Kant ve Einstein - 2
|
18 - Yirminci yüzyılın birinci çeyreğinde Viyana'da filozoflardan, mantıkçılardan, matematikçi, fizikçi ve başka bilim temsilcilerinden meydana gelen ve Moritz Schlick'in etrafında toplanan, birtakım Anglo-sakson, Fransız ve Polonyalı bilginlerle sıkı ilişki halinde bulunan bir grup, bilim felsefesinin türlü dalları ve yardımcısı modern mantık üzerinde çalışmaya başladı. Bu araştırıcıların amacı, bilginin, bilimde kendisini gösterdiği şekliyle kritik analizini yapmak, bilginin temelini, önermelerini, teorilerini vb.. . incelemekti. Bunu yapabilmek için modem mantığı, başka deyimle, sembolik mantığı düşünce aygıtı olarak kullanıyorlardı. Viyana Çevresi adı altında büyük ün kazanmış olan bu grubun çalışmalarının bütün ayrıntıları üzerinde durmanın şimdi sırası değildir. Fakat konumuz, grupun başlıca kaygılarından biri üzerinde kısaca durmayı zorunlu kılıyor:
Grupun meydana gelmesinde rolü değilse de uzaktan etkisi olmuş olan filozof Ludwig Wittgenstein, 1921'de oldukça kapalı, ve özdeyişler şeklinde kaleme alınmış bir kitap yayımlamıştı. Kitabın adı: "Tractatus Logico - Philosophicus"tu. Kitabın özdeyişlerinden biri şudur:
"Der Sinn eines Satzes ist die Methode seiner Verifikation" (Bir tümcenin anlamı, onun doğrulanması yöntemidir) . Viyana Çevresi bu görüşü benimsedi ve şu anlam teorisini geliştirdi:
19- Bir ifade totoloji olur (mantık ve matematik önermelerinde olduğu gibi) yahut içerikli olur, yani- Kant'ın terminolojisini kullanırsak- sentetik olur. Bilimin asıl bilgi veren önermeleri sentetiktir. Öbürleri mantıksal dönüşümlere, yani bir önermeden, onun eş-değerleri olan önermelere geçmeye yarar. Bir sözcükler bütününün gerçek bir sentetik önerme olması için, yani doğru ya da yanlış olabilecek bir ifade olabilmesi için, onun hiç olmazsa ilkelik olarak doğrulanabilmesi, başka deyimle, ifadenin içeriği ile gözlem arasında birebir tekabül bulunması gerekir. Ancak bu tekabül olunca, söz konusu sözcükler bütününün bir anlamı vardır ve o, gerçekten bir sentetik önermedir, yoksa, gramer bakımından doğru kurulmuş olmasına rağmen, bilgi verme bakımından bir sözcük yığını olarak kalır.
Bu anlam kriterium'u düşüncesine ilham veren kimdir ? Bilim sisteminde onu ilk olarak uygulıyan kimdir? Hiç şüphesiz, Albert Einstein.
20- Bunu anlamak için uzağa götürülmüş saatler sorununu hatırlamak yeter. Klasik fizik için her türlü eş-zamanlık, içinde hiçbir sorun saklamıyan basit bir olaydı. Örneğin şöyle denebiliyordu: Birbirinden uzak iki olayın eş-zaman olduğunu anlamak için senkron iki saat bulunması ve birinin uzakta bulunan noktaya taşınması yeter. Einstein şu soruyu ortaya atıyor: Nereden biliyoruz ki ikinci saat, taşınırken değişmedi, ve hep kendine özdeş kaldı? Biribirinden uzak iki saatin senkronluğunu denetlemek için, ışığın ışınlarını kullanabiliriz, ama ışının uzaklığa gitme zamanını ölçmek için, biribirinden uzak iki senkron saate ihtiyaç var. Eş-zamanlığı tespit için ışın gerekli, ışının gitme yol ve zamannı tespit için eş-zamanlık gerekli. Demek ki burada bir yoz-döngü içinde bulunuyoruz. - Bu döngüden çıkmak, kurtulmak için ne yapmalı? İlkin şu tespiti yapalım: Uzak olayların eş-zamanlığından söz eden bir önerme, gerçek bir önerme değil, sanki bir önerme imiş gibi, sözcükler topluluğudur, çünkü onu ampirik yolla doğrulayamayız. Oysa ki, Einstein'a göre (The Meaning of Relativity, 5. ed. 1956 dan bir parçayı aktarıyorum) : "Kavramlarımız ve kavram sistemlerimiz için biricik meşruluk, onların deneyimizin komplekslerini ifade etmeye yaramalarıdır. Bunun dışında, onların hiçbir meşrulukları yoktur" . Ama gene de uzak olayların eş-zamanlıklarından söz edilmektedir.
Bunun sebebi şudur: Belirli bir sınır içinde bulunan zaman noktaları arasında bir tanesi seçiliyor, ve o, birinci olayla eş-zamandır diye kabul ediliyor. Demek oluyor ki burada imkânsız olan bir bilgi yerine bir tanım konmuş oluyor.- İşte Einstein'ın büyük başarılarından biri, bilimde bilgi verici imiş gibi görünen ama aslında sadece birer tanımdan başka bir şey olmıyan önermelerin bulunduğunu göstermiş olmasıdır.
21 - Yukarıda (11-14), Kant'ın teorik felsefesinin başarızıslığa uğramış olmasından ve Kant'ın, olaylarla kaskatı kavramlar arasında tekabül olduğu üstündeki görüşünün yanlış olmasından söz ettik. Gerçekten, Einstein, haklı olarak göstermiştir ki, bu koşul, bir bütün olarak alınırsa yanlıştır, yani böyle bir tekabülün varlığını kabul etmek yersizdir. Bu tekabülün belirli ögeleri yalnız yanlış değil, tamamen anlamdan yoksundur da.
Mutlak zaman ile mutlak uzayı alalım. Bunlar aslında Newton'un kavramlarıdır. Bu kavramların, Kant'taki iz-düşümleri duyarlığımızın apriori form'ları oluyor. Şimdi şu tümceyi alalım: Uzay, duyarlığımızın apriori bir form'udur. Bunu doğrulamak ya da yanlışlamak imkânsız, çünkü Kant bunu bize yasak ediyor ve diyor ki, deneyi meydana getiren ögeler, deneyin kendisinden önce gelirler. Koşul, koşullanmış tarafından denetlenmez. Bu durumda, en iyisi, tümcenin aslı olan Newton tümcesine başvurmak olacak. Newton şöyle der:
"Mutlak uzay, tabiatına uygun olarak, ve bir dış nesne ile hiç oran tılı olmamak üzere, kendine hep eşittir ve sükûnettedir. " Ama, bir dış nesne ile orantısı olmıyan bir şey, tespit edilemez, demek ki bir olay değildir. Demek ki Newton'un tümcesi, Einstein için tahkik edilemez bir tümcedir, o halde anlamdan yoksundur.
Zaman ile uzayın neler olduklarını kendi kendine soran Leibniz'i bir yana bırakırsak, diyebiliriz ki, bilginler arasında bir kavramı uygulamadan önce ondan ne anladığını soruşturan ilk kişi, Einstein'dır.
Demek ki Viyana Çevresinin, anlam sorununu felsefe kaygılarının merkezine koymasına- belki Bertrand Russell ve Wittgenstein'la birlikteyol açan. Einstein'dır. Bence, bu bakımdan, Einstein, modern semantiğin uzak bir atası sayılabilir.
22- Son olarak, Einstein'ın belirli bir felsefe görüşünü, bu münasebetle kısaca ele alabileceğimizi sanıyorum: Einstein, Bertrand Russell'ın Anlam ve Doğru üzerine yazmış olduğu tanınmış bir yapıtı (AnInquiry into Meaning and Truth) üzerine kaleme aldığı bir eleştiride, ana çizgileriyle, kendi teorik felsefesini anlatıyor. Akılcı felsefelerle, bön realizm'i aynı ölçüde aşılmış sayıyor. Öte yandan, Berkeley ile Hume'un felsefelerinde, doğa biliminin düşünüş türünün tersini değil, onun yan- belirtisini görüyor. Ve, şeylerin bilgisinin süreci, duyu aygıtları tarafından veri olan ham maddenin işlenmesidir, diyor; sözlerine de şunu katıyor: Bu görüş genel olarak olumlu karşılanmaktadır. Sebebi, şeylerin rasyonel bilgisinin imkânsızlığından çok ampirik metodun son derece verimli olmasıdır. Buraya kadar, normal ampirik görüşten hiçbir ayrılık yok. Ancak, araya, bu düşünce ile bağdaşmıyan bir görüş girmektedir: Yukarıda (20) görmüştük ki, Einstein için kavramlar, ampirik ögelerin toplayıcılarıdır. Şimdi kavramlar için, "freie Schöpfungen des Geistes" yani zihnin serbest yaratıkları, demektedir ve bunları acunun mantıksal yapısında kullanmak gereklidir, sözünü
katmaktadır.
23 - Bu tutarsızlığın açıklanmasını, Einstein'ın psikolojisinde aramak gerek. Hatta bu psikolojik temellendirme, aynı yazıda bulunmaktadır. Şöyle ki: Hume, demektedir, düşünceye büyük bir hizmette bulundu, çünkü nedenselliğin eleştirisini yaptı ama aynı zamanda da felsefede tehlikeli hatta kısır bir akımın yer almasına sebep oldu. Öyle bir akım ki, deneyin çerçevesini aşan her şeyi "metafizik" diye yadsımaktadır. Einstein bu köklü anti-metafizik durumu, metafizik karşısında bir türlü korku olarak yorumlamaktadır ve bu, demektedir, şimdiki ampirik felsefenin bir hastalığıdır. Einstein'nın zihni, kurduğu büyük teorilerle, astronomik boyutlar içinde hareket etmeğe alışmış.
Bunun kendisinde mutlakın metafiziği susuzluğunu doğurmuş olması, bence hiç imkânsız değildir.
NOT: Bu yazı Felsefe Araştırma Enstitüsünün 1965 - 66 öğrenim yılında tertiplemiş olduğu bir konferansın metnidir
Grupun meydana gelmesinde rolü değilse de uzaktan etkisi olmuş olan filozof Ludwig Wittgenstein, 1921'de oldukça kapalı, ve özdeyişler şeklinde kaleme alınmış bir kitap yayımlamıştı. Kitabın adı: "Tractatus Logico - Philosophicus"tu. Kitabın özdeyişlerinden biri şudur:
"Der Sinn eines Satzes ist die Methode seiner Verifikation" (Bir tümcenin anlamı, onun doğrulanması yöntemidir) . Viyana Çevresi bu görüşü benimsedi ve şu anlam teorisini geliştirdi:
19- Bir ifade totoloji olur (mantık ve matematik önermelerinde olduğu gibi) yahut içerikli olur, yani- Kant'ın terminolojisini kullanırsak- sentetik olur. Bilimin asıl bilgi veren önermeleri sentetiktir. Öbürleri mantıksal dönüşümlere, yani bir önermeden, onun eş-değerleri olan önermelere geçmeye yarar. Bir sözcükler bütününün gerçek bir sentetik önerme olması için, yani doğru ya da yanlış olabilecek bir ifade olabilmesi için, onun hiç olmazsa ilkelik olarak doğrulanabilmesi, başka deyimle, ifadenin içeriği ile gözlem arasında birebir tekabül bulunması gerekir. Ancak bu tekabül olunca, söz konusu sözcükler bütününün bir anlamı vardır ve o, gerçekten bir sentetik önermedir, yoksa, gramer bakımından doğru kurulmuş olmasına rağmen, bilgi verme bakımından bir sözcük yığını olarak kalır.
Bu anlam kriterium'u düşüncesine ilham veren kimdir ? Bilim sisteminde onu ilk olarak uygulıyan kimdir? Hiç şüphesiz, Albert Einstein.
20- Bunu anlamak için uzağa götürülmüş saatler sorununu hatırlamak yeter. Klasik fizik için her türlü eş-zamanlık, içinde hiçbir sorun saklamıyan basit bir olaydı. Örneğin şöyle denebiliyordu: Birbirinden uzak iki olayın eş-zaman olduğunu anlamak için senkron iki saat bulunması ve birinin uzakta bulunan noktaya taşınması yeter. Einstein şu soruyu ortaya atıyor: Nereden biliyoruz ki ikinci saat, taşınırken değişmedi, ve hep kendine özdeş kaldı? Biribirinden uzak iki saatin senkronluğunu denetlemek için, ışığın ışınlarını kullanabiliriz, ama ışının uzaklığa gitme zamanını ölçmek için, biribirinden uzak iki senkron saate ihtiyaç var. Eş-zamanlığı tespit için ışın gerekli, ışının gitme yol ve zamannı tespit için eş-zamanlık gerekli. Demek ki burada bir yoz-döngü içinde bulunuyoruz. - Bu döngüden çıkmak, kurtulmak için ne yapmalı? İlkin şu tespiti yapalım: Uzak olayların eş-zamanlığından söz eden bir önerme, gerçek bir önerme değil, sanki bir önerme imiş gibi, sözcükler topluluğudur, çünkü onu ampirik yolla doğrulayamayız. Oysa ki, Einstein'a göre (The Meaning of Relativity, 5. ed. 1956 dan bir parçayı aktarıyorum) : "Kavramlarımız ve kavram sistemlerimiz için biricik meşruluk, onların deneyimizin komplekslerini ifade etmeye yaramalarıdır. Bunun dışında, onların hiçbir meşrulukları yoktur" . Ama gene de uzak olayların eş-zamanlıklarından söz edilmektedir.
Bunun sebebi şudur: Belirli bir sınır içinde bulunan zaman noktaları arasında bir tanesi seçiliyor, ve o, birinci olayla eş-zamandır diye kabul ediliyor. Demek oluyor ki burada imkânsız olan bir bilgi yerine bir tanım konmuş oluyor.- İşte Einstein'ın büyük başarılarından biri, bilimde bilgi verici imiş gibi görünen ama aslında sadece birer tanımdan başka bir şey olmıyan önermelerin bulunduğunu göstermiş olmasıdır.
21 - Yukarıda (11-14), Kant'ın teorik felsefesinin başarızıslığa uğramış olmasından ve Kant'ın, olaylarla kaskatı kavramlar arasında tekabül olduğu üstündeki görüşünün yanlış olmasından söz ettik. Gerçekten, Einstein, haklı olarak göstermiştir ki, bu koşul, bir bütün olarak alınırsa yanlıştır, yani böyle bir tekabülün varlığını kabul etmek yersizdir. Bu tekabülün belirli ögeleri yalnız yanlış değil, tamamen anlamdan yoksundur da.
Mutlak zaman ile mutlak uzayı alalım. Bunlar aslında Newton'un kavramlarıdır. Bu kavramların, Kant'taki iz-düşümleri duyarlığımızın apriori form'ları oluyor. Şimdi şu tümceyi alalım: Uzay, duyarlığımızın apriori bir form'udur. Bunu doğrulamak ya da yanlışlamak imkânsız, çünkü Kant bunu bize yasak ediyor ve diyor ki, deneyi meydana getiren ögeler, deneyin kendisinden önce gelirler. Koşul, koşullanmış tarafından denetlenmez. Bu durumda, en iyisi, tümcenin aslı olan Newton tümcesine başvurmak olacak. Newton şöyle der:
"Mutlak uzay, tabiatına uygun olarak, ve bir dış nesne ile hiç oran tılı olmamak üzere, kendine hep eşittir ve sükûnettedir. " Ama, bir dış nesne ile orantısı olmıyan bir şey, tespit edilemez, demek ki bir olay değildir. Demek ki Newton'un tümcesi, Einstein için tahkik edilemez bir tümcedir, o halde anlamdan yoksundur.
Zaman ile uzayın neler olduklarını kendi kendine soran Leibniz'i bir yana bırakırsak, diyebiliriz ki, bilginler arasında bir kavramı uygulamadan önce ondan ne anladığını soruşturan ilk kişi, Einstein'dır.
Demek ki Viyana Çevresinin, anlam sorununu felsefe kaygılarının merkezine koymasına- belki Bertrand Russell ve Wittgenstein'la birlikteyol açan. Einstein'dır. Bence, bu bakımdan, Einstein, modern semantiğin uzak bir atası sayılabilir.
22- Son olarak, Einstein'ın belirli bir felsefe görüşünü, bu münasebetle kısaca ele alabileceğimizi sanıyorum: Einstein, Bertrand Russell'ın Anlam ve Doğru üzerine yazmış olduğu tanınmış bir yapıtı (AnInquiry into Meaning and Truth) üzerine kaleme aldığı bir eleştiride, ana çizgileriyle, kendi teorik felsefesini anlatıyor. Akılcı felsefelerle, bön realizm'i aynı ölçüde aşılmış sayıyor. Öte yandan, Berkeley ile Hume'un felsefelerinde, doğa biliminin düşünüş türünün tersini değil, onun yan- belirtisini görüyor. Ve, şeylerin bilgisinin süreci, duyu aygıtları tarafından veri olan ham maddenin işlenmesidir, diyor; sözlerine de şunu katıyor: Bu görüş genel olarak olumlu karşılanmaktadır. Sebebi, şeylerin rasyonel bilgisinin imkânsızlığından çok ampirik metodun son derece verimli olmasıdır. Buraya kadar, normal ampirik görüşten hiçbir ayrılık yok. Ancak, araya, bu düşünce ile bağdaşmıyan bir görüş girmektedir: Yukarıda (20) görmüştük ki, Einstein için kavramlar, ampirik ögelerin toplayıcılarıdır. Şimdi kavramlar için, "freie Schöpfungen des Geistes" yani zihnin serbest yaratıkları, demektedir ve bunları acunun mantıksal yapısında kullanmak gereklidir, sözünü
katmaktadır.
23 - Bu tutarsızlığın açıklanmasını, Einstein'ın psikolojisinde aramak gerek. Hatta bu psikolojik temellendirme, aynı yazıda bulunmaktadır. Şöyle ki: Hume, demektedir, düşünceye büyük bir hizmette bulundu, çünkü nedenselliğin eleştirisini yaptı ama aynı zamanda da felsefede tehlikeli hatta kısır bir akımın yer almasına sebep oldu. Öyle bir akım ki, deneyin çerçevesini aşan her şeyi "metafizik" diye yadsımaktadır. Einstein bu köklü anti-metafizik durumu, metafizik karşısında bir türlü korku olarak yorumlamaktadır ve bu, demektedir, şimdiki ampirik felsefenin bir hastalığıdır. Einstein'nın zihni, kurduğu büyük teorilerle, astronomik boyutlar içinde hareket etmeğe alışmış.
Bunun kendisinde mutlakın metafiziği susuzluğunu doğurmuş olması, bence hiç imkânsız değildir.
NOT: Bu yazı Felsefe Araştırma Enstitüsünün 1965 - 66 öğrenim yılında tertiplemiş olduğu bir konferansın metnidir