Antik Yunan’da bir Tragedya örneği olarak Antigon - 1

Hacı Mehmet BOYRAZ

Gediz Üniversitesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi


Özet

Antik Yunan tragedyasının önemli isimlerinden Sofokles tarafından yazılan Antigon, elindeki otorite ile kişilerin duygularını dahi kontrol etmeyi amaçlayan bir tiranın ve o tirana ilahi kudretin vermiş olduğu dirayetle başkaldıran bir kadının hikâyesidir. Dört ana başlıkta toplanabilecek çatışmaya maruz kalan Antigon’un durumu bugün modern insanın da içinde bulunduğu durum ile örtüşmektedir. Bu ekseriyette, çalışma boyunca bir Antik Yunan dönemi tragedyası olan Antigon incelenmektedir.

Giriş

Tragedya kahramanına uygun bir şekilde davranarak kendi etik değerini sonuna kadar savunan Antigon’un değerlendirildiği bu çalışmaya ilk olarak tragedya tanımı ile başlanmış, ardından Antik Yunan’ın önemli filozoflarından Sofokles’e dair bilgi verilmiştir. Akabinde eserdeki kişiler ve eserin olay örgüsü açıklanmıştır. Çalışmanın temel argümanı Antigon’un asırlar öncesinden bugüne vermek istediği mesajlar ve günümüze yansımalarıdır.

Antigon isimli tragedya oyununun üzerinden asırlar geçmesine rağmen farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Fransız yazar Anouilh II. Dünya Savaşı sırasında yazdığı Antigone adlı oyunda Antigon’un isyancı ruhu ile Hitler’e karşı oluşan direnci işler. (1) Yazar burada Hitler istilası ve Philippe Petain idaresindeki Vichky hükümetini hiciv eder. Oyunda, Antigon’un otoriteye karşı gelerek kardeşini gömmek için gösterdiği çaba, aynı zamanda Hitler diktatörlüğüne karşı girişilen bir eylem olarak da yorumlanabilir.

Hiç kuşkusuz Antik Yunan tragedya türünün şaheserleri arasında yer alan Antigon isimli tragedya çalışmasında Sofokles’in temel argümanı temel Antigon’un inancı ile Kral Kreon’un akıl ve düzene verdiği önemin çatışmasıdır. Bu çatışmadan galip çıkan ise Antigon’a dünyevi otoriteye meydan okuma gücü veren ilahi gücün zaferi olmuştur.

Tragedya nedir?

Sofokles’in bu önemli eserinin bir tragedya çalışması olmasından ötürü eser incelemesinden önce tragedyanın ne olduğunu bilmek de yarar vardır.

“Tragedya”, etimolojik olarak, Yunanca “tragoidia” sözcüğünden gelmektedir. “Tragos” keçi, “oidia” ise ezgi anlamında kullanılır. Böylece, tragedya “keçi ezgisi” anlamına gelir. Sözlükteki anlamı itibariyle tragedya, ciddi ve hüzün verici karakterlerden kurulu ve sonu kötü biten bir dramatik yapıt örneğidir. İlk örnekleri antik Yunan edebiyatında (M.Ö. 6. yy) görülen tragedya, seyircide acıma ve korku duyguları uyandıran ve kendine özgü kuralları olan bir oyun türüdür.

Tragedya, eski Yunan ve Latin edebiyatlarının taklit edildiği ve Klasizmin etkili olduğu 17. yüzyılda, özellikle Fransa’da yeniden canlanmış ve bu canlanma 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. (2)

Sofokles ve Antigon

M.Ö. 496 – 406 yılları arasında Atina’da yaşamış olan Sofokles, daha hayattayken yazar olarak saygı görmüş önemli bir filozoftur. Salamis ve Plataiai Savaşlarına tanıklık etmiştir. Atina’nın politik ve kültürel yükselişi Sofokles’in sanatsal anlamda doruğa ulaştığı yılladır. Sofokles, dönemin önemli isimlerinden Perikles ile kurmuş olduğu bağ sayesinde önemli toplantılara katılma fırsatı bulmuştur. Her biri Atinalıların büyük beğenisini kazanan toplam 123 oyunundan günümüze yalnızca 7 tragedya ve bir satir oyunu kalan Sofokles’in, bu eserlerinin 100’ünü elli yaşından sonra yazdığı tahmin edilir. Bugün elimize ulaşan eserlerinden en bilinen ikisi Kral Oidipu ve Antigon’dur.

Nasıl ki Aiskhülos tragedyaya derin anlam, dilin ve müziğin gücü gibi katkılarda bulundaysa, Sofokles’in de tragedyaya en büyük katkısının karakter tragedyası yaratmak ve eylemi yoğunlaştırmak olduğu söylenebilir ama Aiskhülos’tan farklı olarak Sofokles’in elinde tragedya eski oratoryo formundan uzaklaşır. (3) Sofokles’in kendi tragedya yazarlığında kabaca üç aşama tanımladığı söylenir: (4)

1. Aiskhülos’u taklit dönemi (Tragedya yazarlığına giriş)

2. Yeni arayışlar (Seyircideki duygular nasıl uyandırılır?)

3. Derinleşme (Karakterler ve tragedya yazınında sadelik, anlamlılık.)

Sofokles tarafından M.Ö. 411 yılında tragedya şeklinde yazılan Antigon, Kral Oedipus ile başlayan tragedya üçlemesinin son oyunudur. Bazı kaynaklar Antigon’un bir efsane olduğunu ve Sofokles’in tragedyasına bu efsaneyi konu olarak aldığını iddia ederken diğer kaynaklar da Antigon’un Sofokles tarafından kurgulanmış bir oyun kişisi olduğu üzerinedir.

Antigon’da Kişiler

· Antigon (ana karakter),

· İsmene (Antigon’un kız kardeşi),

· Kreon (Thebai’nin Kralı),

· Eurüdike (Kreon’un karısı),

· Haimon (Kreon’un oğlu) ve

· Teiresias (kör kâhin).

Antigon’da Olay Örgüsü

Sofokles’in Antik Yunan’daki siyaset ve toplum ilişkisini incelediği bu eserin olayı Antik Yunan mitlerine göre, bir zamanlar Kadmon tarafından öldürülen bir ejderin dişlerinden vücuda gelen ve savaş arabalarıyla ünlü olan Thebai’de meydana gelmektedir. Oedipus doğduğunda, bir kâhin, onun babasını öldürüp annesiyle evleneceğini söyler. Bu sebepten Kral olan babası Laios bebek Oedipus’u uzaklara gönderir. Günü geldiğinde Oedipus, yaptığının farkında olmayarak babası Laios’u öldürür ve annesi Iokaste’yle evlenerek ülkesinin kralı olarak taç giyer. Bu evlilikten iki erkek (Eteokles ve Polüneikes) iki de kız (Antigon ve İsmene) dünyaya gelir. Sonra, birden Oedipus’un hüküm sürdüğü Thebai kenti, ardı arkası kesilmeyen felaketlere tanık olmaya başlar. Oedipus’un gerçek kimliği açığa çıkınca Iokaste kendini asar ve Oedipus da gözlerini oyarak kendini kör eder.

“Oedipus oğulları ülkeyi idare edecek hale gelene kadar Thebai’de kalır; ardından kızı Antigon’un yardımıyla Kolonos’a gider. Ancak oğulları arasında gelişen husumetler yeni bir kehanet doğurur: Oedipus’un gömüldüğü yer bilinmezse kardeşlerin büyük bir felaketle karşılaşacağı ilan edilmiştir. Eteokles ve Polüneikes kendi çıkarları için babalarını kullanmaya çalışırlar, Oedipus ise buna izin vermez. Oğulları kendisini zorla Thebai’ye getirtmeye kalkınca onlara beddua okur. Daha sonra huzur içinde ve kendi topraklarından uzakta ölür.” (5) Tahtın varisi olan Eteokles ve Polüneikes ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye sözleşseler de bir süre sonra aralarında husumet başlar.

Polüneikes ve Eteokles arasındaki taht kavgasını Eteokles kazanır ve kardeşi Polüneikes’i Thebai’den sürer. Ülkeden sürülen Polüneikes, tahtı elde edebilmek için Argos Kralı’nın kızı ile evlenir ve Argos Kralı’nı Thebai’ye saldırmak için ikna eder. Argos Kralı’nın altı kumandanını da yanına alan Polüneikes, Thebai’nin yedi kapısının önüne dikilir. Hakkı olan tacı istediğini ilan ederek kardeşini savaşa çağırır. Aiskhylos’un “Thebai Önünde Yedi Komutan” (M.Ö. 467) tragedyasına konu olan bu savaşta kardeşler birbirlerini öldürürler. Her biri ötekinin katili olur. Bu durumda Oidipus’un annesiyle olan lanetli evliliğinden geriye sadece kız çocukları olan Antigon ve İsmene kalır. Bu durumda tahta bir erkeğin geçmesi gerekli olduğundan ölülerin en yakın akrabası olarak dayıları Kreon yeni Kral olur.

Kreon’un göreve geldikten sonra yaptığı ilk iş Eteokles’in teamüllere göre gömülmesini emrederken; Polüneikes’in gömülmesine dahi izin vermemek olur. Bunun sebebini eserin ilgili şu pasajında görebiliriz.

- Kreon: “Oidipus’un oğullarıyla ilgili verdiğim kararların esas kaynağı devlet içerisinde isabetli kararlar almak içindir. Devletin birliğini ve dirliğini korumak içindir. Anayurdu için dövüşmüş ve şehit düşmüş olan Eteokles ayinlerle toprağa verilecektir. Buna karşılık Argos’taki sürgün yerinden dönerek atalarının ülkesini ve tapınaklarını yakıp, yıkmaya çalışan kardeşi Polüneikes ise devletin birliğini ve dirliğini bozmaya çalıştığından ötürü cesedi gömülmeden kurtlara ve akbabalara yem edilecektir.”

Kreon’un bunu yapmasının sebebi Antik Yunan’daki bir inanışa dayanır. Bu inanışa göre, ölüler ritüeller eşliğinde gömülmezlerse ruhları yeryüzünde dolaşmaya devam ederek azap içerisinde kalacaklardır. Ölen iki kardeşin kız kardeşi olan Antigon’un hikâyesi de işte burada başlar. Kreon’un buyruğuna uymayanın cezalandırılacağını bile bile Antigon kardeşi Polüneikes’in cesedini gömmek ister ve bu konuyu kız kardeşi İsmene’ye açar. Antigon’a nazaran İsmene, Kralın ya da bir başka ifadeyle devletin emirlerine karşı gelemeyeceğini, ayrıca kadın olduğu için daha güçlü olan erkeklerin emirlerine boyun eğilmesi gerektiğini söyler ve ona yardım etmekten geri durur. Antigon kız kardeşi İsmene’nin bu cevabına hem hüzünlenir hem de sinirlenir ve cesedin yanına gider. Kapıdan çıkarken kız kardeşi İsmene, Antigon’a bu işi yaparken dikkatli olmasını ve kimseye bir şey söylememesini tembihlese de kutsal bir günahı ifa etmeye önceden hazır olan Antigon, kız kardeşine karşı şu çarpıcı ifadeyi kullanır: “Ölülere yaranmak dirilerek yaranmaktan daha iyidir”. Burada bir hususu belirtmek de yarar var. Sofokles, Sofistlerin ve Sokrates’in etkisiyle eserlerinde işlediği bireysel eğilimi İsmene’nin zayıf karakterini kullanarak Antigon’un güçlü kişiliğini ön plana çıkarır. (6)

Takip eden süreçte Antigon söylediğini yapar ve kardeşi Polüneikes’in cesedinin yanına gider ve cesedin üstünü toprakla örterek birtakım dini ritüeller ifa eder. Sabah olunca durumu fark eden nöbetçiler bu durumun Kreon’a bildirilmesi amacıyla aralarında kura çekerler ve bir nöbetçi bu durumu Kreon’a arz eder. Kreon’un cevabı ise şu şekildedir “Benim emrimi bile bile bunu yapmaya hangi erkek cesaret eder?”.

Bundan sonra gün içerisinde bazı tetkikler yapılsa da bu işin sorumlusu bulunamaz. Tabi bu sırada cesedin üzerindeki toprak da dağıtılarak tekrar açık bir şekilde çürümeye bırakılmıştır.

Akşamüzeri Antigon mezarı süslemeye gittiğinde bu sefer nöbetçiler tarafından yakalanır ve Kreon’un huzuruna çıkarılır. Antigon suçunu inkâr etmeden başını dik tutar.

Kreon ve Antigon arasında geçen diyalog sırasında Kreon’un “Benim yani devletin ilan etmiş olduğu buyruğa rağmen bu suçu nasıl ifa edebildin?” sualine Antigon şu şekilde cevap verir: “(Senin) devletinin kanunları (tanrı) Zeus’un kanunlarından daha mı yüksek?” Bu cevap üzerine dünyevi otorite ilahi otoriteye üstün gelir (!) ve Kreon yeğeni ve aynı zamanda oğlu Haimon’un nişanlısı olan Antigon’a dünyevi kurallara başkaldırması ve anarşi faaliyetinde bulunmasından ötürü zindana attırarak ölüme mahkûm eder bu sayede polis (şehir devleti) içerisindeki düzeni korumaya çalıştır.

1-2-3

Antik Yunan’da bir Tragedya örneği olarak Antigon - 2

Ancak bütün olayın maiyetini değiştirecek olan kör kâhin Teiresias ise olanları haber almış ve Kreon’un huzuruna çıkarak şunları söylemiştir:

- Kâhin Teiresias: “Antigon’a vermiş olduğun bu ceza ile devleti doğru yönetmiş oldun ama Thebai’de bir süredir ilginç şeyler oluyor. Bugün kuşların inip kalktığı her zamanki yerimde oturuyordum ama birden alışılmadık kuş sesleri duymaya başladım. Kulak tırmalayıcı, barbarca seslerdi bunlar. Korkuyla bir kurban sunmak istedim ama kurban eti yanmakta olan sunak taşında alev almadı; çünkü Oidipus’un zavallı oğlunun ölüsünden kurdun kuşun koparıp getirdiği leş lokmalarıyla sunakların ve ocakların hepsi dolmuş durumda. Anladım ki şehir senin yüzünden bu illete tutulmuş. Bu yüzden hiçbir tanrı kurbanlarımızı kabul etmiyor. Onun için ölüyü rahat bırak. İnat etmekten vazgeç; yoksa tanrıların laneti senin üzerine olacak; çünkü ne senin ne de yer üstü tanrılarının, yer altı tanrılarının işine karışmaya hakkı var! Eğer vazgeçmezsen çok yakında hanenden bir erkek bir de kadın feryadı yükselecek.” Bu açıklamadan sonra kâhin Teiresias saraydan ayrılır. Bu açıklamadan etkilenen Kreon (Koro’dan gelen serzeniş sonra) vermiş olduğu karardan vazgeçer ve Antigon’u zindandan çıkartmak ister ama Antigon çoktan intihar ederek Sokrates’in Savunması’nda (Apology) olduğu gibi kutsalı kutsal bildiği için şerefli bir ölümü seçmiştir.

Bunu öğrenen Haimon babasına çok öfkelenir ve kılıcı ile kendini öldürür. Akabinde Haimon’un annesi yani Kreon’un karısı Eurüdike de oğlunun ölüm haberini alınca intihar eder. Thebai’nin kurucusu Labdakos sülalesinin kaderine Moiralar (Antik Yunan’da Kader tanrıçaları) tarafından çizilen lanet serisi, kör kâhin Theireisas’ın kâhini ile doğrulanır. Kreon’un hanesinden bir erkek bir de kadın feryadı yükselir. Böylece, Kreon, geleneğe karşı gelmekle ilahi bir tokadı suratına yemiş olur… Bu sefer ilahi otorite dünyevi otoriteye galip gelmiştir.

Antigon’dan çıkarılacak dersler ve modern dönemdeki yansımaları

Antik Yunan’da yapılan çalışmaların günümüzde dahi incelenmelerinin en önemli sebebi bugünkü gerek düşük mahiyetli konuların (low politics) gerekse yüksek mahiyetli konuların (high politics) o zaman dahi tartışılmalarındandır. (7) Örneğin, Platon’un “Erdem nedir?”, “Ahlak nedir?”, “İdeal devlet nasıl olmalıdır?” gibi birçok diyalektik konusu o zaman olduğu gibi bugün de tartışılmaktadır.

Antik Yunan tragedyasının önemli eserlerinden biri olan Antigon’un davranışlarından ortaya çıkan ve modern dönem insanının da paylaştığı dört farklı kimlik türünün çatışması vardır. (8) Bunlar: Vicdan sorunu, Din sorunu, Aile sorunu ve Cinsiyet sorunudur.

1. Vicdan sorunu ya da dünyevi ve ilahi otoritenin çatışması

Bu başlığı değerlendirmeden önce konuyla ilgili olarak otorite ve vicdan tanımlarına değinmek de fayda vardır.

Otorite nedir?

Bir kavram olarak “Otorite” çevrimiçi Oxford İngilizce sözlüğe göre şu şekilde tanımlanmıştır: (9)

· “Emir verme, karar alma ve itaat altına alma gücü ya da hakkı.”

Bu tanımın ötesinde, siyaset teorisinin en merkezi konularından birisini teşkil eden otoritenin belli başlı üç tanımı vardır. (10) Bunlardan birincisi kavramın sözlük anlamı olup, “emretme veya nihai kararı verme hakkı”, ikincisi “başkaları adına konuşma veya eylemde bulunma hakkı veya yetkisi”, ve üçüncüsü ise “herhangi bir konudaki uzmanlığı” ifade eder. Çalışmanın ekseriyeti açısından ikinci tanım “başkaları adına konuşma veya eylemde bulunma hakkı veya yetkisi” daha çok göze batmaktadır.

Antigon’un mobilize ettiği eylem (Kreon’un kör kâhin Teiresias’a söylediği gibi) “Devlet, ona hâkim olanın değil midir?” diyen bir tiranın ve o tiranın ikame ettirdiği devlet zulmüne başkaldırıdır. Bu noktada siyasi iktidar ile otoritenin farklılaştığını belirtmekte yarar var. Oyun bağlamında düşünüldüğünde Kreon’un genel tavrı, kendisine verilen “başkaları adına konuşma veya eylemde bulunma hakkı veya yetkisini” toplum bağlamından çıkarıp siyasi iktidarını sorgulanamaz bir hale getirmeye çalışmasıdır. Yani, Antigon örneğinde Kral Kreon kendini devlet olarak görmektedir. Kendi emirlerine karşı gelinmesi onun otoritesini sarsmaktadır; çünkü onun zihninde otorite kavramı daha çok saygı ve üstünlük göstergesidir. Haliyle, bu durum kendi otoritesini sorgulanamaz kılmaya çalışan bir iktidar için rahatsız edicidir. Bugünden örnek vermek gerekirse Kreon bir modern zaman iş önderi, Antigon da kendi değerleriyle işyerinin talepleri çakıştığı için ne yapacağı konusunda ahlaki ikilemle karşı karşıya kalan bir işçi olarak görülebilir. (11)

Vicdan nedir?

İlahi kitap Kur’an-ı Kerim’de de birçok ayette (12) değinilen “Vicdan” kavramı çevrimiçi Oxford İngilizce sözlüğe göre şu şekilde tanımlanmıştır: (13)

- “Bir insanın doğru ile yanlış fark edebilme iradesidir. Kişinin hareketlerine yön verir.

Bu tanımlama dâhilinde eserin hiç kuşkusuz en didaktik unsurlarından bir diğeri kardeşlik bağından da öte bir insanın cesedinin açıkta kalmasını vicdanına sığdıramayan bir bireyin kendi iradesine göre fiiliyatta bulunmasıdır. Bu açıdan bakıldığında aslında basit bir sivil itaatsizlikten de öte, daha yüksek değerleri savunmak için ölümü gözüne olan bir “kadının” vicdan muhasebesidir. Antigon, Kreon’un emrine meydan okuyacağını ve kardeşini defnedeceğini söylediğinde aslında hala daha bugün “modern” insanın içinde bulunduğu siyasal yükümlülüğe karşı vicdan sorunu gün yüzüne çıkartır.

İki terimin ekseriyetinde bu kısım için bir kombinasyon yapmak gerekirse, Antigon bir yanda elindeki dünyevi otorite ile polis içerisindeki düzeni sürdürmeye çalışanların ve bu dünyevi otoritenin, insanın soyut manada sahip olduğu vicdan dünyasında her zaman bir karşılığı olmadığının savunanların hikâyesidir.

2. Din sorunu ya da dünyevi kimlik ile ilahi kimliğin çatışması

Eserin günümüze hitap eden bir başka didaktik öğesi ise insanın dünyevi kimliği ile ilahi kimliğinin çatışmasıdır. Yani, Antigon’un “Sen (Kreon) istersen tanrıların kutsal yasalarına yüz çevir ama hiçbir kanun beni kendi kanunumdan alı koyamaz.” derken bir ilahi muhasebe yapmaktadır.

Kreon’a göre herkesin dünyevi yasaları uyma zorunluluğu vardır. Aksi takdirde bir anarşi ortamı çıkacaktır. Ancak böyle bir durumda siyasi anarşi yerine ilahi anarşi durumu ortaya çıkmaktadır. Yani, dünyevi kanunlara göre doğru olan bir şey tanrının kanunlarına uygun olmayabilir ve bu şekilde tanrı ile kul arasında bir anarşi ortamı çıkar. Peki, herkesin kendi dinini yaşadığı bir toplumda adalet nasıl sağlanır? Tabi ki toplumu ve toplumun değerlerini sekülerleştirerek (!). Ancak bu demek değildir ki dünyevi bir otorite olmasın. Herkesin farklı tanrıya inandığı ve haliyle her tanırının koymuş olduğu farklı kanunlar var iken bu kanunların ortak bir payda da kombine olması gerek. Buradan çıkarılacak sonuç, yeryüzündeki yasaların, daha yüksek konumda olan ilahi yasalar ve ebedi gelenekle uyum içinde olmalarıdır. Bireyin dünyadaki yasalara itaat yükümlülüğünü, yalnızca bu yasalar daha yüksek yasalarla uyum içinde olduğu zaman, söz konusudur. Eğer bunlar birbirleriyle çatışırlarsa, öncelikli yükümlülük daha yüksek yasadadır ki oyunun sonunda Kreon’un pes etmesi de ilahi hukukun galip geldiğini gösterir.

Bu kısım için bir sonuçlandırma yapmak gerekirse, Antik Yunan’ın Antigon’u, bugün insan eliyle sekülerleşen dünyevi kanunlar gibi vicdanın da sekülerleştirilmesi amaçlanan modern dönemin insanlarının muhasebesini yansıtmaktadır.

3. Aile sorunu

Kreon’un müstakbel gelini ve aynı zamanda yeğeni olan Antigon’u işlemiş olduğu hatadan ötürü cezalandırmasının sebebi polis içerisindeki devlet düzenin en başında yer almasındandır. Bu durum, onun kişisel ailevi bağlılıklarından taviz göstermemesine sebep olmaktadır. Haliyle, onun kişisel ailevi bağlılıkları devlete olan yükümlülüklerinden dolayı daha önemli hale getirir. Aynı şekilde, Antigon’un kardeşinin cansız bedenine karşı göstermiş olduğu hassasiyet de onun ailevi bağlarından kaynaklanmaktadır.

Bugün içinde bulunduğumuz toplumdan bir örnek vermek amacıyla kardeşi uyuşturucu kullanan birisinin durumunu ele alalım. Hukuken kamu görevlilerine haber vermesi gereken kişi onu ele vermemek de hatta ona yardım ve yataklık etmesi ancak ailevi bağ ile açıklanabilir.

Peki, herkesi aile bağına önem verdiği bir toplumda kamu düzeni sağlanabilir mi? İşte bu yüzyıllardır tartışılagelen bir başka soru…

1-2-3

Antik Yunan’da bir Tragedya örneği olarak Antigon - 3

4. Cinsiyet sorunu ya da kadının erkek otoritesine başkaldırısı

Oyundaki bir başka sorgulama, Batı siyaset felsefesinin dört düalizminden biri olan kadın - erkek çatışmadır. (14) O dönemin çoğu tragedyalarında olduğu gibi, toplumdaki korunmuş ya da dışlanmış statülerinden dolayı polise karşı yegâne bakış açısı ve meydan okumayı temsil edebilen kadınlara tahsis edilir. (15) Bu açıdan eserin bir başka didaktik özelliği kadının başkaldırısından ötürü feminizmin ilk hareketi olarak görülmesidir. Yani, Antigon, kadınların, karşı gelmeyi ve siyasal otoritenin yalnızca bir erkek alanı olmadığını da içeren de siyasal faaliyete bulunabileceğini gösterir.

Tüm eser boyunca Kreon’un ifadelerinden alınan bazı pasajlar bugün feministler tarafından sıklıkla kullanılan argümanlardır.

- “… Benim emrimi bile bile bunu yapmaya hangi erkek cesaret eder ...”

- “… Hayatım boyunca hiçbir kadın çekip çeviremez beni …”

- “… Eğer iktidardan düşmek kaçınılmazsa hiç olmasa erkek elinden olmalı. Kadınları söz sahibi yaptın, dedirtmem hiç kimseye…”

Günümüzden bakıldığında, aslında söz konusu durumun bir çelişki olmadığı, kadının toplumsal konumunun sadece gelenek tarafından değil, siyasi otorite tarafından da şekillendirildiği ve dolayısıyla Antigon’un bir erkeğe karşı çıkarak geleneğe mi siyasi otoriteye mi karşı çıktığının muğlaklaştığı tespit edilmiştir. (16)

Bu kısım için bir sonuçlandırma yapmak gerekirse, Sofokles’in Antigon’u, kadınların karşı gelmeyi ve siyasal otoritenin yalnızca bir erkek alanı olmadığını da içeren de siyasal faaliyette bulunabileceğini gösterir. (17)


Sonuç

Antigon ve Antigon tarzı eserler, birliği tehdit eder görünen çok sayıdaki siyasal sorunları ve çatışmaları gündeme getirmek ve aydınlanmak için retorik ve teatral durumları kullanma çabalarının bir ürünüdür. (18) Yani, Antik Yunan dönemi tragedya örneği olan Antigon’un kardeşini gömme tutkusu ve akabinde gerçekleşen olaylar aslında 2 – 3 günlük bir süreyi kapsasa da Antigon bugün modern dönem insanoğlunun sıklıkla karşılaştığı vicdan, otorite, aile bağları gibi birçok ikilemin Antik Yunan’daki örneğidir. Bu ikilemler kadar kadının erkek üstünlüğüne karşı göstermiş olduğu dirayet ile de gerek pre-modern (modern öncesi) gerekse modern dönem feministler için önemli bir figürdür. Bunun yanı sıra, gücü elinde bulunduran halkı yönetme gayesi ile belirli mevkilere gelen yöneticilerin bu güçten aldıkları ivme ile gücü nasıl bir tehdit ve şantaj maşası olarak kullanmaları adına önemli bir örnektir.

Sokrates ile yeni bir döneme giren Antik Yunan filozoflarının üzerinde tartıştıkları birçok sorunun ve konunun tarih boyunca sadece format değiştirerek bugünlere gelmesi aslında insanlık tarihinin dipsiz bir kuyu olmasındandır.



Kaynaklar, Referanslar ve Dipnotlar

Ana Kaynaklar

· “Antigon”, Sophokles, Türkçeye çeviren Ari Çokona, İş Bankası Kültür Yayınları/ Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, 2014

· “Mitoloji Sözlüğü”, Azra Erhat, Remzi Kitapevi, 2004


Referanslar ve Dipnotlar

1 “Antigone’nin İki Farklı Yorumu”, Dilek Zerenler, Türkiye Araştırmaları Dergisi, sayfa: 264 – 265

2. http://www.bilgicik.com/tag/tragedya-nedir/ (son erişim: 01.11.2014)

3. abs.kafkas.edu.tr/upload/225/Antigone1.doc (son erişim: 01.11.2014)

4. abs.kafkas.edu.tr/upload/225/Antigone1.doc (son erişim: 01.11.2014)

5. abs.kafkas.edu.tr/upload/225/Antigone1.doc (son erişim: 01.11.2014)

6. “Antigone’nin İki Farklı Yorumu”, Dilek Zerenler, Türkiye Araştırmaları Dergisi, sayfa: 266

7. Bu cümlede geçen “high politics” kavramının tam çeviri anlamı yüksek politika anlamına gelse de burada “yüksek mahiyetli” kavramı kullanılmıştır. Aynı cümlede geçen “low politics” kavramının tam çeviri anlamı ise düşük politika anlamında gelse de burada “düşük mahiyetli” kavramı kullanılmıştır.

8. “Siyasi Düşünce Tarihi”, Donald G. Tannenbaum ve David Schultz, Türkçeye çeviren Fatih Demirci, Adres Yayınları, 2013, sayfa: 47

9.http://www.oxforddictionaries.com/definition/english/authority (son erişim: 01.11.2014)

10. “Siyaset Teorisinde ‘Otorite’ Kavramı”, Dr. Hüseyin Bal, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 9/2 Winter, 2014, Ankara, sayfa: 247

11. “Siyasi Düşünce Tarihi”, Donald G. Tannenbaum ve David Schultz, Türkçeye çeviren Fatih Demirci, Adres Yayınları, 2013, sayfa: 47

12. İçerisinde “Vicdan” geçen Kur’an-ı Kerim ayetleri:

i. EN’AM 6/24: “Bak, vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler! O uydurdukları putlar da kendilerinden kaybolup gitti.”

ii. TEVBE 9/118: “Allah, haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’tan kurtuluşun, ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tövbekâr olmaya muvaffak kıldı da tövbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır.”

iii. RA’D 13/19: “Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler.”

iv. ENBİYA 21/64: Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) dediler ki: Doğrusu siz haksızsınız.”

v. NUR 24/12: “Erkek ve kadın müminlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da, ‘bu apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?”

vi. NEML 27/14: “Ve vicdanları bunlar(ın doğruluğun)a tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!”

13.http://www.oxforddictionaries.com/definition/english/conscience (son erişim: 01.11.2014)

14. Diğer düalizmler: Birey – Topluluk, Kamu – Özel ve Zengin – Fakir (Ezen – Ezilen)

15. taskıslasahnesi.net/2011/04/antigone (son erişim: 01.11.2014)

16. taskıslasahnesi.net/2011/04/antigone (son erişim: 01.11.2014)

17. “Siyasi Düşünce Tarihi”, Donald G. Tannenbaum ve David Schultz, Türkçeye çeviren Fatih Demirci Adres Yayınları, 2013, sayfa: 51

18. “Siyasi Düşünce Tarihi”, Donald G. Tannenbaum ve David Schultz, Türkçeye çeviren Fatih Demirci Adres Yayınları, 2013, sayfa: 45

1-2-3

Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 1

Prof. Dr. SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ


Bu çalışmada Nietzsche’nin adalet, suç ve ceza konusundaki temel argümanları, bu kavramların kökenive içerimleri vurgulanarak ele alınacaktır.

Batı Avrupa kültürü, Sokrates’ten başlayarak, amacı en zayıf insan tipini korumak olan varoluş ussallıkları oluşturmuştur. Bu oluşturulan ussallıklar, rasyoneller bu daha zayıf tipin yaşamın acı gerçeğinden korunmasına yardımcı olmuştur. Yaşamın onlar için değişmeyen tek anlamını güvenceye almak için de değişmeyen doğrular oluşturmuşlardır.

İşte bu ebedi gerçeklik yanılsaması ve bunu sürdürmeye çalışmak sonunda hem toplum hem de benlik için yıkıcı olmuştur. Platon, doğru dünyayı, idealar dünyasını duyulur dünyanın ilerisine, ötesine koyarak bunu yapmıştır. Bunun sonucu, yaşamın kendi kendini tanımaması, reddetmesi olmuştur. Ve bu da en çarpıcı biçimiyle tüm Hıristiyanlık felsefesidir. Kant da doğru dünyayı bir kategorik buyruk olarak kurtarmayı denemiştir (Sözer, 2000, s. 391-404).

Nietzsche’nin 19. yüzyıl Avrupa kültürü için yaptığı belirleme budur ve bu yozlaşma hastalığından onu kurtarmayı kendine bir görev bilmiştir.

Nietzsche’nin bu görev bildiğini şimdi sizlere O’nun ‘adalet, suç ve ceza’ kavramlarına yüklediği anlam çerçevesinde serimlemeye çalışacağım.

I- Konuşmamda bazı yinelemeler olacak. Ama konunun açıklık kazanabilmesi için bunu zorunlu görmekteyim. Son söyleyeceğimi bir başka biçimde baştan söylemek istiyorum; ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ başlıklı yapıtında Nietzsche adaleti şöyle betimler; ‘’….doğa gibi bir varlığı düşünün, ölçüsüzce savuran, kayıtsız, amaçsız, acımasız ve adaletsiz, hem bereketli hem kısır bir güç olarak kayıtsızlığı düşünün… buna göre nasıl yaşayabilirdiniz? Yaşamak, kesinlikle doğadan başka bir şey olmayı istemek değil mi? Yaşamak, değerlendirmeyi, seçim yapmayı, haksız olmayı, sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil mi?..’’ (Nietzsche, 1989, s.15)

Burada ilk tümcede doğa adaletsiz olarak betimleniyor. Son tümcede ise, adil olmama, doğaya karşıt olma olarak betimleniyor. Nietzsche’ye göre adalet, doğaya ait bir şey olmalı, insana ait değil… Bu ifadelere göre insan, yaşamakla, varoluşuyla adil değildir. İnsan yaşamı doğaya karşıttır. Doğaya karşıt olmadan yaşamak insan için olanaksızdır.

Şayet adalet saf haliyle doğaya ait bir şeyse, bunun insan dünyasına uygulanması olanaksızdır. Ya da insanlar arasındaki adalet doğal biçimiyle adalet olamaz. İnsan dünyasında adalet, insanın kendi dünyasına uyarlanmış ayrı bir kavramdır. Bu, adaletle ilgili temel sorunlardan biridir. İdeal, gerçek olanda mevcut olamaz. İnsana ideal olana saygı göstermesi öğretilir ama o gerçeklik alanında eylemek zorundadır.

Nietzsche, zalim kayıtsızlığından dolayı doğayı suçlasa da, doğadaki adaletin temelini bu oluşturur. Doğadaki kayıtsızlıkta bir tür eşitlik vardır; hiçbir ayrıcalık yoktur; iltimas yoktur; rüşvet, yolsuzluk yoktur (bunları ben ekledim).

İnsanda bu türden bir kayıtsızlığın, umursamazlığın olmayışı, adaletin doğal olandan gerçek olana aktarılmasını olanaksız kılar. İnsan doğası gereği, bencilliğinden dolayı kayıtsız kalamaz. Adalet, bu kayıtsızlık, umursamazlık konusundaki yeteneksizliğimizin tanınmasıdır. İnsanın bencil bir varlık olması nedeniyle, oluşturduğu adalet doğal adaletten daima farklı olacaktır; yalnızca farklıdır… Ben buna adaletin paradoksu diyorum…

Peki o zaman, olması mümkün olmayan nasıl mümkün oldu? Adaletsiz adalet nasıl gerçeklik kazandı? Konuşmamın konusunu da zaten bu oluşturuyor…

II- Nietzsche, ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ içgüdüsüne dayanarak, yaşama, dünyaya yeni bir bakış getirmeye çalışıyor. Tüm eylemlerimizin temelinde ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ dediği güdünün yer aldığını varsayıyor. Her canlı kendi gücünü çoğaltmaya, kendi dışındakilere gücünü dayatmaya çalışır. ‘Çocuk sahibi olmak ‘ da aslında kendimizden olanı çoğaltmak içindir. Beslenme de öyle; güçlenme istencinin bir sonucudur; güç istenci, içten dışa doğru yaşanan bir değişim. Güçlü varlık, kendine engel oluşturduğunu düşündüğü ‘zayıf’ı ele geçirir, kendinin kılar. “….bu dünya başı sonu olmayan bir enerji canavarıdır…Bu alem,gücü istemeden başka bir şey değildir.’’ der, Nietzsche (Nietzsche, 2002, 1067).

Organizmaların eylemlerinde, devinimlerinde esas olan bu güdü, dünyadaki değişimin de nedenidir. Tarih denen şey böyle ortaya çıkar. Birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler de bu çerçevede görülmelidir. Bazı insanlar yaşamı geliştirebilecek, zenginleştirebilecek güce, ruh gücüne sahiptir; bazıları da (ki bunlar çoğunluktur) böyle bir güce sahip olmadıklarından kendi varlıklarını sürdürebilme olanağını, oluşu tıkamakta, durdurmakta bulur… Güçsüz, yetersiz, zayıf olduklarından mücadele edemezler. Tek yapabildikleri kendilerini bu mücadele alanından korumak, bu mücadeleyi durdurmaya çalışmaktır. Bu nedenle ‘farklı’ olana, kendisi olmayana ‘hayır’ der… Bu durum, eylem ilkelerini yaşamdan türeten güçlü insanların oluşturduğu değerleri değersizleştirir. Kendilerinden eylem ilkesi türetemeyen, yaşamı onaylayıp ona katılamayan bu insanlar, kendilerini ezen güçlü insanların tüm eylemlerini ‘değersiz’ olarak nitelendirir. Bu, ‘kötü’nün ortaya çıkışıdır. Aslında bu hıncın bir başka adıdır (Nietzsche, 2001, s.36-39; Nietzsche, 1989, s.195).

Ya da bu noktada şu soru gündeme geliyor; kölenin, sürünün ‘efendi’lere duyduğu hıncın, öfkenin, nefretin, kinin kaynağı nedir?


III- Nietzsche’ye göre insanı diğer hayvanlardan ayıran şey, söz verme ve sözünü tutma yetisidir. Bu yetinin ortaya çıkışı en ilkel toplumsal ilişki biçimi olan ‘borç veren’, ‘borçlu’ ilişkisiyle olmuştur. Bu beraberinde sorumlu tutabilmeyi getirmiştir. Sonuçta ‘söz verme hakkına sahip’ bir varlık ortaya çıkmıştır; geri ödemeyi bir ödev olarak, kendi içinde, imgesinde bir zorunluluk olarak duyması gerekmiştir; buna insana hissettirilen ve taşıtılan sorumluluk denebilir. Eylemlerimize egemen kılınan bu güdüye sonraları ‘vicdan’ denmiştir.

Verilen sözler bellek gücüyle geleceğe taşınır. Böylece sözün kalıcı olması sağlanır; bir başka deyişle, sözün kalıcılığını sağlamak için söz belleğe yakılır, kazınır… Böylece bellek, toplumsal varoluşun önkoşulu olur. Bellek aracılığıyla toplumsal bağları oluşturan kurallar gözlenir. İnsani toplum böylece olanaklı olur. Kalıcılığın bir yolu da acı’dır; acı, zevkten daima daha kalıcıdır… Ortaçağdaki işkenceler bunun bir aracıydı; insana, tanrıya verdiği sözleri, yeminleri hatırlatıyordu… Bugün yasal cezalarla varlığını sürdürüyor; insana, yurttaşlarına, topluma, devlete verdiği sözleri anımsatıyor…

İşte bu borçlu ve alacaklı ilişkisinin sağlam bir temele oturtulmasının bir yolu olarak oluşturulan şeydir ‘adalet’. Bu adalet anlayışının temelinde, borçlunun verdiği sözden, yaptığı sözleşmeden, kabul ettiği sorumluluktan saptığı için cezayı hak ettiği düşüncesi yer alır. Buradaki sorun, adaleti sağlayacak cezanın ne olacağı sorunudur. Bu ilk ilkel ilişki biçimi, alıcı/satıcı, borçlu/alacaklı ilişkisi, aynı zamanda insanın insanla ilk kez yüz yüze gelmesidir. Fiyatı belirlemek, değerini saptamak, karşılığını oluşturmak, mübadele etmek, tüm bunlar ilkel insanı meşgul eden şeylerdi; düşünme biçimini de bu belirlemiştir. Böylece insan kendini tartan ve ölçen bir varlık olarak görmüştür.

1 - 2 - 3

Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 2

Bu ilkel borç veren borçluyu borcunu ödemeye zorlamıştır. Aslında borçlu açısından karşılıksız, bedava bir şey elde etmek yanlış değildi. Çünkü her yaşayan canlının olağan davranışıydı… Nietzsche, ‘her zararın bir karşılığı olduğu’ düşüncesinin, borçlunun, suçlunun ancak acı çekmesi yoluyla zararın karşılanabileceği düşüncesine dönüşmesini, insanın gizemli ve anlaşılmaz yanına bağlar… ‘Zulüm olmadan şenlik olmaz… cezada şenlikli o kadar şey var ki…’ der Nietzsche… Kısaca, bu ilkel ilişki biçimi beraberinde şu düşünceyi de türetmiştir; her şeyin bir değeri vardır; her şey için ödeme yapılabilir. İşte bu, adaletin en eski ve en saf ahlak yasasıdır…

IV- Uygarlığın ilk düzeylerindeki biçimiyle ceza, ya da ceza yoluyla gerçekleştirilen adalet, zarardan doğan hıncın, öfkenin yatıştırılma aracıdır. Bu yönüyle ‘adalet’ adı altında yapılan şey, bir tür ‘intikam’ almaktır; görülen zarar ölçüsünde, bazen de ötesinde… İlkel düzeyde adalet anlayışının tüm iç yapısı bundan ibarettir.

Bu ilk ilişki biçimi, toplum ile üyeleri arasında da geçerlidir. Borç veren toplumdur; bireyi kabul ederek, onu zarar ve düşmanlıklardan koruyarak… Ama birey görevini yerine getirmediğinde bu yapıdan çıkarılması gerekir. Bireyin değeri, görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Bu bir tür çıkar ilişkisidir. Bu ilişki koparsa toplum hayal kırıklığına uğrar ve her tür şiddeti uygulayabilir…

Adalet mekanizması devletin eline geçtiğinde, değerlerin yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Bireyin yerine getiremediği görevleri yapacak başka bireyler vardı. Devlete zararlı gelen, pahalıya mal olan şeylere ‘yanlış’ denerek cezanın orijinal amacı belirsizleşti ve unutuldu; borçları ayarlayan, düzenleyen bir araç olarak yola çıkarken, ahlaki kavramları dayatan, uygulayan bir araca dönüştü. Toplumun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza hukuku da daha ılımlı bir yapı kazandı. Nietzsche buna ‘adaletin alt edilmesi’ der.

her şeyin bir karşılığı vardır, o halde her şey geri ödenmelidir’’ anlayışıyla yola çıkan adalet, borçlarını ödeyemeyecek olanların görmezden gelinmesi, serbest bırakılması, borçların silinmesi sonucuna ulaştı. Adalet, her güzel şey gibi, kendisinin alt edilmesiyle son buldu… Adaletin bu alt edilişi… herkes buna verilen şu güzel adı bilir- merhamet’’ (Nietzsche, 2001, s. 72-75).

Şimdi, buraya değin söylenenlerden adaletin kaynağının hınç duygusu olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ceza da hınç duyan insanların tepkilerini yatıştırmaya yarıyor. Nietzsche, bu konuda şunları söyler; “…nerede adalet uygulanıyor ve savunuluyorsa orada daha kuvvetli bir gücün kendi altında bulunan daha zayıf güçler arasındaki anlamsız hınç kaynaklı kavgalarına son vermek için bir araç aradığını görüyoruz… Yani kendi açılarından neye izin verilip neyin hak sayıldığının, neyin yasaklanıp suç sayıldığının buyurucu biçimde beyan edilmesidir…’’(a.g.e., s.73).

O halde kaynak, denetimsiz ve biçimsiz bir kalabalığın anlamlı bir biçime sokulmasını isteyen ve bunun için şiddete başvurmaktan kaçınmayan efendiler, ‘sarışın yırtıcı hayvanlardır’…

V- Nietzsche’ye göre ‘insan’, bir yarı-hayvandır. Bu yarı-hayvanın insanlaşması, uysallaşması, uygarlaşması, evcilleşmesi efendilerin onları tahakküm altına almasıyla ortaya çıkar. Bu durum, bu varlığı, temelde ‘gücünü boşaltmak’ üzerine kurulu doğasından uzaklaştırmış, kendine yabancı bir varlık haline getirmiştir. Böylece insan, doğasından kaynaklanan her eylemden ‘suçluluk’ duymaya başlamıştır.

Daha zayıf güçler arasındaki çatışmalara son vermek, onlara birlik ve düzenlik getirmek için yola çıkan efendilerin yarattığı insan topluluğu, vicdan, sorumluluk, suç, ceza yoluyla kendi doğallığından çıkarılıp, kendine yabancı bir hale getirilmiştir. Böylece insan, bu baskı altında ‘suçun bilincine’ varmış, suç bilinci de beraberinde ‘vicdan azabı’nı getirmiştir (a.g.e., s.82-84).

Yasaklar ve cezalar nedeniyle kendini dışa vuramayan içgüdüler, bu kez kendi içine yönelmiştir. Yarı-hayvanın düşmanlıktan, zulümden, saldırmadan, değişim ve yıkımdan aldığı haz, bu yarı-hayvan insanlaşınca, bu kez bu içgüdülere sahip olanlara yönelmiştir. Eylemlerinin kaynağını hınçta bulan varlıklar haline gelmişlerdir. Efendiler, bu hıncın nesnesi olmuştur.

Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmıştır; yüksek tip insana karşı ölümüne savaş vermiştir; bu tipin tüm temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmıştır… Tüm zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanında yer almıştır (Nietzsche, 1995, s. 15-16). Köleliğe yazgılı olanlara kurtuluş umudu sunmuştur; onların efendilerine yönelik istemlerine ‘tanrı buyruğu’ diyerek meşruluk kazandırmıştır. Böylece toplumun çürümüş, yaşam içgüdülerini yitirmiş, bu yaşamdan, bu dünyadan kaçış için kurtarıcı bekleyen yozlaşmış, tükenmiş bireylerini kendi çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık bir hınç, öfke dinidir; onun aracılığıyla ezilmişler, nasipsizler yaşamdan ve efendilerden intikam alır (a.g.e., s. 28-33).

1 - 2 - 3

Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 3

Böylece güçlü insanların tüm yetileri kötülenerek en zayıfların koruyucu araçları değer ölçütü yapılmıştır. Böylece de yaşam, köle ruhların efendilere duydukları hıncın egemen olmasıyla soysuzlaşmaya başlamıştır. İçgüdülerinden, doğalarından koparılan bu yarı-hayvanlar, duydukları hıncın yarattığı intikam duygusuyla, değerlerin asıl yaratıcısı olan efendiler karşısında, çoğunluk olmaktan aldıkları güçle, onların da uymak zorunda kaldıkları değerler oluşturmaya başlamışlardır… Böylece, değerin yaratılmasını sağlayan efendi/köle ilişkisi ortadan kalkmıştır. Bir başka deyişle, efendiler, zayıf olanları düzenleyip, biçimlendirirdi. Ama süreç içinde bu durum, kölenin efendi yani yasa ve kural koyucu hale geldiği yeni bir evreye ulaşmıştır; efendi köle çelişkisi köle lehine sonuçlanmıştır. Ve köle ahlakı, kölece düşünme, kölece zayıflık en üst değer olarak sunulmuştur. Efendiler alt edilmiştir. Böylece de oluş durmuştur. Nihilizm evresi başlamıştır. Çünkü insan yönünü ve amacını yitirmiştir… Dünyaya yeni bir anlam ve değer dizgesi gerekiyor… Artık sorun şudur; ne için yaşıyoruz? Çünkü efendilerin ortadan kalkmasıyla Hıristiyanlığın tüm anlam ve değeri de ortadan kalkmıştır. ‘Tanrı Öldü!’…

VI- Bu genel çerçeve içerisinde Nietzsche, yasa bozucunun, ‘suçlu’nun ceza yoluyla suç ve günahkarlık duygusu edineceği inancını gülünç bulur; ‘ceza arıtmaz çünkü cürüm kirletmez’…Suç işlemesinin akıllıca olmadığını anlar ama aynı zamanda da toplumun onun akılsızlığını cezalandırma yönteminin, kendisine karşı aynı tarzda yapılan bir suç olduğunu da anlar… Bir başka deyişle, kendine verilen cezayı da bir suç gibi görmeksizin, kendini de suçlu göremez… Bu da açıkça saçmalıktır.

Nietzsche’ye göre ceza, arzulara boyun eğdirmekten, insanın daha dikkatli olmasını sağlamaktan, korkuyu artırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve böyle yaparak insanı evcilleştirir ama onu daha iyi kılmaz. Şayet ileride suç işlemekten uzak durursa bunun nedeni artık daha uyanık olduğundandır yoksa daha ahlaklı olduğundan değil… Geçmiş suçlarından pişmanlık duyuyorsa bunun nedeni cezasının ona acı vermesidir, bilincinin değil…

Cezayı takip eden pişmanlık değilse nedir? Bunun yanıtı, eski güç istencinin içe yönelmesinden başka bir şey değildir. İlkel düzeyde insanın bu güç istenci serbestti. Çevresine yönelik, gücünü çoğaltan her eylem, başkalarına ne denli zarar verdiği önemli olmayan her eylem ona iyi geliyordu. Ahlak diye bir şeyden bihaberdi. Çevresinde olanlar ona yalnızca yararlı ya da zararlı görünüyordu. İşte bu güç istenci daha sonraki süreçlerde düzenlendi ve denetlendi. Birey, çoğunluğun arzusuna tabi olmak zorunda kaldı ve ahlakın kodlarına uymak zorunda bırakıldı. Sonuçta güç istenci kendine döndü; kendi bedeni ve aklına işkence yapmaya başladı. Baskı altına almadan duyduğu eski ilkel zevk, neşe varlığını sürdürdü ancak artık bunu çevresindekilere yapamadığından, kendine yöneltti ve suç duygusunun, günahkarlığın ve yanlış yapmanın avı haline geldi.

Bu kendine işkencenin aldığı ilk biçimlerden biri, ilkel insanın kendini suçlamasıdır; tanrısının iyiliklerine gereği gibi sadık olmaması… Yaratıcısına kendini borçlu gördü ve sürekli kendini bu borcunu ödemede ihmalkarlıkla suçladı; adaklar adamaya başladı; en değerli şeylerini ona adamaya  İlk doğan çocuğunu örneğin. İlk başlarda bunlar yeterli iken, Hıristiyanlıkla birlikte kendini feda etmek zorunlu oldu. Böylece Hıristiyan günah düşüncesi ortaya çıktı… Bazen kendini bir mağarada gizledi ve toplumdan soyutlanarak yaşadı; daha sonra ona aziz dendi. Kendini kamçılarla dövdü, yaralarına sirke döktü… Bazen de cinsel güdüsünü öldürdü; güç arzusuna son verdi…

Nietzsche bu durumu, hıncın nesnesi kalmadığından gücün boşaltılamamasını herkesin yaşamına yayılmış nihilizmin kaynağı olarak görür. Nihilizm, bugüne değin sürünün yaşamına anlam vermiş tüm değerlerin sorgulanmasına yol açacak bir geçiş evresidir. Aslında Hıristiyan değerleri O’na göre ta baştan nihilistti; ortadan kaldırmaya çalıştığı çelişki, yaşamın akışını, oluşun devamını sağlayan şeydi. ‘Gücü istemeyi’ bastırarak ulaşabildiği şey, yaşamın çekilmezliğini ortadan kaldırayım derken, onu sonsuza dek çekilmez kılmak, yaşamı yaşanmaya değer olmaktan çıkarmak olmuştur. Nihilizm, Nietzsche’ye göre, bireyin içinde bulunduğu psikolojik bir durumdur; kişi artık kendisinin ve başkalarının kutsal saydığı değerlerin artık değerli olmadığını düşünmeye başlar. Evren, dünya, oluş anlamını yitirmiştir. Eylemenin amacı kalmamıştır. ‘Niçin yaşıyorum?’ sorusu yanıt bulamamaktadır. Yaşamda inanılabilecek, bağlanılabilecek, yönelinebilecek hiçbir şey yoktur. Nihilizm böylece her şeye karşı duyulan bir inançsızlık, her şeye yüklenmiş bir değersizlik yaşantısıdır… Bunun nedeni de, evrene, dünyaya, oluşa bizim tarafımızdan yüklenen kavramların içinin boşalmasıdır…

Ama Nihilizm aynı zamanda, yaşamın yeniden ileri atılmasını sağlayacak gücü de, tohumu da içinde barındırır. Yeniyi aramaya yönlendiren, eldekinin yetmediğini, doyurmadığını hissettiren de bu psikolojik durumdur.

Sözlerimi yine Nietzsche’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum; “…Yalan dediğim şey şudur; kişinin gördüğü bir şeyi görmemiş olmayı istemesi, gördüğü bir şeyi öyle görmemiş olmayı istemesi… İmdi, bu görmüş olduğunu görmemiş olmayı istemek, onu öyle görmemiş olmayı istemek, herhangi bir anlamda yan tutmanın neredeyse ilk koşuludur: yan tutan insan, zorunlu olarak yalancı hale gelir…” (a.g.e., s.84-85).


Kaynakça

- Önay Sözer. (2000). ‘Nietzsche’de Doğru Dünya’nın Masal Oluşu Sorunu’, Bedia Akarsu
- Armağanı, Hazırlayanlar: Betül Çotuksöken- Doğan Özlem. İstanbul: İnkılâp Yayınevi.
- Nietzsche, F. (1989). İyinin ve Kötünün Ötesinde. (Çev. A.İnam). Ara Yayıncılık.
- Nietzsche, F. (2002). Güç İstenci. (Çev. S.Umran). Birey Yayıncılık.
- Nietzsche, F. (2001). Ahlakın Soykütüğü Üstüne. (Çev. A.İnam). Yorum Yayınevi.
- Nietzsche, F. (1995). Deccal. (Çev. Oruç Aruoba). hil Yayın.

1 - 2 - 3

İNANMAK VE SEVMEK

Nurettin Topçu

İnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış, sevmekse gerçek yaşayış. İnanmayan bilmez, takit eder. o, ışığın başka kürelerden alan bir kör kandildir. Sevmeyenler, yaşamıyanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üsttüne atılmış kuru kütüklerdir. Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller, bedbaht nesillerdir.

Kainata hayranlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir. Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri, ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler namütenahi aşk ile doluplup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.

Biliyoruz ki düşünce. hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu: Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zenbereği etrafinda çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları, hırsları ve menfaatleri içrisine alıyor. Muvaffakiyetlerimiz dünyasını çemberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.

İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor. Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor. İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı, ruh aleminin serdarı yapıyor.Üçüncüsüne gelince, o bizi insanî olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor. Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile, sonsuzluğa ulaştırıyor. Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi yapıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz...İnanışta, alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.

Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyIe demişti: "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafimdan yaşanmamış, kelimenin tam manasıyle benim olmamıştır. Bu sebepten bana şahsi tatmim vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır. Gerçkten benim şansi malım olmadığından benden koparıp alınır.Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.Umumi görüşlier, taklit ile kazanılan iddialar zümre ve parti ihtirasları ve bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazınırsa etlerin ve iştahların, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.

İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür. Onun çürütülmesi, yalanlanması Kabil olmaz. Yumrukladıkca ruhumuzun daha derin tabakalarına iner.Çünktü inançlarım, muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir. Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerde bulunduğundan, muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat, eksik veya aldatıcıdır. İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Ruhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun tabiatı istilasıdır.

İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular. Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kainatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar.Aşkın şahidi ise ıztıraptır. Iztırapsız ne hareketinde gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ıztırap saklıdır.Sevgisi olmayan hakikata ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmıs sevgi, sonsuzluğun sevgisidir. Bu sevgi, vücutta geçer bedenden taşar fâni varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar.Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya sanatın aşıkıdır. Gerçek aşıklar, aşkın aşıklarıdır. Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar,anlatılmayan bir kalır. İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı sevmeyi öğrenmelidir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP