Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 1

Prof. Dr. SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ


Bu çalışmada Nietzsche’nin adalet, suç ve ceza konusundaki temel argümanları, bu kavramların kökenive içerimleri vurgulanarak ele alınacaktır.

Batı Avrupa kültürü, Sokrates’ten başlayarak, amacı en zayıf insan tipini korumak olan varoluş ussallıkları oluşturmuştur. Bu oluşturulan ussallıklar, rasyoneller bu daha zayıf tipin yaşamın acı gerçeğinden korunmasına yardımcı olmuştur. Yaşamın onlar için değişmeyen tek anlamını güvenceye almak için de değişmeyen doğrular oluşturmuşlardır.

İşte bu ebedi gerçeklik yanılsaması ve bunu sürdürmeye çalışmak sonunda hem toplum hem de benlik için yıkıcı olmuştur. Platon, doğru dünyayı, idealar dünyasını duyulur dünyanın ilerisine, ötesine koyarak bunu yapmıştır. Bunun sonucu, yaşamın kendi kendini tanımaması, reddetmesi olmuştur. Ve bu da en çarpıcı biçimiyle tüm Hıristiyanlık felsefesidir. Kant da doğru dünyayı bir kategorik buyruk olarak kurtarmayı denemiştir (Sözer, 2000, s. 391-404).

Nietzsche’nin 19. yüzyıl Avrupa kültürü için yaptığı belirleme budur ve bu yozlaşma hastalığından onu kurtarmayı kendine bir görev bilmiştir.

Nietzsche’nin bu görev bildiğini şimdi sizlere O’nun ‘adalet, suç ve ceza’ kavramlarına yüklediği anlam çerçevesinde serimlemeye çalışacağım.

I- Konuşmamda bazı yinelemeler olacak. Ama konunun açıklık kazanabilmesi için bunu zorunlu görmekteyim. Son söyleyeceğimi bir başka biçimde baştan söylemek istiyorum; ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ başlıklı yapıtında Nietzsche adaleti şöyle betimler; ‘’….doğa gibi bir varlığı düşünün, ölçüsüzce savuran, kayıtsız, amaçsız, acımasız ve adaletsiz, hem bereketli hem kısır bir güç olarak kayıtsızlığı düşünün… buna göre nasıl yaşayabilirdiniz? Yaşamak, kesinlikle doğadan başka bir şey olmayı istemek değil mi? Yaşamak, değerlendirmeyi, seçim yapmayı, haksız olmayı, sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil mi?..’’ (Nietzsche, 1989, s.15)

Burada ilk tümcede doğa adaletsiz olarak betimleniyor. Son tümcede ise, adil olmama, doğaya karşıt olma olarak betimleniyor. Nietzsche’ye göre adalet, doğaya ait bir şey olmalı, insana ait değil… Bu ifadelere göre insan, yaşamakla, varoluşuyla adil değildir. İnsan yaşamı doğaya karşıttır. Doğaya karşıt olmadan yaşamak insan için olanaksızdır.

Şayet adalet saf haliyle doğaya ait bir şeyse, bunun insan dünyasına uygulanması olanaksızdır. Ya da insanlar arasındaki adalet doğal biçimiyle adalet olamaz. İnsan dünyasında adalet, insanın kendi dünyasına uyarlanmış ayrı bir kavramdır. Bu, adaletle ilgili temel sorunlardan biridir. İdeal, gerçek olanda mevcut olamaz. İnsana ideal olana saygı göstermesi öğretilir ama o gerçeklik alanında eylemek zorundadır.

Nietzsche, zalim kayıtsızlığından dolayı doğayı suçlasa da, doğadaki adaletin temelini bu oluşturur. Doğadaki kayıtsızlıkta bir tür eşitlik vardır; hiçbir ayrıcalık yoktur; iltimas yoktur; rüşvet, yolsuzluk yoktur (bunları ben ekledim).

İnsanda bu türden bir kayıtsızlığın, umursamazlığın olmayışı, adaletin doğal olandan gerçek olana aktarılmasını olanaksız kılar. İnsan doğası gereği, bencilliğinden dolayı kayıtsız kalamaz. Adalet, bu kayıtsızlık, umursamazlık konusundaki yeteneksizliğimizin tanınmasıdır. İnsanın bencil bir varlık olması nedeniyle, oluşturduğu adalet doğal adaletten daima farklı olacaktır; yalnızca farklıdır… Ben buna adaletin paradoksu diyorum…

Peki o zaman, olması mümkün olmayan nasıl mümkün oldu? Adaletsiz adalet nasıl gerçeklik kazandı? Konuşmamın konusunu da zaten bu oluşturuyor…

II- Nietzsche, ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ içgüdüsüne dayanarak, yaşama, dünyaya yeni bir bakış getirmeye çalışıyor. Tüm eylemlerimizin temelinde ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ dediği güdünün yer aldığını varsayıyor. Her canlı kendi gücünü çoğaltmaya, kendi dışındakilere gücünü dayatmaya çalışır. ‘Çocuk sahibi olmak ‘ da aslında kendimizden olanı çoğaltmak içindir. Beslenme de öyle; güçlenme istencinin bir sonucudur; güç istenci, içten dışa doğru yaşanan bir değişim. Güçlü varlık, kendine engel oluşturduğunu düşündüğü ‘zayıf’ı ele geçirir, kendinin kılar. “….bu dünya başı sonu olmayan bir enerji canavarıdır…Bu alem,gücü istemeden başka bir şey değildir.’’ der, Nietzsche (Nietzsche, 2002, 1067).

Organizmaların eylemlerinde, devinimlerinde esas olan bu güdü, dünyadaki değişimin de nedenidir. Tarih denen şey böyle ortaya çıkar. Birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler de bu çerçevede görülmelidir. Bazı insanlar yaşamı geliştirebilecek, zenginleştirebilecek güce, ruh gücüne sahiptir; bazıları da (ki bunlar çoğunluktur) böyle bir güce sahip olmadıklarından kendi varlıklarını sürdürebilme olanağını, oluşu tıkamakta, durdurmakta bulur… Güçsüz, yetersiz, zayıf olduklarından mücadele edemezler. Tek yapabildikleri kendilerini bu mücadele alanından korumak, bu mücadeleyi durdurmaya çalışmaktır. Bu nedenle ‘farklı’ olana, kendisi olmayana ‘hayır’ der… Bu durum, eylem ilkelerini yaşamdan türeten güçlü insanların oluşturduğu değerleri değersizleştirir. Kendilerinden eylem ilkesi türetemeyen, yaşamı onaylayıp ona katılamayan bu insanlar, kendilerini ezen güçlü insanların tüm eylemlerini ‘değersiz’ olarak nitelendirir. Bu, ‘kötü’nün ortaya çıkışıdır. Aslında bu hıncın bir başka adıdır (Nietzsche, 2001, s.36-39; Nietzsche, 1989, s.195).

Ya da bu noktada şu soru gündeme geliyor; kölenin, sürünün ‘efendi’lere duyduğu hıncın, öfkenin, nefretin, kinin kaynağı nedir?


III- Nietzsche’ye göre insanı diğer hayvanlardan ayıran şey, söz verme ve sözünü tutma yetisidir. Bu yetinin ortaya çıkışı en ilkel toplumsal ilişki biçimi olan ‘borç veren’, ‘borçlu’ ilişkisiyle olmuştur. Bu beraberinde sorumlu tutabilmeyi getirmiştir. Sonuçta ‘söz verme hakkına sahip’ bir varlık ortaya çıkmıştır; geri ödemeyi bir ödev olarak, kendi içinde, imgesinde bir zorunluluk olarak duyması gerekmiştir; buna insana hissettirilen ve taşıtılan sorumluluk denebilir. Eylemlerimize egemen kılınan bu güdüye sonraları ‘vicdan’ denmiştir.

Verilen sözler bellek gücüyle geleceğe taşınır. Böylece sözün kalıcı olması sağlanır; bir başka deyişle, sözün kalıcılığını sağlamak için söz belleğe yakılır, kazınır… Böylece bellek, toplumsal varoluşun önkoşulu olur. Bellek aracılığıyla toplumsal bağları oluşturan kurallar gözlenir. İnsani toplum böylece olanaklı olur. Kalıcılığın bir yolu da acı’dır; acı, zevkten daima daha kalıcıdır… Ortaçağdaki işkenceler bunun bir aracıydı; insana, tanrıya verdiği sözleri, yeminleri hatırlatıyordu… Bugün yasal cezalarla varlığını sürdürüyor; insana, yurttaşlarına, topluma, devlete verdiği sözleri anımsatıyor…

İşte bu borçlu ve alacaklı ilişkisinin sağlam bir temele oturtulmasının bir yolu olarak oluşturulan şeydir ‘adalet’. Bu adalet anlayışının temelinde, borçlunun verdiği sözden, yaptığı sözleşmeden, kabul ettiği sorumluluktan saptığı için cezayı hak ettiği düşüncesi yer alır. Buradaki sorun, adaleti sağlayacak cezanın ne olacağı sorunudur. Bu ilk ilkel ilişki biçimi, alıcı/satıcı, borçlu/alacaklı ilişkisi, aynı zamanda insanın insanla ilk kez yüz yüze gelmesidir. Fiyatı belirlemek, değerini saptamak, karşılığını oluşturmak, mübadele etmek, tüm bunlar ilkel insanı meşgul eden şeylerdi; düşünme biçimini de bu belirlemiştir. Böylece insan kendini tartan ve ölçen bir varlık olarak görmüştür.

1 - 2 - 3

Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 2

Bu ilkel borç veren borçluyu borcunu ödemeye zorlamıştır. Aslında borçlu açısından karşılıksız, bedava bir şey elde etmek yanlış değildi. Çünkü her yaşayan canlının olağan davranışıydı… Nietzsche, ‘her zararın bir karşılığı olduğu’ düşüncesinin, borçlunun, suçlunun ancak acı çekmesi yoluyla zararın karşılanabileceği düşüncesine dönüşmesini, insanın gizemli ve anlaşılmaz yanına bağlar… ‘Zulüm olmadan şenlik olmaz… cezada şenlikli o kadar şey var ki…’ der Nietzsche… Kısaca, bu ilkel ilişki biçimi beraberinde şu düşünceyi de türetmiştir; her şeyin bir değeri vardır; her şey için ödeme yapılabilir. İşte bu, adaletin en eski ve en saf ahlak yasasıdır…

IV- Uygarlığın ilk düzeylerindeki biçimiyle ceza, ya da ceza yoluyla gerçekleştirilen adalet, zarardan doğan hıncın, öfkenin yatıştırılma aracıdır. Bu yönüyle ‘adalet’ adı altında yapılan şey, bir tür ‘intikam’ almaktır; görülen zarar ölçüsünde, bazen de ötesinde… İlkel düzeyde adalet anlayışının tüm iç yapısı bundan ibarettir.

Bu ilk ilişki biçimi, toplum ile üyeleri arasında da geçerlidir. Borç veren toplumdur; bireyi kabul ederek, onu zarar ve düşmanlıklardan koruyarak… Ama birey görevini yerine getirmediğinde bu yapıdan çıkarılması gerekir. Bireyin değeri, görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Bu bir tür çıkar ilişkisidir. Bu ilişki koparsa toplum hayal kırıklığına uğrar ve her tür şiddeti uygulayabilir…

Adalet mekanizması devletin eline geçtiğinde, değerlerin yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Bireyin yerine getiremediği görevleri yapacak başka bireyler vardı. Devlete zararlı gelen, pahalıya mal olan şeylere ‘yanlış’ denerek cezanın orijinal amacı belirsizleşti ve unutuldu; borçları ayarlayan, düzenleyen bir araç olarak yola çıkarken, ahlaki kavramları dayatan, uygulayan bir araca dönüştü. Toplumun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza hukuku da daha ılımlı bir yapı kazandı. Nietzsche buna ‘adaletin alt edilmesi’ der.

her şeyin bir karşılığı vardır, o halde her şey geri ödenmelidir’’ anlayışıyla yola çıkan adalet, borçlarını ödeyemeyecek olanların görmezden gelinmesi, serbest bırakılması, borçların silinmesi sonucuna ulaştı. Adalet, her güzel şey gibi, kendisinin alt edilmesiyle son buldu… Adaletin bu alt edilişi… herkes buna verilen şu güzel adı bilir- merhamet’’ (Nietzsche, 2001, s. 72-75).

Şimdi, buraya değin söylenenlerden adaletin kaynağının hınç duygusu olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ceza da hınç duyan insanların tepkilerini yatıştırmaya yarıyor. Nietzsche, bu konuda şunları söyler; “…nerede adalet uygulanıyor ve savunuluyorsa orada daha kuvvetli bir gücün kendi altında bulunan daha zayıf güçler arasındaki anlamsız hınç kaynaklı kavgalarına son vermek için bir araç aradığını görüyoruz… Yani kendi açılarından neye izin verilip neyin hak sayıldığının, neyin yasaklanıp suç sayıldığının buyurucu biçimde beyan edilmesidir…’’(a.g.e., s.73).

O halde kaynak, denetimsiz ve biçimsiz bir kalabalığın anlamlı bir biçime sokulmasını isteyen ve bunun için şiddete başvurmaktan kaçınmayan efendiler, ‘sarışın yırtıcı hayvanlardır’…

V- Nietzsche’ye göre ‘insan’, bir yarı-hayvandır. Bu yarı-hayvanın insanlaşması, uysallaşması, uygarlaşması, evcilleşmesi efendilerin onları tahakküm altına almasıyla ortaya çıkar. Bu durum, bu varlığı, temelde ‘gücünü boşaltmak’ üzerine kurulu doğasından uzaklaştırmış, kendine yabancı bir varlık haline getirmiştir. Böylece insan, doğasından kaynaklanan her eylemden ‘suçluluk’ duymaya başlamıştır.

Daha zayıf güçler arasındaki çatışmalara son vermek, onlara birlik ve düzenlik getirmek için yola çıkan efendilerin yarattığı insan topluluğu, vicdan, sorumluluk, suç, ceza yoluyla kendi doğallığından çıkarılıp, kendine yabancı bir hale getirilmiştir. Böylece insan, bu baskı altında ‘suçun bilincine’ varmış, suç bilinci de beraberinde ‘vicdan azabı’nı getirmiştir (a.g.e., s.82-84).

Yasaklar ve cezalar nedeniyle kendini dışa vuramayan içgüdüler, bu kez kendi içine yönelmiştir. Yarı-hayvanın düşmanlıktan, zulümden, saldırmadan, değişim ve yıkımdan aldığı haz, bu yarı-hayvan insanlaşınca, bu kez bu içgüdülere sahip olanlara yönelmiştir. Eylemlerinin kaynağını hınçta bulan varlıklar haline gelmişlerdir. Efendiler, bu hıncın nesnesi olmuştur.

Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmıştır; yüksek tip insana karşı ölümüne savaş vermiştir; bu tipin tüm temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmıştır… Tüm zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanında yer almıştır (Nietzsche, 1995, s. 15-16). Köleliğe yazgılı olanlara kurtuluş umudu sunmuştur; onların efendilerine yönelik istemlerine ‘tanrı buyruğu’ diyerek meşruluk kazandırmıştır. Böylece toplumun çürümüş, yaşam içgüdülerini yitirmiş, bu yaşamdan, bu dünyadan kaçış için kurtarıcı bekleyen yozlaşmış, tükenmiş bireylerini kendi çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık bir hınç, öfke dinidir; onun aracılığıyla ezilmişler, nasipsizler yaşamdan ve efendilerden intikam alır (a.g.e., s. 28-33).

1 - 2 - 3

Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 3

Böylece güçlü insanların tüm yetileri kötülenerek en zayıfların koruyucu araçları değer ölçütü yapılmıştır. Böylece de yaşam, köle ruhların efendilere duydukları hıncın egemen olmasıyla soysuzlaşmaya başlamıştır. İçgüdülerinden, doğalarından koparılan bu yarı-hayvanlar, duydukları hıncın yarattığı intikam duygusuyla, değerlerin asıl yaratıcısı olan efendiler karşısında, çoğunluk olmaktan aldıkları güçle, onların da uymak zorunda kaldıkları değerler oluşturmaya başlamışlardır… Böylece, değerin yaratılmasını sağlayan efendi/köle ilişkisi ortadan kalkmıştır. Bir başka deyişle, efendiler, zayıf olanları düzenleyip, biçimlendirirdi. Ama süreç içinde bu durum, kölenin efendi yani yasa ve kural koyucu hale geldiği yeni bir evreye ulaşmıştır; efendi köle çelişkisi köle lehine sonuçlanmıştır. Ve köle ahlakı, kölece düşünme, kölece zayıflık en üst değer olarak sunulmuştur. Efendiler alt edilmiştir. Böylece de oluş durmuştur. Nihilizm evresi başlamıştır. Çünkü insan yönünü ve amacını yitirmiştir… Dünyaya yeni bir anlam ve değer dizgesi gerekiyor… Artık sorun şudur; ne için yaşıyoruz? Çünkü efendilerin ortadan kalkmasıyla Hıristiyanlığın tüm anlam ve değeri de ortadan kalkmıştır. ‘Tanrı Öldü!’…

VI- Bu genel çerçeve içerisinde Nietzsche, yasa bozucunun, ‘suçlu’nun ceza yoluyla suç ve günahkarlık duygusu edineceği inancını gülünç bulur; ‘ceza arıtmaz çünkü cürüm kirletmez’…Suç işlemesinin akıllıca olmadığını anlar ama aynı zamanda da toplumun onun akılsızlığını cezalandırma yönteminin, kendisine karşı aynı tarzda yapılan bir suç olduğunu da anlar… Bir başka deyişle, kendine verilen cezayı da bir suç gibi görmeksizin, kendini de suçlu göremez… Bu da açıkça saçmalıktır.

Nietzsche’ye göre ceza, arzulara boyun eğdirmekten, insanın daha dikkatli olmasını sağlamaktan, korkuyu artırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve böyle yaparak insanı evcilleştirir ama onu daha iyi kılmaz. Şayet ileride suç işlemekten uzak durursa bunun nedeni artık daha uyanık olduğundandır yoksa daha ahlaklı olduğundan değil… Geçmiş suçlarından pişmanlık duyuyorsa bunun nedeni cezasının ona acı vermesidir, bilincinin değil…

Cezayı takip eden pişmanlık değilse nedir? Bunun yanıtı, eski güç istencinin içe yönelmesinden başka bir şey değildir. İlkel düzeyde insanın bu güç istenci serbestti. Çevresine yönelik, gücünü çoğaltan her eylem, başkalarına ne denli zarar verdiği önemli olmayan her eylem ona iyi geliyordu. Ahlak diye bir şeyden bihaberdi. Çevresinde olanlar ona yalnızca yararlı ya da zararlı görünüyordu. İşte bu güç istenci daha sonraki süreçlerde düzenlendi ve denetlendi. Birey, çoğunluğun arzusuna tabi olmak zorunda kaldı ve ahlakın kodlarına uymak zorunda bırakıldı. Sonuçta güç istenci kendine döndü; kendi bedeni ve aklına işkence yapmaya başladı. Baskı altına almadan duyduğu eski ilkel zevk, neşe varlığını sürdürdü ancak artık bunu çevresindekilere yapamadığından, kendine yöneltti ve suç duygusunun, günahkarlığın ve yanlış yapmanın avı haline geldi.

Bu kendine işkencenin aldığı ilk biçimlerden biri, ilkel insanın kendini suçlamasıdır; tanrısının iyiliklerine gereği gibi sadık olmaması… Yaratıcısına kendini borçlu gördü ve sürekli kendini bu borcunu ödemede ihmalkarlıkla suçladı; adaklar adamaya başladı; en değerli şeylerini ona adamaya  İlk doğan çocuğunu örneğin. İlk başlarda bunlar yeterli iken, Hıristiyanlıkla birlikte kendini feda etmek zorunlu oldu. Böylece Hıristiyan günah düşüncesi ortaya çıktı… Bazen kendini bir mağarada gizledi ve toplumdan soyutlanarak yaşadı; daha sonra ona aziz dendi. Kendini kamçılarla dövdü, yaralarına sirke döktü… Bazen de cinsel güdüsünü öldürdü; güç arzusuna son verdi…

Nietzsche bu durumu, hıncın nesnesi kalmadığından gücün boşaltılamamasını herkesin yaşamına yayılmış nihilizmin kaynağı olarak görür. Nihilizm, bugüne değin sürünün yaşamına anlam vermiş tüm değerlerin sorgulanmasına yol açacak bir geçiş evresidir. Aslında Hıristiyan değerleri O’na göre ta baştan nihilistti; ortadan kaldırmaya çalıştığı çelişki, yaşamın akışını, oluşun devamını sağlayan şeydi. ‘Gücü istemeyi’ bastırarak ulaşabildiği şey, yaşamın çekilmezliğini ortadan kaldırayım derken, onu sonsuza dek çekilmez kılmak, yaşamı yaşanmaya değer olmaktan çıkarmak olmuştur. Nihilizm, Nietzsche’ye göre, bireyin içinde bulunduğu psikolojik bir durumdur; kişi artık kendisinin ve başkalarının kutsal saydığı değerlerin artık değerli olmadığını düşünmeye başlar. Evren, dünya, oluş anlamını yitirmiştir. Eylemenin amacı kalmamıştır. ‘Niçin yaşıyorum?’ sorusu yanıt bulamamaktadır. Yaşamda inanılabilecek, bağlanılabilecek, yönelinebilecek hiçbir şey yoktur. Nihilizm böylece her şeye karşı duyulan bir inançsızlık, her şeye yüklenmiş bir değersizlik yaşantısıdır… Bunun nedeni de, evrene, dünyaya, oluşa bizim tarafımızdan yüklenen kavramların içinin boşalmasıdır…

Ama Nihilizm aynı zamanda, yaşamın yeniden ileri atılmasını sağlayacak gücü de, tohumu da içinde barındırır. Yeniyi aramaya yönlendiren, eldekinin yetmediğini, doyurmadığını hissettiren de bu psikolojik durumdur.

Sözlerimi yine Nietzsche’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum; “…Yalan dediğim şey şudur; kişinin gördüğü bir şeyi görmemiş olmayı istemesi, gördüğü bir şeyi öyle görmemiş olmayı istemesi… İmdi, bu görmüş olduğunu görmemiş olmayı istemek, onu öyle görmemiş olmayı istemek, herhangi bir anlamda yan tutmanın neredeyse ilk koşuludur: yan tutan insan, zorunlu olarak yalancı hale gelir…” (a.g.e., s.84-85).


Kaynakça

- Önay Sözer. (2000). ‘Nietzsche’de Doğru Dünya’nın Masal Oluşu Sorunu’, Bedia Akarsu
- Armağanı, Hazırlayanlar: Betül Çotuksöken- Doğan Özlem. İstanbul: İnkılâp Yayınevi.
- Nietzsche, F. (1989). İyinin ve Kötünün Ötesinde. (Çev. A.İnam). Ara Yayıncılık.
- Nietzsche, F. (2002). Güç İstenci. (Çev. S.Umran). Birey Yayıncılık.
- Nietzsche, F. (2001). Ahlakın Soykütüğü Üstüne. (Çev. A.İnam). Yorum Yayınevi.
- Nietzsche, F. (1995). Deccal. (Çev. Oruç Aruoba). hil Yayın.

1 - 2 - 3

İNANMAK VE SEVMEK

Nurettin Topçu

İnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış, sevmekse gerçek yaşayış. İnanmayan bilmez, takit eder. o, ışığın başka kürelerden alan bir kör kandildir. Sevmeyenler, yaşamıyanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üsttüne atılmış kuru kütüklerdir. Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller, bedbaht nesillerdir.

Kainata hayranlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir. Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri, ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler namütenahi aşk ile doluplup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.

Biliyoruz ki düşünce. hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu: Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zenbereği etrafinda çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları, hırsları ve menfaatleri içrisine alıyor. Muvaffakiyetlerimiz dünyasını çemberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.

İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor. Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor. İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı, ruh aleminin serdarı yapıyor.Üçüncüsüne gelince, o bizi insanî olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor. Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile, sonsuzluğa ulaştırıyor. Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi yapıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz...İnanışta, alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.

Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyIe demişti: "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafimdan yaşanmamış, kelimenin tam manasıyle benim olmamıştır. Bu sebepten bana şahsi tatmim vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır. Gerçkten benim şansi malım olmadığından benden koparıp alınır.Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.Umumi görüşlier, taklit ile kazanılan iddialar zümre ve parti ihtirasları ve bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazınırsa etlerin ve iştahların, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.

İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür. Onun çürütülmesi, yalanlanması Kabil olmaz. Yumrukladıkca ruhumuzun daha derin tabakalarına iner.Çünktü inançlarım, muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir. Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerde bulunduğundan, muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat, eksik veya aldatıcıdır. İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Ruhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun tabiatı istilasıdır.

İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular. Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kainatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar.Aşkın şahidi ise ıztıraptır. Iztırapsız ne hareketinde gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ıztırap saklıdır.Sevgisi olmayan hakikata ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmıs sevgi, sonsuzluğun sevgisidir. Bu sevgi, vücutta geçer bedenden taşar fâni varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar.Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya sanatın aşıkıdır. Gerçek aşıklar, aşkın aşıklarıdır. Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar,anlatılmayan bir kalır. İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı sevmeyi öğrenmelidir.

Doğu ve Batı Felsfesinde Altın Çağ Mitleri - 1

Hasan Aydın

Özet: 

Bu makale, Doğu ve Batı düşünce geleneğindeki ‘altın çağ mitlerine’  felsefi açıdan yaklaşmaktadır. Makalenin iki temel amacı vardır; ilki, altın çağ mitlerine eleştirel açıdan yaklaşmak, ikincisi ise, Doğu felsefesinin tarihsel evriminde neden seküler bir hareket yaratamadığını ortaya koymaktır. Bu  nedenle, makalenin bütünü içerisinde,yer yer  Doğu ve Batı felsefe geleneği  karşılaştırılmış, özellikle Doğu felsefe geleneği, dayandığı ilkeler ve modern Doğu düşüncesindeki yansımaları açısından çözümlenmeye çalışılmıştır.

Giriş: 

İnsanın tarihsel ve anısal bir varlık olduğu, kendi kimliğini ve niteliklerini ortaya koymaya çalışırken sık sık tarihsel deneyimlere ve anılarına başvurduğu bilinen bir gerçektir. Bu oldukça doğaldır; çünkü insan tarihsel kalıtların ve anılarının toplamı olan deneyimleriyle varolur; kendini ve evrendeki varlık, nesne ve olayları onlar ışığında anlamlandırır ve değerlendirir. Anısallığın ve tarihselliğin insan yaşamındaki bu derin etkisi, belki de, M. Eliade’nın dillendirdiği gibi tarihsel kökenli insanın ‘anlam arayışında köken oluşturabilecek mit ya da mitler yarattığı’savının bireysel yaşamdaki ilginç görünümlerinden birisidir.

İnsanlığın Erken Dönemleri: 

Altın Çağ Mitleri 

Bireylerin tarihselliği ve anısallığı, kültürün yapıcı özneleri aracılığıyla toplumsal bilinçle birleştiğinde, kominal bir nitelik  kazanmakta ve bir bütün olarak toplumların, kendi varoluşlarını, niteliklerini, toplumda ortaya çıkan eylemsel durumları ve hatta oluşturdukları kültür ve uygarlıkları kendisine bağladıkları geçmişe ait gizemli kalıtlara dönüşmektedir. Bu nedenle olsa gerek, bilgikuramsal (epistemolojik) ve varlıkbilimsel  (ontolojik) açıdan ele alındığında, anısallığın bir tür toplumsal versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz mitsel kökenli gelenek yada muhafazakarlık, hemen her toplumda güçlü bir işlev yüklenmiştir. Hatta, tarihin erken dönemlerinde, ilk çağ ve ortaçağlarda, tarihselliğin, anısallığın ve geleneğin bir uzanımı olarak yenilik hareketleri, tarihin döngüselci bir paradigmayla algılanışına neden olmuş, bilgi ve değerler alanında her yenilik hareketi yanlıları projelerini bir tür öze, bir diğer deyişle toplumların kendilerini özdeşleştirdiği asla, bir diğer deyişle, idealize edilen ve tanrısallaştırılan mitsel bir döneme dönüş hareketi olarak sunup, bu şekilde meşrulaştırmak zorunda kalmıştır. Çoğu kez, altın çağ nitelemesiyle karşımıza çıkan bu anlayışın kökeni, görebildiğimiz kadarıyla çok eskilere uzanmaktadır. Söz gelimi bir Sümer şiirinde şöyle denilmektedir:

“Eskiden yılanın olmadığı, akrebin bulunmadığı bir devir vardı, sırtlan yoktu, aslan yoktu, ne vahşi köpek vardı, ne de kurt, ne korku vardı ne de dehşet, insanın rakibi yoktu. Eskiden, Şabur ve Hauzi  ülkelerini, Bunca dilin konuşulduğu Sümer’in, tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin, Uri’nin, gerekli her şeyi sağlamış ülkenin, güvenlik içinde dinlenen Martu ülkesinin, bütün evrenin, birlik içindeki halkların Enlil’e tek bir dilde saygı duydukları bir devir vardı.”

Anılan Sümer şiirinde dile gelen anlayış, Uzak Doğu’da Leo Tzu tarafından kurulan Taoculuğun kuramsal boyutunun geliştirilmesinde etkin bir işlev yüklendiği anlaşılan Chang Tzu’nun dilinde şöyle ifadelendirilir:

“İnsanlar kumaş dokuyup giysi dikerlerdi, tarla sürüp ekmek yaparlardı kendilerine.  Yaşamlarıyla uyum içindeydiler. Birlikteydiler; ne sınıflar, rütbeler vardı ne de düşman gruplar. Doğal bir huzur vardı her yerde. Bu yüce Te’nin her yerde egemen olduğu bir dönemdi… Tüm canlılar barışık yaşardı yan yana ülkelerinde… İyi ile kötüyü bilmezdi kimse o zamanlar”

İnsanın yaşadığı dönemden duyduğu rahatsızlığı ve geleceğinden duyduğu endişeyi, bir altın çağ mitiyle, yada geçmişte kaldığına inanılan ve tanrısal bir niteliğe büründürülen bir mite yeniden varlık kazandırmakla aşmaya kalkışmayı denediği izlenimini doğuran ve insanın anısallığının tipik bir ürünü olan söz konusu anlayışın izlerine Eski Mısır şiirlerinde ve ussalcı geleneğin filizlenmeye başladığı Eski Yunanlı düşünürlerde de rastlamak olasıdır. Nitekim ünlü filozof Empedokles’in  şöyle dediği aktarılmaktadır:

“Vardı onlar arasında üstün bilgili bir kişi, en büyük düşünce hazinesine sahip olan, her türlü bilgece işlerden en çok anlayan. Uzanınca yukarıya zekasının bütün gücüyle kolayca görüyordu bütün varolanların her birini, insanların onuncu ve yirminci göbeğine kadar.”

Tektanrılı dinler de, erken dönem kültürlerde ‘altın çağ’ mitiyle karşımıza çıkan aynıg eleneğe yer yer göndermeler yapmışlardır. Sözgelimi, tüm tek tanrılı dinlerde gündeme gelen cennetten kovuluş ya da cennetten düşüş miti ve genel olarak insanın önüne kendisinden düştüğü cennete kavuşma ereğinin konulması, idealize edilmiş geçmişin geleceğe yansıtılmasının ilginç örnekleri arasındadır. Önce Yahudi sonra Hıristiyan geleneğinde karşımıza çıkan ve İslam geleneğinde de yankı uyandıran, ‘mesihlik ve mehdilik’ anlayışının dayandığı bilgikuramsal ve varlıkbilimsel temel de aslında geleceği geçmişte arayan ve altın çağa gönderme yapan mitin ilginç görünümlerinden birisidir. Zira ne mesihin ne de mehdinin temel ereği, bir yenilik ortaya koymaktır. Aksine onlar, geçmişte kalan ideal toplumsal düzeni yeniden yaşama geçirme arzusunu simgelemektedirler. Yine İslam peygamberi Hz. Muhammed’in, çok tanrıcı Arap toplumu için devrimci bir niteliği olan tektanrıcı anlayışı yerleştirmeye çalışırken, bu öğretinin ve dile getirdiği tüm toplumsal yeniliklerin ilk insan ve ilk peygamber olduğu söylenen Hz. Adem’den itibaren savunulduğunu söylemesi ve tarihsel sürecin bu inançtan sapmalar  meydana getirdiğini ve kendi işlevinin sapmaları giderip ilk düşünüşe, yani öze dönmekle sınırlı olduğunu ifade etmesi, Fazlur Rahman’ın deyişiyle ‘peygamberliğin bölünmezliği öğretisini’ dillendirmesi, en azından dayanakları açısından, bir şekilde ‘altın çağ’ mitine gönderme yapmaktadır.


Batı Felsefesinde Altın Çağ Mitinin Aşılması: 

Rönesans ve Aydınlanma

Aynı motifin,özü yada altın çağı, farklı bir toplumsal bağlama ve ideale yerleştirmekle birlikte, kurtuluşu geride kalan Eski Yunan felsefe geleneğine dönmekte gören Rönesans hareketinde de görmek olasıdır. Zira Rönesans hareketi, Eski Yunan felsefesini yeniden canlandırmayı ifade  etmekte ve ortaçağın, Agistunus’un elinde Hıristiyanlaştırdığı Aristoteles’i ve St. Thomas’ın dizgelerinde kendine yabancılaştırdığı ve Hıristiyan bir kimliğe büründürdüğü Platon’u arındırmak, daha da önemlisi insan düşüncesini Tanrı odaklı katı Hıristiyan geleneğinden kurtarıp, Eski Yunanı düşüncesini seküler bir öz olarak mitleştirmeyi, onun çoğulcu düşüncesini yeniden canlandırmayı amaçladığı görülmektedir. Yine demokratik açılımın öncü bir filozofu olarak görebileceğimiz J. J. Rousseau’nun,  döneminde gözlemlediği toplumsal eşitsizliğe duyduğu tepkiyi dile getirmek için seçtiği ve Voltair’a ‘insan yapıtınızı okuyunca, dört ayak üzerinde durası geliyor’ dedirten ‘yapıntısal doğal haldeki ilk insan miti’de aynı anlayışın tipik bir uzantısıdır. Ancak Rönesans ve J.J. Rousseau’da dile gelen mit, önceki altın çağ mitlerinde olduğu gibi tanrısal bir mit değil, ilintili ve koşullu olan seküler bir mittir ve bu anlamda Batı düşünce geleneğinde cidd ibir dönüşümü simgelemektedir.

Batı düşünce geleneği, Rönesans’la birlikte pekişen kuşkucu dünya görüşünün bir ürünü olarak, seküler bir mit olarak nitelendirebileceğimiz Eski Yunan’a dayanarak, tanrı odaklı mitlerin egemenliğini kırmaya başlamış, Aydınlanmayla birlikte insan düşüncesini dayandırdığı koşullu ama nesnel zeminle, insanlık tarihinin geriden güç almakla birlikte ileriye doğru koşan, Monteigne ve Descartes gibi düşünürlerde dile gelen kuşkucu zihniyeti elinden bırakmayan bir hareket olduğu düşüncesini yaygınlaştırmayı başarmıştır. Kuşkusuz bu başarıda, seküler bir temele oturtulan insan düşüncesinin, tanrı odaklı saltıkçı altın çağ mitlerini yavaş yavaş saf dışı etmesi, Aydınlanmanın öncü bilim  insanları Kopernik, Buruno, Kepler, Galileo ve Newton’un oluşturdukları düşünsel devrimler ve bu devrimlere dayanarak bilimin önemini kavrayan ve tarihin cizgisel yada diyalektik çelişkilerle ilerlediğini savlayan, Condorcet, Kant, Marks, Comte vb. filozof ve düşün insanlarının önemli bir rolü olmuştur. Böylelikle Batı felsefesi, bilgi ve değeri öze yada altın çağa dönüşte, bir diğer deyişle geçmişte arayan ve onları saltıklaştıran paradigmayı tarihin tozlu sayfalarına gömmeyi başarmış ve geleceğin geçmişte değil, yine geleceği hazırlayan bugünkü ve gelecekteki öznelerde olduğunu ve buna ulaşmanın aracının ise kuşku olduğunu savlayan bilim insanı ve filozofları öncüleştirmeyi başarmıştır. Bu ideal olanın geçmişte  kaldığını savunan, her şeyi tanrısallaştıran ve dolayısıyla Tanrı’nın özne olarak görüldüğü paradigmanın iflası ve insanı özneleştiren yeni dönemin muştucusu olmuştur. Bu başarı, Batı felsefesinde, Tanrı odaklı mitlere gönderme yapan saltık tanrı merkezli paradigma yerine, kuşkucu ve sınırlarının farkında olan seküler nitelikli paradigmayı yerleştirmeyi olanaklı kılmıştır. Oysa Doğu’nun (İslam dünyası) aynı şeyi başardığını söylemek pek olası gözükmemektedir. Doğu bunu neden başaramamıştır?

Kanımızca anılan sorular araştırmaya değerdir; zira Doğulu kalıtların önemli bir yer tutuğu saltıkçı düşünsel geleneğimizi anlamak için  kimi ip uçları verici niteliktedir. Bu yüzden üzerinde durulmayı, çözümlenmeyi ve eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmayı hak etmektedirler.

Doğu (İslam) Felsefesinin Altın Çağ Miti: 

Öze Dönüş

Gelin çözümlememize, Doğu toplumlarının benimsediği öze dönüşü savunan saltıkçı temel toplumsal mitleri saptamak ve Doğunun koşullu seküler bir mit bulmada neden başarısız olduğunu göstermekle işe başlayalım.

“Doğu (İslam) toplumlarının kendilerine hareket noktası olarak seçtikleri mit, Tanrı odaklı bir mittir ve en güçlü ifadesini İslam dinsel bildirilerinde bulur. Bu mit, dinsel bir zeminde, geçmiş düşünce geleneğinden esin alınarak Hz. Muhammed aracılığıile oluşturulmuş ve ilk insandan bu yana her şeyi Tanrı odaklı bir pencereden görmeye çalışmış ve her şeyi saltıklaştırmıştır. Bu yüzden, insanlık tarihi bütünüyle tanrısallaştırılmış bir tarihtir ve bu tarih ilintililik ve koşulluluğu imleyen seküler hiçbir şeye yer vermez. Daha da ileriye giderek, uygarlığın tüm kazanımlarını tanrısal öğretime ve peygamberlere dayandırılır. Söz gelimi, insana konuşmayı, okumayı, yazmayı, zanaatları, vb.Tanrı öğretmiştir. Bu Tanrı odaklı mit, bilgi ve değerin insansal değil, tanrısal bir zemine dayandığını savunur ve tarihin ve uygarlığın yapıcı öznesinin insan değil Tanrı olduğunu söyler. Anılan mite göre, her şeyin en yetkin biçimi, Tanrı’nın son iletisini ortaya koyan Hz. Muhammed’le birlikte sonul evrimine ulaşmıştır ve en güçlü bireysel ve toplumsal yansımasını Hz. Muhammed dönemi ve seçkin halifeler (hulefa-i raşidin) döneminde vermiştir. Bu yüzden o dönemler altın çağlardır. Hz. Muhammed ve seçkin halifeler dönemi, türedi bir dönem değildir; bu bir yönüyle Tanrı’nın yönlendirdiği bir tarihsel evrimin, diğer yönüyle de, ilk insan ve ilk peygamberden beri dile gelen özün açımlanarak yetkinleşmesinin bir ürünüdür; bu yüzden de asrı saadet yani mutluluk çağıdır. Şu halde, yenilik kavramı, ne bir reform ne de özü aşan değişim hareketidir; asıl yenilik, tecdid (yenileştirme) yada ihya (yeniden canlandırma) kavramları ile nitelenebilir. Tecdid, Tanrı kökenli saltıklaştırılmış altın çağa gönderme yapan ata geleneklerinin yeniden canlandırılması, ihya ise, aynı saltık geleneğin ya da altın çağın yeniden diriltilmesidir. Orijinal anlamda koşulluluğu ve ilintililiği içeren yenilik bidat demektir ve bir anlamda saltık özden ve altın çağın örnekliğinden sapmak demektir.”

1-2-3

Doğu ve Batı Felsfesinde Altın Çağ Mitleri - 2

Hz. Muhammed’den sonra İslam toplumlarının, fetih ve çeviri hareketleri ile birlikte Eski Yunan felsefe geleneğiyle karşılaşmaları, anılan Tanrı odaklı altın çağa gönderme yapan savları değiştirmemiş; aksine, Eski Yunan düşün mirası anılan savların oluşturduğu saltıkçı bir paradigmayla algılanmıştır. Bu yüzden, Batıda Rönesans’ta olduğu gibi Doğu’da hiçbir zaman Eski Yunan koşullu ve ilintili seküler temelleri ışığında kavranılamamıştır. Bunun görebildiğimiz kadarıyla iki temel nedeni vardır:  İlki, Hz. Muhammed’den esin alan ve İslam dinsel bildirilerini Tanrı odaklı bir düşünsel çerçevede yorumlayan paradigma; ikincisi ise, Müslümanların, Eski Yunan felsefesiyle doğrudan değil, Süryaniler aracılığıile karşılaşmalarıdır.

Bilindiği gibi, Helenistik felsefe ile birlikte Eski Yunanın felsefesinin seküler temelinin Tanrı odaklı bir anlayışla örtülmeye çalışıldığı, Philon ile daha çok Yahudiliğe, Origenes ve Cleament gibi düşünürler aracılıyla da Hıristiyanlığa yaklaştırıldığı ve tanrısallaştırıldığı bilinmektedir. Doğrudan Eski Yunan düşünürlerinin yapıtlarıyla temas kurmada zorlanan İslam düşünürleri, altın çağa gönderme yapan ve geleceği geçmişte arayan, her şeyi tanrısallaştıran düşün gelenekleri sonucu, Eski Yunanlı filozofları peygamberleştirmekte yada onların düşüncelerinin kaynağının peygamber olduklarını söylemekte bir sakınca görmemişlerdir. Bu  yüzden İslam düşünürleri, düşün geleneklerinde Eski Yunan düşünce mirasına yer vermekle birlikte, onların düşüncelerinin koşulluluk ve ilintililiği gündeme getiren seküler niteliğini hiçbir zaman görememişlerdir. Bu yargı, kimilerince Doğu (İslam) düşüncesinde seküler düşüncenin öncüleri olarak gösterilmek istenen Kindî, Fârâbî, Bîrûnî, İbn Sînâ, İbn Rüşt ve hatta İbn Haldûn için bile geçerlidir.


Altın Çağa Ya Da Öze Dönüş Miti: 

Doğu (İslam) Felsefesindeki İz Düşümler 

İslam peygamberince öz olarak ifade edilen ve İslam düşünürlerince geliştirilen Tanrı odaklı altın çağ miti, Yeni Platoncu  anlayış ile  İslam dinsel bildirilerinde savunulan anlayışları kaynaştırmayı deneyen İslam felsefesinde, birbiriyle ilintili dört önemli sonuç doğurmuştur. Bu sonuçlar şunlardır:

1- Bütün geçmiş düşünürler İslam felsefesi üzerinde araştırmalarıyla ünlü Henry Corbin’ın da işaret ettiği gibi peygamber olarak görülmüş yada onlardan beslendikleri varsayılmıştır. Nitekim döneminin düşünce tarihçileri ve filozofları olarak görebileceğimiz Ihvân es-Safâ, Şehristânî, Endülüslü İbn es-Sa’id, İbn en-Nedîm, Ebû Hâtimer-Râzî vb.düşünürler Thales, Aneksimendros, Pisagor, Sokrates, Platon gibi Eski Yunan düşünürlerinin İslam dinsel bildirilerinde adları geçmemekle birlikte peygamber olabileceklerini yada en azından peygamberlerden esinlendiklerini belirtmişlerdir. Nitekim ünlü filozofu Amirî bilgi ve hikmetin peygamberlerle nasıl ilişkilendirildiğini şöyle ifadelendirmektedir:

“Ant olsun ki biz Lokman’a hikmet verdik (Lokman,12) ayeti gereğince hikmetle nitelendirilen ilk kişi Lokman hekimdir. O peygamber Davud zamanında yaşamış ve sürekli olarak Şam bölgesinde oturmuştur. Aktarıldığına göre, Yunanlı filozof Empedokles, onun yanına gider gelirmiş; bu nedenle hikmeti ondan öğrenmiştir… Lokman hekimle olan arkadaşlığı yüzünden Yunanlılar onu bilge olarak kabul etmişler ve ilk bilge olarak onu görmüşlerdir… Bilgelikle nitelendirilenlerin bir diğeri Pisagor’dur; onun bilgelikle nitelendirilme nedeni ise, Davud’un oğlu Süleyman’ın öğrencileri Şam bölgesinden Mısır’a gidince onlarla görüşme olanağı bulmuştur. Bu görüşmeden önce Mısırlılardan geometri öğrenmiş, ardından Süleyman’ın öğrencilerinden fizik ve metafizik öğrenmiştir. Bu üç bilimi, Yunanistana  götürmüş,..  bu bilimleri peygamberlik kandilinden yararlanarak geliştirdiğini ileri sürmüştür…Pisagor’dan sonra bilgelikle nitelendirilen Sokrates, felsefeyi Pisagor’dan almış ve felsefe disiplinlerinden yalnız metafizikle yetinmiştir. … Socrates’ten sonra Platon bilgelikle nitelendirilmiştir;… Sokrates’in yolundan giderek o da felsefeyi Pisagor’dan almıştır… Platon’dan sonra bilgelikle nitelendirilen kişi Aristoteles’tir… Felsefe öğrenmek üzre yirmi yıla yakın Platon’un yanında yer aldı… Bu beş kişi bilgelikle anılmış, bunlardan sonra hiç kimseye bilge adı verilmemiştir.”

Anılan anlayışa dayanan Gazzâlî bile filozofların hakka yaklaşan düşüncelerinin peygamberlerden yada sufilerden esinlendiklerini söylemekte ve kimi bilimlerin varlığını peygamberliğin  kanıtı olarak göstermeye girişmektedir. Nitekim o, şöyle demektedir:

“Onun (peygamberlik) olurlu olduğunun kanıtı, var oluşudur; var oluşunun kanıtı ise, tıp ve astronomi bilimi gibi, evrende akılla elde edinilmesi düşünülemeyen, bilgilerin varlığıdır.Anılan bu iki bilimde araştırma yapan kimse, bunların ancak, vahiy ve tanrısal yardımla idrak edilebileceğini zorunlu olarak bilir. Bu bilimlerin deneyimle elde edilmesi imkansızdır. Yıldızlarla ilgili öyle olaylar vardır ki, bin senede bir meydana gelir. Şu halde, bu deneyimle nasıl elde edilsin? İlaçların özellikleri de öyledir. İşte bu uslamlama ile anlaşılmıştır ki, aklın idrak edemeyeceği, (deneyimle elde edilemeyen) bu şeylerin anlaşılmasında, bir yolun olması imkan dahilindedir. Buda peygamberlikle kastedilen vahiy yoludur.”

Hemen tüm İslam düşünürlerinde karşımıza çıkan Amirî ve Gazzâlî örnekliğinde ortaya koyduğumuz anılan savı, bilgikuramsal açıdan insanın orijinal bir düşünce ortaya koyamayacağı, tüm bilimlerin orijininin Tanrı tarafından kurulduğunu savlamaktadır; bu düşünceye göre, insanın yapabileceği tek şey, tanrısal temelli ilk bilgileri esas alarak tümdengelim yöntemiyle yeni sonuçlamalara gitmektir. Ancak, İbn Sînâ’nın deyişiyle, ilk öncüllerden tümdengelim yöntemiyle sonuç çıkarmakda, tanrısal esini zorunlu kılmaktadır; çünkü onca insanın öncüllerden sonuç çıkarması, orta terimi bulmakla olasıdır; bu ise, tanrısal esinle (hads) mümkündür.

2- Filozofun bilgisi dindeki meleğin işleviyle donatılan etkin akıl kanalıyla tanrısal bir temele oturtulmuş ve filozofla peygamberin beslendiği kaynak aynıs ayılmıştır. Bu konuda, Ihvân es-Sâfâ, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî ve İbn Haldûn aynı kanıdadır; zira onlarca, tıpkı Platon’da olduğu gibi duyuların verdiği bilgi tikel bir bilgidir ve gerçeği yansıtmamaktadır, asıl bilgi tümellerin bilgisidir ve bu da akılda, aklı, etkin akıl aydınlattığında ortaya çıkar. Söz gelimi, Aristoteles’ten esinlenerek etkin aklı güneşe benzeten Fârâbî şöyle demektedir:

“İnsanda etkin aklın yeri, göz karşısında güneşin konumuna benzer. Nasıl güneş, göze ışık verir ve bu ışık sayesinde, gizil halde görücü iken eylemsel olarak görücü hale gelirken… tıpkı bunun gibi, etkin akıl da insana düşünme gücünde tasarladığı bir şeyi kazandırır. İşte etkin aklın düşünen neftse gördüğü iş, ışığın görme olgusunun gerçekleşmesi sırasında gördüğü ışığa benzer.“

3- Peygamberle aynı kaynaktan beslendiğine inanılan geçmiş filozoflar ve görüşleri tartışmasız saltık gerçeklik sayılmıştır. Bu  anlayış,  İslam düşünürlerinin Eski Yunanlı düşünürlerin tanrısallaştırmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle, söz gelimi Fârâbî, Aristo ve Platon’un görüşlerini uzlaştırmayı denediği yapıtına ‘Kitâb el-Cem Beyn er-Re’yeyy el-Hakîmeynel-Eflâtûn el-İlâhî ve Aristûtâlîs’ adını vermiştir. Kitabın adındaki ‘el-İlâhi’ nitelemesi, onun Eski Yunanlı filozofları, özellikle Platon’u nasıl tanrısallaştırdığının ve saltıklaştırdığının tipik bir örneğidir.

4- Filozofun peygamberle aynı kaynaktan gelen bilgisi, özde peygamberlerin ortaya koydukları ürünün bir yorumu sayılmıştır. Bu nedenle her türden bilgi ve değerin orijininin geçmişte yer aldığı düşüncesi benimsenmiştir. Hemen her düşünürde karşılaştığımız ve ‘şu an sahip olduğumuz bilgiler geçmiştekilerin sahip oldukları bilgilerin kıt kalıntılarından başka bir şey değildir’ diye dillendirilen bu olgunun en nesnel anlatımını görmek için, çevirmenlik görevi de yapan İran asıllı ünlü filozof İbn el Mukaffa’ya kulak vermek yeterlidir:

“Bilginin hiçbir harfi ve hiçbir adı yoktur ki rivayet edilmemiş, öğrenilmemiş, geçmişteki bir öncünün söz veya yazısından alınmamış olsun. Bu da şunu gösterir: İnsanlar bilginin temellerini ortaya koymamışlar, bilgisi onlara ancak (tanrısal kaynağa uzanan) bilgive hikmet sahibinden gelmiştir.“

İslam dünyasında anılan saltıkçı Tanrı odaklı paradigma o denli etkili olmuştur ki, Mevlana Mesnevî adlı yapıtının ilk bölümünde tüm bilgisini vahye (tanrısal esine) dayandırarak ‘Mesnevi Alemlerin Rabbinden inmedir; bâtıl ne önünden gelebilir ne ardından; Tanrı onu korur ve gözetir’ demiş; Ihvân es-Sâfâ’nın takipçisi olduğu izlenimini doğuran Gazzâlî’nin yolundan giden İbn Haldûn, kimi filozofların tanrısal temele dayanan bilgilere batıl (geçersiz) iddialarını kattıklarını; bu iddiaları ayıklamak için felsefe ile ilgilenenlerin, mutlaka şeriat (dinsel) bilimlerini ezberlemiş olmasını şart koşmuştur. Nitekim bu bağlamda o, şöyle demektedir:

1-2-3

Doğu ve Batı Felsfesinde Altın Çağ Mitleri - 3


“Bununla birlikte, hikmet ve felsefe bilgileri okuyacak olan kimse, ilk önce tefsir (Kur’an yorum bilimi), fıkıh (İslam hukuku) ve diğer dini bilimleri hakkıyla öğrenmeli ve ancak bundan sonra bu bilgileri öğrenmeye başlamalıdır.  İslami bilgileri bilmeyen kimse, bu bilgileri öğrenmeye yanaşmamalıdır. Çünkü dini bilgileri bilmeyenlerden, bu bilimlerin ölüme götüren hallerinden sağlamca kurtulanlar azdır. Doğru ve hak yolu gösteren Tanrı’dır. Tanrı bizi doğru yola sevk etmemiş olsaydı, biz de hidayet yolunu bulamazdık.”

Anılan anlayış, geçmişi aşmanın mümkün olmadığını, her şeyin en yetkin örneğinin geçmişte ortaya koyulmuş olduğunu savunduğu için İslam dünyasında 11. yüzyıllardan sonra bilimsel gelişimi sekteye uğratmış olmasına rağmen, geri kalmışlığı kırmak için ortaya çıkmış olan ve kurtuluşu öze dönüşü niteleyen tecdid ve ihya hareketinde gören, İbn Teymiye, Abd el-Vehhab, Dehlevî gibi modern öncesi Islahat hareketi öncülerinde hatta, Batılı düşünceye ilgi duymuş İslam modernizminin öncüleri sayılan, Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, S. Reşit Rıza, Muhammed İkbal gibi düşünürlerde ve bunların Osmanlının son dönemlerinde Türk düşüncesindeki yansımalarını dillendiren, Namık Kemal, M. A. Ersoy, M. Ş. Günaltay gibi düşünürlerde bile bulmak olasıdır. Oysa bu, geçmişte iflas etmiş bir paradigmaya canlılık kazandırma gayretinden başka bir şey değildir. Zira onlar da bilgi ve değerler alanında tüm hakikati, tıpkı geçmiş İslam düşünürleri gibi tanrısal bir zeminde değerlendirmişler, İslam toplumlarının kurtuluşunu saltıklaştırılan dinsel bildirilere yada idealize edilen ve geçmişte kalan peygamber ve seçkin halifeler döneminin düşünsel anlayışına dönmekte görmüşlerdir.


Doğu Düşüncesinde Tanrı Odaklı Mitten Seküler Anlayışa: 

M. K. Atatürk 

Görebildiğimiz kadarıyla, Doğu’da (İslam dünyasında), Batı’da Rönesans ve Aydınlanmadan beri gündeme gelen insan düşüncesinin seküler temelini kavrayan en etkili insan M. K. Atatürk olmuştur. Atatürk, toplumların kendilerini dayandıracakları, anısal bir temel aramalarının önemini kavrayan ciddi bir önderdir ve bu nedenle, Doğu toplumları için seküler nitelikli bir temel oluşturmanın yada inşa etmenin gereğini ilk gören siyasi önderdir. Bu yüzden onun, Osmanlılar döneminde yaygın olan ve pagan unsurlar taşıdığı ileri sürülerek İslam öncesi Türk tarihini yok sayan, bu yüzden Türk tarihini salt İslam tarihine indirgeyen bakış açısına karşı duruşu, yeni bir tarih teziyle, orta Asyalı kökenimizi, Sümerlileri, Hititlileri ve hatta Ege kökenli Eski Yunanlı filozoflarını gündeme getirmesi ve bir Anadolu kültür ve uygarlık tarihi inşasında rol alması ve Türk kültüründe Anadoluluğu ön plana çıkarması, hatta tarihin temeline Türkleri oturtmaya çalışması oldukça anlamlıdır. Bu hareket özünde, Türk toplumunun kendine güven aşılamak gibi pragmatist bir nitelik taşımakla birlikte, tıpkı Batı toplumlarının kendileriyle özdeşleştirdikleri seküler bir temel bulma uğraşısının Atatürk’te canlanmasının bir ifadesi olarak da görülebilir. Bu türden bir bakışaçısıyla bakıldığında, öyle anlaşılıyor ki, M. K. Atatürk’ün bu anlayışıyla iki şeyi başarmayı arzuladığı ileri sürülebilir:

1- Batılı Aydınlanma felsefesinin, her şeyi Tanrı’ya bağlayan ortaçağın Tanrı odaklı düşüncesini saf dışı eden seküler niteliliğinin Türk insanınca kavranmasını sağlamak ve Türklerin kendilerini, Tanrı odaklı paradigmaya mahkum etmekten kurtaracak yeni seküler bir temel inşa etmek.

2- Bir yenilik hareketi olarak, öze dönüşün yada altın çağ olarak nitelendirilen mite dönüş arzusunun daima var olabileceğini kavradığı için, Tanrı odaklı İslamî altın çağ mitinin yerine Anadoluluk temelini ve tarihin yapıcı özneleri olarak Türkleri ön plana geçirmek. Böylelikle kendi hareketinin, tarihin temel yapıcı özneleri arasında yer alan Türklerin vedolayısıyla Anadolu’nun mirasından esin alan bir hareket olduğunu göstermeye çalışmak.

Ancak Atatürk’ün seküler bir temel  inşa etme anlayışı, karşı devrim  sürecinde görmezden gelinmiş, siyasal kaygılarla anılan temel saf dışı edilerek yerine yeniden Tanrıodaklı altın çağ miti canlandırılmıştır. Cumhuriyet döneminde bu hareketin yankı uyandırmasını, daha önce  adından söz ettiğimiz ve 1948’li yıllarda başbakanlık yapmış M. Ş. Günaltay’la başlatmak olasıdır. Bu olgu soğuk savaş döneminde, Yeşil Kuşak Projesiyle kurumsallaştırılmış ve Soğuk Savaş’ın bitimini imleyen yıllarda, o denli ileri götürülmüştür ki, 1990 sonrasında siyasal desteği arkasına alan Yaşar Nuri Öztürk, tıpkı ortaçağ filozofları gibi şu düşünceleri savunabilmiştir:

“…hukuk devletinin temel değerleri veya üzerine oturduğu omurga, esası bakımından ilahi prensiplere bağlıdır.  Şimdi demokrasi, hukuk devleti anlayışı, insan hakları gerilere doğru götürülürken bir yerde Eski Roma’ya, bir yerde Eski Yunan’a uğruyoruz. Özellikle demokrasi, Platon’a kadar gidiyor. Yalnız orada bir şeyi unutmayalım. Acaba oralarda bu prensipleri yakalayanlar ve insanlığın önüne çıkaranlar, bunları nereden aldılar? Kur’an-ı Kerim’in tezi, bunların hepsinin peygamberlerin getirdiği ilahi mesajın bizzat kendileri veya kırıntıları olduğu merkezindedir. İslam imanının çocukları olarak bunu unutmayalım. Tarihin filan devrinde bu görülmüştür, işte oradan geliyor bu günlere dendiği zaman, hemen ret veya kabul hükmü vermeyin. Çünkü tarihin filan devrinde eski Mısır’da, Eski Yunan’da, Eski Roma’da diye lanse edilen şeyleri karıştırdığımız zaman hakiki fikir adamı, ilim adamı, soylu düşünce adamı sıfatı ile karşılaştığınız zaman, son tahlilde peygamberlere çıkarsınız. Kur’an’ı Kerim işte bunun içindir ki, insanlığın bütün mirasını peygamberlerin mirası olarak görüyor ve kucaklıyor. Kendi getirdiği dinin adını, ilk insandan bugüne kadar gelmiş bütün peygamberlerin mesajlarının ortak adı olarak kullanıyor…  Platon, hukuk devleti ve demokraside esas prensipler idealardır, diyor. Platon, idealizmin bağlı olduğu zaman üstü realiteler veya idealar Allah’tan gelir, diyor. Nereden buldu bunu Platon? Platon’un peygamber olarak ismi Kur’an’da geçmiyor. Nerden aldı bunları? İlahi tebliğ bütün zamanlarda ve mekanlarda insanlığa ışık tuttu. Bundan Platon da yararlandı, Socrates de yararlandı, Montesqieu da yararlandı. Kimi itiraf etti, kimi itiraf etmedi. Kimi çarpıtarak bunu intikal ettirdi kendi düşünce sistemine, kimi çarpıtmadan intikal ettirdi. O bakımdan Muhammed Hamidullah’ın… çok haklıolarak söylediği gibi, biz Hz. Peygamberden önceki zaman dilimleri içinde insanlığa düşüncemirası bırakmış insanları bir kalemde ne başüstü kabul, ne de ret gibi bir yöne gidemeyiz. Bunların hepsinin az ya da çok ilahî vahyin getirdiği ışıktan beslendikleri muhakkaktır. Bunların peygamber olması muhtemeldir… Muhammedî devir öncesi vahyin serpintileridir onlar... Çünkü Kur’an’ın ifadesiyle hak ve ışık yalnız Allah’tan gelir. Her devirde öyledir… O halde hukuk hayatının ve hukuk devletinin izafiyet üstü, rölativite üstü bir prensipler alanı vardır. Bunların kaynağı ilahîdir. Bunu Roma’ya götürün, Yunan’a götürün, Eski Mısır’a götürün, Hamburabi kanunlarına götürün, nereye götürürseniz götürün, arkasında peygamberler eliyle insanlığa ışık tutulan ilahi bir ışık vardır.”


Modern Felsefenin Çözümü: 

İlintili ve Koşullu Olan İnsan Düşüncesine Güvenmek

Atatürk’le birlikte gelen sekülerleşmeyi askıya alan, öze dönüş ya da yeniden yapılanma düşüncesine sığınarak, ortaçağın Tanrı odaklı altın çağ anlayışını yeniden canlandırmayı erekleyen anılan deyişler, görünüşte insanımızı bilgi ve değerler alanında bir adım öteye götürmeye çalışırken, paradoksal bir biçimde, bilgi ve değerleri altın çağ mitine gönderme yaparak Tanrı’ya bağlayarak saltıklaştırmakta, daha da önemlisi insanımızın bilgi ve değerler alanında, gözünü Tanrı’ya ve geçmişe odaklamaktadır. Oysa, Aydınlanmanın getirdiği, Kant’ın deyişiyle ‘insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmayıştan kurtarılması, aklını kiraya vermekten uzaklaşması ve kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanma becerisine sahip olmasıdır.’ Bir diğer deyişle, Aydınlanma’nın sloganı olan ‘aklını kendin kullanma cesareti göster’ sözü gereği bilgi ve değerler alanında özgür oluşudur. Bu özgür oluş, seküler temeli gereği ilintililiği ve koşulluluğu temel almakta ve insansal düzeyde sürekli gelişimi ve değişimi hedeflemektedir. Bu anlamda, belli bir çağın değerlerini ve bilgilerini altın çağ nitelemesiyle Tanrı odaklı bir çerçeveye oturtup, saltıklaştırmak, gelişimin önünü açmakdeğil, Aydınlanmayla birlikte gelen varoluşun devinimini belli birç ağın bilgi ve değerine mahkum etmektir.

Aslında Doğu bu tecrübeyi ortaçağlarda yaşamış ve bilgi ve değerler alanında geri kalmıştır. Öyle görünüyor ki, insanlığın, tarihsel gelişimden esinlenerek çıkarsadığı biricik değer, her şeyi seküler temelleri ışığında kavramaya çalışmak ve her kavrama ediminin gelecek karşısında, sınırlılığını, ilintililiğini ve koşulluluğunu vurgulamaktır. Bu bir anlamda ünlü filozof Ludwing Wittgenstein’ın deyişiyle ‘her şeyin belli bir bağlamda var olduğunu ve ilintililiğini kavramak’ demektir.

Paradoksal bir deyişle, ‘altın çağ olarak görülecek yada saltık olarak nitelendirilecek hiçbir şey yoktur, illa da bir şey saltıklaştırılacaksa, o şey, insanın kendi yetilerine güvenmesi ve kendi olanaklarıyla elde ettiği her şeyin ilintili ve koşullu olduğuna inanması ve hakikatin insana göründüğü biçimiyle sınırlı ve tarihsel olduğudur’. 

Modern Türkiye’nin gelişimi, Tanrı odaklı paradigmayı savunanların sandığı gibi çağcıl değerleri ve bilgileri tanrısal bir zeminde altın çağ mitine gönderme yaparak saltıklaştırmada değil, seküler bir temelde, insan düşüncesinin eksikliğinin farkında olarak, her bilgi ve değerin değişime açık olduğunun bilincine varmaktan geçmektedir. Bu, modern bilgi  ve bilim felsefesiyle, değerlerle ilgilenen ahlak, siyaset ve sanat felsefesinin bizlere öğrettiği en temel gerçektir. ‘Maddiyat için maneviyat için, hayatta başarı için en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir; bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak, bilgisizliktir, aymazlıktır,sapkınlıktır’ derken, her koşulda ‘nesnellik öğesini ve devrimcilik ilkesini ’önder edinmeyi salık verirken ve ‘geriye hiçbir doğma (nass-ıkat’î) bırakmadığını’ dillendirirken M. K. Atatürk’ün işaretettiği hakikat de bu olsa gerektir.

1-2-3
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP