FELSEFÎ TEOLOJİYE GİRİŞ - 3

Fizikoteolojik Kanıt

Fizikoteolojik kanıt mevcut dünyanın yapısından onu yaratıcısının tabiatını çıkarsadığımız kanıttır. Bu kanıt kozmolojik kanıtla neredeyse özdeştir. Yegane farklılık kozmolojik kanıtta dünyanın bir yaratıcısının kavramı genelde bir dünya kavramından soyutlanmışken; fizikoteolojik kanıtta mevcut dünyadan soyutlanmıştır. Bu kanıtın kaynağı bütünüyle ampiriktir; kanıtın kendisi çok popüler ve cezbedicidir, oysa ontolojik ve kozmolojik kanıtlar bir hayli kuru ve soyuttur.

Şimdi Tanrı’nın varlığı için kanıtların sistematik uygulanışına ilişkin bir tashihi sunmanın zamanıdır. Bu tashih zorunludur, çünkü meseleyi yukarıda tam olarak ifade edemedik. O (tashih) ontolojik ve kozmolojik kanıtın her ikisinin de aşkın teolojiye ait olduğunu göstermek üzerine kuruludur, çünkü onların her ikisi de principiis a priori’dan çıkarsanmıştır. Bu ontolojik kanıt hususunda zaten yeterince netleştirildi. Fakat, yukarıda iddia da ettiğimiz gibi, kozmolojik kanıt sanki tecrübeden ödünç alınmış gibi görünebilir. Fakat daha yakından incelemeyle onun bir dünyanın tecrübesini varsaymaya ihtiyaç duymadığını göreceğiz. Bilakis, bir dünyanın varlığı sadece bir hipotez olarak kabul edilebilir. O halde şunu iddia ederim: Bir dünya varsa, ya olumsal ya da zorunlu, vb. olması gerekir. Ve bir dünya vardır, vs. değil. Böylece bu çıkarımda dünya veya onun oluşturulduğu tarza ilişkin hiçbir tecrübeye asla ihtiyaç duymam. Bunun yerine sadece bir dünya kavramını kullanıyorum, istersen en iyi veya en kötü dünya olsun. Böylece kozmolojik kanıtın bütünü sadece anlığın salt kavramları üzerine kurulmuş ve bu ölçüde de principiis a priori’den çıkış yapan aşkın teolojiye aittir. Fakat fizikoteolojik kanıt bütünüyle ampirik ilkelerden çıkarsanmıştır, çünkü varolan dünyaya ilişkin bilfiil algımı onun temeli olarak kullanıyorum. Ancak aşkın teoloji başarılı olmasa, fizikoteoloji de başarılı olmayacaktır. Çünkü aşkın teoloji olmaksızın fizikoteoloji belirli bir Tanrı kavramı, asla veremez, ve belirsiz bir kavramın asla hiçbir yararı yoktur. Tam [bir] Tanrı kavramı en mükemmel bir varlık kavramıdır. Ancak, böyle bir kavramı asla tecrübeden çıkarsayamam, çünkü en yüksek mükemmellik mümkün hiçbir tecrübede bana verilemez. Mesela, ölçülmez derecede büyük bir uzamda, her bir evrenin akıllı ve akıllı-olmayan yaratıkların yer aldığı bir milyar evrenle çevrelenmiş bir milyon güneş varsaysam da Tanrı’nın mutlak gücünü tecrübeyle asla kanıtlayamam. Çünkü büyük bir güç yüz milyon hatta bin milyon güneş bile yaratmış olabilirdi. Herhangi bir factum’dan sadece büyük bir güç, ölçülmez bir güç çıkarsayabilirim. Fakat ölçülmez güçle kastedilen nedir? Sadece öyle bir güç ki gücümün ona oranla o kadar az olduğu için ölçme kapasitesine sahip olmadığım bir güç. Ancak bu hala her şeye gücü yetmek değildir.

Aynı şekilde, dünyadaki büyüklük, düzen ve her şeyin zincir gibi bir araya gelişine hayret etsem bile sadece bir varlığın onu meydana getirdiği sonucuna varamam. Her birinin kendi alanında zevkle çalıştığı birkaç güçlü varlık hayli bir kolaylıkla bulunmuş olabilir. Veya en azından dünya tecrübemden bu varsayımı çürütemem. Bu yüzden Tanrı’nın varlığı için kanıtlarını dünya hakkındaki tecrübeleri üzerine inşa eden kadimler böyle çelişkili sonuçlar ortaya koydular. Anaksagoras ve daha sonra Sokrates bir Tanrı’ya inandılar. Epikürus hiçbir tanrının olmadığına veya veya bir tanrı varsa onun dünyayla bir ilişkisi olmadığına inandı. Diğerleri birçok tanrıya veya iyi ve kötünün yüce ilkelerine inandılar. Her biri dünyayı farklı bir bakış açısından gördüğünden bu meydana geldi. Biri en yüksek ahengin düzeninin sonsuz bir anlıktan çıktığını düşündü. Diğeri her şeyi sadece oluş ve bozuluş, fiziksel yasalarına göre algıladı. Nihayet bir diğeri bütünüyle çelişkili amaçlarla, örneğin, depremler, kızgın volkanlar, şiddetli kasırgalar ve mükemmel olarak kurulmuş her şeyin yıkılışıyla ifade etti.

Tanrı kavramlarının ampirik olarak temellendirilmiş bu algılardan soyutlanması çelişkili sistemlerden başka bir şey doğurmaz. Dünyaya ilişkin tecrübemiz ondan bir en yüce gerçekliği çıkarsamaya izin vermeyecek kadar çok sınırlıdır. Mevcut dünyanın tüm mümkün dünyaların en mükemmeli olduğunu savlayıp, buradan yaratıcısının en yüksek mükemmelliğe sahip olduğunu ispat etmeden önce, evvela dünyanın bütün hepsini; her vasıtayı ve onunla varılan her gayeyi bilmek durumundayız. Doğal teologlar kesin olarak bunu görmüşlerdir. Böylece onlar kanıtlarını sadece bir prima causa mundi [dünyanın ilk nedeni]nin varolduğunun bütünüyle ortaya konulmuş bulunduğuna inandıkları noktaya kadar getirdiler, ve daha sonra da bir sıçramayla aşkın teolojinin içine düştüler ve buradan prima causa mundi (ens originarium)’nin ve dolayısıyla bir ens realissimum’un da mutlak olarak zorunlu olması gerektiğini ispatladılar. Burada fizikoteolojinin bütünüyle aşkın teolojiye dayandığını görüyoruz.

Eğer aşkın teoloji doğru ve iyice temellendirilmiş ise fizikoteoloji mükemmel bir iş yapar ve en yüksek mükemmele karşı tabiattaki çatışmalara dayandırılarak ileri sürülen bütün itirazlar kendiliğinden çökecektir. Çünkü bundan böyle ens originarium’un bir ens realissimum olduğunu tam bir kanaat noktasına kadar zaten biliriz ve bunun sonucunda onun her yerde en yüksek mükemmelliğinin izini bırakmış olması gerektiğini biliriz. Ve biliriz ki, her yerde en iyiyi görmüyorsak bu ancak bizim sınırlanmış ve basiretsiz olmamızdandır, çünkü kendisinden en büyük ve en mükemmel sonucun kesin bir şekilde ortaya çıkması gereken bütünü ve gelecek sonuçlarını araştırma durumunda değiliz.

Bu üçünün dışında Tanrı’nın varlığı için spekülatif kanıt yoktur. İlkçağ filozoflarının primo motore [ilk hareket ettirici] kavramı vardır ve onun varlığının zorunluluğu [da] maddenin kendi kendisini ilkin hareket ettirmiş olmasının imkansız olması sebebiyledir. Fakat bu kanıt zaten kozmolojik kanıtta içerilmiştir. Ve gerçekte genel bile değildir, çünkü kozmolojik kanıt sadece maddi dünyanın hareketi üzerine değil, değişim ve olumsallık düşüncesi üzerine kurulmuştur. Fakat bir kimse Tanrı’nın varlığını bütün insanların ona inanma ittifakından kanıtlamaya çalışırsa, bu tür bir kanıt asla işlemeyecektir. Çünkü tarih ve tecrübe aynı şekilde bütün insanların hayaletlere ve cadılara da inanmış olduğunu ve onlara hala da inandığını bize öğretmektedir. Böylece bütün spekülasyon özünde aşkın kavramına dayanır. Fakat onun doğru olmadığını farz etsek, o zaman Tanrı hakkındaki bilgimizden vazgeçmeli miyiz? Asla. Çünkü o zaman sadece, Tanrı’nın varolduğu hakkında bilimsel bilgiden mahrum oluruz. Fakat büyük bir alan hala bize kalacaktır, ve bu Tanrı’nın varolduğu inancı veya imanı olacaktır. Bu imanı ahlaki ilkelerden a priori olarak çıkarsayacağız. Bu yüzden bundan böyle bu spekülatif kanıtlar hakkında kuşkular dile getirirsek ve Tanrı’nın varlığının farzedilen delillerini tartışırsak, bununla Tanrı’ya imanın temelin sarsmayacağız. Bilakis, pratik kanıtlar için yol açacağız. Biz sadece insan aklını kendinden hareketle Tanrı’nın varlığını apodiktik bir kesinlikle ispatlamaya çalışırken yanlış zanlarını ortaya koyuyoruz. Ancak her dinin bir ilkesi olarak Tanrı’ya bir imanı ahlak ilkelerinden edineceğiz.

Ateizm (yani, tanrısızlık veya Tanrı’nın inkarı) ya kuşkucu ya da dogmatik olabilir. İlki bizzat Tanrı’nın varlığını veya en azından imkanını değil, sadece bir Tanrı’nın varlığının lehinde kanıtları ve özellikle onların apodiktik kesinliğini sorgular. Dolayısıyla, kuşkucu bir ateist yine de din sahibi olabilir, çünkü Tanrı’nın varolmadığını ispatlamanın varolduğunu ispatlamaktan daha imkansız olduğunu dahi içtenlikle kabul eder. O sadece insan aklının spekülasyon yoluyla Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde ispatlayabileceğini yadsır. Ancak diğer yandan o, insan aklının Tanrı’nın varolmadığını asla ortaya koyamaycağını eşdeğer bir kesinlikle kabul eder.

Şimdi dünyanın hakimi olarak sadece mümkün olan Tanrı’ya inanmak, açıkça, teolojinin asgarisidir. Fakat ödevlerinin zorunluluğunu apodiktik kesinlikle zaten bilen her insanda bunun ahlaka neden olabileceği noktasında etkisi yeterince büyüktür. Bu bir Tanrı’nın varolduğunu doğrudan reddeden ve genelde bir Tanrı’nın varolabileceğinin imkansız olduğunu dile getiren ateistten bütünüyle farklıdır. Ya böyle dogmatik ateistler hiç olmadı, ya da onlar insanların en kötüsüydü, çünkü onlarda ahlakın bütün teşvik edici etkenler yıkılmıştır. Ve ahlak teizmiyle karşılaştırılacak olan
bu türden ateisttir.

Ahlak Teizmi

Ahlak teizmi kuşkusuz eleştireldir, çünkü o, Tanrı’nın varlığı lehindeki spekülatif kanıtların hepsini adım adım takip eder ve onların yetersiz olduğunu bilir. Doğrusu, ahlak teisti böyle bir varlığın varolduğunu apodiktik bir kesinlikle ispatlanmanın spekülatif akıl için kayıtsız şartsız imkansız olduğunu iddia eder. Fakat o bununla birlikte bu varlığın varolduğundan kesinlikle emindir ve tüm şüphenin ötesinde pratik temellerde bir imana sahiptir. İmanını üzerine kurduğu temel sarsılmazdır ve asla yıkılamaz, tüm insanlık altını oymak için bir araya gelse de. O ahlaki insanın hiçbir zaman atılma korkusu taşımadan sığındığı bir kaledir, çünkü ona yapılacak her saldırı bir hiçle neticelenecektir. Dolayısıyla bu temel üzerine bina edilmiş Tanrı’ya bir iman matematiksel bir ispat kadar kesindir. İmanın temeli ahlak; salt akıl yoluyla apodiktik kesinlikle a priori olarak bilinen tüm ödevler sistemidir. Eylemlerin bu mutlak olarak zorunlu ahlakiliği özgürce eylemde bulunan rasyonel bir varlık fikrinden, bizzat eylemin tabiatından gelir. Bu yüzden hiçbir bilimde ahlaki eylemlere yükümlülüğümüzden daha sağlam veya daha kesin bir şey düşünülemez. Akıl bu yükümlülüğü bir şekilde inkar edebilseydi varlığını sona erdirmek durumunda olurdu. Çünkü ahlaki eylemler onların sonuçlarına ve şartlarına dayanmaz. Onlar insanlar için bir defada ve [insanların, ç.] hepsi için sadece kendi tabiatlarıyla belirlenmiştir. Bir kimse ancak ödevini yerine getirmeyi amaç edinmek suretiyle insan olur, ve başka türlü ya bir hayvan ya da bir canavardır. O böylece kendini unutup, ödeve karşı hareket ettiği zaman kendi aklı aleyhine tanıklık eder ve onu kendi gözünde değersiz ve iğrenç yapar. Fakat ödevine riayet etmede bilinçli ise bu durumda bir insan bütün gayeler dünyasının zincirinde bir üye veya halka olduğundan emindir. Bu düşünce ona rahatlık ve güven verir. Onu içsel olarak asil ve mutluluğa layık eder. Ve onu tıpkı tabiat sahasında her şeyin birbirine bağlı ve birleşmiş olduğu gibi, ahlak sahasında diğer bütün rasyonel varlıklarla birlikte bir bütün oluşturabilme umuduna yükseltir. Şimdi insan Tanrı’ya imanını üzerine kurabileceği emin bir temele sahiptir. Çünkü her ne kadar onun erdemi her bencillikten uzak olması gerekiyorsa da, çekici baştan çıkarmaların bir çok isteği geri çevirdikten sonra, hala kendinde ebedi bir mutluluk için umut dürtüsünü duyabilir.

O kendi tabiatında yerleştirilmiş olarak bulduğu ödevlerine göre hareket etmeye çalışır. Ancak o yine biteviye göz kamaştırmalarıyla bu ödevlere karşı koyan duyulara sahiptir, ve buna karşı durmada kendisine yardım edecek başka saiklere ve güçlere sahip değilse sonunda bu kamaştırmayla körleşecektir. Dolayısıyla onun kendi güçleriyle karşı karşıya gelmemesi için aklı onu apodiktik kesinlikle kendileri için a priori verilmiş olarak bildiği bizzat bu buyrukların iradesi olduğu bir varlığı düşünmeye zorlar. O bu varlığı en mükemmel olarak düşünmek durumunda olacaktır, çünkü başka türlü onun ahlakı bu yolla gerçeklik kazanamaz. Kalbinin en derinindeki en küçük kımıldamaları ve eylemlerinin saiklerini ve niyetlerini bile bilecekse o her şeyi bilen bir varlık olmalıdır. Bunun için her şeyi bilmek yeterli olacaktır, sadece büyük bir bilgi yeterli olmayacaktır.

Bu varlığın, tabiatı bütününü eylemlerimin ahlakiliğine göre düzenleyecekse, keza her şeye gücü yeten olması gerekir. Kutsal ve adil olması gerekir, çünkü başka türlü ödevlerimi yerine getirmenin onu tam olarak memnun edeceğine ilişkin hiçbir umudum olmayacaktır. Buradan ahlak teistinin bütünüyle kesin ve belirlenmiş bir Tanrı kavramına, bu kavramı ahlakla uyumlu hale getirerek, sahip olabileceğini görürüz. Ve o aynı zamanda kuşkucu bir ateistin hücum ettiği her şeyi gereksiz kılar. Çünkü onun Tanrı’nın varlığının spekülatif kanıtlarına ihtiyacı yoktur. Bu konuda kesinlikle ikna olmuştur, çünkü başka türlü o varlığının tabiatında yerleştirilmiş ahlakın zorunlu yasalarını reddetmek durumunda olacaktır. O böylece teolojiyi ahlaktan çıkarsar, ancak spekülatif değil, pratik delilden; bilgi yoluyla değil, iman yoluyla. Fakat spekülatif bilgi açısından bir aksiyom ne ise, pratik bilgimiz açısından zorunlu bir pratik bir hipotez o’dur. Dolayısıyla dünyanın erdemli bir idarecisinin varlığı pratik aklın zorunlu bir postülasıdır.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP