Korku - Hiçlik ve Ölüm.

Peter Kraus

Heidegger’e göre temel deneyim olan varoluşsal korkunun altında yatan şey, kendi ölüme-doğru-varlığımızı kavramamızdır… Ve ölümle bu karşılaşma aynı zamanda hiçlikle de bir karşılaşmadır… Varlık ve Zaman da şöyle yazar: ‘Bizi “yokluk” [hiçlik, das Nichts] ile yüzyüze getiren korku, Dasein’ın tam kendi temelinde onun yoluyla tanımladığı hiçliğin örtüsünü kaldırır; ve bu temelin kendisi de ölüme fırlatılmışlık olarak tanımlanır…

Korku da ve ölümle karşılaşmadadır ki hiçliğin olgusllığının, ya da daha iyisi, ‘olgusallığın’ (Wirklichkeit-nedensel yasalar altında ki şeylerin dünyası) hiçliğin ve aynı şekilde kendi özsel hiçliğimizin farkına varırız… Korkuda, varlıkların dünyası, günlük yaşamımızı üzerine kurduğumuz, güvendiğimiz ve genellikle onun aracılığıyla kendilerimizi tanımladığımız dünya kayıp gider ve tutumumuz varlıkların dünyasına bir kayıtsızlık tutumuna döner… ‘Şeylere tutunamadığımız bir kayıtızlık… Varlıkların kayıp gitmesinde, yalnızca bu ‘şeylere tutunamama’ üzerimize yapışıp kalır… Korku yokluğu açığa serer…’

Varlıklara olan büyülenmişliğimiz kesildiği zaman, “tüm şeyler ve biz kendimiz kayıtsızlığa gömüldüğümüz” ve ‘varlıklar artık yanıt vermedikleri’ zaman hiçlikle karşılaşma korku halinde ortaya çıkar… Bunun anlamı, Dasein ile varlıklar arsında alışıldık ilgi bağının korku durumunda koptuğudur… Dasein varlıklara hatta kendisine bile alışıldık tarzda yanıt vermez… ‘Kişi’ yani dasein terkedilmiş olduğunu, evinde olmadığını hisseder… Bu şekilde kendini rahatsız hisseden tikel ‘sen’ ya da ‘ben’ değildir… Ama doğrusu kişiyi huzursuz hissettiren şey, o halin kendisidir… Korku halinde ki Dasein varlıklardan uzaklaşır ve anlamlığın yokluğundan ötürü artık tutunamadığı varlıkların üzerine yükselip havada asılı kalır… Korkuda ve ölümle karşılaşmada Dasein tek başına ve varlıklarla ilişkisiz durmaya zorlanır ve bu konumda, varlıkların bütünlüğünün çökmesinden hiçlik ortaya çıkar… Bu temel ruh halinde, hiçliğin anlam ve önem taşımayı sürdüren tek fenomen olduğu görülür…

Korkuda hiçlikle bu yüzyüze gelme bizden konuşma yetimizi çalar ve onun yakınlığıyla sersemleriz… Gerçekten de, bu yüzyüze gelme karşısında, geleneksel biçimiyle anlaşıldığında, mantığın görüş noktası dağılıp gider… Hiçliğin karşısında aslında us ve mantığın sınırlarını görme noktasına varırız… Onun karşısında us ve mantık güçsüzdürler, çünkü hiçlik kesinlikle us ya da mantığın bir nesne olarak alabileceği bir şey değildir… Bu bakımdan çok açıktır ki, Heidegger’e göre, varlıklar hakkında ki, bilgimizin türü her günkü yaşamda tanıtlanan ve bilimsel tutumda örneği verilen bir bilgi, bir varlık olmayanın, hiçliğin bilgisini içeremez… Bu yüzden hiçlik ile böyle sıradan bilginin temelinde karşılaşamaz, ne de çünkü o böyle bilginin (sıradan varlıklarla karşılaşabileceğimiz tarzda bilginin) nesnesidir… Aşağı yukarı aynı irdelemeler biyolojik bir fenomen olarak değil, ama bizim ‘en kendi olanağımız’ olarak anlaşılan ölüm düşüncesi için de geçerli görünürler… Ölüm herhangi bir sıradan olayın anlaşıldığı şekilde bilinmez ya da anlaşılamaz… Gerçekten de ölüm bu anlamda bir olay bile değildir…

Dasein’in kendi ölümünü yalnızca varoluşunun olumsuzlaması olarak kavramaması dikkate değerdir… Bunun yerine ölüm Dasein’in ‘en kendi olanağını’ belirten şey diye anlaşılır… Benzer olarak, Dasein’in hiçliği de yalnızca varlıkların olumsuzlaması olarak, sözgelimi varlıkların bundan böyle ilgi çekici olmalarının sona erdiği anlamda kavramaz… Doğrusu hiçliğin kendisi öne çıkar, bundan böyle varlıklara ve onların varlığına olan her zaman ki büyülenmemiz tarafından gizlenmiş değildir… Korku durumunda Dasein ile hiçliğin yakınlıkları, korktuğu şey aslında hiçbir şey değilmiş ifadesiyle canlı biçimde anlatılır… ‘ Gerçekten de ; yokluğun kendisi –yokluk olarak- oradaydı…’ Kişinin türdeşi insanlar ve kişinin kendisi de dahil tüm varlıkların tam da önemsizlikleri hiçliğe bu tanık olmada açık seçik belli olur… Yokluğa tanık olmasında Dasein dünyaya olan her zaman ki ilgisi düzeyini aşar ve bu aşma daha ezeli bir olgusallığı kavramasına izin verir… Dasein varlıkları –kendi varlığı dahil- bütünlükleri içinde ve dolayısıyla özünlü “varlık-olmamaları’ içinde de düşünmesine izin veren, dünyanın daha temel bir koşulunu algılar…

Kierkegaard Felsefesi ve İnsan Olmanın Erdemi

Gökçen Göksal

Sören Kierkegaard'ın temsil ettiği varoluşçu felsefe, temelde yaradanı referans alarak hareket eder. Fakat Kierkegaard diğer varoluşçulardan koşar adım önde giderek, inancın, insan hayatındaki, öneminin altını çizer. Kierkegaard inancı insan olmanın bir özelliği olarak görür.

İnanmak ve özellikle yaradana inanmak, Kierkegaard için insan olmanın gerekliliğini tamamlayan bir unsurdur. İnsanın insan olarak yaşayabilmesi için mutlak bir inanma ihtiyacının olması gerektiğini belirten, Kierkegaard inanmanın insanın yaşamının bir parçası olduğunu savunur. Kiergaard'a göre göre insan olmak inanmakla eş değerdir, çünkü inanç bu bütünün bir parçasıdır. İnsanı bir bütün olarak gören ve bütün içersinde en önemli parçanın inanç olduğuna değinen Kiergaard, insanın yaşadığı hayatın onun öznel dünyasında geniş bir etki meydan getirdiğini düşünür.

İnsanın kendi özüne yabancılaşmasını da geniş bir spekturumda değerlendiren Kierkegaard, insanın yaptığı hareketlerin, davranışların, ve eylemlerin insanı yaradandan uzaklaştırması durumunda kişinin umutsuzluğa, karamsarlığa sürükleneceğini söyler.

Kierkegaard'a göre insanı yaradandan uzaklaştıran her türlü eylem onun bir uçuruma sürüklenmesine neden olur. Kierkegaard'ı daha özgün kılan yön ise aydınlanmaya ve onun düşünsel alt yapısı olan, rasyonaliteyi karşı oluşturduğu, sistematiktir.

Kierkegaard rasyonaliteyi ve inançla birlikte bütünleştirmek ve gri bir ton meydana getirmek yerine, düşünsel aklın bir ürünü olan rasyonaliteyi, ilahi bir düşünce karşısında muhatab dahi almamıştır. Kierkegaard, aklın belirlediği yasaların ve söylem tarzlarının inanç karşınıda hükmünün olmadığını savunur. Aklın getirdiği ve geliştirdiği yöntemlerin insanların yaşadıkları problematiğe çözüm olamayacağını söyleyen Kierkegaard, felsefinin gereklerini da soyut kavramlarla değil bizatihi hayatın içinde arar.

Hegel'in gri tonu ortaya çıkarma isteğinin ötesinde Kiergaard, inancın akla karşı üstünlüğünü kayıtsız olarak kabul etmiştir. Kierkegaard çoğunlukla Hegel'in felsefi anlayışına eleştirel yaklaşmıştır.

Kierkegaard kendisinden sonra gelen, birçok düşünüre de kaynak oluşturmuş, Alman filozof Heidegger için, etkileyeci olmuştur. Heidegger'in düşünsel yapısı ve görüşleri, Kierkegaard'dan daha fazla yankı bulsa da Kiergaard bu düşünür için bir öncelik teşkil etmiştir. Heidegger çok daha fazla yazdığı ve konuları daha geniş bir scala da değerlendirdiği için, duruşu Kierkegaard kadar net değildir, bu netlik düşünsel anlamda verdiği yazılı eserlerin çokluğundan dolayı ortaya çıkan bir bulanıklık olarakta değerlendirilebilir. Heidegger batı felsefesini metafizik olmakla suçlayarak, tamamen yanlış olduğunu savunur. Heidegger'in oluşturduğu felsefi anlayış, Kierkegard'dan ayrılsada Kierkegaard Heidegger'in için bir basamaktır.

Heidegger'i Kierkegaard'dan ayrı tutarak, Kierkegaard'ın duruşunu daha fazla önemsemeliyiz. Çoğu yerde Heidegger de varoluşçu olarak yazılsa da bu varoluşçu anlayış Kierkegaar'dan anlayışıyla taban tabana zıttır.

Kierkegaard'ın Heidegger kadar etkili olmasının nedeni tavizsiz tutumu ve her şeyi akıl ile anlamaya çalışanlara karşı verdiği uzlaşmaz mücadeledir.

Kierkegard'la birlikte alman düşünür, Karl Jasper'ı da bu anlamda ele alabiliriz. Jasper Kierkegaard'dan oldukça fazla etkilenmiştir. Jasper'da her şeyin bilim ve akıl yoluyla anlaşılamayacağını savunarak, felsefenin bilimle yollarını ayırması gerektiğine vurgu yapmıştır. Kierkegaard gibi birey olmanın erdemine atıfta bulunan Jasper, insan olmanın faziletine ancak yaradana yakınlaşarak ulaşılabileceğini belirtmiştir.

Felsefenin kişisel olduğunu savunan ve felsefenin bilimle uzlaşamayacağını söyleyen Jasper bu anlamda Kierkegaard'ın düşünsel geleneğine sahip çıkarak, bireyin özgürleşmesi yolunda atacağı en iyi adımın yaradana yaklaşmak olduğunu söyler. Bu adımların insanı ahlaki olarak da bir doygunluğa eriştireceğini belirten Jasper, yaradana yakınlaşan her insanın ahlaki olarak da gelişeceğini söyler. Fransız düşünür Gabriel Marcel'de bu anlamda bahsedilmesi gereken düşünürlerden biridir. Marcel'de insanın yaradanla kuracağı ilişki sayesinde özgürleşebileceğini ve birey olabileceğine savunmuş ve Sarter'ı eleştirmiştir.

İnsanın birey olarak kendisini daha iyi ifade edeceğini savunan bu ekol toplumsal organizasyonlardan çok bireyin kendi içinde, kendisiyle barışık bir yalnızlığın önemine vurgu yapar.

Bireyselliğin altını çizen Kierkegaard ve takipçileri genel olanın kişiyi tarif edemeyeceğini betimleyemeyeceğini söyler.Bu açıdan felsefenin genel olanı değil özel olanı ele alması gerektiğini söyleyen bu düşünürler bilimin her şeyi kesin ve net olarak ifade etmesine karşı çıkmışlardır. Bu açıdan Descartes'le karşı karşıya gelen Kierkegaard, bilimsel aklın felsefeyle ayrışması gerektiğini ifade etmiştir.

Kierkegaard, Dünya'daki varlık sebebinin ve varoluş temasının yaradanla kurulacak bir ilişki sayesinde ortaya konabileceği üzerinde durmuştur. Her bireyin bunu kendi öznel dünyasında yapması gerektiğini kişinin ancak bu şekilde insan olmanın erdemine ulaşabileceğini savunan Kierkegaard ve takipçileri, insan olmanın merkezine inancın aydınlığını koymuşlardır, aklın değil??

Bizde sıkça okutulan, örnek gösterilen ve modernlik olarak sunulan anlayışın, karşısında olan batılı düşünürler bugün kendi coğrafyalarında dahi ilgi görmüyorlar. Bize sunulan değerler içinde adı geçmeyen bu yazarlar, aslında bugünkü batı dünyasının tamamen karşısında olan isimlerdir.

Çünkü inanç odaklı bir görüşleri vardır. Kierkegaard ve diğer Batılı düşünürlerin çürütmeye çalıştığı bugünkü baskın yaşam biçimleri ise maalesef bizlere en üstün değer olarak takdim ediliyor.

Anarşizme dair yanlış fikirler - 1

Sam Dolgoff (Refract Publications, 1986)
Çeviri: Anarşist Bakış


Anarşizm Mutlak Bir Toplum Karşıtı Bireycilik Değildir

Anarşizm diğerlerinin haklarını ihlal eden, her tür örgütlenme ve özdisiplini reddeden; mutlak, sorumsuz, toplum karşıtı bir bireysel özgürlük demek değildir. Mutlak bireysel özgürlüğe tecrit olarak [kendini herşeyden soyutlayarak] ulaşılamaz --olsa dahi:"Hürriyeti alıp götüren ve [kişisel] teşebbüsü imkansız yapan şey, kişiyi güçsüz kılan tecrittir." (Errico Malatesta, Life and Ideas, Freedom Press, s.87).

Anarşizm "özgür sosyalizm" veya "toplumsal anarşizm" terimlerinin eşanlamlısıdır. "Toplumsal" kelimesinin ifade ettiği üzere, anarşizm birlikte yaşayan ve özgür topluluklarda işbirliği içinde olan insanların özgür birliğidir. Kapitalizm ve devletin devrilmesi; sanayide işçilerin kendinden yönetimi [özyönetimi]; ihtiyaca göre dağıtım; özgür birlik; [tüm bunlar] sosyalizmin özünü oluşturan, sosyalist eğilimlerin tümü için geçerli olan ilkelerdir. Bu amaçların nasıl ve ne zaman gerçekleştirileceği konusundaki temel ayrımlarda kendilerini belirginleştirmek için olduğu gibi, toplum karşıtı bireycilerden de ayrıştırmak için, Peter Kropotkin ve diğer anarşist düşünürler anarşizmi "sosyalist hareketin sol kanadı" olarak tanımlamışlardır. Rus anarşisti Alexei Borovoi, özgür bir toplumda anarşizmin uygun temelinin özgür örgütlerdeki tüm üyelerin eşitliği olduğunu belirtir. Toplumsal anarşizm, farklı olmak için eşit haklara sahip olmak olarak tanımlanabilir.


Anarşizm Ne Sınırsız Hürriyettir, Ne De Sorumluluğun Yadsımasıdır.

İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkilerde bazı gönüllü normların [kural, standart] kabul edilmesi gereklidir; yani tamamen özgür bir şekilde kabul edilen bir anlaşmanın yerine getirilmesini. Anarşizm, yönetimin [ing. government] olmaması değildir. Anarşizm özyönetim [özerklik, ing. self-government] (veya eşanlamlısı olarak kendinden-idare [ing. self-administration]) demektir. Özyönetim özdisiplin demektir. Özdisiplinin alternatifi, yöneticilerce tebaalarına dayatılan zorunlu bir itaattir. Bundan kaçınmak için her birliğin üyeleri özgürce kendi birliklerinin kurallarını saptarlar, ve kendi yaptıkları bu kuralların arkasında durmak için anlaşırlar. Gönüllü anlaşmaya riayet ederek yaşamayı reddenler onun sağladığı yararlardan yoksun bırakılmalıdırlar.


Ayrılma Hakkı

Anlaşmaların ihlali için [yapılan] cezalandırma, el konulamayan [geri alınamayan, sahip olunan temel hak, ing. inalienable right] [yani] ayrılma hakkıyla dengelenir. Grupların ve bireylerin kendi birlik biçimlerini seçmesi, Bakunin'e göre tüm politik haklar içinde en önemli olanıdır. Bu hakkın ihlali tiranlığın tekrar yürürlüğe girmesine yol açar. Hapisten ayrılamazsınız. Ayrılma birliği felç etmeyecektir. Güçlü, baskın ortak çıkarları olan insanlar işbirliği yapacaklardır. Ayrılmakla daha fazla kaybı olacaklar farklılıklarını uzlaştıracaklardır. Kolektivite ile çok az veya hiç bir paylaşımı olmayanların ayrılması, birliğe zarar vermeyecektir; aksine sürtüşme [anlaşmazlık] kaynağını ortadan kaldıracak, böylece de genel uyumu geliştireceklerdir.


Anarşizm ve Devlet Arasındaki Temel Fark

Şeylerin idare edilmesi demek olan hizmetlerin değişiminde, anarşistlerin özgürce kabul edilen otorite kavramı; tebaası, [yani] insanlar üzerinde hükmetme anlamına gelen devlet otoritesinden temel olarak farklıdır. Örneğin, televizyonumu tamir etmek: tamirat bittiğinde uzman teknisyenin otoritesi sona erer. Ben teknisyenin odasını boyamak için anlaştığımda da aynı şey geçerlidir. Mal ve hizmetlerin karşılıklı değişimi otomatik olarak diktatörlüğü dışlayan sınırlı, kişisel olmayan koperatif bir ilişkidir. Ama bunun aksine, devlet doğumumdan ölümüme kadar hayatımın her yönünü yöneten tam bir yayılmacı aygıttır; onun her bir [resmi] kararına ya uymak zorundayımdır; ya da tedirgin edilmeyi, haklarımdan mahrum edilmeyi, hapsedilmeyi ve hatta ölümü göze almam gerekir.
İnsanlar bir grup veya birlikten özgürce ayrılabilir, ve hatta kendilerininkini oluşturabilirler. Ama devletin yargılamasından kaçamazlar. En sonunda birinden kurtulsalar dahi hemen akabinde yeni bir devletin yargısına tabi hale gelirler.


Devletin Yerini Doldurmak

Anarşist fikirler suni bir şekilde anarşistlerce uydurulmuş [biraraya getirilip düzenlenmiş] şeyler değildirler. Halihazırda işlemekte olan eğilimlerden [yönelimlerden] ortaya çıkarılmışlardır. Anarşizmin sosyolojisini biçimlendiren Kropotkin, anarşist özgür toplum anlayışının"günümüzdeki yaşamın gözlemlenmesi sonucunda zaten elde olan verilere" dayandığında ısrar eder. Anarşist kuramcılar yeni bir toplum kurmak için, eski toplumdaki tüm faydalı organizmaların [kurumların] kullanılmasını önermekle yetinmişlerdir. Yani, "yeni toplumun unsurları halihazırda çökmekte olan burjuva toplumunda gelişmektedir" (Marks) [ilkesi], sosyalist hareketin tüm eğilimlerince paylaşılan temel bir ilkedir. Anarşist yazar Colin Ward bu noktayı harika özetlemektedir:"eğer yeni bir toplum kurmak istiyorsan, tüm malzemeler zaten elindedir."

Anarşistler devleti bir kaosla değil; kordinasyon ve özyönetim yoluyla karşılıklı yardımlaşma ve ortak çıkarın gerekli olduğu her yerde doğal, kendiliğinden oluşan örgüt biçimleri ile değiştirmeyi amaçlarlar. Bunun kaynağı insanoğlunun kaçınılmaz birbirine karşılıklı bağımlılığı ve uyum arzusudur. Bu tip bir örgütlenmenin biçimi federalizm'dir. Düzensiz bir toplum ("society" kelimesinin kendisinin ifade ettiği üzere) akla dahi gelemez. Fakat düzenin örgütlenmesi devletin tekeline özgü bir şey değildir. Federalizm, topluma devlet tarafından el konulmasını öncelleyecek [engelleyecek] ve onun [toplumun] ayakta kalmasını sağlayacak bir düzen biçimidir.

Eskiden devlet tarafından ele geçirilmeden önce, aslen federalist niteliğe sahip olmayan tek bir örgütün dahi olduğundan şüpheliyiz. Bugün ise toplumsal hayatın tümünü kucaklayan sayısız yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası federasyon ve konfederasyon ağlarını listelemek dahi kolaylıkla ciltleri dolduracaktır. Federe örgütlenme biçimi, tüm gruplar ve federasyonlar için kendi alanlarında [ing. sphere] özerkliklerini ifa ederken birliğin faydalarını tatmalarını mümkün kılar; böylece kendi özgürlüklerinin alanını genişletebilirler. Federalizm --özgür anlaşmanın eşanlamlısı-- özgürlüğün örgütüdür. Proudhon'un söylediği gibi, "Federalizmden bahsetmeden özgürlükten bahseden, [aslında] hiçbir şey demiyordur".

1 - 2

Anarşizme dair yanlış fikirler - 2

Devrimden Sonra

Toplum birbirine kenetlenmiş sayısız koperatif işçi ağlarıdır; ve şu anda kullanılışlı bir şekilde işlemekte olan derinlere kök salmış tüm kurumlar, insanoğlunun varolmasının bizzat kendisinin bu içsel uyum'a bağlı olması gibi basit bir gerekçeyle işlemeye devam edeceklerdir. Bu asla kimse tarafından sorgulanmamıştır. Gerekli olan [şey] toplumun üzerinde yer alan tüm otoriter kurumlardan, ve örgütlerin bizzat kendi içlerindeki otoriterlikten kurtulmaktır. Her şeyin ötesinde, [örgütler] devrimci ruh ve insanların yaratıcı kapasitelerine olan güven ile aşılanmış olmalıdırlar. Kropotkin anarşizmin sosyolojisi üzerine çalışmakla, yoğun bir şekilde devletin kontrolü için yeni alanlar planlamakla meşgul olan bilim adamlarınca büyük ölçüde ihmal edilmiş olan, yeni verimli bir araştırma sahasını açmış oldu.

Anarşistler esas olarak devrim sonrasında herhangi bir ülkenin karşılaşabileceği toplumsal dönüşümün acil sorunlarıyla ilgilenmekteydirler . İşte bu nedenle anarşistler, anarşist yazar-devrimci Errico Malatesta'nın "yeniden organizasyon ve geçiş dönemi" olarak adlandırdığı dönem boyunca ortaya çıkması muhtemel olan acil sorunları çözecek önlemler geliştirmeye çalıştılar. Bazı önemli sorunlar hakkında Malatesta'nın tartışmalarının özeti aşağıdaki gibidir.

Anarşizmin tam anlamı ile gerçekleşeceği, ve nihayet kitlelerin anarko-komünizme ikna olacağı ve kendilerini adayacağı uzak bir --belki bir yüzyıl, belki de daha fazla [uzaktaki]-- geleceğe ertelenerek, can alıcı sorunlardan kaçınılamaz. Eğer daha gerçekçi ve vicdansız otoriterler gücü ele geçirirken, "işe yaramaz ve aciz şikayetçiler" rolünü oynamak istemiyorsak, biz anarşistler kendi çözümlerimize sahip olmalıyız. Anarşiyle ya da anarşi olmadan, insanlar yemek yemek ve yaşamın gereksinimlerini karşılamak zorundadırlar. Şehirlere tedarik sağlanmalı ve hayati hizmetler kesintiye uğratılmamalıdır. Hizmetler ne kadar yetersizce sağlanıyor olsa da, daha iyi bir örgütlenme sağlanmadıkça ve bu sağlanana kadar, insanlar kendi çıkarları [gereğince] bu hizmetlerin kesintiye uğratılmasına izin vermeyeceklerdir; ve bu hemen bir günde başarılamaz.

Daha geniş bir ölçekte anarşist-komünist bir toplumun örgütlenmesi, ancak maddi koşullar el verdikçe; ve kitleler kazanılan faydalar konusunda kendi kendilerini ikna ettikçe ve yaşam tarzlarındaki radikal değişimlere psikolojik olarak alıştıkça, yavaş yavaş başarılabilir. (Malatesta'nın anarşizmle eşanlamlı olarak kullandığı) özgür ve gönüllü komünizm yukarıdan dayatılamayacağı için, Malatesta diğerlerini sömürmemek koşulu ile farklı ekonomik biçimlerin --kolektivist, karşılıkçı, bireyci-- birarada olmasının gerekliliğini vurgular. Malatesta başarılı liberter kolektiflerin ikna edici örneklerinin, "diğerlerini de kolektivitenin yörüngesine çekeceğinden [emindi] . . . kendi adıma, toplumsal soruna tek "bir" çözüm olduğuna inanmıyorum; aynen toplumsal varoluşun zamanda ve mekanda farklı olmasındaki gibi, binlerce farklı ve [devamlı] değişen çözümün [olduğuna inanıyorum]." (Errico Malatesta,Life and Ideas, düzenleme Vernon Richards, Freedom Press, Londra, s. 36, 100, 99, 103-4, 101, 151, 159).


"Saf" Anarşizm Bir Ütopyadır

"Saf" anarşizm, anarşist yazar George Woodcock tarafından "resmi bir organizasyona ihtiyacı olmayan, görünmez kişisel ilişki ağları ve entelektüel etkiler sayesinde anarşist propagandayı yürüten, gevşek ve esnek karşılıklı ilgi grupları [ing. affinity group]" olarak tanımlanıyor. Woodcock "saf" anarşizmin anarko-sendikalizm gibi kitle hareketleriyle uyuşmaz olduğunu öne sürüyor, çünkü onlar [kitle hareketleri], "sadece kısmen anarşist ülkülerle yönetilen bir dünyada hareket ettikleri için, istikrarlı örgütlenmelere [ihtiyaç duyarlar] . . . ve günlük koşullara göre ödünler verirler . . . [Anarko-sendikalizm], anarşizmin nihai hedefi hakkında ancak uzaktan bilgili olan [emekçi] kitlelerinin bağlılığını sağlamalıdır." (Anarchism, s. 273-4).

Eğer bu açıklamalar doğruysa, anarşizm Ütopya'dır; çünkü herkesin "saf" anarşist olacağı bir zaman asla olmayacaktır; çünkü insanlık daima "günlük koşullar [yüzünden] ödünler" vermek zorunda kalacaktır. Bu anarşizmin "karşılıklı ilgi gruplarını" dışladığı anlamına gelmemelidir. Aslında [tam tersi doğrudur], çünkü bireysel destekçilerinin dalgalanan heves ve hayallerine göre kurulan, dağıtılan ve tekrar oluşturulan sayısız çeşitlilikteki gönüllü örgütlerin [varolması], özgür bir toplum için olmazsa olmaz bir koşulu oluşturan bireysel tercihleri yansıtmaktadır.

Ama anarşistler üretim, dağıtım, iletişim, değişim ve diğer olmazsa olmazların, bugünkü modern, karşılıklı bağımlı dünyamızda dünya-ölçeğinde koordine edilmesi gerektiğinde; mutlaka "istikrarlı" organizasyonlar tarafından sunulmaları gerektiğinde ve bireyin dalgalanan [devamlı değişen] heveslerine terk edilemeyeceğinde ısrar ederler. [Bunlar] eğer kolektif emeğin faydalarından yararlanmayı umuyorlarsa, her sağlıklı [ing. able-bodied] bireyin yerine getirmesi gereken toplumsal yükümlülüklerdirler. Bu tip anarşistçe örgütlenmiş, olmazsa olmaz "istikrarlı" birliklerin [ing. association] birer sapma olmadıkları aşikardır [ing. axiomatic]. Onlar geçerli bir toplumsal düzen olarak anarşizmin özünü oluştururlar.


Özgürlük Yolunun Planlanması

Anarşistler, içinde büyüdükleri adaletsizlikleri ve eskimiş alışkanlıkları, "devrim sabahı" mucizevi bir şekilde üzerlerinden atacak mükemmel insanlardan oluşan bir mükemmel bir toplumun tesis edileceğini umacak kadar naif değildirler. Biz nihayetinde dünya üzerinde cennetin kurulacağı uzak bir gelecekte toplumun nasıl olacağını tahmin etmekle ilgilenmiyoruz. Ama, her şeyden öte biz insan gelişmesinin yönelimi [yönü] ile ilgileniyoruz. "Saf" anarşizm yoktur. Sadece toplumsal yaşamın gerçeklerine anarşist ilkelerin uygulanması vardır. Anarşizmin tek amacı toplumu anarşist bir yöne sevk etmektir [yönlendirmektir].

Görüldüğü üzere anarşizm inanılabilir, pratik bir toplumsal örgütlenme rehberidir. Aksi takdirde yaşayan bir güç olamaz, Ütopist rüyalara mahkum kalır.

1 - 2

Tanrı ve Kötülük Problemi Üzerine

E.Cioran

* Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her nevi tapınma saçmalığından koruyun, beni sizin elinizden hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun… Kalbimle gökyüzü arasında ki boşluk genişlesin!... Issızlıklarımı mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç temenni etmiyorum… Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen ellerinizin aksine… Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece… Sözlerinize ihtiyacım yok, bunları bana dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum… Siz yoklukta bir gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene oluştaki aşağılamaya ve utanca mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden devşirilmiş mucizeyi gösterin bana…

* Hiçlik beni sardığında ve doğulu bir söyleme göre “boşluğun boşluğuna” ulaştığımda, böylesi bir aşırılıktan yıldırım çarpmış gibi, son çare olarak Tanrı’ya başvurduğum olur… Bu ancak kuşkularımı çiğneme, kendimle çelişme ve ürpertilerimi çoğaltarak orada bir uyarıcı arama arzusundan olsa bile… Boşluk deneyimi inançsızın mistik eğilimidir, yalvarma olanağıdır, onun doluluk anıdır… Sınırlarımızda bir Tanrı çıkıverir ortaya, ya da onun yerini tutan bir şey…

* Kendine inançları yıkmakla görevli sanan felsefe, Hıristiyanlığın yayılma ve zafer dönemini yaşadığı zaman, boş inançlarını bu dinin üstün saçmalıklarına tercih ettiği paganizmle işbirliği yaptı… Tanrılara saldırarak ve onları geçersiz addederek ruhları özgür bırakmış olduğunu sanan felsefe, gerçekte ruhları yeni bir köleliğe teslim ediyordu, eskisinden de kötü bir köleliğe… Ne hoşgörü ne de alay için özel bir zaafı olmayan Tanrıların yerine kendini koyan Tanrıya teslim ediyordu… Felsefenin bu Tanrı’nın gelişinden sorumlu olduğu ileri sürülebilir, onun önerisinin bu olmadığı söylenebilir… Kuşkusuz ama felsefe Tanrılara dokunmadan onların çökertilmediğini, başkalarının onların yerini almaya geleceklerini ve bu değişimimde kendisinin hiçbir kazancı olmadığını düşünmeliydi…

* Gizli yaşamımızı Tanrı’ya atfetmekten vazgeçeceğimiz zaman, mistiklerin kendinden geçişleri kadar etkili durumlara ulaşabileceğiz… Öbür dünyaya başvurmadan bu dünyayı alt edebileceğiz… Yine de başka bir dünya takıntısı bize musallat olmak zorunda kalsaydı, duruma göre onlardan birini oluşturmak, tasarlamak elimizde olacaktı, sadece görünmez bir ihtiyacımızı gidermek için olsa bile… Bunun için aklı uzun bir suskunluğa zorlamak bize yetecektir… Uçuruma doğru çıkıyor, göğe doğru iniyoruz… Neredeyiz?... Anlamsız bir soru… Artık yerimiz yok…

* Kaygılı insan, sıkıntısını yüreklendiren, yoğunlaştıran her şeye Tanrı yollamış gibi yapışır… Ondan kurtulmasını istemek, dengesini bozmaktır, varoluşun ve gönencin temeli olan kaygıyı alt üst etmektir… Kurnaz günah çıkarıcı, bu kaygının zorunlu olduğunu, onun ne olduğu bilindiği zaman ondan vazgeçilemeyeceğini bilir… O, iyiliklerden söz etmeye yanaşmazken, dolambaçlı yoldan giderek, benimsenmiş onur verici kaygıyı, vicdan azabını över… Müşterileri ona minnettardır… Onun laik meslektaşları birbirleriyle tartışıp, bu insanları kendi hallerine bırakırken, bu açıkgöz de, onları bu kadar kolayca elinde tutmayı başarır…

* Hiçbir şeyin henüz doğmaya tenezzül etmediği bir dünyaya dalıp gitmek, sonsuzca… Bilincin istemeden sezinlendiği dünyaya, oraya daha varlığa bürünmemiş döl yatağına, benden önceki bir ben’in sıfır varlığının tadının çıkarıldığı dünyaya doğru hayali bir yolculuk… Doğmuş olmamak, sadece onu düşünmek, ne mutluluk, ne özgürlük, ne sonsuzluk!...

* Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum… Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmişim… Henüz belirsiz bir varlık iken, doğmak bana o zaman, başıma gelmediği için avunamayacağım bir felaket gibi görünür…

* Tanrı bizim pasımızdır ve tözümüzün akıl almaz çürümesidir…

Sağlıklı olmanın tehlikeleri

Bir cerrahsınız ve biraz da filozof. Başarılı sonuçlarla dolu temiz bir sicile sahip, birinci sınıf bir organ nakli uzmanları takımının başısınız. Bekleme listenizde dört genç var, hepsi ümitsiz derecede hasta ve acilen organ nakline ihtiyaçları var, yoksa yakında ölecekler. Andrea'nın karaciğere, Barry'nin kalbe, Clarissa' nın pankreasa ve Donald' ın da akciğere ihtiyacı var. Organ bağışında bulunan hiç kimse yok. Ümitsizlik içindesiniz. Tıbba para için girmediniz; insanlara yardım etmek ve hayatlarını iyileştirmek istiyorsunuz; ama işte tam burada dört insanın ölümünü seyrediyorsunuz. Bu insanlar yanlış hiçbir şey yapmadı, önlerinde uzun ve mutlu bir hayat olabilirdi; ama işte, hastalıkları... Eğer organ bulunabilseydi her şey güzel olurdu; çünkü doku uyuşması, aktarılan organın vücut tarafından kabul edilmemesi gibi problemleri aşmış olurdunuz.

Tam da hastalarınıza hiç umut olmadığını söyleyecekken yeni bir resepsiyon görevlisinin işe alındığını fark ettiniz; Eric adında genç bir adam. Hastane kayıtlarından sağlıklı olduğunu öğrendiniz. Gözleriniz parladı! Etrafı şöyle bir göstermek için ondan ameliyathaneye kadar size eşlik etmesini rica ettiniz; tabii ki, tabii ki. . . Şöyle akıl yürüttünüz:

“Olabildiğince çok insan için elimden gelenin en iyisini yapmak istiyorum. Eric'i öldürüp organlarını Andrea, Barry, Clarissa ve Donald arasında paylaştırarak onların hayatlarını kurtarabilirim. Evet, Eric'in daha fazla yaşama şansı olmayacak; bu tabii ki kötü bir kayıp. Ama dünya dört hayat daha kazanacak. Bire karşı dört, büyük kazanç.”

Elbette ki Eric'i öldürmek yasal değil; ama amacımız ahlaki açıdan doğru olanı yapmak. Hiçbir şey yapmazsak Andrea ve diğerlerini kaybederiz ama Eric yaşamaya devam eder. Eric'i kurban edersek onun hayatını kaybederiz ama diğer dördünü kazanırız. Yaşam kalitesi açısından - aile ilişkileri, topluma katkı - her bireyin benzer olduğunu düşünürsek ahlaki soru sadece nicelikte yatıyor gibi görünür, kurtarılacak yaşamların sayısında. İşin tuhafı birçok insan, çok daha büyük bir rakamı kurtaracak olmasına rağmen, masum bir insanı öldürme fikrinden dehşete düşer.

Ahlaken, diğerlerinin hayatı nı kurtarmak için bir insanı öldürmemeli misiniz?

Birçoğumuz hayatın önemi konusundaki görüşlerimizde tutarlı değiliz. (Burada yalnızca insan hayatından bahsettiğimizi farz edelim.) Savaş esnasında birçok kişi diğerlerinin daha güvende olması için masum sivillerin öldürülmesini kolaylıkla kabul eder. Eğer hükümet, vergi mükelleflerini düşük vergilerle mutlu etmeye devam etmek yerine sağlık harcamalarını arttırsaydı pek çok insan daha uzun yaşayacaktı. Ayrıca vergiyle birikmiş paranın bir kısmı sanata, itibarlı spor projelerine ve hükümet eğlencelerine harcanır. Paralar bu şekilde harcanmasaydı yaşlı ve fakirlere daha iyi bir bakım sağlamak için kullanılabilir, bu da her sene ölenlerin sayısını azaltırdı. . . Günümüz toplumunda, diğerlerine daha kaliteli bir hayat sağlamak için pek çok yaşamın kaybolmasına göz yumuluyor.

Neyse, siz cerrah olarak, kalitesini yükseltmek için değil, dört yaşamı kurtarmak için Eric' i öldürmeyi teklif ediyorsunuz. Sizin akıl yürütmenizi kabul etmememiz mi gerekir? Eğer etmeliysek, biraz kaba bir tabirle, daha fazla sayıdaki insana daha büyük mutluluk getiren ya da getirmesi muhtemel olanı doğru davranış olarak benimseyen ahlaki doktrin faydacılığı izliyoruz demektir. Çabalamamız gereken bu mu? Çoğu insan bu soruya "hayır" cevabını verir. "Hiç kimse, benim isteğim dışında benim organlarımı kullanma hakkına sahip değil" fikrinde diretir.

Birçok insan yalnızca kendi üzerim izde hakkımız olduğunu - öz iyelik - ve biz yanlış bir şey yapmadığımız sürece herhangi birinin onayımız dışında bize saldırmasının, organlarımızı almasının ya da bizi öldürmesinin ahlaken yanlış olduğunu söyler. Bazıları, emeğimiz ve emeğimizin sonuçları üzerinde de haklarımız olduğunu öne sürerek bunu daha ileri taşır; bu yüzden vergilerin çoğu aslında bir tür hırsızlıktır. Böyle haklar ahlakın temel taşlarını oluşturur ve böyle bir ahlak bireyi "kral" yapar. Ana fikir budur.

Eğer birey kralsa dört kişinin hayatını kurtarmak gibi değerli bir amaç için de olsa masum bir bireyin ölümüne neden olmak ahlaken yanlıştır. Ama öte yandan diğer dördünün yaşamı Eric'in ölümüne bağlı. Tabii ki bazen öldürmeler ahlaki açıdan doğru olanı yapmanın sonucu olarak gerçekleşir, öngörülmüş olsa bile amaç bu değildir. Masum sivillerin ölmesi genellikle savaşın amaçlarından biri değildir, daha ziyade savaşın talihsiz bir yan etkisidir (en azından böyle olduğu söylenir) . Sivillerin bu şekilde kasıtsız olarak öldürülmesi yalnızca bir savaşta mazur görülebilir ve ahlaki açıdan, bazı teröristlerin esas hedef olarak sivilleri öldürmesinden farklıdır.

Bireyi kral yapmanın ve hedeflenen sonuçlarla öngörülen yan etkiler arasında bir ayrım yapmanın aksine faydacılığın daha fazla insana daha büyük mutluluk ideali, önceliği, mutluluk açısından genel sonuca verir. Faydacı kimseler için, eğer sonuçlar aynıysa, ölümlerin yan etki ya da planlanmış bir amaç olup olmadığı arasında ahlaki açıdan önemli bir fark yoktur. Faydacı düşünce için sonuçları aynı olduğu sürece örneğin, savaşla terörizm arasında hiçbir ahlaki ayrım yoktur.

Faydacı anlayışı benimsemiş olsak bile cerrahın savunmasında yanılabiliriz. İnsanlar organları için kaçırılıp öldürülüyor olsaydı, sağlıklı bireyler genellikle kendilerini güvende hissedemezlerdi. Unutmayın, tedaviden yararlananların bizzat kendileri kurban olabilirler. Bu güvensizlikten ötürü, böyle cerrahların olduğu bir toplumdaki genel mutluluk da büyük oranda düşebilir. Tabii ki bu, insanlar ameliyatta böyle bir şey yapıldığını bilirlerse gerçekleşir. Bunun gizli bir hükümet politikası olduğunu farz edin. Yani, çok fazla faydacılığa dayanan mantık, sağlığımıza zarar verebilir.

Sağlıklı mı görünüyorsunuz? Organ nakli yapan hastanelerin çok yakınında dolaşmamanız belki de en iyisidir.

Kaynak: Peter Cave - Zihni Allak Bullak Eden 33 Felsefi Bilmece

Kendini Altetme Üstüne

F.Nietzsche


Sizi iten, kızıştıran şeye ‘gerçek istemi’ mi diyorsunuz, ey en bilge kişiler?..

Bütün varlıkların düşünebilirliğine yönelen bir istem: Böyle derim sizin isteminiz için!...

Bütün varlığı düşünebilir kılmak istiyorsunuz… Haklı bir güvensizlikle, acaba varlık gerçekte düşünebilir midir diye kuşkulanıyorsunuz da ondan…

Fakat onun size uyması, eğilmesi gerek!... Bunu ister isteminiz… Düzleşmesi ve ruha bağlı olması gerek, ona ayna ve yansı olması gerek…

Güç istemi olarak, sizin bütün isteminiz budur, ey en bilge kişiler : İyi ile kötünün ve değerlendirmelerin sözünü ettiğiniz zaman dahi…

Siz daha önünde diz çökebileceğiniz bir dünya yaratmak istiyorsunuz… Budur son umudunuz ve sürekliliğiniz…

Elbette, bizler, halk. –üstünde kayık yüzen bir ırmak gibidir… Ve kayıkta değerlendirmeler oturur, ağırbaşlı ve örtünmüş…

Siz oluş ırmağının üstüne koymuşsunuz isteminizi ve değerlendirmelerinizi; halkın iyi ve kötü diye inandığı şeyler eski bir güç istemini açıklar bana…

Bu türlü konukları kayığa yerleştiren, onlara görkem ve gurulu adlar veren sizdiniz ey en bilge kişiler… _Siz bir de sizin buyruk yürüten isteminiz!...

Irmak almış ileri doğru götürüyor kayığınızı… Götürmesin de ne yapsın… Kırılan dalga köpüre köpüre, öfkeyle karşı koyuyormuş tekneye, ne çıkar!...

Irmak değildir, iyi ile kötünüzün sonu değildir sizin tehlikeniz ey en bilge kişiler… O istemin kendisidir, güç istemidir… O bitmez, tükenmez doğurgan hayat istemi…

İyi ve kötüyle ilgili sözlerimi anlayabilmeniz için, hayat ve bütün canlıların neliği ile ilgili sözlerimi söyleyeyim size…

Canlıyı izledim ben; onun neliğini öğrenmek için en geniş, en dar yollarda yürüdüm…

Gözleri bana söz söyleyebilsin diye, ağzı kapalıyken, bin yüzlü bir aynayla yakaladım bakışını… Ve gözleri bana söz söyledi…

Ama nerde canlı gördüysem, orda söz dinlerlikten konuşulduğunu işittim… Her yaşayan söz dinleyendir…

İkinci nokta da şudur : Kendi sözünü dinlemeyen, buyruk altına girer… Canlılar böyledir…

İşittiğim üçüncü şey de : Buyurmanın söz dinlemeden daha güçlü olduğudur… Buyuran, bütün dizginleyenlerin yükünü taşıdığı ve bu yükün altında kolayca ezilebileceği için değil yalnız…

Her buyurma bir deneme, bir göze alma gibi göründü bana… Canlı buyurduğu zaman, kendini tehlikeye atar…

Evet, kendine buyurduğu zaman dahi, buyurmasını ödemek zorundadır… Kendi yasasının yargıcı ve öç alanı ve kurbanı olmak zorundadır o…

Nasıl oluyor bu diye sordum kendi kendime… Canlıyı söz dinlemeye ve buyurmaya ve buyururken dahi söz dinlemeye kandıran nedir?...

Şimdi sözüme kulak verin, ey en bilge kişiler!.. Hayatın ta bağrına, bağrının ta derinliklerine değin sokulmuş muyum, iyice bir yoklayın bakalım…

Nerde canlı gördüysem, orda güç istemi gördüm… Uşağın isteminde dahi, efendi olma istemini gördüm…

Güçlüyü hizmet etmeye kendi istemi kandırır güçsüzü… Bu istem, daha güçsüzlere efendilik etmek ister de ondan… Vazgeçmek istemeyeceği tek hazdır bu…

Ve küçük, nasıl en küçüğün üstünde keyif sürebilmek, güç yürütebilmek için büyüğe boyun eğerse, en büyük de öyle boyun eğer de, güç uğruna hayatını tehlikeye atar…

En büyüğün boyun eğmesi, korkulu olanı, tehlikeyi göze almaktır… Ölüm için zar atmaktır…

Ve nerde özveri, hizmet ve sevgi bakışları varsa, orda efendi olma istemi de vardır… Güçsüz, dolambaçlı yollardan sokulur kaleye… Güçlünün ta bağrına… Ordan güç çalar…

Ve hayat kendisi, şu sırrı açtı bana… Bak dedi… ‘Ben hep kendini alt etmesi gerekenim…’

Doğru, siz ona doğurma istemi, ya da bir amaca daha yüksek, daha uzak, daha çeşitli bir şeye yönelmiş bir itki dersiniz… Ama bunların hepsi birdir… Bir tek sırdır…

Bunu yadsımaktansa, yok olurum daha iyi… Gerçek, nerde yok olma ve yaprak dökümü varsa, bakın orda hayat kıyar kendine… Güç uğruna!...

Uğraşma ve oluş ve amaç ve amaçlar çatışması olmam gerektiğini… Ah benim istemimin ne olduğunu sezen, bu istemin hangi eğri yollarda yürümesi gerektiğini de sezer!...

Ne yaratırsam yaratayım, yarattığımı ne denli seversem seveyim, çok geçmeden karşı koymam gerekir ona ve sevgime… Böyle ister benim istemim…

Sen dahi, ey gören kişi… Benim istemimin bir yolusun, bir ayak izisin ancak… Evet benim güç istemim senin gerçek isteminin ayaklarıyla dahi yürür!..

Gerçeği ‘var olma istemi’ ile vurmak isteyen, vuramamıştır elbette… Öyle bir istem yoktur da ondan…

Var olmayan isteyemez de ondan… Var olana gelince, daha ne varlığı ile çırpınsın!...

Ancak hayat olan yerde, istem de olur… Hayat istemi değil ama… Bak ne diyorum… Güç istemi!..
Canlı birçok şeyleri hayattan üstün tutar… Ama bu üstün tutmanın kendisinde dile gelen, güç istemidir!..

Hayat bunu öğretmişti bana bir zamanlar… Ben de yüreklerinizin bilmecesini bununla çözüyorum…

Gerçek size diyorum… Geçici olmayan iyi ve kötü yoktur!.. Onlar kendi isteğiyle, hep yeni baştan alt etmelidirler kendilerini…

Siz değerlerinizle, iyi ve kötü üstüne öğretilerinizle güç gösterirsiniz ey değer biçenler… Bu sizin gizli sevginizdir… Gönüllerinizin parıldaması, titremesi ve taşmasıdır…

Ama daha zorlu bir güç ve yeni bir alt etme doğar değerlerinizden… Onunla kırılır, yumurta ve yumurta kabuğu…

Ve iyi ile kötüde yaratıcı olmak isteyen… Gerçek önce yıkıcı olmak, değerleri parçalamak zorundadır…

En büyük kötü, en büyük iyiye vergidir böylece… Fakat o yaratıcı iyidir…

Kötü de olsa, bunu konuşalım ey en bilge kişiler… Susmak daha kötüdür; saklanan ve bütün gerçekler ağılı olurlar…

Bizim gerçeklerimizle parçalanabilen her şey, varsın parçalansın!.. Daha kurulacak nice evler var…


Böyle buyurdu Zerdüşt…


  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP