrar sağlıklı ve barışsever bir komünite inşa etme umudu taşımaksızın. Uzlaşmanın benim için problematik olduğu yer burası. Bu koşulsuz ve mutlak düşünceler ile koşullu düşünceler arasında herhangi bir türde müzakereye kalkıştığımda politik ve hukuki olurum — ben de elbette mümkün en iyi uzlaşmadan yanayım — fakat mümkün en iyi uzlaş­ma daima zordur. Uzlaşma zordur. Karşılıklı ilişkilerle, kontekstlerin ve zamanların analiziyle birlikte müzakere yapılması­nı gerektirir: her türde tahmin edilemez şeyle birlikte. Yine de en azından bir mümkün uzlaşma hissimiz var. Hayat içinde vukubulan şey budur.

1 - 2 - 3 - 4

Terör, Din, ve Yeni Politika - 2

RK: Daha önce vardığınız sonuca dönelim ve şeytanın avukatlığını yapalım. Şiddeti durdurmadıkça adına yaraşır hakiki, radikal bir uzlaşmayı gerçekleştiremeyeceğimizi söylediğinizde bu, sözün gelişi İsrailli Ariel Sharon'un barış imzalamadıkça Filistinlilerle müzakereyi reddederek sarf ettiği bazı ifadelere; yada "Silahlarını bırakmadıkça Sinn Fein'le konuşamayız" diyen Kuzey İrlandalı Birlikçiler'in İfadeleriyle şaşırtıcı bir benzerlik taşıyor görünüyor. Bunun arkasında yatan mantığı anlayabiliyorum elbette, fakat bu bana çok kısa sürede imkânsızı istemek gibi görünüyor; politik konumların belirsizliğini ve sisini kabullenmek değil.

Filistinliler neler olabileceğini görünceye kadar silahlarını kayıtsız şartsız, bırakmak niyetinde değiller. Anladığım kadarıyla dekonstrüksiyonistin konumu şu: hiçbir şey saf değildir; her şey kirli, karışık ve belirsiz. Bu yüzden uzlaşmaya sahip olabileceğimiz bir noktaya, şiddetten bütünüyle arınmış bir noktaya asla ulaşamayız. Uzlaşmadığımız sürece. Önce bir tür müzakere edilmiş çözümü kabul etmedikçe, tam barışa ve şiddetten tümüyle arınmışlığa ulaşamayız.

JD: Tümüyle hemfikirim seninle. Söylediğim şey belki de gereğinden fazla basitleştirilmişti. Politik anlamda uzlaşmanın daima şiddet bir şekilde devam ederken gerçekleşmesinin nedeni budur. Şimdi ben Amerikalıların 11 Eylül olaylarına tepki göstermek zorunda olduklarından söz ederken, durumu daha önce dönüştürmüş olmalarını dışarda bırakmıyorum. Onlar buyandan yoksul Afganlara yiyecek atarak ve benzeri türde insani yardım sağlayarak yardıma hazır olduklarını, diğer taraftan bir Filistin devletinin geleceğini öteden beri tartışmakta olduklarını söylüyorlar. Belki de Sharon'un şu ifadesini hatırlıyorsunuzdur: "Günümüzün 'Çekoslovakya'sı olmak istemeyiz."

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Hitler'le Çekoslovakya pahasına barış yapılmıştı. Sharon eğer Batı koalisyonu daha fazla Arap devletini içine alacak şekilde genişleme ihtiyacı duyarsa, bunun İsrail pahasına gerçekleşebileceğinden korkuyor. Şu anda kimseyi yargılamak istemiyorum. Belki de Birleşik Devletler yapmakta oldukları şeyle korkunç bir hata yapıyor. Yargılayamam. Televizyon sansüre tabi olduğu için gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. Aslında söylediğim şey yalnızca Birleşik Devletler'in hareketsiz kalamayacağıdır. Onlar "Bekleyelim ve görelim" diyemezler. İster "misilleme" ister sadece bir terörü önleme girişimi diye adlandıralım bir şey yapmak zorundalar. Onlar aynı zamanda şiddet yanlılarının tümüyle ortadan kaldırılmasını beklemeksizin hiç değilse politikalarını değiştirebilecekleri vaadinde bulundular. Dolaylı şekilde de olsa değiştirmeye çalıştıkları­nı düşünüyorum, ancak önkabulleri/şartları çok komplike. Şunu soruyorlar: "Neden bizden nefret ediyorlar?" Onlar bu nefret duygularını anlamaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Avrupalıların — bu meselede Avrupa'ya dönmek zorunda kalacağımız için — Avrupa'nın müttefiklerinin Birleşik Devletler'e baskı yapmalarını, yalnızca Devletlerinin değil, topyekün Batı'nın Araplara yönelik siyasetlerini değiştirmelerini umut ediyorum; bin Laden'in İslam'ı ya da Filistinlileri temsil etmediğini söylerken haklı olduklarını ispatlamak istiyorlarsa elbette. Eğer bunun doğru olmasını istiyorlarsa, birçok adım atmak zorundalar.

Ben onların zorunlu olarak şiddeti durduracaklarını değil, şiddeti durdurmadan önce ve aynı zamanda şiddet varken, politikalarını değiştirmeleri gerektiğini söylemek istiyorum.

RK: Öteki ve Ortadoğu ile Amerika arasında bir tür arabulucu olarak Avrupa sorununu ele alırken, Avrupa'nın genelde Akdeniz dünyası ve Arap kültürüyle çok daha yakın bir ilişkisi bulunduğu için İslam'ın çeşitli versiyonlarının tümünü daha iyi tanıdığını ve dolayısıyla bu anlayışı Amerika'ya taşımaya çalış­makla ve deyim yerindeyse Doğu ile Batı arasında köprü kurmakla yükümlü olduğunu söylemek istediğinizi düşünüyorum.

Birleşik Devletler vatandaşları "Neden bizden nefret ediyorlar?" diye sorduklarından, onlar da bir cevap arayışındalar. Bu yüzden Avrupadaki bizler ikisi arasındaki "tercümeye" katkıda bulunabiliriz. Hikâyeler Üzerine [On Stories] adlı kitabımda benzer sorunlar üzerinde kafa yordum; ulusal tahkiyelerin inşası hakkında bir bölüm içeriyor. Roma'nın nasıl Etrüskleri dışarda tutarak kurulduğunu; Britanyalılar ve İrlandalılar kendilerini birbirleriyle ötekinin diyalektiği içinde nasıl inşa ettiklerini; ve sonra Amerika'nın — öteki olarak önce yerli Kızılderililerle baş­layan, sonra kölelerle ve göçmenlerle ve nihayet yabancılarla (dışardan gelen yabancılara baskı vardı) devam eden — kendi özel ötekisi temelinde yeni dünyada kimliğini nasıl tesis ettiğini keşfetmeyi deniyorum. 11 Eylül'den sonra Newsweek'in ön sayfa manşeti "Bölünemez Ulus"tu. Öteki saldırmıştı. Bana öyle geliyor ki acil bir orada bir yerdeki düşmanları gösterme, coğrafi olarak konuşlandırma ve kimliklendirme ihtiyacı vardı; çünkü içerde düşmanları olmak fazla şok ediciydi. Şarbon korkusunun fazla şok edici olmasının nedeni de buydu belki. Öteki aynı zamanda bir kez ulus içine konuşlandırıldı mı, "oradaki" hain ötekileri korumak zordur. Bu diyalektiğin sürmesini nasıl görüyorsunuz?

JD: Söylediğiniz şeyde en az iki ya da üç soru var. İlki bü­yük bir problem; onu "tercüme" diye adlandıralım. Avrupa tercümeye yardım edebilir mi? Orada olup-biten şeyi anlamak İçin şeylere bakmanın iki yolu olduğunu düşünüyorum. Birincisi kı­sa yol: Soğuk Savaş'ın önkabullerini anlamak. Hâlâ Soğuk Savaş'ın bedelini ödemekteyiz; çünkü tam da bu nedenledir ki — bir düşmana sahip olma nedeni — Birleşik Devletlerin kendisi, (müttefikler olarak) çok sayıda demokratik olmayan ülkeyle kuşatılmış durumdaydı. Aynı zamanda bu kutuplaşma vardı ve bu kutuplaşma nedeniyle Birleşik Devletler aleyhine dönen stratejisinde çok sayıda korkunç hata yapmıştı. Bu yüzden biz şimdi Soğuk Savaş'ın bu sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bin Ladenin Amerikan modellerine göre eğitildiğini unutmamalıyız.

Uzun yol İslam'ın tarihinin ve şekillenmesinin incelenmesi olacaktır. Bu dinin — günümüzde demografisi bakımından dinlerin en güçlüsü olan dinin — ve inançlarım cisimleştiren ulusların tarihte bir şeyi, Avrupayla paylaşmadığı bir şeyi — yani Aydılanma'yı, bilimi, ekonomiyi ve gelişmeyi — kaçırmış olmasını nasıl açıklayabiliriz? Onlar yoksul ülkeler. Bazı Araplar petrol endüstrisi sebebiyle aşırı ölçülerde zengin olsalar bile, hâlâ zorunlu altyapıdan yoksunlar. Peki bu durumda onları ekonomik bakımdan yanlış tarafa yerleştiren nedir? Dinleri midir? Şu anda yaptığım şey bir aşırı basitleştirme elbette. Arap-îslam dünyası başaramamışken, Museviliğin ve Hıristiyanlığın teknobilimsel-kapitalistik gelişmeyle özdeşleşmeyi başarmaları yüzyıllar aldı. Onlar baskıcı, hatta Avrupalıların daha önce sahip oldukları modellerden çok daha falosentrik (phallocentric) eski modellere bağlı kaldıkları için yoksul kaldılar. Bu yüzden tarihe ilişkin bir kavrayış olmaksızın, son beşyüzyıldır İslam'ın başına gelenler konusunda yeni türde bir araştırma yapılmaksızın bugün olup-bitenleri anlayamayız.

RK: Eserlerinizde monoteizme/tektanrıcılığa Yahudi-Hıristiyan-İslamik monoteizm olarak muhtelif atıflarda bulunuyorsunuz. Çoğumuzun unuttuğu tire çizgisini hep araya yerleş­tiriyor ve senaryoyu çok canlı bir tarzda komplike hale getiriyorsunuz. İnsanlara İslam'ın dinde ve felsefedeki müşterek monoteistik mirasa ortak olduğunu hatırlatıyorsunuz (sözün gelişi İbni Sina'nın durumuna bakın). Başlangıçta İslam bizimkilerden pek farklı değildi....

1 - 2 - 3 - 4
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP