Epikür'ün Hayatı ve Felsefesi - 1
|
Johannes Mewaldt
Epikür'ün İçinde Yetiştigi Şartlar
Epikür’ün, hayatının büyük eserini, dünya görüşünü yaratmasından önce Hellen milletinin edebiyatı beş yüz yıllık bir geçmişe sahipti. Politika hayatında değişmelerin birbirini kovaladığı, masal kıralların yerine şehir-devletlerde aristokratların egemenliği, onların yerine tiranlar, daha sonra da demokrasi geçtiği için, boyuna yeni dünya görüşleri doğmuş, bunlar da tutulmak ve üstün gelmek için birbiriyle savaşmışlardı. Epikür kendi yolunu bulmak ve bunda ilerliyebilmek için ta başından itibaren bunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Kırallar devrinden, kendisi de artık bir şehir Helleni olan Homerosun, milletinin ağızdan ağıza gelen hikâyelerinden, zamanının zengin efendileriyle onların maiyetindekiler için meydana getirdiği îlyada’nın kahramanca dünya görüşü kalmıştı. Bu epope ile birçok ötekilerde, o zamanki devlet-şehirlerin(Polis’lerin) önderleri aristokratlara inanç ve örnek sağlıyan o tanrılar ve kahramanlar dünyası yaşamaktaydı. Aristokratlar soylarını bunlara bağlardı. Bu epopelerin kahramanları, Akhilleus’lar, Odysseus’lar, Herakles’ler ve ötekiler nasıl tanrı dedelerinin kaniyle övünür, nasıl tanrıların yardımcı, aynı zamanda engelleyici yakınlıklarını bilirlerdiyse, bu kibar torunlar da bütün işlerinde, başarılarında ve başarısızlıklarında tanrıların etkin olduklarına inanırlardı. Tarihten önceki o devrin kahramanları tanrılarını kendi kişiliklerine göre, yani savaşçı karakterde olarak nasıl kılıklandırdılarsa, Olympos’un, yeraltının ve denizin bu tanrılarını Polis’in aristokratları da hiç değiştirmeden, öylece aldılar; çünkü onların kanlarında da savaşçılık yaşıyordu ve savaşlar, fetihler, politika mücadeleri ve spor karşılaşmalarında bütün gücünü kullanacağı alan buluyordu. Tanrılara şehirlerde en güzel yurtlar, tapınaklar, yapılıyordu; her yerde hazır ve nazır olan onlara kurbanlar sunuluyor, dualar ediliyor, bununla da onların gözüne girmek ve gazaplarından kaçınmak isteniyordu. Çünkü mutluluk, şeref, şan, mal mülk, zevk, hep bu verimli topraklarda, bu parlak göğün altındaydı; ölünce karanlık Hades’te acıklı bir gölge varlığına düşülürdü.
Bu aristokrat efendiler sınıfı ta Perikles devrine, yani 5. yüzyılın ikinci yarısına kadar Polis’te idareyi büyük ölçüde elde tuttuğu için bu inanç da sürüp gitti, ataların dini olarak kaldı. Büyük halk kitlesi de oldum olası buna bağlıydı; çünkü tapmaklar ve mihraplar her tarafta göz önünde duruyordu, tanrılar şerefine yapılan törenler de, üstün ve alçak her tabakadan bütün halkı —hele demokratik hükümet şeklinde— hep bir araya getiriyor ve birbirine bağlıyordu. Perikles’in Atina Akropolünde yaptırdığı Parthenon’un frizi Panathenaion bayram alayını gösterir. Bunda bütün halkın —bütün Hellen şehirlerinde her yıl, kimi şehrin baş tanrısının, kimi Olympos tanrılarının, kimi de cümbüşlerle Dionyssos’un şerefine sık sık yapıldığı gibi— bir araya toplandıkları görülür. Politika ve din birbirinden ayrılmış, ya da birbirine karşı değildi. Aksine, burada, bunlar ayrılmaz bir bütün halindeydi.
Dördüncü yüzyılın bir insanı olarak Epikür’ün gençliğinde de, daha sonraları da etrafında gördüğü hep bu politik-dini hayat, milletinin plâstik ve edebî mirasları idi. Bunlarla da savaşmak zorunda kaldı.
Ama daha Homeros’un İlyada’yı yaratmasından 150-200 yıl sonra, tonya şehirlerinde, Sicilyada, Güney îtalyada ve Eğenin Kuzey Kıyılarında gözü pek filozoflar kozmolojik dünya görüşünü kurmuşlardı: bunun çeşitli, fakat aynı yöndeki şekillerini Epikür, bu filozofların kitaplarından okuyabiliyordu. Milet’li Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’ten, Pythagoras, Heraklit, Ksenophanes, Parmenides, Anaksagoras ve Empedokles’ten ta Demokrit’e kadar birçok filozofların muazzam, her biri kendi başına bir bütün olan evren açıklamaları hep gözünün önündeydi ve Epikür’ün doymak bilmez bilgi tutkusunu düşünme ve kontrol yoluna yöneltiyorlardı.
Bütün görülebilen şeyler ve olaylar dünyasının varlıkları isbat edilebilen elemanlardan meydana gelmiş olması ve kavranabilir kanunlara bağlı olarak değişikliklere uğraması ne kadar heyecan verici bir düşünceydi! İnsan da bu, kendi içinde önsüz sonsuz oluş ve hareket halindeki bütünün bir parçasıydı, aynı kanunlara ve kuvvetlere bağlıydı. Her şey gibi o da —Homeros’un ve halk dinin tanrıları gibi kişilik verilmemiş, ama gene de tanrı gibi— tabiat kuvvetlerinin akımı ile sürüklenip gidiyordu! Bununla hem Kosmos’un, hem de kendimizin gerçekten ne olduğumuz bulunmuş oluyor muydu? Her şey tek ve sonsuz ana maddeden, su, hava veya ateşten, onun koyulaşması ya da incelmesiyle mi meydana gelmişti? Yoksa çekici veya itici kuvvetlerin tesiriyle dört elemandan, ateş, hava, su ve topraktan, boyuna yeni şekiller mi ortaya çıkıyordu? Yoksa başlangıçta yalnız hep birbirinin eşi, veya benzeri ana parçacıklar vardı da bunlardan uygun olanları buluşarak toprak, taş, su, ot, kan, et ve kemik halinde bileşiyorlar mıydı? Düşünce gittikçe daha fazla böyle en küçük elemanlarla meşguldü. Nihayet Abdera’lı Demokrit, Öğretmeni Leukippos’la birlikte Atom adını verdiği, artık bölünmesi mümkün olmıyan en küçük elemanın, gözle görünür her şeyin menşei olduğu teorisini ortaya koydu.
Bütün bu felsefe sistemlerini Öğrenmiş ve eleştirmiş olan Epikür en cüretli ve en radikal olan çözümde, Demokritin Atomculuğunda karar kıldı.
Ama tam da Demokritin fikirlerini ortaya attığı, 5. yüzyılın 2. yarışında Hellen milletinin düşünce hayatında bir devrim oldu —buna bir irtica da diyebiliriz— , Sofistlerin İnsan-merkezciliği yeniden ortaya çıktı. Demokritin biraz daha yaşlı olan hemşerisi Protagoras, insanı muazzam Kosmos’un bir parçacığından başka bir şey olarak görmiyen Kosmolog’ların fikirleriyle mücadeleye girişti. Kişiliğini belirtme yolunda Hellenlerde oldum olası hüküm süren arzuyla birleşen benlik duygusu onu ferdin, —bilim araştırmaları için zorunlu olduğu gibi— böyle mütevazı bir mevkie atılmasına isyan ettiriyordu; bunu da olanca enerjisiyle ortaya koydu; gene îonya halkından gelme Sicilyalı Gorgias’ın düşüncelerine uygun bir görüşle insanı tek kişilik olarak bütün olayların merkezi saydı. Dünya, tanrılar, insanlar ve eşya hep bu merkezden, Ben’den değerlendirilmeliydi ve hayata hakim olunmalıydı. Gorgias ve çömezleri için varlığın manâsı ve amacı bu oldu. Mutluluk, şeref, mal mülk, iktidar, onlara göre, savaşçının dar görüşiyle değil de üst insanın görüşüne göre, yeniden değerini kazandı.
Bu kandırıcı sesler Epikürün kulaklarına da erişti, mutluluk ve itibara susamış ruhunu heyecanlandırdı. Ama mutluluk bu yoldan kazanılabilir miydi? Daha Sokrates bile, öğrencilerinin yazılarının gösterdiği gibi, sofistlerin görüşlerinin temelsizliğini boyuna isbatlamamış mıydı? Cynique’ler okulunda, Antisthenes ve onun fikir arkadaşlarında, —sofizmle Sokratçılığın bu acayip karışımında— mutluluk ariyan individüalizm, Ben —merkezcilik tamamiyle tersine dönmemiş ve dıştan gelen her çeşit maddi ve manevî tesiri hor görüşten doğma bir ihtîyaçsızlığa yönelmemiş miydi? Bu fakirlikleriyle kurumlanan, sadece pelerin, sopa ve torbalarından başka bir şeyleri olamadan dolaşıp duran gezici vaizler üst insanlığın karikatürleri seviyesine düşmemişler miydi? Burada, doğru bir şey yanlış yola sapmışa benziyordu.
Kendi yolunu tutmadan önce Epikürün içinden mücadele etmesi gereken çok büyük biri daha vardı: Platon. Platon da onun gibi Atmalıydı. Akademiyi ve o zamana kadar gelip geçmiş dünya görüşlerinin en yüce ve en etraflısını kurmuştu.
Platon Î.Ö. 347 de ölmüştü. Epikür de bundan birkaç yıl sonra doğmuştu. Hellen milletinin bütün fikrî ve ruhî varlıklarını kendinde toplıyan ve eleştiren öğretmeni Sokratesin kendi üzerindeki etkisini hiç bir zaman inkâr etmiyen Platon, zamanla yüksele yüksele, insan akımın son erişebileceği nokta gibi görünen yeni bir dünya görüşüne varmıştı: Felsefeye dayanan dinsel dünya görüşü.
Epikür'ün İçinde Yetiştigi Şartlar
Epikür’ün, hayatının büyük eserini, dünya görüşünü yaratmasından önce Hellen milletinin edebiyatı beş yüz yıllık bir geçmişe sahipti. Politika hayatında değişmelerin birbirini kovaladığı, masal kıralların yerine şehir-devletlerde aristokratların egemenliği, onların yerine tiranlar, daha sonra da demokrasi geçtiği için, boyuna yeni dünya görüşleri doğmuş, bunlar da tutulmak ve üstün gelmek için birbiriyle savaşmışlardı. Epikür kendi yolunu bulmak ve bunda ilerliyebilmek için ta başından itibaren bunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Kırallar devrinden, kendisi de artık bir şehir Helleni olan Homerosun, milletinin ağızdan ağıza gelen hikâyelerinden, zamanının zengin efendileriyle onların maiyetindekiler için meydana getirdiği îlyada’nın kahramanca dünya görüşü kalmıştı. Bu epope ile birçok ötekilerde, o zamanki devlet-şehirlerin(Polis’lerin) önderleri aristokratlara inanç ve örnek sağlıyan o tanrılar ve kahramanlar dünyası yaşamaktaydı. Aristokratlar soylarını bunlara bağlardı. Bu epopelerin kahramanları, Akhilleus’lar, Odysseus’lar, Herakles’ler ve ötekiler nasıl tanrı dedelerinin kaniyle övünür, nasıl tanrıların yardımcı, aynı zamanda engelleyici yakınlıklarını bilirlerdiyse, bu kibar torunlar da bütün işlerinde, başarılarında ve başarısızlıklarında tanrıların etkin olduklarına inanırlardı. Tarihten önceki o devrin kahramanları tanrılarını kendi kişiliklerine göre, yani savaşçı karakterde olarak nasıl kılıklandırdılarsa, Olympos’un, yeraltının ve denizin bu tanrılarını Polis’in aristokratları da hiç değiştirmeden, öylece aldılar; çünkü onların kanlarında da savaşçılık yaşıyordu ve savaşlar, fetihler, politika mücadeleri ve spor karşılaşmalarında bütün gücünü kullanacağı alan buluyordu. Tanrılara şehirlerde en güzel yurtlar, tapınaklar, yapılıyordu; her yerde hazır ve nazır olan onlara kurbanlar sunuluyor, dualar ediliyor, bununla da onların gözüne girmek ve gazaplarından kaçınmak isteniyordu. Çünkü mutluluk, şeref, şan, mal mülk, zevk, hep bu verimli topraklarda, bu parlak göğün altındaydı; ölünce karanlık Hades’te acıklı bir gölge varlığına düşülürdü.
Bu aristokrat efendiler sınıfı ta Perikles devrine, yani 5. yüzyılın ikinci yarısına kadar Polis’te idareyi büyük ölçüde elde tuttuğu için bu inanç da sürüp gitti, ataların dini olarak kaldı. Büyük halk kitlesi de oldum olası buna bağlıydı; çünkü tapmaklar ve mihraplar her tarafta göz önünde duruyordu, tanrılar şerefine yapılan törenler de, üstün ve alçak her tabakadan bütün halkı —hele demokratik hükümet şeklinde— hep bir araya getiriyor ve birbirine bağlıyordu. Perikles’in Atina Akropolünde yaptırdığı Parthenon’un frizi Panathenaion bayram alayını gösterir. Bunda bütün halkın —bütün Hellen şehirlerinde her yıl, kimi şehrin baş tanrısının, kimi Olympos tanrılarının, kimi de cümbüşlerle Dionyssos’un şerefine sık sık yapıldığı gibi— bir araya toplandıkları görülür. Politika ve din birbirinden ayrılmış, ya da birbirine karşı değildi. Aksine, burada, bunlar ayrılmaz bir bütün halindeydi.
Dördüncü yüzyılın bir insanı olarak Epikür’ün gençliğinde de, daha sonraları da etrafında gördüğü hep bu politik-dini hayat, milletinin plâstik ve edebî mirasları idi. Bunlarla da savaşmak zorunda kaldı.
Ama daha Homeros’un İlyada’yı yaratmasından 150-200 yıl sonra, tonya şehirlerinde, Sicilyada, Güney îtalyada ve Eğenin Kuzey Kıyılarında gözü pek filozoflar kozmolojik dünya görüşünü kurmuşlardı: bunun çeşitli, fakat aynı yöndeki şekillerini Epikür, bu filozofların kitaplarından okuyabiliyordu. Milet’li Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’ten, Pythagoras, Heraklit, Ksenophanes, Parmenides, Anaksagoras ve Empedokles’ten ta Demokrit’e kadar birçok filozofların muazzam, her biri kendi başına bir bütün olan evren açıklamaları hep gözünün önündeydi ve Epikür’ün doymak bilmez bilgi tutkusunu düşünme ve kontrol yoluna yöneltiyorlardı.
Bütün görülebilen şeyler ve olaylar dünyasının varlıkları isbat edilebilen elemanlardan meydana gelmiş olması ve kavranabilir kanunlara bağlı olarak değişikliklere uğraması ne kadar heyecan verici bir düşünceydi! İnsan da bu, kendi içinde önsüz sonsuz oluş ve hareket halindeki bütünün bir parçasıydı, aynı kanunlara ve kuvvetlere bağlıydı. Her şey gibi o da —Homeros’un ve halk dinin tanrıları gibi kişilik verilmemiş, ama gene de tanrı gibi— tabiat kuvvetlerinin akımı ile sürüklenip gidiyordu! Bununla hem Kosmos’un, hem de kendimizin gerçekten ne olduğumuz bulunmuş oluyor muydu? Her şey tek ve sonsuz ana maddeden, su, hava veya ateşten, onun koyulaşması ya da incelmesiyle mi meydana gelmişti? Yoksa çekici veya itici kuvvetlerin tesiriyle dört elemandan, ateş, hava, su ve topraktan, boyuna yeni şekiller mi ortaya çıkıyordu? Yoksa başlangıçta yalnız hep birbirinin eşi, veya benzeri ana parçacıklar vardı da bunlardan uygun olanları buluşarak toprak, taş, su, ot, kan, et ve kemik halinde bileşiyorlar mıydı? Düşünce gittikçe daha fazla böyle en küçük elemanlarla meşguldü. Nihayet Abdera’lı Demokrit, Öğretmeni Leukippos’la birlikte Atom adını verdiği, artık bölünmesi mümkün olmıyan en küçük elemanın, gözle görünür her şeyin menşei olduğu teorisini ortaya koydu.
Bütün bu felsefe sistemlerini Öğrenmiş ve eleştirmiş olan Epikür en cüretli ve en radikal olan çözümde, Demokritin Atomculuğunda karar kıldı.
Ama tam da Demokritin fikirlerini ortaya attığı, 5. yüzyılın 2. yarışında Hellen milletinin düşünce hayatında bir devrim oldu —buna bir irtica da diyebiliriz— , Sofistlerin İnsan-merkezciliği yeniden ortaya çıktı. Demokritin biraz daha yaşlı olan hemşerisi Protagoras, insanı muazzam Kosmos’un bir parçacığından başka bir şey olarak görmiyen Kosmolog’ların fikirleriyle mücadeleye girişti. Kişiliğini belirtme yolunda Hellenlerde oldum olası hüküm süren arzuyla birleşen benlik duygusu onu ferdin, —bilim araştırmaları için zorunlu olduğu gibi— böyle mütevazı bir mevkie atılmasına isyan ettiriyordu; bunu da olanca enerjisiyle ortaya koydu; gene îonya halkından gelme Sicilyalı Gorgias’ın düşüncelerine uygun bir görüşle insanı tek kişilik olarak bütün olayların merkezi saydı. Dünya, tanrılar, insanlar ve eşya hep bu merkezden, Ben’den değerlendirilmeliydi ve hayata hakim olunmalıydı. Gorgias ve çömezleri için varlığın manâsı ve amacı bu oldu. Mutluluk, şeref, mal mülk, iktidar, onlara göre, savaşçının dar görüşiyle değil de üst insanın görüşüne göre, yeniden değerini kazandı.
Bu kandırıcı sesler Epikürün kulaklarına da erişti, mutluluk ve itibara susamış ruhunu heyecanlandırdı. Ama mutluluk bu yoldan kazanılabilir miydi? Daha Sokrates bile, öğrencilerinin yazılarının gösterdiği gibi, sofistlerin görüşlerinin temelsizliğini boyuna isbatlamamış mıydı? Cynique’ler okulunda, Antisthenes ve onun fikir arkadaşlarında, —sofizmle Sokratçılığın bu acayip karışımında— mutluluk ariyan individüalizm, Ben —merkezcilik tamamiyle tersine dönmemiş ve dıştan gelen her çeşit maddi ve manevî tesiri hor görüşten doğma bir ihtîyaçsızlığa yönelmemiş miydi? Bu fakirlikleriyle kurumlanan, sadece pelerin, sopa ve torbalarından başka bir şeyleri olamadan dolaşıp duran gezici vaizler üst insanlığın karikatürleri seviyesine düşmemişler miydi? Burada, doğru bir şey yanlış yola sapmışa benziyordu.
Kendi yolunu tutmadan önce Epikürün içinden mücadele etmesi gereken çok büyük biri daha vardı: Platon. Platon da onun gibi Atmalıydı. Akademiyi ve o zamana kadar gelip geçmiş dünya görüşlerinin en yüce ve en etraflısını kurmuştu.
Platon Î.Ö. 347 de ölmüştü. Epikür de bundan birkaç yıl sonra doğmuştu. Hellen milletinin bütün fikrî ve ruhî varlıklarını kendinde toplıyan ve eleştiren öğretmeni Sokratesin kendi üzerindeki etkisini hiç bir zaman inkâr etmiyen Platon, zamanla yüksele yüksele, insan akımın son erişebileceği nokta gibi görünen yeni bir dünya görüşüne varmıştı: Felsefeye dayanan dinsel dünya görüşü.