Açık ve Seçik

[Alm. klor und deutlich ] [Fr. cloir et distinct ] [İng. cleor ond distinct ] [Lat. c/orus et distinctus, clore et distincte ] [es. t. vazıh ve mü­temeyyiz ] : (Descartes'ta) Bir bilginin doğruluğunu belirleyen ölçütler: Konusu bize doğrudan doğruya, araçsız olarak verilmiş bilgi açık; konu­su başka şeylerden ayrı, onlarla karışmamış olan bilgi de seçiktir.

Platon'un Ütopyası: Devlet

Ömer Türkeş

Bugüne kadar farklı uygarlıkların farklı coğrafyalardaki düşünsel gelişimlerini gösteren kitapları inceledik ilk toplum tasarılarını gördük. Ancak bu ilk aşamalarda elbette dinden ayrılmış, laik bir ütopik kurgu yoktu. Bizlerin bugün kullandığımız biçimiyle ilk toplum tasarısını Platon yapmıştı. İ.Ö.428-348 yılları arasında yaşamış, Atina'lı soylu bir ailenin çocuğuydu o. Atinanın altın döneminin sonunda, Perikles'in öldüğü yıl doğdu. Küçük yaşta Sokrates ile tanıştı. Oligarşi-demokrasi tartışmaları içindeki Atina'da siyasete eğilim duydu. Sokrates'in öldürülmesi ile birlikte demokrasi taraftarlığından vazgeçti. Euklides'in yanına Megara'ya ve oradan önce Mısır ve sonra da İtalya'ya gitti . Atina'ya dönünce İ.Ö. 387'de Akademia'yı kurdu ve bu akademi yüzyıllar boyu Avrupa düşünce tarihini etkiledi.Tekrar İtalya'ya dönerek genç Tiran'ın eğitimini üstlendi, ancak iki kez giriştiği bu çabadan canını zor kurtardı ve utopik cumhuriyetinin uygulamasını gerçekleştiremedi (İtalya'da tiranın politikasını eleştirince köle olarak satılıdı ama bir dostu tarafından alınıp azat edildi). Platon'un, bilgi, idealar, cesaret, ölçülülük, yasalara saygı, dil, sevgi ve çeşitli filozoflar üzerine çok sayıda eseri vardır. Bitiremediği son eseri 'Yasalar', yine Devlet'e ilişkin çalışmasının bir parçasıydı ve devletin iç düzenlemeleri tasarlıyordu.

Askeri bir devlet modeli

Platon'un değişime kapalı Cumhuriyet tasarımı ve yaşam tarzı, Sparta kent devletinden bağımsız düşünülemez. Yalnız Platona değil, Plutarkos'un yazdığı Sparta efsanesinden çıkan düşünceler, Rousseau'nun, Nietzsche'nin ve nasyonel sosyalizmin öğretilerini biçimlemekte büyük rol oynamıştır. İki kral tarafından yönetilen ve toprakların soylu sınıfa ait olduğu oligarşik bir devletti Sparta. Toprağı, -Grek olmalarına rağmen kölelleştirilen- helioslar işlerlerdi. Onların isyanlarını engellemek için bir gizli polis düzeni vardı ki, bu düzen Platon Cumhuriyetine korucular olarak eklenmiştir. Tek amaç, kendini bütünüyle devlete adamış iyi askerler olmaktı. Devletin kuramı, hiçbir kentlinin yolsul durumuna düşmemesi ve hiçbirinin zengin olmamasıydı. Kimsenin altın ve gümüş elde etmesine izin verilmezdi. Kadınlarsa -Yunanistan'ın diğer bölgelerinden farklı olarak- yalıtılmış değillerdi, erkeklere uygulanan eğitim onlara da uygulanırdı ve birlikte jimnastik yapılırdı. Evlenme ve askere alınma için yaş belirlemeleri yapılmıştı. Çocuk doğumu yasayla desteklenmişti. Üç çocuk babası askerlik görevinin, dört çocuk babasıysa tüm devlet görevlerinin dışındaydı. Krallarının davranışlarını denetlemek ve yüksek yargı için kura yöntemi ile seçilen ephoroslar eşitler arasındaki demokrasiyi sağlıyordu. Sparta'ya karşı öbür Grek kentlerince duyulan hayranlığın bir nedeni, onun durağan oluşudur. Yalnızca devlet modeli olarak değil, yaşamın sürüş biçimi, yerleşim, giyim kuşam anlamında da otantik kalmıştı Sparta.

Gerek felsefe gerekse de siyasette kendinden sonrakileri derinden etkilemiş bir düşünür olan Platon, Devlet yapıtıyla hem bir devlet teorisi tartışmasını hem de detaylı bir toplum tasarımıyla utopyalar dunyasını başlattı dersek pek de abartmış sayılmayız. Platon liberal olmayan düşünceleri enikonu allayıp pullamıştır. Böylece daha sonraki yüzyıllarda insanlar, önerilerin altında ne yattığını bilmeden onun utopik Cumhuriyetine hayranlık beslemişlerdir; daima övgüyle söz edilse de anlaşıldığından söz edilemez.

Devlet

Platon sürekli olarak halka, kendisinin erdemli sandığı görüşleri savunmuştur ve düşünsel açıdan hiç de namuslu değildir. Çünkü öğretileri toplumsal sonuçlarına göre yargılamaktan çekinmez, tartışmayı erdemli saydığı bir sonuca doğru yöneltmekle felsefeye o zamandan beri süregelen bu kötülüğü getirmiştir. Dinsel eğilim, ölümsüzlüğe olan inanç, öğütçü din adamı tutumu, mağara istiaresi, matematiğe saygı, akıl ve mistisizmin kaynaşması gibi felsefesinin belli başlı motiflerini Pytagoras'ın Orpheusçu öğretisinden almıştır. Parmenides aracılığıyla, gerçeğin ilksiz-sonsuz ve zamansız olduğu, bütün değişmelerin mantıksal bakımdan aldatıcı sayılması gerektiği inancını Herakleitos'tan da bunun tersi olan öğretiyi, yani, dünyada değişmez hiçbirşey olmadığı öğretisini eklemlemiştir felsefesine. Birbiri ile çelişik bu iki düşüncenin birleşimi onu, bilginin duyular aracılığıyla türetilemeyerek ancak, akılla elde edilebileceği sonucuna götürdü. Buradan çıkardığı siyasi sonuçlar da "Devlet"inin temelini teşkil etti elbette. Onları da maddeler halinde sıralarsak;

a- İyilik ve gerçeklik ilksiz ve sonsuz olduğundan, en iyi devlet, göklerdeki modeli yakından kopye eden, en az değişme ve enbüyük statik yekinliğe sahip, yöneticileri ilksiz ve sonsuz iyiyi en iyi anlamış devlettir.

b- Bir kişi iyi devlet adamı olacaksa iyi'yi bilmelidir. Bu entellektüel ve ahlaksal disiplinlerin birleşmesiyle başarılır.

c- İyi bir yönetici yetiştirmek için esaslı bir eğitim şarttır. Gerçek bilgeliğe matematik öğrenmeden varılamaz.

d- Bilgelik için boş zaman gerekir. Boş zaman, yaşantılarını kazanmak için çalışmak zorunda olanlar arasında değil, ayrı geçim araçlarına sahip ya da geçimlerini devletten sağlamış olanlar arasında bulunur.

Sonuç Olarak

Askeri örgütlenmeye ve filozofların yani en bilgili insanların yönetimine dayalı olarak düşünülen "Devlet", bireylerinin ne iş yapacaklarına dek kurgulanmıştı. Platon'un bilgi ve erdem ilişkisine atfettiği önem nedeni ile eğitime önem verilmişti. Ancak şu soruları sorduğunuzda Platon'un utopyasındaki mükemmellik hemen zedelenir;

a-Kime göre iyi, bilginin iyi ve kötü olanını kim belirler?

b-Bilmek iyinin garantisi midir?

c-İnsanların hangi işleri yapacakları belirlenirken, onların özgür iradeleri dikkate alınmazsa, bu insanların mutlu olması mümkün müdür ?

Ancak bütün bu sorular bundan sonraki diğer toplum tasarıları için de geçerlidir. Birilerinin, başka birilerinin yaşamını bu denli belirlediği ve onları sınıflandırdığı bir toplum tasarımı, bugün, bizim demokrasi ve özgürlük anlayışımıza kuşkusuz denk düşmüyor. Birey ve toplumu birbiri için var olan iki kategori olarak değil, bireyi toplum için feda edilebilir bir kavram olarak gördüğünüzde, zorunlu olarak baskıcı, totaliter bir yönetim öngörmüş oluyorsunuz. Ortaçağın başlangıcına, İtalyan Rönesans'ına ve sonrasında Nazizme kadar politika ve düşünsel alanda etkili olan Platon ütopyası, yani "Devlet"i, bu nedenlerle bizleri gelecek tasarımı yaparken zenginleştirmiyor, ancak bunu söylerken bir suçlu da yaratmamalı. Platon, insanlık düşünce tarihinde, yaklaşık 2400 yıl önce, kendi yaşadığı çağdaki sorunlardan, belirsizliklerden kalkarak mükemmeli yaratmak için ilk bütüncül devlet tasarımını yaptı. Sorun kendisinden sonra gelenlerin, neden bu antik çağa özgün koşullarla yaratılmış düşünce tarzını sevdikleri ve tekrarladıklarıdır.


Kaynak: Kitap Gazetesi

Felsefenin Konusu nedir - 1

felsefe, nedir? Bu soruyu büyük filozoflara soracak olursak düş kırıklığına uğrarız, çünkü filozofların her biri sorumuzu başka türlü yanıtlayacak ve felsefe diye neyle uğraşıyorsa ve ne öğretiyorsa, onu bize felsefe budur diye anlatmaya kalkacaktır.

Kendimizi belirli bir felsefeyle sınırlamazsak sorumuzu şöyle de sorabiliriz: Çeşitli dönemlerde yaşamış olan sayısız filozof hangi konularla uğraş­mış acaba? Bu soruya ise bir tek yanıt var: Her şeyle! Gerçekten de felsefenin konusu olamayacak ve olmamış hiç bir konu kalmamış gibidir. En büyükten en küçüğe ve en önemliden - (gerçekte önemli ve önemsiz olan bir şey varsa), - en önemsize dünyanın nasıl olduğundan günlük yaşamdaki doğru davranış biçimlerine, özgürlük, ölüm ve ölümsüzlük gibi ölümsüz sorulardan yemek içmeye kadar her şey felsefi düşüncelerin konusu olmuştur. Ancak biz felsefenin yöneldiği alanları felsefe kitaplarında gösterildiği gibi biraz daha bilimsel bir yaklaşımla şöyle sayabiliriz: Varoluşun giziyle «metafizik» (fizikötesi); bütün varoluşla, «ontoloji» (varlık bilgisi) - (bu iki dal birbiriyle pek çok felsefe dalında olduğu gibi kesişir); doğru düşünmek ve doğruyu aramakla «mantık» (Logik); doğru davranışla «ethik» (ahlak bilgisi); bilmek ve bilginin sınırlarıyla «bilgi kuramı»; güzelliği aramakla ise «estetik» uğraşır. Doğayla doğa felsefesi, kültürle kültür felsefesi, dinle din felsefesi, toplumla toplum felsefesi, tarihle tarih felsefesi, siyasetle siyaset felsefesi, hukukla hukuk felsefesi, dille dil felsefesi ilgilenir. Bir iktisat felsefesi, teknik felsefesi, para felsefesi bile vardır.

Bu sıralamada sözü geçen bütün bu konuların her birinin ayrı bir bilimin de inceleme ve araştırma konusu olduğu besbellidir.

İktisatla iktisat bilimi, dille dilbilim, hukukla hukuk bilimi, siyasetle siyaset bilimi uğraşır. Tarih biliminin konusu tarih, toplum biliminin (sosyoloji) konusu toplum, din biliminin konusu dindir. Doğayı ise fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi daha sayamadığımız pek çok bilim konu edinmiştir.

Bir araştırma ve bilgi edinme yolu olan felsefeyle bu ayrı ayrı bilimler arasında konuları paylaş­mak açısından bir sınır çizilemez. Felsefe bu sayı­lan bilimlerle aynı konulara eğildiği halde onların her birinden ayrı olduğuna göre demek ki felsefenin kendisine özgü bir yöntemi olmalı. Şimdi de bu yöntemin (metodun) ne olduğu sorusu beliriyor. İşte burada da ayrıntılara girersek bu işin içinden çıkamayız. Pek çok düşünür kendi yöntemini felsefenin yöntemi olarak göstermiştir. Ayrıca pek çok araş­tırma dalında kökeni felsefeye dayanan yöntemler kullanılmaktadır. Felsefe de, bilimlerin geliştirmiş olduğu yöntemlerden kendisi için uygun gördükle
rini seçerek almıştır.

Felsefenin öteki bilimlerden nerede ayrıldığı ise gösterilebilir. Bir kez daha, yukarıda saydığımız konuları ve alanları ve öteki bilimlerin sıralanışını gözden geçirirsek felsefenin herşeyi içine alarak bü­tün varoluşun tüm konularını kapsamış olduğunu görürüz. Felsefeden başka, konusu her şey olan başka bir bilim de bulamayız. Varoluşu bütünlüğü içinde kavramak, araştırmak yalnız felsefenin işidir. Bütünü kavramaya yönelik olma özelliği felsefeyi bütün öteki bilimlerden ayırır: Bilimler devlet, dil, tarih, yaşam gibi kendi belirli ve sınırlı alanları­nı incelemeyi görevleri olarak bilirlerken, felsefe belirli bir bilimin yoğunlaşmış ve sınırlanmış dü­şüncelerini alarak daha geniş bir bağlam içinde yeniden değerlendirir ve bütünlük içindeki yerine oturtur, bilimler arasındaki ortak düşünceleri bulup çıkarır ve bunun yanında, bilimlerin vardığı sonuçları, yargıları geniş bir açı içinde bütünleştirerek, ilişkiler kurarak, birleştirerek tutarlı bir bü­tünlük içinde bağdaştırarak, bir dünya görüşü oluş­turur. Felsefe, bilgileri, bulguları başka açılardan, değişik yönlerden aydınlatmaya, yorumlamaya çalışınca onun öteki bilimlerden nerede ayrıldığı iyice anlaşılır.

Ne var ki, varoluşun tümüyle uğraşan yalnız felsefe değildir. Felsefe bu alanı din ve güzel sanatlarla paylaşır. Bu ikisi de kendilerine göre ve kendilerine özgü yaklaşımlarla varoluşu bütünlüğüyle kavramaya yönelmişlerdir. Burada da sınırlar kesin değildir. Felsefe yaşamın bütünlüğünü ve anlamını kavramaya çalışırken dine yaklaşabilir. Gerçekten de din ve felsefe uzun tarih dönemleri boyunca birbirlerinden ayrı düşünülemeyecek kadar birbirlerine sımsıkı bağlıydılar. Öte yandan, felsefi bir düşünce çok yetkin ve görkemli bir anlatımla bir sanat eserinde, örneğin bir şiirde ya da bir mimarlık şaheserinde ortaya çıkmış olabilir. Kimi zaman sanat eserleri çoğu kez şaheserleri dinin alanına da girerler. Ancak gerekli ve bizim amaçlarımız için yeterli bir ayırımı burada da gösterebiliriz. Felsefeyi din ve sanattan ayıran özellik onun aklın yolunu seçmesidir. Din ise akla değil, önce inanca ve duygulara seslenir. Sanat da yine öncelikle akılcı olmaya değil, içeride biçimlenen bir düşüncenin dışavurumuna, dışarıda yaratılmasına çabalar, ve eğer yaratılan şey gerçekten de yetkin bir yapıt ise gerçeği, simgelerle dolu gizli bir anlatımla da olsa, bütünlüğüyle gösterebilir. Büyük sanat eserleri çoğunlukla akıldışına, duygulara, güzelliğe, gösterişe ve yüceliğe yönelmişlerdir.

Gerçeği ve yaşamı anlama ve anlatma girişimlerinin, yani din, sanat, felsefe ve bilimlerin, tarih içinde birbirleriyle karşılıklı ilişkisine baktığımızda bunların zaman zaman bir arada, iç içe oldukları ve zaman zaman birbirlerinden ayrılarak çatıştıkları görülür. Bazı kültürlerde, genellikle eski çağ­larda bunların hepsi ayrılmaz bir bütün olarak birarada bulunurlar. Eski Hintliler örneğin, yüzyıllarca önce adı sanı bilinmeyen yazarlarca yazılmış, dini olduğu kadar felsefi olan ve aynı zamanda gerçek bir sanat eseri sayılan ve bizim bildiğimiz anlamda bilimler olmadığından bunları da içeren yapıtlar bı­rakmışlardır. Bütün Avrupa Ortaçağı boyunca din ve felsefe iç içeydi. Buna karşılık Eski Yunanlılarda felsefe, inançları işe karıştırmadan, yalnızca akıl yoluyla, yani düşünerek varoluşun anlamını (ya da anlamsızlığını) kavramak amacıyla ortaya çıkmıştır. Son yüzyıllarda Batı'daki gelişmelerle, Eski Yunanlılar zamanından beri felsefenin bir parçası olan bilimlerin birer birer ayrılarak - tıpkı felsefenin uzun süre bir arada bulunduğu dine karşı çıkarak bağımsızlaşması gibi - bağımsızlaştıkları ve sonunda felsefenin yaşama hakkını tehdit ettikleri görülüyor.

1 - 2

Felsefenin Konusu nedir - 2

Buraya kadar olan açıklamalar, bizim inceleme alanımızın gösterilmesi bakımından sanırız yeterli olmuştur. İncelememiz, felsefenin gerek dinle gerek öteki bilimlerle olan yakın ilişkisi nedeniyle onların alanlarına da ara sıra dalacaktır. Yalnız, kuramlara, kavramlara tanımlara dayanılarak felsefe ve konusu belirlenemez ve sınırlanamaz, çünkü açıkça söylemek gerekirse felsefe soyut ve değişmez bir bilim değil, tarih içinde ve yaşamla iç içe sürekli gelişen bir bilim olmuştur. Sonunda yine de, bir tanım çok gerekiyorsa, felsefe, belirli bir konudaki düşüncelerin gelişimiyle ortaya konan belirli sorunları açıklama ve çözme girişimidir diye kestirme bir tanım verebiliriz. Felsefenin konularını ise birer birer inceleyebilmek ve anlayabilmek için bunların tarih içindeki evrimlerini az çok bilmek gerekir. Bu da şu demektir: Felsefe tarihi olmadan felsefe yapılamaz.

KANT’IN ÜÇ SORUSU

Sınırlarını biraz önce görmüş olduğumuz bu geniş alana, yol arayarak, yol sorarak girmezsek başı sonu belli olmayan düşünceler arasında yolumuzu kı­sa sürede şaşırmamız işten değildir.

Bilmediğimiz bir alana girdiğimizde bize bir harita, bir pusula, bir kılavuz gerekir ki hangi yollardan gitmemiz, hangi yollara sapmamız gerektiğini bilelim.

Büyük filozof Immanuel Kant, yaşamının sonlarına doğru yazdığı bir mektubunda, yaşamı boyunca yaptığı çalışmaları geriye bakarak değerlendirirken çalışmalarının şu üç soruya dayandırılabileceğini açıklamıştır:

Ne bilebiliriz?
Ne yapabiliriz ?
Neye inanabiliriz?

Bu sorular her çağda her düşünen insanı ilgilendirmiş ve düşündürmüş olan konulara dokunmaktadır.

İlk soru bilmeye, anlamaya yöneliktir. Dünya nasıl olmuş? Bir şeyi nasıl anlayabilirim? Onun üzerine neler bilebilirim? Ve (Kant için şu önemli) onunla ilgili kesin bir bilgiye nasıl ulaşabilirim?

İkinci soru insan davranışıyla ilişkilidir. Yaşamımı nasıl düzenlesem? Yaptıklarımın anlamlı olması neye bağlı? Neyi başarabilirim? Başkalarıyla nasıl geçinebilirim? Topluma karşı yükümlü mü­yüm?

Üçüncü soru inançlar üzerinedir. Bu soru, tam olarak ne olduğunu bilemediğimiz ama, yaşamımıza bir anlam verebilmek için sormaktan kurtulamadığımız bir şeye yöneliktir. Her şeyin üstünde olan bir güç var mı? İnsanın istenci (iradesi) özgür mü değil mi? Ölümsüzlük var mı? Üçüncü sorunun, ve bir yerde de ikinci sorunun dinin alanına kaydığını görüyoruz. Bir soru'nun felsefeyle ilgili bir soru sayılabilmesi için, pek çok filozofu uğraştırmış olması gerekmez, anlamlı ve akla dayanan bir yanıt beklentisiyle sorulmuş olması bile yeterlidir. Bu üçüncü soruya gerçekten de bir yanıt bulunabilir mi? Bulunabilirse neye güvenilerek ve hangi kanıtlara dayanılarak bulunabilir? İnanç akılcı dü­şüncenin dışında bir yerdeyse, düşünmekle inanmak arasındaki sınır nereden geçer?

Felsefenin tarihi gelişimini bu üç soru açısından gözden geçirirsek - bunu şimdiden açıklamakta bir sakınca yoktur sanırız - genel olarak Kant'ın belirlediği soruların ters sırayla karşımıza çıktığını görüyoruz, Doğum, ölüm, ölümden sonra ne olduğu, doğa üstü bilinemeyen güçler, melekler ve şeytan, tanrılar ya da bir tanrı olup olmadığı sorularının uyanan insan düşüncesinin çözmeye çalıştığı ilk bilmeceler olduğu ileri sürülebilir. Doğru davranı­şın yasalarına, yararlı ve erdemli bir tutumun ne olması gerektiğine ilişkin soruların, bilginin araçlarını, olanaklarını ve sınırlarını soruşturan sorulardan daha önce sorulduğu anlaşılıyor.

Eski Hint felsefesinde Tanrıya, özgürlüğe, ölümsüzlüğe ve yaşamın anlamına yönelik sorular en ağırlıklı sorulardı. Eski Çin düşüncesinde soru daha baştan beri günlük davranışa ve toplum içinde yaşayışa, yani töreler ve erdem konusuna yöneltilmişti. Çok yönlü Yunan felsefesi ise bu soruların üçünü de, ama daha çok bilgiye ve davranışa ilişkin ilk ikisini sormuştur. Ortaçağ Batı felsefesinde öncelik yine üçüncü soruya, Tanrı, ölümsüzlük, iyilik ve kötülük gibi zamansız konulara verilmişti. Ancak son çağlardaki Batı düşüncesinde bilgiye yönelik ilk soru iyice ağırlık kazanmış ve gittikçe artan ağırlığıyla bizi günümüze, belki de yeni bir dönemecin eşiğine getirmiştir.

İncelememizi bu sorular açısından ele almamı­zın bir sakıncası varsa o da, ne var ne yok, felsefenin bütün alanlarını kapsamamızın önlenmiş, ve sınırlarımızın iyice daraltılmış ve belirlenmiş olmasıdır. Bir estetik tarihi, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi gibi konulardan her biri ayrı bir kitabın konusunu oluşturabilecek geniş alanlardır. Soru sorarak bir alana girmenin yararı, ve aynı zamanda okuyucudan bir dileğimiz ise, açıklanan düşüncelerin sorularla tartılmasıdır. Çünkü, gerçekte verilebilecek sınırsız sayıda doğru yanıt olmaması gerekirken, her çağa ve her düşünüre göre doğru olan bir yanıt bulunur.

Kaynak: H.J Storig - İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan

1 - 2

Anarşist politika ve şiddet

Sabri Cuha

Şiddet nedir? İşte size baş ağrıtacak bir soru. Böyle sorular vardır, cevabı bütün benliğimizle biliriz ama iş tanımlamaya gelince ciddi zorluklar çıkar karşımıza Tıpkı eski bir deyişteki gibi: "zarifi tarif edemezsin ama görünce tanırsın"

Madem şiddeti görür görmez hepimiz tanıyabiliyoruz ve tanıdığımız şeyi kendi kelimelerimize dökmektir amacımız, o halde başlayalım düşünmeye: şiddet nedir? Birininin burnunun üzerine yuruğu patlatıyorsam, bu şiddettir tartışmasız. Ama eğer yumruğumu vuracak gibi kaldırıp burnuna doğru tutuyorsam bu şiddet değil mi? Ya da bir küçük kağıda "seni ilk gördüğüm yerde burnunun üstü budur diyip yumruğu basıcam" diye yazıp yolluyorsam bu şiddet midir? Yazmak ile vurmak. Bu ikisi de aynı noktada şiddet noktasında buluşabilir mi? Buluşur. Biri bana vurursa, yumruk canımı acıtır. Ama bazen bir söz, bir ifade daha fazla yakmaz mı canımı? Yakar. Çünkü her ikisi de benliğime bir saldırıdır. İnsan, içine bir miktar kas, kemik, sinir tıkıştırılmış su dolu bir deri torba değil ki; bir de zihni var. İnsanın zihni de acır. O halde şunu bir kenara not edip devam edelim: Not 1: Şiddet, hangi yolla olursa olsun, bilerek isteyerek diğerinin canını yakma eylemidir.

Peki eşyaya şiddet uygulanabilir mi? Eşyanın, insan olarak bizim farkedebildiğimiz bir formda canı yanmayacağına göre hayır. Ama o eşyanın kendisi için önemli olduğunu bildiğimiz biri ya da birileri varsa ve o eşyaya gelen zarar onun/onların canını yakıyorsa, şunu diyebiliriz: eşya dolayımıyla şiddet mümkündür.

Eşya kendi kendine bir insana şiddet uygulayabilir mi? Örneğin kafamıza düşen saksı, şiddet mi uyguluyor? Hayır, çünkü saksının, o insanın canının yandığının farkında olması sözkonusu değildir ve insanların anlayabileceği bir formda "bilmesi ve istemesi" mümkün değildir; dolayısıyla saksı şiddet uygulayamaz.

Öyleyse şiddet, "diğerinin canının yandığını anlayabilen canlılar" için sözkonusudur. Örneğin, bir insan bir köpeğe şiddet uygulayabilir. Köpek, insana şiddet uygulayabilir mi? Bu epey tartışma götürür: eğer köpeklerin, insanın canının yandığını anlayabildiklerini kabul edersek ve bilerek-isteyerek davranabildiklerini de kabul edersek "evet" demek durumunda kalırız. Ama bu sorular ve cevaplar "dolayımsız bilgi" alanımızın dışına taşıyor ve spekülatif hale geliyor. dolayısıyla türler arasındaki çapraz şiddeti bu yüzden şimdilik dışarda bırakıyorum. Biz gene insanlara dönelim ve notumuzu alalım: Not 2: Şiddet, dolayımlı ya da dolayımsız, insanla insan (ya da bazı canlı türleri) arasında bir şeydir.

Neden bir insan diğer bir insanın canını bilerek ve isteyerek yakar? Umduğu bir şey olmalı. Bütün ihtimalleri sıralamayı deneyeceğim:

1. Diğer insan da onun canını yakmaktadır, buna engel olmak için kişi, şiddete başvurur. Yani bu durumda şiddeti karşılamak için, yani savunma ve varolma için şiddet kullanılmaktadır.

2. Diğeri de onun canını geçmişte yakmıştır, bir tür karşılık vermek, deyim yerindeyse "öc almak" için şiddete başvurulmuştur ve bu sayede kişi, iç dengesini yeniden kurmayı amaçlamaktadır. Demek ki bu durumda, şiddet ile adalet sağlanmaya çalışılmaktadır.

3. Kişi, diğer insanın yanlış düşündüğü ya da davrandığı yargısına varmıştır. Onu bu tutumundan vazgeçirmek için bir çare olarak şiddete başvurmuştur. (şu ünlü şairin "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir." dizelerindeki gibi). Bu bir yönüyle bir tür "ders"dir. (elbette ders verilen sadece o insan değil, aynı zamanda etraftakiler olmaktadır; eskiler buna "ibret-i alem" derler). Bu durumda şiddet, eğitmek için kullanılmaktadır.

4. Diğer insan bir davranışı, bir konumu ya da doğrudan doğruya varlığı nedeniyle, kişinin amaçları önünde bir engel oluşturmaktadır. Kişi, diğer insanı bu davranış ya da konumdan vazgeçirmek veya engel olma durumunu geçici ya da süresiz ortadan kaldırmak için, bir yöntem olarak şiddet uygulamıştır. Bu kelimenin geniş anlamıyla bir etkinlik mücadelesidir, yani gene geniş anlamıyla politikadır. O halde şiddet ile politika yapılmıştır diyebiliriz.

5. Kişi, kendisini dikkate alıp dinlemesini sağlamak için diğer insanın canını yakıp, onun çığlığı sayesinde tüm bakışların kendisine çevrilmesini amaçlamaktadır. Bir iletişim yolu olarak şiddeti kullanmakta, şiddet ile ilgi çekmekte yani propaganda yapmaktadır.

6. Kişi, diğer insanın bilip de söylemek istemediği bir bilgiyi ona söyletmek için canını yakar, bu durumda şiddet, işkencedir.

7. Kişi, diğer insanın kendisine yönelttiği eleştiriden ve karşı çıkıştan rahatsızdır ve bu eleştiriyi durdurmak için şiddet uygular: şiddet, tahakküm için kullanılmıştır.

8. Kişi, diğer insanın canının yanmasından haz almaktadır; şiddeti tamamen haz amacıyla uygulamaktadır. Bu durumda bir varoluş biçimi olarak şiddet sözkonusudur.

Bu ihtimallerden sadece sonuncusu dışında hepsinde, şiddetin öznesi ve nesnesi bire-bir özelliklerinden sıyrılıp, bazı biraradalık bağlarıyla, tekil insanlardan çoğul insanlara genişleyebilir. Örneğin arkadaşlık, akrabalık, komşuluk, ekonomik çıkar ortaklığı, politik ya da sosyal gruplaşma hatta türdeşlik (insanlık) gibi bağlar nedeniyle, bir kişi ya da bir grup, bir kişi ya da bir gruba şiddet uygulayabilir. Hatta bunu, bir başka kişi ya da bir grup adına da (aşina bir örnek olarak: işçi sınıfı ya da halk adına) yapabilir.

Anarşist bir politikada şiddete nasıl bir yer biçeceğiz?

Öncelikle anarşist politikanın üç sacayağı olması gerektiği neredeyse pek tartışma götürmeyen bir ortak kabul: anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve anti-seksist. Bu üç temel ilkeden biri bile ihlal edildiğinde "önyargısı özgürlük" olan bir poltika kurmak imkansız. Çünkü anarşizm, diğer bütün politik görüşlerden farklı olarak, "insanın üzerinde ve ötesinde bir proje"ye değil, "bizzat insana ve esas olarak da onun içinde hep var olduğuna inandığı yaratıcılığa ve özgürlük aşkına" dayanır. Yani anarşizm için esas olan proje değil, insandır. İnsanlar, proje için varolmazlar; insanlar projeleri varederler. Tam da bu nedenle, anarşizmin çatısı altında birden fazla proje barınabilir. Dolayısıyla, anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve anti-seksist ilkeler, geleceğe ait bir projeye ait değildirler; kayıtsız şartsız "bugün"e aittirler. ("No Future" -Gelecek Yok- sloganından ben bunu anlıyorum, yoksa salakça bir karamsar vazgeçmişliği değil). Anarşizm, anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve anti-seksist ilkelerle kendisini "bugün" içinde vareder; sadece anarşizm sayesinde insanların yaratıcı ve özgür doğaları nefes alabilir ve yeni hayat projeleri filizlenebilir.

Bu nedenle anarşistler diğer insanları geleceğe değil bugüne çağırır. Gene tam da bu nedenle, bugün, geleceğin ta kendisidir. Ve gene bu nedenle anarşist politika, tanıdık anlamıyla "politik" değil "etik"dir. Çünkü bildik politika, sadece gelecek üzerine, "bir sonraki hamle" üzerine kurulabilir. Bildik politika için "bugün" kolaylıkla feda edilebilecek bişeydir. Oysa anarşistler, örneğin "otoriter bir politika ile kurulan anti-otoriter bir geleceğin" olmadığını bilir.

Bu durumda anarşist politikada şiddetin yeri etik olarak saptanmalıdır. Hiçbir anarşist: "şimdi şiddet ama sonra hayır" diyemez. Benim görüşüm, şiddetin, yukardaki listede sadece 1 numaralı şıktaki yapısıyla geçerli olabileceğidir. Yani: Anarşistler sadece şiddeti karşılamak için, yani savunma ve varolma için şiddet kullanılmasını savunabilirler.

Diğer maddelerde sıraladığım hiçbir sebep, şiddeti savunulabilir kılamaz. Unutmayalım ki şiddet korkunun kardeşidir ve korkunun gölgesinin düştüğü yerde özgürlük nefes alamaz. Eğer bir korku heyulası büyütmüşseniz, onun gölgesi mutlaka sizin bahçenize de düşecektir. Şiddet ile adaleti, şiddet ile eğitmeyi, şiddet ile politikayı, şiddet üzerinden iletişimi, işkenceyi, tahakkümü, şiddetten haz almayı içeren bir varoluşun, "insanın yaratıcılığını ve özgürlük aşkını esas alan, anti-otoriter, anti-hiyerarşik, anti-seksist" bir karakteri olamaz diye düşünüyorum.


Kaynak: kara mecmuA

Kurmaca Duygular

Şaşırtıcıydı. Çok sayıda insan, bir grup zorba tarafından tartaklanan, hırpalanan, tecavüz edilen ve ölüme terk edilen kadına dikkatlice bakıyordu. Çete, kadının eşini çoktan öldürmüştü. Hiç kim­se müdahale etmedi, oysa kalabalık, gözlerinin önünde gerçekleşen her şeyin gayet fakındaydı. Bu korkunçtu. Yuhalamayı ve alkışlamayı kestiler. Hiçbiri polisi aramadı.

Bu bir cinayet davasında savcının açılış cümlesi mi? Se­yirciler de suç ortakları mıydı yoksa sadece saldırganlar­dan mı korktular? Takip eden soğuk gecelerde, mağdur lara yardım etmedikleri için ya da korkaklıkları yüzünden utanç duydular mı?

Tüm bu soruların cevapları aynıydı: "Kesinlikle ha­yır!" Seyirciler bir tiyatrodaydı, bir oyunu seyrediyor­lardı. Kurmaca bir iş olduğunu biliyorlardı, yine de -paradoksal bir şekide- çoğu, karakterlerden son dere­ce etkilendi. Kadına olanlar konusunda endişeliydiler; çete lideri parıldayan bıçağıyla tehditlerini savururken bazılarının tüyleri diken diken oldu. Bazı karakterlere acıdılar, bazılarıyla gurur duydular, sonunda adaletin yerini bulmasını dilediler. Kimisi neredeyse ağlayacaktı. Tiyatroyu terk ederken kadın için neler hissettiklerini anlattılar birbirlerine. Kimi, karakterlerin hayatlarının gidişinden endişe ederek kimisi de olayları nnasıl da farklı bir şekilde gelişebileceğini düşünerek geceleyin uykusundan uyandı.

Kurmaca karakterler bizi her zaman etkiler. Bunlar, televizyondaki bir pembe dizi, dedektif hikayesi veya po­püler bir fimden ya da klasiklerden ünlü kişiler -Romeo ve Juliet, Lolita ve Lady Macbeth- olabilir. Seyirciler ve okuyucular karakterlerin kurmaca olduklarını bilseler de karakterler gerçek insanlarmış gibi görünebilir ki bu yal­nızca performans anında gerçekleşmez. Bazı pembe dizi seyircileri kurmaca karakterlerin bölümler arasında ne yaptıklarını merak eder. Bu çok garip değil mi? Örneğin, televizyon programlarında garip isteklere cevap veren ün­lülere neler olduğunu merak etmekle çelişmiyor mu?

Neden kurmaca karakterlerle ilgili olarak aşk, nefret, korku, pişmanlık, hayranlık gibi güçlü duygular hissediyoruz?

Birtakım duygular hissettiğimizde -Dracula'dan kork­tuğumuzda, genç Jane Eyre'a acıdığımızda veya Oliver Twist'te Bili Sykes'ın Nancy'ye olan tutumuna kızdığı­mızda- bu insanların var olduklarına ve korku, acıma ve öfke duygumuzu doğrulayan özelliklere sahip oldukları­na gerçekten ya da en azından bir miktar inanmış olma­lıyız. Kurgusal varlıkların gerçekten kurgusal olduklarını ve varlıktan yoksun olduklarını biliyoruz; ama hala çe­lişkili bir şekide, onlara karşı güçlü duygular besliyoruz ya da öyle görünüyor.

İzleyicilerin sahnede veya yazıda ortaya konulana olan inancının samimiyetini ve hislerini vurgularsak izleyi­cilerin de bir şekilde orada olup aksiyona katılmaları­nı bekleriz. İzleyiciye, bunun sadece bir oyun, bir kitap veya bir opera olduğu bilgisini vurgulayın; onların nekadar duygulandığını hatta kimi zaman ağladığını gö­rüp şaşırırsınız.

Mantıksızlık tek cevaptır. Elbette, birçok mantıksız şeye inanabilir ve onlarla meşgul olabiliriz. Duyguları­mız da mantıksızlığın ya da yanlış inançların bir sonucu olabilir ama genellikl hatamızı anladığımızda duygu­larımız zayıflar. Çocuk doktorlarını öldürmekle tehdit eden ayaktakımı, pediatrın pedofilden faklı olduğunu öğrendiğinde duygusal değişim geçirir. Pedofiller bile iyi yolları düşünülerek öfke ve düşmanlık duygularıda azalır. Zehirli olduğunu düşündüğümüz örümcek­lerden korkuyorsak bu korkumuz örümceklerin zararsız, zehirsiz yaratıklar olduklarına ikna olduğumuzda bastırılabilir. Bununla birlikte bazı durumlarda böyle gerçekleri bilmemize rağmen korkularımız mantıksız bir şekilde devam eder. Kurmaca olduğunu bildiğimiz şeylere karşı olan duygularımız da aynen korkularımız gibi devam edebilir.

Eğer amaç ikna etmekse akıl dışılığın çok kolay bir cevap olduğu ama biraz düşünüldüğünde hiç de kolay bir cevap olmadığı kanıtlanabilir. En akılcı insan bile kurgulardan etkilenebilir, etkilendiğinde dahi aslında bir tiyatro salonunda oturduğunun, televizyon izlediğinin yada kitap okuduğunun tamamen farkındadır. Değil mi? Belki şu ya da bu şekilde sahneye olan inançlarını bastırıyorlar, satın aldıkları biletleri unutuyorlar ya da kitap sayfalarının hışırtılarına kulaklarını tıkıyorlar.

Belki de gerçekte var olan şeyler olarak sunuldukları için aldanı­yorlar. Unutmayın, bu kadar da aldanamazar: eğer öyle olsaydı, tehlike uyarısı olacaklardı, bazen çocukların pan­domimlerde yaptığı gibi, doktoru çağıracak ya da caniyi ortaya çıkaracaklardı.

Eğer doğru cevap mantıksızlık değilse duygular kur­gusal karakterlere yöneltilmemiş olabilir. Kurgunun, seyircilerde, kurmaca olmayan ve benzer özellikler taşıyan gerçek insanlara karşı korku, acıma, memnuniyet gibi duygulara yol açtığı ileri sürülmektedir. Duyguların sebebi, duyguların direkt yönlendiği şeyler olmak zorunda da korktuğunuzu düşünüyordunuz) ama korkunuzun sebebi aslında köpek değil de bir radyo sesi olabilir. Kor­kunuza sebep olan radyo sesini köpeğin o tehdit edici havlaması gibi algıladınız. Kurgulara dönersek; Charles Dickens'ın yoksulluğu betimleyen kitaplarını okumak­tan kaynaklanan acıma duygusu; direkt romandaki karakterlere değil, gerçek dünyadaki gerçek yoksullara yö­neliktir. Masal, akla gerçek insanları getirir.

Bu kurgusal paradoks yaklaşımı, anlamlı olmasına rağ­men mantıktan yoksundur. Çoğu zaman kurgusal ka­rakterlere öfklenmez miyiz ya da onlara acımaz mıyız? Neden yanıldığımızı düşünelim ki? Üstelik yaklaşımımız muhtemelen zihnimizde duygularımıza karşılık gelecek birtakım gerçek kişilerin bulunmasını gerektirir, ama bir oyun izlerken nadiren böyle kişiler aklımıza gelir. Paradoksal kurgular için diğer çözümlerimiz, kurgusal karakterlere karşı duygularımızın kendimizi öyle oldu­ğuna inandırdığımız duygular olduğu iddiasına dayanır. Böylesi çözümler ikna edicilikten uzaktır. Bazı kurgular tarafından etkilenip akıttığımız gözyaşları gibi hissettiğimiz üzüntü de yeterince gerçek olabilir.

Tüm bu düşünceler, inanca ya da inançsızlığa ihtiyaç duyulmadan duyguların ortaya çıkmsına yol açabilir. Belki de bu paradoksa artık bir nokta koymalıyız. Sahne­lenen oyunu seyrederken kadının gerçekten acı çektiğine (veya başka bir psikolojik durum) acıma, iğrenme ya da başka bir duygunun oluşması için yeterlidir. Düşünce­lerimiz oyun, kitap ya da opera boyunca devam ediyor ve biz de gerçek duygular oluşturuyoruz. Bu yaklşımın doğru olup olmadığına bakmaksızın duygularımızı yal­nızca düşüncelere ya da görüşlere yönlendirdiğimiz tartış­masına girmemeliyiz. Romeo ve Juliet aşık olur ve trajik bir biçimde ölür; onların trajik aşkı gözlerimizi yaşartır. Romeo ve Juliet düşüncesi ya da görüşü kendi başına aşk duygusunu yaşatmaz. Var olmayan varlıklarla aramızdaki ilişkiyi oluşturan şeyler -kurgular gibi- belirsizliğini korur. Operanın cazibesine kapılırsak belirsizlikler artabilir; sopranonun vokal kabiliyetini yersiz bir şekide alkışlar­ken karakterin duruşundan etkilenmiş olabiliriz.

Kurgusal paradoksun yan ürünleri vardır. Ne olacağını bilsek de garip bir biçimde belirsizliğe düşebiliriz. Birçok kişi Alfred Hitchcock'un 1960 tarihli fimi Sapık'ı bir­den fala kez seyretmiştir. Kalp atışını andıran bir müzik eşliğinde çekilmiş duş sahnesi, tekrar tekrar seyredildi­ğinde bile belirsizliği hissettirebiliyor. Kalp atışı hızlanır ve çınlamalar kesilir; mutsuz ve kan lekeli sonucu bilme­mize rağmen kanlı sonuç paradoksal bir biçimde siyah ve beyazla tasvir edilir.

Belirsizlik nahoş duygulardan yalnızca bir tanesidir. Ama yinede fimlerde, romanlarda ya da müzikte onu ararız. Trajediler acıya sebep olur, korku fimleri korku­tur; ama biz yine de izleriz. Neden? Neler oluyor böyle?

Aristo, böylesi kurgu deneyimlerimizin, hayata devam etmemizde bize yardımcı olan duygusal boşalma (katarsis) sağladığını öne sürdü. Bunun nasıl ve neden işe ya­radığı sorularının cevapları kolay değildir ve sanatın eğer bir amacı varsa, bunun ne olduğu sorusu doğar. Yoksa bu kurgusal bir soru mudur?

Kaynak: Peter Cave - Felsefi Bilmece

Estetik, Güzel’in bilimi midir?

Estetiğin böyle basite indirgenmiş bir tanımı, estetik sorunlar üzerinde az da olsa düşünen bir kişi için ilk anda aşılmış ve çağdışı bir tanım olarak görülebilir. Gerçekten de, Platoncu mutlak Güzel kavramına dayalı böyle bir tanım aşılmıştır, çağdışıdır. Ne var ki, bugün hâlâ kullanışta olan ve yeni yeni baskıları yapılan yerli ya da yabancı, küçük ya da büyük hangi sözlüğü açarsak açalım, daha başlangıçta da gördüğümüz gibi estetik sözcüğünün gerek isim gerekse sıfat olarak böyle bir tanımına rastlarız: «Estetik: genel olarak doğada ve sanatta Güzel'in bilimi; güzelliğe değgin

O halde önce böyle bir tanımın eskimişliğinin, eksikliğinin, sınırlılığının gösterilmesi gerekir. «Estetik, Güzel'in bilimidir» gibi bir tanımın bugün kabul edilemeyiş nedenleri açıktır.

Önce, belli evrensel fikrî bir sezgiyle kavranabilecek, onun nesnesi olabilecek bir şey değildir Güzel. Diğer olgulardan açık-seçik bir şekilde ayrılıp, üzerinde yapılacak bir incelemeye belli bir dayanıklılık sağlayabilecek bir olayda değildir. Estetik görecelik, şu ya da bu insanın, şu yada bu toplumsal grubun güzel dediği bir şeyin bir başka kişi ya da toplumsal grup için güzel olmadığını kanıtlamış­tır bize.

Her dönemin, her uygarlığın kendine özgü güzellik düşüncesi vardır. Her sınıf, her halk ve her ulus kendi artistik anlatımlarına uygun koşullarda kendi Güzel kavramlarını geliştirmiştir.' Burada Plehanov'un, Sanat ve Toplumsal Yaşam’ında yaptığı ünlü karşılaştırmayı anımsayalım. Plehanov, Hotanto’ların, beyaz ırkın gelişim süreci içinde birçok dönemlerde kadın güzelliğinin simgesi olarak kabul edilen Milo Venüsü'nün güzelliği konusunda bizimleaynı şeyi düşünmeyeceklerini söyler.

İkinci olarak, sanatın yalnızca güzellikleri değil, kimi zaman çirkinlikleri de dile getireceğini ileri süren sanatçıların da olduğu düşünülürse, estetiği yalnızca -görece de olsa- «güzel» kavramına bağlamanın eksikliği daha iyi ortaya çıkmış olur.

Öte yandan, Güzel, bir şeyin estetik özelliklerini belirtmek için kullanılacak tek niteleme sıfatı da değildir; daha önce de gördüğümüz gibi romantizm akımından başlayarak Yüce ve Güzel aynı değerde, birbiriyle yarış halinde olan estetik kategoriler olarak düşünülmektedir; yine romantizm akımından sonra, aynı derecede göz önüne alınması gereken başka estetik değerler de sıralanmaktadır: trajik, dramatik, hoş, sevimli vb. Böylece güzel, estetiğin nesnesi, amacı olarak gittikçe anlamını yitirir, hatta giderek ortadan kalkar.

Son olarak, yukarıda sayılan estetik niteliklerin, kendi bütünlükleri içinde sağlam ve etkili olabilecek bir sistem ortaya koyduklarını savunanlara karşı, aynı olguları kendi yönlerinden kullanabilecek, inceleyebilecek başka bilim dalları da bulunduğunu söyleyelim. Gerçekten de, dilbilim, toplumbilim ve ruhbilim de aynı nitelikleri araştırma konusu edinebilir, ama bu nitelikler özerk ve özgür bir bilim dalı kurmaya uygun ve yeterli değildir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP