Geleneğe Karşı Olan Hint Felsefesi - 4

Onun mantıkla ilgili açıklamaları, hepsi de değilleme (Negation) üzerine kurulu dört kuramda toplanır.

1. Budacılığa sonradan girmiş olan çok önemli «İki Gerçek Öğretisi» Nagarjuna'nındır.

Biri alçak biri yüksek olmak üzere iki gerçek olduğu varsayılır. Bir düşünce, bir sav (tez) inceden inceye gözden geçirilmemişse ilk bakışta gerçekmiş gibi görünebilir, ancak daha yüksek bir açıdan ele alınınca bunun gerçek olmadığı anlaşılır.

A = aşağı gerçek
B = yüksek gerçek

Biri öbürünü değilleyen bu iki bakış açısı AB diye bireştirilerek bir bütün, daha üst bir gerçek olarak ele alınırsa ve buna, bu kez daha da yüksek bir açıdan bakılırsa, gerçek olduğu sanılan bu yeni düşüncenin de gerçek olmadığı anlaşılır, bu durum şöyle özetlenir:

AB = aşağı gerçek
C = yüksek gerçek

Bu böyle sürüp gider:

ABC = aşağı gerçek
D - yüksek gerçek

Böylece aşama aşama, gittikçe daha yüksek ve anlamlı gerçeklere ulaşılır.

2. Nagarjuna'nın ikinci bir kuramı «Dört Türlü Yanıt Yöntemi»dir. «Evet» ya da «hayır» yanıtı bekleyen herhangi bir soruya gerçekte şu yanıtların birisinin verilmesi gerekir: ya tam bir «evet»; ya tam bir «hayır»; ya, koşullara bağlanarak duruma göre, «böyleyse evet şöyleyse hayır»; ya da son olarak «ne evet ne hayır». Ve bu sonuncu yanıt ya "bu soru beni ilgilendirmez" ya da "ben evet ve hayırın ötesindeyim" demektir.

En yüce gerçek açısından Nagarjuna'ya göre yanıtlar hep «ne evet ne hayır» biçiminde olduğuna göre O, her türlü nitelemenin ve kavrayışın ötesinde olandır.

3. «Varoluşun Sekiz Katlı Değillenme Yöntemindeyse Nagarjuna bu kez «Ne Evet Ne Hayır» yanıtını ele alıyor ve bununla yaşamın türlü türlü gerçeklerini son gerçek açısından sınayarak şunu gösteriyor: "Ne doğum var ne ölüm; ne sürekli bir oluş var ne yok oluş; ne birlik var ne çokluk; ne geliş var ne gidiş." Bütün bunlardan çıkan anlam yine en yüce gerçeğin her türlü nitelemenin ötesinde olduğudur.

4. Yukarıda belirtilen bu yolların kazandırdığı içgörüyle «Doğru Gerçeğ»e («Hakk»a) ya da «Orta YoI»a ulaşılır. Bu yola «Orta Yol» denmiştir, çünkü bu yolda sağdaki ve soldaki aşırılıklardan, her türlü tek yönlü ve tek yanlı sapmalardan sakınmak ve «ak mı kara mı» sorusunun bizi soktuğu çıkmazı aş­mak gereklidir.

Dört Önemli Budacı Düşünce Sistemi

Buda'nın özdeyişleri arasında hem "her şey gerçektir (vardır)." hem de "hiç bir şey yoktur" sözleri bulunmaktadır. Bu sözlerde ilk bakışta görülen sözde çelişki Buda'nın ölümünden sonra ta İS ilk yüzyıllara dek birbiriyle tümden çelişen yorumlara yol açmıştır. Kimi akımlar bu iki karşıt özdeyişten ilkine bağlanmışlar ve böylece gerçekçi (realist) bir evren görüşüne ulaşmışlar; kimileriyse ikinci özdeyişe ağırlık vererek yokluğu vurgulayan «Hiçlik Yanlıları» (Nihilistler) takımını oluşturmuşlardır.

Dört Budacı düşünce sistemi, yine bu uzun dönem içinde gelişmiş olan Budacı «Çoklu Değilleme» mantığının «varlık» ve «yokluk» sorununa nasıl uygulandığını daha iyi göstermek için aşağıdaki sı­rayla ele alınmıştır.

1. Vasubandhu'nun «Gerçekçi (Realist) Sistemi» - İS 420 ile 500 yılları arasında yaşamış olan ve varoluşun, bir yanda pek çok ve türlü türlü somut ve kalıcı nesnelerden, öte yanda da geçici bir süre yeryüzünde kalarak bu nesnelerle ilgilenen kişiliklerden, benliklerden (ruhlardan) oluştuğunu göz önünde tutan Vasubandhu «değilleme»yi yalnızca «kişiler» üzerinde uygulamakta ve zaman içinde sü­rekli ve kalıcı «benlikler (ruhlar)» olabileceği dü­şüncesini yadsımaktadır. Görünen dünyanın ger­çek olduğundan ise kuşku duymadığı için bu sistem «gerçekçi (realist)» diye adlandırılmıştır.

2. Harivarman'ın (İS 250-350) «Hiçlik Öğretisinde ise değilleme işlemi bir adım daha ileri götü­rülüyor. Ona göre ne kişilikler, benlikler, ne yaratılmış nesneler ne de bunlarla ilgili kavramlar ger­çektir. Gerçekte hepsi bir hiçtir, boştur. Bunun için, bu sisteme «hiçlik yanlısı (nihilist)» denmiştir. 1. ve 2. sistemler «Küçük Aracın (Hinayana'nın)» içindedir.

3. «Kavramcı (İdealist) Sistem» adındaki üçüncü sistem, yine biraz önce adı geçen Vasubandhu'ya dayanır. Yaşamının son yıllarına doğru Vasubandhu'yu, «Kavramcı Yalın-Bilinç» akımını başlatmış olan kardeşi Asanga, kendi öğretisine çekmiştir. Vasubandhu'nun, bu öğretiyi açıklayan yazıları bu akımın dayanağını oluşturur. Bu öğretiye göre (1. sistemde olduğu gibi) ne yalnız somut varlıklar gerçektir ne de (2. sistemde olduğu gibi) var olan her şey yokluktur, hiçliktir.

Gerek nesnelerin gerek bu nesnelerin karşısındaki kişilerin iki kez değilleme işleminden geçirilmesiyle yine olumlu bir durum elde edilir; buna bakılarak yalnız kavramların gerçek olabileceği görü­şü ileri sürülmüştür. Bunun için de bu sisteme «Kavramcı (idealist)» denmiştir.

4. Değilleme mantığı doruğuna bu konunun ba­şında adı geçen «Hiçlik yanlısı (Nihilist)» Nagarjuna ile ulaşmıştır. Yukarıda değinilen akımlar onun «Dört Türlü Yanıt Yöntemi»nde belirttiği «varlık ya da yokluk, olmak ya da olmamak (Latince: ens ya da nonens)» sorusuna ya «evet» ya «hayır» ya da «hem evet hem hayır» diye yanıt vermenin ötesine geçememişlerdir.

Nagarjuna'ya göre çözüm «ne evet ne hayır» yanıtıdır. Nagarjuna'nın Orta Yolunda (başka Budacı öğretiler de kendi yollarını böyle nitelemişlerdir), o değil bu değil, diye sürekli değillemeyle gerçek araştırılınca durmadan değişen ve dönüşen görüntülerde (nesne, kişilik ya da kavramlarda) kalıcı bir öz bulunamaz, bu yolla gerçeği aramak boşunadır, geriye kalan ve kendi başlarına bir anlam taşımayan aldatıcı biçimlerle gerçeğe ulaşılamaz. Ancak bu görüş 2. sistemin yine nihilist olan görüşüyle karıştırılmamalıdır.

Nagarjuna «Ne olmak ne de olmamak» derken daha çok şunu anlatmak istiyor:

Dünyayı yorumlamaya ve varoluşun gizini çözmeye çalışan bütün uğraşlar, ister istemez ve kaçınılmaz olarak sınırlarla karşılaşacaklardır; ve yalnız bilge kişi var mı yok mu sorusuna takılmadan "ne var ne yok" diyerek her şeye tepeden bakacak ve tartışmaksızın susmayı yeğleyecektir. 3. ve 4. sistemler «Büyük Aracın (Mahayana)» içindedir.

Bu dört sistem zaman bakımından sıraya sokulunca, sistemlerin gelişimini göstermek için izledi­ğimiz sıranın, - çok şaşırtıcı ama -, tam tersi olan bir sıralamayla karşılaşırız. Konuya açıklık getiren en tutarlı öğretiyi - bu arada değilleme mantığını da geliştirmiş olan Nagarjuna, üstün bir yetenek ve keskin bir bakışla yüzyıllar sonra adım adım yaklaşılarak varılan görüş açısını daha baştan ortaya koyabilmiştir.

Biz burada, ileride yakından incelendiği zaman daha iyi anlaşılacak olan bir noktaya, yanıltıcı çağrışımların daha baştan önüne geçmek için şimdiden değinmeyi yararlı görüyoruz. Nagarjuna'nın Budacı diyalektiği, Hegel'in diyalektik dü­şünce yönteminden temelden ayrıldığı gibi, Çinlilerin, Hegel'in diyalektiğine yaklaşan ve karşıtlıkların barışmasıyla daha yüce gerçeklere ulaşılabileceğini ileri süren görüşünden de ayrılır. Hegel'de bir savın (tez) hemen ardından bu savı olumsuzlayan bir karşı sav (antitez) ortaya atılır; sonra da bu ikisi (tez ile antitez) daha üst düzeydeki bir bireşimle (sentez) bir araya gelerek birbirlerine kar­şıt olma özelliklerini yitirirler. Oysa Nagarjuna'da daha değillemenin ilk adımında baştaki sav (tez) değillenerek dışlanır ve sonra, karşı savın da, bir üst aşamada ve daha geniş bir bağlamda değillenerek dışlandığı görülür. Sonunda ise ortada kala kala, artık daha yakından ele alınamayacak ancak sezgiyle kavranabilecek olan «hiçlik» kalır ki bu da «Nirvana»dır.

Zen Budacılığı Üzerine Bir Kaç Söz

Kökleri Hindistan'da olsa da daha çok Çin'de geli­şerek özgün biçimine kavuşan - orada ve özellikle Japonya'da yaşatılarak günümüze ulaşan - Zen Budacılığına, Hint felsefesine ayrılmış olan bu bölü­mün içinde yer verilmesi belki doğru olmamıştır. Ancak, Budacılığın tarihi gözden geçirilirken değinilmesi gereken, önemli ve yaygın akımlardan biri olduğu ve ayrıca Budacı görüşün gerek içe dalıma (meditasyona) yönelmesini gerekse günlük yaşama yansıyarak uygulamaya dönüşmesini gösterdiği ve bu bakımdan yukarıda değindiğimiz salt mantığa dayalı, kılı kırk yaran sistemlerden oldukça değişik ve özgün bir örnek oluşturduğu için Zen Budacılığı üzerine bu bölümde bir kaç söz söylemeyi gerekli gördük.

Zen Budacılığı bizim bildiğimiz felsefe tanımı­na sığmaz. Felsefelere özgü tutarlı ve gelişkin bir düşünce sistemi ortaya koymaz. Ne var ki, din tanı­mına da girmez. Zen Budacılığının tapınakları manastırları, keşişleri varsa da, belirli bir inanca ya da düşünceye bağlılığını gösteren bağlayıcı sözler yoktur. Bu bakımdan - yalnız Budacılık değil - bir dünya görüşü ortaya koymaya çalışan tüm düşünce yapıları içinde Zen Budacılığı benzersizdir.

Zen Budacılığının ne olduğu yandaşlarına sorulursa, "Zen yaşantısını tatmaktır", diyeceklerdir. Dışarıdan bakan kimse için Zen Budacılığının ne olduğunu anlamak, felsefe ağırlıklı Budacı akımları anlamaktan çok daha güçtür. Zen Budacılığının değişik ve özgün niteliğini az çok görebilmek için yalnız birkaç ayrıntıya yer vererek kestirme yoldan bu konuya bir göz atmaya çalışalım.

Zen yandaşlarının felsefelere ve akılcı öğretilere ve hiç bir inanca bağlı olmak istememelerinin nedeni şu: Sözcüklere, kavramlara, öğretilere, kesin kurallara, ya da davranış yasalarına bağlılık bizim her zaman ve her yerde geçerli olan gerçeğe, o derin anlama ulaşmamızı engeller. Bu durum Buda’nın sözleri için de geçerlidir. Onun konuşmaları ve aktarılan sözleri konuştuğu dilin olanaklarıyla sınırlandığı gibi dinleyicilerinin anlayışına ve içinde bulunduğu ortama uymuştur. Katıksız yalın gerçek ise sözcüklerle söylenemez.

Bu görüşe uygun Zen geleneğine göre Buda'nın susarak anlatmak istediği yalın gerçeği bir öğrencisi anlamış ve bu ileti kesintisiz bir pirler zinciriyle kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmış. Şu Zen sözleri bu görüşü yansıtıyor:

"Gönülden gönüle yol bularak...",
"söze dönüşmeden yazıya dökülmeden...",
"öğretmeye çalışmadan öğretilerek...",
"kendi özüne bak, doğal özünü anla, aydınlan (Buda ol)",
"kutsal bilgi bilgi değildir."

Zen Budacıların kendilerine özgü bir içe dalım (meditasyon) yöntemi de vardır.

Sınava giren isteklilere bir bulmaca verilir. Sınananlar büyük bir odada Zen ustalarının sıkı gö­zetimi altında gerekli görülen oturuş ve duruş bi­çimlerinde günlerce gecelerce meditasyon yaparlar. Üç katlı sessizlik, düşünürken - ve düşünmeye verilen düzenli aralarda - yemek yerken ve temizlenirken bozulmaz, gereksiz hiç bir gürültü çıkarılmaz, konuşulmaz. Kim - genellikle bir kaç gün sonra - çözümü bulduğuna inanırsa sorumlu ustaya başvurur, o da kendisine sunulan çözümü değerlendirerek görüşünü bildirir.

Meditasyonu çok önemsemelerine karşın Zen Budacılar günlük işlerle ilgili, yaşama dönük kimselerdir, çünkü öğreti Zen yaşantısının günlük ya­şama yansıtılmasını buyurur. "İş yok, aş yok", "Öğreti yaşamdır!", "Yürümek, durmak, oturmak yatmak, işte yüce öğreti bu!", tüm bunlar hep Zen pirlerinin özdeyişleridir ve bu sözlerle günlük ya­şamdan kopmamak gerektiği açıkça bildirilmiş­tir.

Katı ve kesin öğretileri benimsemeyen ve günlük uğraşlardan kopmayan Zen Budacılarının Zen söz konusu olunca ortak bir davranışı vardır: Susmak!

Zen Budacıların özgün nitelikleri ve tutumları çoğunlukla ince bir alayla yüklü, derin çelişkiler içeren ve bize ilk bakışta anlamsız gelen eski Zen öykülerinde sergilenir. Böyle bir Zen öyküsü Sozan ve 9. yüzyıl Zen ustalarından biri olan Daian'dan söz etmektedir.

Daian şöyle bir söz söylemiş:

 "Varlık ve yokluk bir ağacı saran sarmaşık gibidir." Bu söz Sozan'ın kulağına çalınınca kalkmış, Daian'a şu soruyu sormak için uzun ve yorucu bir yolculuğu göze alarak gelmiş: "Ağaç kesilse, sarmaşık solsa ne olur?' Sozan'ı burada ilgilendiren konu şuydu: «Varlık» ve «yokluk» kavramları zihnimizden silinirse ne olur? Biz bu karşıtlığa hep bağımlı mıyız, bunun ötesine geçilemez mi? Usta bir duvar örmekle uğra­şıyormuş. Ne mi demiş? O sırada sürmekte olduğu el arabasını devirmiş ve bir kahkaha atarak oradan uzaklaşmış. Düş kırıklığına uğrayan Sozan başka bir Zen ustasına başvurmuş. Ona bu durumu anlatıp aynı soruya sorunca benzer bir davranışla karşı­laşmış. Ancak bu kez Sozan gerçeği çakmış ve gü­lümsemiş, saygıyla eğildikten sonra oradan uzaklaşmış. Birdenbire ustanın bir söz söylemeden ne demek istediğini anlamış: Düşüncelerimiz varlık ve yokluk, doğum, ölüm, etki tepki gibi kavramlara takılmışsa o zaman sözlerin ve kavramların ağına yakalanır ve gerçekten gitgide uzaklaşırız. Kavramlarla boğuşan konuşmacılardan, dinleyicilerden ya da sözleri ölçüp biçen mantıkçılardan, eleştiricilerden biri değilsek, yaşamın yalın gerçeğine yö­nelmişsek, işte o zaman sözlerle anlatılamayan ger­çek apaçık ortada!


Kaynak: H.J Störig - İlkçag Felsefesi - Hint, Çin, Yunan

1 - 2 - 3 - 4

Diyojen'den Bilgelik Hikayeleri - 1

SADAKA

Diyojen'e sorarlar:

"İnsanlar niye dilencilere sadaka verir de, filozoflara vermez?"

Diyojen, "Çünkü bir gün topal ya da kör olabileceklerini düşünürler, ama filozof olabilecekleri akıllarından geçmezler de, ondan" der


EŞYALAR OLMADAN DA YAŞAYABİLMEK

Diyojen, başından büyük belalar geçmiş, hatta esir olarak satılmış bir filozoftur. Çok fakir olmasına rağmen, yanında sadece bir torbası, bir çanağı, bir de sopasının dışındaki tüm eşyasını dağıtmıştır. Diyojen bir gün eli ile su içen bir çocuğu görünce, bu da gereksizmiş diyerek elindeki çanağı da atar. Böylece eşyalar olmadan da yaşanabileceğini göstermiş olur insanlığa.

CİDDİ ŞEYLER

Diyojen bir gün ahali arasında ciddi meselelerden bahsetmek istedi. Fakat kimse dinlemeyince, kuş gibi ötmeğe başladı. Bu sefer herkes pür dikkat kesilmişti. O zaman Diyojen ahaliye dönerek: "Demek siz ciddi şeylerden değil de, ancak böyle gayri ciddi şeylerden hoşlanıyorsunuz" der.

NASIL OLSA ALT ÜST OLACAK

Bazılarına göre koleradan, bazılarına göre ise nefesini tutarak kendi kendini boğduğu rivayet edilen ve nasıl öldüğü konusunda tam bir bilgiye sahip olmadığımız Diyojen'e bir arkadaşı sorar:

"Öldüğün zaman, seni nasıl gömelim?" Dedi ki:

"Yüzükoyun gömün; çünkü yalanda nasıl olsa her şey alt üst olacak."

KEMİK FARKI

Büyük İskender, Diyojen'i üst üste yığılmış insan kemikleri arasında bir şey ararken görür."Ne arıyorsun?" diye sorar. "Babanızın kemiklerini" diye cevaplar Diyojen; "Ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu bir türlü ayırt edemiyorum."

BEN ÇEKİLİRİM

Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, birgün çok dar bir sokakta, zenginliğinden başka özelliği olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir...

Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa, "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der.

Diyojen, kenara çekilerek gayet sakince şu karşılığı verir: "Ben çekilirim!!"

İNSANIN KIYMETİ

Yunan-Pers savaşları sonunda Pers (İran) askerleri esir edilip Atina meydanında satılığa çıkarılırlar. İranlı esir askerlerin üzerindeki göz kamaştırıcı elbiselerin bir çırpıda satılmasına karşılık, esirlere alıcı çıkmaması üzerine; orada bulunan Diyojen, düşünceli düşünceli:

"İnsan ne garip mahlûk! Arızî meziyetler üzerinden sökülüp atılınca, kendisi beş para bile etmiyor" der.

DEĞER Mİ?

Diyojen, halkın dünya için sabahtan akşama kadar uğraştıklarını, büyük binalar yaptıklarını, çektikleri zahmet ve meşakkatleri gördükçe, "insanlar, yetmiş sene değil, yedi yüz sene yaşasalardı, acaba neler yapmazlardı ki?!" dermiş.

YARIŞ

Diyojen, yaşlandığı için kendini yormamasını ve istirahat etmesini isteyenlere şu cevabı vermiş:

"Eğer bir yarışa katılmış olsaydınız, hedefinize yaklaştığınızda yavaşlar mıydınız?"

İKİ KULAK BİR AĞIZ

Filozof Diyojen'e sormuşlar:

"Üstadım! Niçin iki kulağımız, ama bir tek ağzımız var?"

Diyojen;

"Az konuşalım, ama çok dinleyelim diye" demiş.

KORKU

Korkulu rüyadan ürkenlere Diyojen, "Size hayret ediyorum" dermiş. "Uyanık iken adım başı gördüğünüz kötü şeylere aldırış etmediğiniz halde, uykuda gördüğünüz hayâli şeylerden korkuyorsunuz."

SERVET YOLU

Diyojen'e bir gün servet düşkünü biri, insanı servete kavuşturan yolun hangi yol olduğunu sormuş. O da yüzünü ekşiterek şöyle cevap vermiş:

"Aynı zamanda hem sağdan gidersin, hem soldan gidersin, hem bütün yollardan birden gidersin: işte o zaman hedefine ulaşırsın."

HAYVANLARDAN EN ŞİDDETLİ ISIRAN

Diyojen'e, "Hayvanlardan en şiddetli ısıran hangisidir?" diye sorarlar.

"Vahşi hayvanlardan, insanın gıyabında konuşanlar; ehli hayvanlardan ise, dalkavuklar" diye cevap verir.

DİYOJEN VE KALİSTEN

Meşhur Yunan filozofu Aristo'nun yeğeni Kalisten de filozoftur ve Büyük İskender'in maiyetinde bulunmuştur.

Bir gün Diyojen'e, dostlarından biri ondan şöyle bahsetmiş:

"Ne mutlu başına, ne bahtiyar adammış Kalisten! İskender'in maiyetinde bulunduğu için, kralın ziyafetlerinde de önemli yeri vardır."

Diyojen yüzünü ekşitir ve "Aksine ne mutsuz adammış demelisin; çünkü kendi karnı acıktığı zaman değil, İskender'in canı istediği zaman yemek yiyebiliyor" der.

Diyojen haksız değilmiş; çünkü Kalisten, İskender'in tanrılık taslamasını tenkit ettiği için, idam edilmiştir.

DİYOJEN VE MERCİMEK ÇORBASI

Diyojen, bir gün kendine çorba yapmak için çeşmenin başında mercimek ayıklıyormuş. Onu gören, krala dalkavukluğuyla meşhur Kalisten, Diyojen'in yanına yaklaşarak alaylı bir tavırla ne yaptığını sorar. Diyojen hiç istifini bozmadan, kendine çorba yapmak için mercimek ayıkladığını söyler. "Sen de benim gibi krala yanaşsaydın, mercimek ayıklamak zorunda kalmazdın" dediğinde, Diyojen hiç lafını esirgemeden cevap verir:

"Sen de böyle mercimek çorbasına kanaat etmesini becerebilseydin, krala dalkavukluk etmek zorunda kalmazdın" der.

DİYOJEN'İN İNTİKAMI

Hamal, sırtında taşıdığı keresteyi ünlü filozof Diyojen'in kafasına çarptıktan sonra "Dikkat!.", diye bağırmış. Diyojen o gün hiç sesini çıkarmadan akşam etmiş. Ertesi gün eline geçirdiği bir sopayla, sokakta rastladığı hamalın kafasına vurduktan sonra, "Dikkat!.." diye bağırarak yoluna devam etmiş.

BOŞ EV

Yakışıklı ve iyi giyimli bir gençle tanışan Diyojen, bu gencin son derece ahmakça sözler söylediğini görür. Kendisine bu genç hakkındaki fikrini soranlara şu cevabı verir:

"Muhteşem bir ev. Fakat içinde kimse yok, yani bomboş."

DÜNYADA EN FENA HAL

Diyojen'e, "Dünyada en fena hal nedir?" diye sorarlar. "Hem ihtiyar, hem fakir olmaktır" diye cevap verir.

NE VAKİT EVLENMELİ?

Birisi Diyojen'e, "Adam ne vakit evlenmeli?" diye sorar.

"Genç ise, henüz evlenme zamanı gelmemiştir. İhtiyar ise, vakti geçmiştir" der.


Kaynak: Cevdet Kılıç - Bilgelik Hikayeleri



Denis Diderot - Filozofça Düşünceler 4

XVI

Bir gün birine sormuşlar, gerçek tanrıtanımaz varmı diye, gerçek Hıristiyan bulunduğuna inanıyormusunuz diye cevap vermiş.

XVII

Metafiziğin bütün saçmaları, ileri süren kimseyi haksız çıkaran bir kanıt değerini bile taşımaz. Onları çürütmek için çok kere maddî veya manevî duyuları dürtüklemek gerekir. Bir kuşkucuya, kendi varlı­ğını inkâr etmekte haksız olduğu ancak dayakla ispatlanabilir. Elde bir tabanca ile Hobbes’a da buna benzer bir ders verilebilir. «Sökül paraları, yoksa ölürsün. Burada bizden başka kimse yok.
Ben daha güçlüyüm. Aramızda hak mak diye bir şey olamaz.»

XVIII

Tanrı tanımazlığın yediği büyük darbeler hiç de metafizikçinin elinden çıkma değildir. Malebranche ile Descartes’ın yüksek düşünceleri, materyalizmi sarsmaya Malpighi’nin gözlemlerinden daha az elverişlidir. Eğer bu tehlikeli varsayım günümüzde sarsılmaktaysa bunun şerefi yalnız deneysel fiziğindir. Üstün zekâlı bir varlığın bulunduğunu gösteren sevindirici kanıtlar, ancak Newton’un, Musscheribroeek'un, Hartsoeker’in Nieuwentyt’in eserlerinde bulunabilir. Bu büyük adamların sayesinde dünya artık Tanrı değil, çarkları, kayışları, makaraları, zembereği, ağırlıkları bulunan bir makinadır.

XIX

Varlık bilgisinin incelikleri olsa olsa şüphecileri ortaya çıkarmıştır. Ancak doğa bilgisi gerçek tanrıcıları yaratabilir. Canlıların yumurta İle ürediğinin anlaşılması, tek başına, tanrıtanımazlığın en zorlu itirazlarından birini çürütmeye yeter. Hareket ister temelli, ister geçici olsun, maddeye özgü bir şey ise de, şimdi anlıyorum kİ, canlının gelişiminde onun etkisi sona ermektedir. Bütün gözlemler bana gösteriyor ki, çürüme, kokuşma olayı, canlıya benzer yeni hiç bir şey meydana getirmiyor. En ilkel böceğin yapısı, insanın yapısından daha az şaşırtıcı değildir. Çekinmeden şu sonucu çıkarabilirim bundan: Moleküllerin içsel bir hareketi onlardan birini meydana getirebileceği gibi, pekâlâ, ötekini de meydana getirmiş olabilir. Bundan iki yüzyıl kadar önce, bir tanrıtanı­maz daha da ileri giderek, belki de bir gün, kokmuş bir et parçasından bir sürü sinek türeyip çıktığı gibi, yerin altından da düpedüz insanların ortaya çıktığı görülecektir, demiştir. Doğrusu, bir metafizikçinin ona ne cevap vereceğini bilmek isterdim.

İnsanın Başkaldırması

Kimi sözcük anlam kesinliğini yitirmiş, özünden boşalmıştır. Hürriyet, Adalet, Demokrasi bunlardandır, böyle olduğunu da heskes bilir. Bu sözcüklerin anlamını, sınırlarını açıkça belirtmek insanlar arasında anlaşmayı sağlamak bakımından gereklidir, hem asıl bugün gerekli, çünkü bunu yapmakla barışa yönetebiliriz dünyamızı.

Başka bir sözcük de, daha doğrusu bir kavram insan kavramıdır. Hepsine kaynak olduğu, hepsine yön verdiği için onu hemen, anlaşmazlığa meydan vermeden, tanımlamak çok önemlidir, insan açık, belli bir kavram gibi görünür, oysa kavramların en ikircili, en çelişkeni, karşıt yorumlara en elverişlisidir. Zorbalıklar hep bu ikirciliğe dayanır. Zorbalar bundan yararlanır, halk yığınlarının tutkularını, kö­tüye eğilimlerini besliye besliye onları sömürmek yolunu bulurlar. Sözcük de kavram da ikircildir dedik, ikircil çünkü sözcük tek başma birçok kavramları tanımlar, bu kavramlar birbirine akmış, karışmış gibi gö­rünür, oysa gerçekte karışmazlar. Bu karışımı çözmeye çalışmak, birbirine karışan kavramların karşı­lıklı sınırlarını çizmek, davranışlarımızda asıl «İnsanca» olanı bulup çıkarmak ve hangi davranışla insan olup, hangisiyle olunamıyacağını belirtmek incelememizin amacıdır.

Çoktandır tartışılagelen bir takım görüşleri, bilgileri karşılaştırmaktan, düzenlemekten ileri gitmez bu amacım. Bir sır çözmek, bilinmiyeni açıklamak niyetinde değilim, ama bilinenleri karşılaştırmakla bir gerçeği gün ışığına çıkarabiliriz belki, bu gerçek uzun zaman saklı kaldığı için daha da göz alıcı bir ışık saçabilir.

Ne anlıyoruz «insan» kelimesinden? Bu sözcük ne gibi düşünceler, çağrışımlar uyandırıyor bizde? Îlk akla gelen cevap şu olabilir: «însan benim gibi bir yaratıktır.» Biz bu kestirmeden görüşü hemen atalım. Gene de sözünü ediyorsak, bazı insanların ömür boyu bu görüşle yetindiklerindendir. Ne yazık ki yetinmekle de kalmazlar, bu görüşü ahlâklarının temeli yaparlar. İnsan olarak doğmuş olmaktan memnundurlar; kurt kurtluğunu nasıl yaşarsa, onlar da insanlıklarını öyle yaşarlar: insan adını hak etmek için hiçbir çaba göstermeden. Böylece kendilerini sarışın, aryen ve nazi bilirler, ne yapsanız, ne deseniz, sağduyuya getiremezsiniz onları.

Sözcüklerde daha elverişli bir tanım bulabilir miyiz acaba? Bakalım sözlük ne diyor:

İNSAN: Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, zekâ sahibi canlı.

İki ayak üzerinde dolaşan memeli hayvan antropoid maymun da olamaz mı? Zekâ sahibi canlı... Peki, öbür memelilerin zekâsı yok mu? Çeşitli derecelerde var biliyoruz: at öküzden daha zeki, köpekse attan daha zekidir. Tutalım ki zekâ insana vergi bir niteliktir, o zaman da insanı insanla tanımlamak yoluna gider ve zekâyı tanımlamak zorunda kalırız. «Sözle anlaşan» deyimi yeter mi? Yetmez.

İnsanlar birbirini çağırmak, tanımak, birbirlerine haber salmak, yaptıklarını bildirmekle kalsalardı, anlaşma araçlarını kullanmakta bazı kuşları geçemezlerdi. İnsanın dili hayvanlarınkinden ayrılmışsa, herhalde başka gereksinmelere uymak için ayrılmıştır. İnsanı bu gereksinmelerle tanımlamak yoluna gitmeli, yoksa dilini oynatıp lâf söylemesini papağan da becerir.

Gerçi insanın zekâ ve dil yetisi öbür canlılarınkinden üstündür. Ama öbür canlılara kıyasla insan bu yetiden daha çok faydalanmış değil, başka yoldan faydalanmıştır... Peki, bu fark ne, ne olmuş da günün birinde antropoid, yani insanımsıdan insan doğuvermiş? diye sorabiliriz, ya da insanımsı ne yaptı da günün birinde insanımsı olmaktan çıkıp insan oldu?

İnsanı en ilkel sınırında alalım, insanımsıdan hemen hemen ayrılmadığı aşamada. Günümüzde yaşıyan Pigme cücesi onu bize canlandırabilir, çünkü hemen her alanda bazı hayvanlardan daha aşağı durumdadır: fil kadar eğitilmeye elverişli değildir, şempanzeden daha beceriksizdir, köyler, bendler, arklar, setler kazan kunduz kadar iş gelmez elinden. Besbelli ki bu alanlarda aramamalı insanla hayvan arasındaki asıl ayrılığı. Ama Pigme hiçbir hayvanın hiçbir zaman yapamadığı bir şeyi yapar: göğe kü­fürler savurur.

İşte burada insanla hayvan arasında ortakla­şa bir ölçü yoktur. Bizi aydınlığa çıkaracak yoldayız - evet, göğe yalvarmak yakarmak, ya da lânet okumak asıl insan niteliğinin belli başlı belirtisi, en anlam dolu sembolüdür: insan soyutlama gücü ta­şır. Çünkü göğe seslenmek için, önce onu kavramak gerekir: insanı hayvandan ayıran, insanın insanımsıdan ayrılıp insan olarak meydana çıkmasını sağlıyan bu soyutlama, kavram kurma yetisidir.

Kavram kurmak ne demektir, neyi gerektirir? Topla oynıyan köpek, küçük balığı yutan büyük balık duyularım, yuvarlanan şey, yüzen şey diye «nesnelleştirir». Ama bu iş kendiliğinden, sanki kendi dışında olur: buna bir bilme istemi katmak zorunda değildir.

Oysa insan, yetilerini kullanıp bu nesneleri yuvarlanan şey diye değil de, soyutça «top» olarak, yüzen şey diye değil de, genellikle «balık», özellikle hamsi, palamut, lüfer olarak ayırırken - bu nesnelere yer çekimi, su kesimi gibi daha soyut kavramlar katmasa bile - bu eylemler karşısında yalnız «edilgin mi kalır» köpeğin, balığın kaldığı gibi? Kendiliğinden, kendi dışında mı olur ne olursa?

Besbelli ki değil. Hep denediğimiz için biliriz ki, her yeni soyutlama düşünce gücümüzün büyük bir çabasıyla olur, bu çaba bir isteme dayanır, en başta bilmek, anlamak istemine.

Bu istemi duyabilmek, kafasında böyle bir istemin doğabilmesi için insanın atası olan insanımsının önce bilmediğinin farkına varmış, sonra da bilmemeye, bilgisizliğe karşı direnmiş, ayaklanmış olması gerekir. Bunca bin yıllık koyu, yoğun özdevimden sonra bilmediğinin farkına varması ne demek? Bunca bin yıl doğaya körü körüne uyduktan sonra, günün birinde akıl almıyacak bir çabayla duyularından, güdülerinden, itilerinden kopması ne demek? Günün birinde itilerini, güdülerini yaşamayı bir yana bırakıp da aynanın karşısına geçercesine onları yüzlemesi, itişiyle güdüsüyle kendi kendisine seyirci olması, nesnelerden de, kendinden de sıyrılması, doğadan AYRILMASI olağanüstü bir «devrim» değil de nedir?

Bilmediğinin farkına varması için ayrılması gerekti, ama bu bilgisizliğe karşı koyması için, farkı­na varınca duygulanması, bilgisizliğe boyun eğmiyeceğine, onu yeneceğine karar vermesi ve, ayrıldıktan sonra da, savaşmayı göze alması, başka bir deyimle AYAKLANMASI gerekti.

Görülüyor ki, bilgisizliğe kâtlanamıyan insanla bilgisizliğe katlanan, daha doğrusu onunla bir olan hayvan arasındaki sınırı çizen bilgi istemi bir çeşit ayaklanmadır. Düşünce, konuşma, bilim ve benzeri bu ayaklanmanın ürünleri, sonuçlandır. İnsanı insan yapan bu niteliğidir. İnsan ayaklanıp "BAŞKALDlRDIGI" gün insan olmaya başladı.

Kaynak: Vercos - İnsan ve İnsanlar

Nietzsche ve Postmodernizm

Talip KABADAYI


Nietzsche hakkında pek çok yanlış anlamalar vardır ama belki de onun hakkındaki en yanlış anlama onun nihilist ve postmodern bir filozof olduğu- dur. Ben bu çalışmamda, Nietzsche'nin nihilizmini kısaca izah edip oradan Nietzsche'nin nasıl postmodern bir filozof yapılıp; pek çok temeli olmayan, asılsız yazı ve eserin dayanağı haline getirildiğini inceleyip, böyle düşünen bir kaç yazaruı fikirlerini ve iddialarını, Nietzsche'nin metinlerine dayanarak çürütmeye çalışacağım.

Şüphesiz nihilizm Nietzsche'nin eserlerindeki önemli temalardan bir tanesidir. Onun nihilizme karşı tutumunu en açık bir biçimde "The Gay Science"da, tanrının öldüğünün ilanı ile bulsak da, diğer eserlerinde de bu temanın işlendiğini görmekteyiz. Benim görebildiğim kadarıyla decadence'a dolayısıyla nihilizme ilişkin Nietzsche'nin söyledikleri şöyle özetlenebilir:

Untimely Meditations'm ikinci bölümü olan Tarihin yaşam için yarar ve zararlan'nda, Nietzsche, tarihçinin ve onun tutumunun, şimdiyi ve şimdiki yaşamı düşünmeksizin bulduğunu topladığında, eskiyle ilgili her şey şimdiyle ilgisi kurulmadan tapınma ve saygı nesnesi yapıldığında decadent olacağını söyler. Özellikle aynı eserin 5. bölümünde, Nietzsche aşın tarihle kişiliğin zayıflatılmasında dikkatimizi çeker; elbette zayıflatılmış kişilik ona baskı yapan tarihsel bilgiyi kullanamayacaktır. Yine aynı eserin 10. bölümünde, Nietzsche, aşın tarihin bekçiliğini yaptığı için, eğitim sistemini ele alır çünkü bu eğitim sistemi bireyin özgür gelişimine izin vermediği için ka- nımca kişiyi decadence'a götürür.

Şimdi de nihilizmle ilgisinde The Fay Science 3. Kitapta yazılanlara bakalım. Bir kaçık (madman) Pazar yerine koşar ve tanrıyı arıyorum!, diye bağırır. Kimisi onu kayıp mı ettin? Kimisi tanrı saklanıyor mu? Bazıları da tanrı bizden korkuyor mu? diye sorarlar. Kaçık tanrının nereye gittiğini size söyleyeceğim, der; siz ve ben onu öldürdük, biz onun katilleriyiz, der. Bes- belli Nietzsche burada nihilizmi ilan etmektedir çünkü tanrının ölümüyle hiç bir ilahi adalet, tanrısal inayet ve moralite artık yoktur. Başka bir deyişle, tanrının ölümü şimdiye kadarki batı kültüründe egemen olan değerlerin, moralin vs...nin artık geçerliliğini yitirdiğidir. Yine aynı eser 5. Kitapta, "biz korkusuzlar" kısmında, en büyük olay olan tanrının ölümünün şimdiden Avrupa üzerine ilk gölgelerini düşürdüğünü söyler Nietzsche. Tabi ki bu gölge yani şüphe tüm Avrupa moralitesi üzerine düşer. Tanrının ölmesiyle, kişi hristiyan moralitesinin getirdiği fayda ve avantajlardan artık yararlanamayacaktır; elbette bu da kişi üzerinde büyük bir çöküntüye yol açar.

Eğer yanılmıyorsam Nietzsche yukarıda söylediklerinin temeli üzerine The Will to Power'da, Avrupa nihilizmine bakar. Nedir nihilizm? O en yüksek değerlerin değerini yitirmesidir. İnsan hayatındâ bir zamanlar bir anlam ve amaç olduğuna olan inanç artık kaybolmuştur. Değersizlik, anlamsızlık fıkri, birlik hedef, gerçek vb... kavramlarla varlığın genel özelliğinin anlaşı- lamayacağının kavranmasıyla doğmuştur. Bu kategorilerle dünyaya değerler yansıtıyorduk, bunları geri çekince evrenin değersiz olduğunu gördük. İşte dünyanın değerini, böyle uydurulmuş bir dünyanın kategorileriyle ölçünce, aklın kategorilerine olan inanç nihilizme yol açmaktadır.~ Kişi yaşamın, her şeyin bir hedefe doğru gittiğinin bir yanılma olduğunu gördüğünde, yani ger- çekte var olmayan anlamlar aradığının farkına vardığında hayat tüm anlam ve önemini yitirir. Bu psikolojik bir durum olarak nihilizmin ilk biçimidir. Dünyada olup biten her şeyin sistematik bir birlik içerisinde olup bittiğine olan inanç da, gerçekten böyle bir birliğin olmadığı görüldüğünde yıkılmış- tır. Bu da insanda yalnızlık ve güvensizlik duygularına yol açmıştır. Kısaca özetlenen nihilizmin bu iki biçimi dünyadaki olup bitende bir birlik ve amaçlılık aramanın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Tanrıya, birliğe ve hedefe olan inancın çökmesi, doğal olarak, bu oluş dünyasının da bir aldanma olarak görülmesine yol açtı; yani artık hayatın anlamı ve önemi kalmadı.

Nietzsche buradan aktif ve pasif nihilizmden söz etmeye geçer. Kişi, anlam ve değerin olmadığı yerde anlam ve değer arayıp bulamayınca; yanlış bir genelleştirmeyle hiç bir şeyin anlamı ve değeri olmadığı sonucuna vardı. Bunun nedeni, kişinin gücünün eksikliği; ruhun gücünün azalmasıdır ve bu pasif nihilizm olarak adlandırılır. «Aktif nihilizm ruhun gücünün artmasıdır yaratıcı olacak kişilerin, kendi kendileriyle hesaplaşma, iyileşme dönemleridir, bu nihilizm.

Şimdi de kısaca nihilizmle ilgisinde Nietzsche'nin hristiyanlığa ~bakışını ele alalım. Ona göre, hristiyan moralitesi ve bunun üstüne kurulan modem ruh, hayatın çöküşü üzerine yükselirler; dolayısıyla hristiyanlığın ilkeleri hayata düşmandır The Antichrist 15. Aforizmada, Nietzsche hristiyanlığın dünyası tamamıyla hayali bir dünyadır, der. Ne hristiyanlik moralinin ne de dininin gerçeklikte herhangi bir bağı vardır. Hristiyanlığın en temel varlık ve kavramları olan tanrı, ruh, öte dünya, günah vb... gibi şeyler hayalidirler ve gerçek(lik)ten acı çekenlerin ve yaşamları istedikleri şekilde gitmeyenlerin uydurdukları şeylerdir. Nietzsche hristiyanlıkta decadence ve nihilizmin asli özellikleri olan hayatın çöküşü ve zayıflatılmasını görür. Yine aynı eser 7. Aforizmada, Nietzsche hristiyanlığı acımanın dini olarak adlandırır; ancak ona göre, acıma dininin temelinde hayatı inkâr vardır. Aslında hayatın özü, büyüme, kuvvet kazanma; yani güçtür. Nietzsche hristiyanlığa kayıtsız şartsız hayır demektedir çünkü hristiyanlik başından beri hayattan yüz çevirmiştir ve bu yüzden de temelinden nihilistik hale gelmiştir.

Birkaç cümleyle özetlersek, nihilizm en yüce değerlerin değerini yitirmesi, dolayısıyla tanrının ölmüş olmasıdır. Tüm eski değerler yıkılmış ve otorite de yok olmuş olduğu için insanın eylemesi, yapıp etmesi ve bilmesi için artık hiç bir sınır kalmamıştır.

Nietzsche'nin nihilizm ve decadence'a ilişkin söylem ve tespitlerini pek çok yazar, özellikle kendilerini postmodern olarak niteleyenler, kendilerine dayanak ve temel yapmaya çalıştılar ve çalışıyorlar. Örneğin Gianni Vattimo'ya göre, felsefi postmodernite Nietzsche'nin "tarihin yaşam için yarar ve zararları" adlı çalışmasıyla birlikte doğmuştur. Ona göre Nietzsche bu eserde, 19. Yüzyıl insanını yiyip bitiren aşın tarih bilinci problemini saptar. Bu aşın tarih bilinci, insanlığı yepyeni bir tarih üretmekten alıkoymaktadır. Böyle olunca tabi ki 19. Yüzyıl Avrupa uygarlığı kendine özgü bir stil geliştiremiyor. Nietzsche bunu tarih hastalığı olarak belirtir. Tarih hastalığı Vattimonun yorumuna göre bir decadence olarak modernite problemidir.

Kendilerine postmodem yazarlar ve düşünürler diyenler nasıl ve niçin Nietzsche'yi ve onun yazdıklarını kendilerine dayanak yapıyorlar ve modernite adı altında bu yazarlar neye eleştiri getiriyorlar bunları açıkça görmek için Prof. I. Kuçuradi'nin bu konuda söylediklerine bakarak bunları izah etmeye çalışalım.

Prof. Kuçuradi'ye göre, 2. Dünya Savaşı'nın hemen ardından kalkınma politikalarıyla çıkmaza sokulmuş bir dünyada yaşıyoruz. Kimliğini arayan bu arada tek ve bir olmaya çalışan bir Avrupa görüyoruz. Milliyetçilik artıyor ve devletler daha küçük devletlere ayrıliyor. İnsanların öldürüldüğü, küçük savaşların patlak verdiği bir orta doğu görüyoruz. İşte tüm bunların içinde olup bittiği çağımız bazı düşünürler tarafından postmodern olarak adlandırılıyor.

Postmodernizmin modernite adı altında neyi eleştirdiğine daha yakından bakalım. Modern teriminin relatifi, antik, geleneksel, klasik vb...dirler. Modern terimi bu anlamda bir şeyi yapıp etmenin en son yolunu ifade eder. Batı çevrelerinde ya da batı kültürlerinde modern terimi; çeşitli insan etkinlikleri ve onların ürünlerinde ortaya çıkan özelliklerin bütününü ifade eder görünüyor. Bu ya da şu etkinliği yaparken ve ürünler ortaya koyarken içinde bu özelliklerin görüldüğü dönem modern olarak adlandırılıyor. Sonuçta, batı çevrelerinde üzerine tartışılan modernite terimi geçmişle bağını koparmasıyla belirlenen içinde belirli bir dünya görüşünün hakim olduğu tarihsel bir dönemi ifade ediyor gibi görünüyor. ~~ Batıda devam eden modernite tartışması bir dünya görüşü olarak modernite hakkındaki -hangi dünya görüşü olduğu ~açık olmamasına rağmen- pozitif değer yargısına karşı bir tepki göstermektir.

Modernite adı altında postmodemizmin hangi dünya görüşünü eleştirdiğini saptayabilmek için Prof. Kuçuradi'ye göre tarihsel bir dönem olarak modernitenin ne olduğunu açığa kavuşturmamız gerekir. Ortaçağlardaki hakim insan kâvramı ve dünya görüşünden kopmak olarak düşünülen modernite sık sık aydınlanma ile eş tutulmuştur, ama şeyleri metafizik olmayan yolla temellendirme ve açıklama olarak anlaşılan rasyonalite ile değil. Bu da batı rasyonalitesi ile eşleştirilmiştir; yani şeyleri açıklama ve temellendirme de muhtemelen metafızik olmayan özel bir yaklaşım. İşte postmodernizmin eleştirdiği modernizm bu yaklaşımla eşleştirilmiş gibi gözüküyor. Bunu daha iyi görebilmek için açık bir aydınlanma kavramına ihtiyâcımız var, Prof. Kuçuradi'ye göre.

Aydınlanma nedir? Sorusuna Kant 1784'de şu cevabı verir: kişinin kendisinin düştüğü erginsizlik durumundan yine kendi aklını kullanarak kurtulmasıdır. Burada görüyoruz ki aydınlanma belli bir yaklaşım ya da görüş olarak düşünülmüyor; herhangi bir konuda bireyin kendi aklını kullanma cesareti ve kapasitesinii ifade ediyor, özellikle dini konularda. Kant' ın aydınlanma kavramı ile Comte pozitivizminin ve Hegel'in akıl kavramıyla belirlenmiş gözüken batı rasyonalitesinin bir ilgisi yoktur. Öte yandan tarihsel bir dönem olarak modernite tüm bu saydığımız görüşleri içerir. Ancak günümüzde hakim felsefeler olan pragmatizm ve marksizmin arkasında aydınlanma değil yukarıda anlatıldığı şekliyle batı rasyonalitesi vardır. Pragmatizmin ve marksizmin ana özellikleri onların pluralist ve pozitivist olmalarıdır. Ayrıca her ikisi de metafizik karşıtı bilimsel dünya görüşünü, aynı pozitivistik insan görüşünü ve her şeye izin vardır meta-ilkesini paylaşırlar. Örneğin, pragmatizmde faydalı olana götüren-her şeye izin vardır; marksizmde sınıfsız topluma götüren her şeye izin vardır.

Modernite tartışması bilimsel dünya görüşü ile yakından ilgili olduğu için buna daha yakından bakalım. Viyana çevresinin 1929'da yazılan manifestosunda özetle şunlar denmektedir. Bilimsel dünya görüşü ilkin deneyci ve pozitivisttir; sadece deneyden gelen bilgi vardır. İkinci olarak, bunların mantıksal analiz adı verilen belli bir metotları vardır. İşte pragmatizm ve marksizmin arkasında gördüğümüz rasyonel dünya görüşü budur; yani bu bilimsel denen dünya görüşü rasyonalite ve batı rasyonalitesiyle eş kılınıyor. Ancak, Avrupa düşünce tarihinde bir dönem olan modernitede başka dünya görüşleri de vardır. Tarihsel bir dönem olarak modernitenin içinde, ortaçağın insan kavramı ve dünya görüşleri de vardır. Tarihsel bir dönem olarak mo- dernitenin içinde, ortaçağın insan kavramı ve dünya görüşünden kopmayı sağlayan, insan haklan, laiklik, insan olmanın onuru idesi vb... şeylerle ortaya çıkan aydmlanma da vardır. İşte bilimsel dünya görüşünün hakim olmasıyla bilginin nesnesi kaybolmuş ve pluralizm bir çare olarak düşünülmüştür. İnsan etkinliğinin çeşitli alanlarında bilginin nesnesini yitirmesinin bir sonucu olarak modernite eleştirisi adı altında, aydınlanmanın getirdiği ilke ve fikirler de eleştirilip, reddedilmekte ve tüm kültürlere eşit saygı gösterme modası yayılmaktadır.

Bir kaç cümleyle ifade edecek olursak, kendilerine postmodern diyen yazarlar Nietzsche'nin yaptığını, kendi yazılarında yaptıklarını düşünüyorlar ya da iddia ediyorlar, ama yaptıkları aslında Prof. Kuçuradi'ııin makalesinde gördüğümüz gibi pozitivist dünya görüşünü sorgulamaktır. Modernite, aydınlanma ve rasyonel olmak ile eşleştiriliyor; bunu yaparken modernite kafalarında açık olmadığı için, neo-pozitivizmi eleştirirken (bu yaptıkları yerinde bir eleştiridir) aydınlanmanın getirdiği fikirleri de eleştiriyorlar. Nietzsche modern insan, modernite vb... derken çağ olarak modernitenin insanını kastetmiyor, 19. Yüzyıl Avrupa insan tipini kastediyor; decadence insan tipi yani, en son moda olan insan (bu bizim ülkemizdeki bir çıkan veya menfaati olmadan parmağını bile oynatmayan bazı kamu görevlileri ve insanları akla getiriyor). Dolayısıyla postmodernlerin göndermede bulundukları modern (westem), Nietzsche'nin modern kavramından çok farklıdır ve tarihsel bir döneme karşılık gelir.

Şimdi gönül rahatlığıyla bazı postmodern yazarların Nietzsche'yi kendilerine nasıl dayanak yaptıklarına bakıp, onları değerlendirebiliriz.

Comel West'e göre, Nietzsche batıdaki postmodem düşüncenin merkezinde önemli bir yere sahiptir. Onun aforistik yazım stili postmodern filozofları etkilemiştir; bunlar arasında Wittgenstein, Quine ve Rorty sayılabilir.

David Hoy'a göre, sorun Nietzsche'nin 1889'da çıldırdığında, 19. Yüzyılda alternatif bir felsefe görüşünün ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Nietzsche bize parçalar halinde ve aforizmalarla yazılmış felsefi eserler bırakarak, Kant ve öteki modemlerin modelinden çok farklı bir felsefe modeli sağlar; bu yüzden biz onu postmodern olarak adlandırırız.

Robert Solomon'a göre, eğer postmodernizmin bir başlangıcı varsa bunu Alman filozofu Nietzsche'nin eserlerinde bulmak mümkündür. 1900'de Nietzsche'nin ölümünden sonra özellikle kendilerine postmodern diyen akademisyen, edebiyatçı ve tarihçi, onun parçalar halinde ve aforizmatik yazı stilinden etkilenmişlerdir. Hem Nietzsche de kendisini zaten zamana aykırı (untimely) olarak adlandırmış ve felsefesini moderniteye bir saldın olarak belirtmiştir.

Nietzsche'nin kitapları kanımca okunması kolay ama anlaşılması en zor olanlardır. Bunun yanında, onu yanlış anlamak maalesef çok kolay; bunun yukarıdaki iddialarda da gördüğümüz gibi onun yazma stili ve felsefi metoduyla ilgisi var. Nietzsche'nin metoduna baktığımızda içlerinde çekirdek halde pek çok fıkir taşıyan aforizmalar ve fragmentler görürüz. Elbette ki bunların niye böyle yazıldığını ve Nietzsche'nin bunlarla gerçekten ne söylemek istediğini anlamak istemeyen posmodernler, işlerine gelen, kendilerine uygun cümleleri bu metinlerin içinden çekip alıyorlar istedikleri gibi de kullanıyorlar.

Human all too Human'da özetle şunları der Nietzsche: insanların çoğu uzun akıl yürütmelere dayanan argümanlardan çok, kesin ve güvenilir savlardan etkileniyorlar. Dahası, ona göre bütün bir felsefedense, tamamlanmamış bir fikri sunmak bazen daha etkilidir.

Twilights of the Idols'da "skirmishes" bölümünde Nietzsche özetle şöyle der: başkalarının koca bir kitapta söylediğini, hatta başkalarının koca bir kitapta söyleyemediğini, on cümleyle söylemektir onun istediği. Yine aynı eserde, l. bölüm, 26. Aforizmada, Nietzsche tüm sistematikçilere güvensizliğim var, onlardan sakınıyorum, der.

Gördüğümüz gibi Nietzsche eserlerinin çoğunda neden aforizmalar ve fragmentler kullandığını, eğer dikkatli okunursa, yine kendisi izah ediyor: Bundan başka sanırım şunları da söyleyebiliriz: aforizmalar ve fragmentler okuyucunun zihnini, metinde çekirdek halde bulunan fikri açığa kavuşturmak için, motive eder çünkü onların kendilerine özgü ilgi çeken yanlan var- dır. Bir de şu var; Nietzsche'nin sağlığının ne durumda olduğu herkesçe bilinen bir şey, belki de sağlığının kötü olması nedeniyle uzun uzun yazmak yerine, fıkirlerini aforizma ve fragmentlerle ifade etme yolunu seçmiştir. Tabi onun çok iyi bir fılolog olduğunu da unutmamak gerekir. Merak ediyorum, postmodernler neden Monteign'i, Denemeler'in yazan Monteign'i, kendilerine dayanak yapmıyorlar anlamıyorum. O da eserinde fragmentler ve aforizmalar kullanıyor.'

Nietzsche'nin postmodern bir fılozof olduğunu ileri sürenler, onun felsefesinin pluralist olduğunu da ileri sürüyorlar. Onlara göre Nietzsche, moderniteden dogmatik evrenselciliği yüzünden haz etmemiş ve özellikle perspektivizm görüşünü ileri sürerek, kendisini pluralist olarak tanımlamıştır. Kanımca Nietzsche'nin perspektivizmini tam anlamadıkları ve onun yazılannı bütün olarak okumadıklan için onu pluralist yapıyorlar. Onun perspektivizmi pluralizmden çok farklı ve önemli bir görüştür. En iyisi Nietzsche'ye pluralist diyenlerin yazdıklarından hareket edelim. Cornel West'e göre, Nietzsche'den alıntılanan aşağıdaki pasaj, Quine'ın pragmatizminin dolayısıyla da pluralizmin bir habercisidir.~~

Dünyanın değeri onu yorumlamamızda yatar. Önceki yorumlamalar kendileri aracılığı ile yaşamımızı sürdürebildiğimiz perspektif değer vermelerdir. Yani, gücü istemede, gücün artması için her güçlenme ve gücün artriıası yeni perspektifler ve yeni ufuklara inanrrıa yollan açax -bu fikir benim yazılarıma nüfuz eder- ilgili olduğumuz dünya sahtedir, yani bir oldu değil, bir kurmacadır. O akış içerisindedir, oluş içerisinde oIan bir şey gibi bir yanlışlık olarak daima değişiyor, ancak hakikate asla ya- kın olamıyor; çünkü hakikat yoktur.

Bu pasaj Nietzsche'nin perspektivizm görüşünü en açık şekilde göre- bildiğimiz pasajlardan bir tanesidir. Bay West nasıl olur da bunu pluralizme dayanak yapar anlaşılır değildir. Aslında Nietzsche'nin burada yaptığı hakikat (doğruluk) sorununa dikkatimizi çekmektir; bunu yaparken de tüm hakikat iddialarının perspektifli olduğunu ileri sürer.

Maalesef Nietzsche'de sistematik olarak işlenmiş bir doğruluk teorisi olmadığı için o hep yanlış anlaşılıyor.

Nietzsche'ye göre bilmek demek, birisinin bilinen bir şeyle ilişkiye girmesi demektir.29 Yine ona göre, zihin pasif değildir; o yaratıcı bir güçtür; bir ayna gibi şeyleri yansıtmaz; kısmen de olsa zihin bildiği şeyi yaratır.3~ Doğruluk onun için keşfedilecek ya da bulunacak bir şey değil, yaratılacak olan bir şeydir. Yani, hakikatlerimiz kısaca bizim ürünümüz olan şeylerdir. Nietzsche için doğruluktan bahsetmek, hakikatlerden bahsetmektir. Pek çok sayıda göz olduğu için pek çok sayıda da hakikat vardır; sonuç olarak hakikat yoktur. Bu bizi onun yorumlama anlayışına getirir. O yalnızca olgular vardır diyen pozitivizme karşı, hayır! Olgular yalnızca,yorumlamalardır, diyor. Postmodernler özellikle onun bu savını pluralizme çekiyorlar.

On the Geneology of Morals'da Nietzsche şunları yazar: "yalnızca perspektifli bir görme vardır, yalnızca perspektifli bir bilme vardır." Yani bütün bilgimiz perspektiflidir. Yine aynı yerde Nietzsche özetle şunları söylemektedir: tehlikeli ve eski bir uydurma olan zamansız bilen özneye karşı tetikte olalım; saf akıl, mutlak ruh, kendinde bilgi gibi çelişkili kavramlara karşı tetikte olalım. Bu alıntılara dayanarak, Nietzsche'yi pluralist yapanlara karşı şöyle savunmak belki olanaklı olabilir. Nietzsche bu yazdıklarıyla görme ve bilme arasında bir analoji kuruyor biz aynı görmede olduğu gibi biliyoruz, yani bilme açısından perspektiflilik objenin görünüşünü etkileyen bilenle ilgili bir şey. Algılarımız perspektifli olduğu için hakikatler aldanmalardır çünkü onlar kendinde şeye karşılık gelmezler. Nietzsche'nin perspektivizmi aslında kendi şeylerin bilgisini elde edebileceğimiz iddialarını çürütmek ve onlardan kaçınmak için ileri sürülmüştür; dolayısıyla pluralizm ile hiç bir ilgisi yoktur. Kendinde şeylerin bilgisini elde etmek, nesnelere, olana bitene hiç bir perspektiften bakmamakla aynı anlama gelir. Kısaca Nietzsche'ye göre, çeşitli perspektiflerle yorumlama dışında bir şeyi bilmenin yolu yok. Prof. Kuçuradi'ye göre de, Nietzsche'nin perspektivizmi kendinde varlığı kabul edenlere karşıdır, insan realitesini anlamlandırma ve değerlendirmedeki sınırlılık, belli bir açının kaçınılmazlığıdır dile getirilmek istenen. Bu insan problemlerinin hep yeniden ele alınabileceği, her ele alınışta da yeni doğru bir şeyin kavranabileceği demektir. Demek ki hakikat için kapasitemiz sınırlı, yani bir insanın bilebileceğinden çok hakikat var; bu yüzden farklı ilgisi ve merakı olan insanlar ortaya farklı doğrular koyacaklardır, o zaman ilgilerimiz nereye bakacağımızda ve ne göreceğimizde belirleyici oluyorlar. Ayrıca bilgimizin perspektifli olması demek, bilmemizin ve bilme yetilerimizin üzerindeki sınırların kalkması demektir.

Yine On the Geneology of Morals'da Nietzsche özetle şöyle der: belli insan tiplerine uygun, onlar için faydalı ve mantıklı moraller vardır. Hristiyanlığın en büyük hatalarından birisi kendi moral sisteminin evrensel olduğunu kabul etmesidir.

Aslında Hristiyan morali, belli türden insanlar için uygundur, yani zayıflar için. Buradan hareket edersek, Nietzsche hakikat yoktur demiyor aslında, dediği şu: her bir tip için uygun gelen bir doğru (haki- kat) vardır, her görüşün kendine uygun taraftan vardır. Demek ki her tipe uygun perspektifler vardır, fakat problem eğer herhangi bir tip kendi perspektifınin tek doğru olduğunu iddia ettiğinde ortaya çıkıyor. Nietzsche hakikat yoktur, yorumlamalar vardır vb. .. şeyleri ileri sürerken, dünyanın nesnel, değişmez, hep kalan bir yapısı olmadığını da dile getiriyor bence; dolayısıyla değişmez, sabit kalan moral, hakikat ve bilgi yoktur, yalnızca perspektifli bilme ve görme, yani yorumlar vardır.

Son tahlilde, Nietzsche'nin perspektivizminden postmodernlerin iddia ettikleri gibi pluralizm ideali çıkmıyor, çünkü o ebedi doğrulan, hristiyanları, kendi moral sistemlerinin evrensel ve tek doğru olduğunu iddia edenleri vb... şeyleri eleştiriyor ve perspektivizmini bunlara karşı bir önlem olarak getiriyor.

Sonuç olarak, Nietzsche'nin eserlerini bir bütün olarak, hatta tarihsel sırayla okumazsak, postmodemlerin asılsızca ve temelsizce iddia ettikleri gibi, onu postmodern, pluralist ve hatta nihilist bile yapabiliriz. Bana öyle geliyor ki, Nietzsche nin yazma stili, kullandığı metot ve fıkirlerinin içinde yaşadığı çağı aşması, ve hatta günümüzde bile onun doğru anlaşılamamasının nedeni, onun çok iyi bir fılolog ve antik Yunan kültürünün bir öğrencisi ol- masındandır. Demek ki kendilerine postmodern diyenler Nietzsche'yi iyi okuyup anlasalardı, onun yazdıklarının kendilerine de bir uyarı olduğunu anlarlardı. Nietzsche kendi ortaya koyduğu fıkir ve bilgilerin değişmez, mutlak doğrular olmadığını biliyor ama yaptıklanyla bize şunu göstermeye çalışıyor sanırım: tüm bunlar yaratmaya, düşünmeye ve ortaya yeni bir şeyler koymaya engel değildir; onu postmodern, pluralist vs... yapmak yerine; onun yaptığı gibi bağımsız düşünüp, özgürce yaratarak yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışmalıyız.

_______________________

Kaynak: - Felsefe Tartışmaları 26. Kitap

Mevlana ve Bergson'da Ruh Kavramı

Bu bildiride aralarında yaklaşık yedi yüz yıllık bir zaman farkı bulunmasına rağmen insanlık tarihi ve kültürüne ölümsüz eserler bırakmış olan, zihniyet olarak çağdaş iki abideyi, ruh kavramı ve kavrayışı ekseninde ele alıp karşılaştırmayı deneyeceğiz.

Bir mutasavvıf ve mütefekkir ile bir filozofu birlikte ele alabilmek için şüphesiz, bir takım ortak kavram ve kategorilerden hareket etmek gerekmektedir. Mevlana ve Bergson söz konusu olduğunda bu kavramların başlıcaları; “hayat”, “ruh”, “madde”, “tekâmül”, “yenilik” ve “dinamizm” olacaktır. Zira ontolojik olarak temele konulan realite dinamiktir. Bu realite ile ruh arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Her iki düşünürde de maddenin yanında ve ötesinde üst ve aşkın bir realite olarak ruh ve hayat mertebesi yer almaktadır. Aslında her iki düşünürde de madde ile hayat ve madde (beden) ile ruh arasında esaslı bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu karşıtlık kendisini her iki düşünürün insan telakkilerinde de hissettirmektedir. Çünkü insan varlığı temelde ruh ve beden varlığı olarak belirmektedir. Mevlana düşüncesinde insan nurdan ve çamurdan oluşan bir bileşkedir. Bu durum insanda bir gerilim meydana getirmektedir. Zira çamurdan olan beden ile nurdan olan ruh arasında esaslı bir fark bulunmakta ve bu durum da insanoğlunda aşılması zorunlu bir gerilim meydana getirmektedir.

“Bedenin meyli, yiyeceğe içeceğe, yeşilliğe, akarsularadır. Çünkü onun aslı onlardandır. (…) Ruhun meyli, hikmete ve manevi olan bilgi ve marifete; bedenin meyli ise bağlara, bahçelere, üzümleredir. Ruh manen yücelmek, yükselmek ister; beden ise kazanca, paraya, pula, yiyeceğe, içeceğe düşkündür.” (Mesnevi)

Bergson felsefesinde de madde ile hayat ve ruh ile beden arasında buna benzer bir karşıtlık ve gerilim ilişkisi söz konusudur. Bergson varlıkta iniş ve çıkış olmak üzere birbirine zıt iki istikamet tasarlamıştır. Madde ontolojik olarak eksik bir varlıktır ve aşağı doğru (iniş) bir hareket halindedir. Bunun tersine ruh ve hayat ise yukarı doğru (çıkış) bir dinamizm içerisindedir. (Henri Bergson - Yaratıcı Tekâmül)

Yine Mevlana ve Bergson’da varlık dinamik bir süreçtir. Bir kerede bütün zamanlar için ortaya konulmuş bir varlık tasarımı söz konusu değildir. Varlık (Evren) maddi ve manevi süreçleriyle oluş ve akış halindedir. Tekâmül maddi ve manevi dünyalar için ayrı ayrı geçerlidir. Bu olguyu Mevlana şöyle dile getirmektedir:

“İlkin, maden idin, sonra bitki, Bilahare hayvan oldun: bu gözlerinden nasıl gizli kalacaktır?
Bundan sonra, bilgi, akıl ve imanla donatılmış insan oldun.”

Bergson, varlığı, temelde spiritüel olan hayat hamlesinin madde engelini aşarak, kendisini patlamalarla açtığı dinamik bir süreç içerisinde tasarlar. Ona göre hayat hamlesi başlangıçta bir ve bütündü. Bu aşamada pür spiritüel bir haldeydi. Ancak varlıkların çokluğunu meydana getirebilmek için, bir havai fişeği andırır şekilde patlaması ve açılması gerekmiştir.

Hayat hamlesi metaforu ile Bergson, varlığın madde ve hayat olarak başkalaşmasını ve hayatın kendi içerisinden bitki, hayvan ve insan boylarını yaratmasını betimler. Böylece tekâmül, madde ve mana planında, her iki düşünürde de, merkezi kavramlardan biri olarak karşımıza çıkar. Biyolojik sahada bitki, hayvan ve insan boylarının dayanışma içerisinde bulunmaları; bitkiden hayvana, hayvandan insana doğru hayatın karmaşıklaşarak hareketini sürdürmesi ve sonuçta daha yetkin bir varlık olarak insana ulaşması söz konusudur. Ancak Bergson’da hayat hamlesinin önceden çizilmiş veya planlanmış bir rotası bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu süreç mekanizm veya finalizm ile de açıklanamamaktadır. Öyleyse Bergson’a göre hayatın oluşlarında tekrarlar ve geriye dönüşler olmaksızın hep ileriye ve yeniye doğru, önceden hesap edilemeyen, yaratıcı bir tekâmül kabul etmek gerekecektir.

Bergson metafiziğinde bir gaye fikri veya finalizm bulunmamaktadır. Ayrıca bitki, hayvan ve insan boyları arasında bir geçiş ya da sıçrama da söz konusu değildir. Bunlar hayat hamlesinin açılımı sürecinde meydana gelen üç müstakil koldur. Ancak aralarında köken birliği sebebiyle yardımlaşma ve dayanışma bulunmakta, bu da bütün canlıların ve ekosistemin devamlılığını sağlamaktadır.

Bergson hayat hamlesi için nihai bir hedef veya rota öngörmemiş olmakla birlikte, ruhun insan varlığına dönüştüğü süreçte, en olgun ve yetkin haline büründüğünü düşünmektedir. Hayat hamlesi yaratıcı-dinamik ve evrimsel bir süreç içerisinde insan varlığını açığa çıkartmakta ve sonrasında beşeri planda yüksek kültür ve uygarlık ürünleri üzerinden yoluna devam etmektedir. Bunlar bilim, felsefe, sanat, din ve ahlak gibi yüksek kültür ve insanlık başarılarıdır. Böylece insan varlığında ruhun tekâmülü bitimsiz ve dinamik bir süreç olarak okunabilmektedir.

Mevlana ve Bergson düşüncesinde, ruh, maddeye ve bedene göre öncelikli ve aşkın bir konumdadır. Bu temel noktada birleşmelerine rağmen nüansta bir ayrılık olup olmadığına bakmak gerekirse; öncelikle ruhun bir “cevher” olarak görülüp görülmediği sorgulanmalıdır. Genel hatlarıyla her iki düşünürde de ruh, bedene hayat veren ilkedir. Ruhun bedendeki etkisi hayat, canlılık, idrak, duygu ve düşüncedir. Yine her iki düşünürde de ruhların ferdiliği söz konusudur ve tenasüh yoktur. Mevlana’da “ruhlar, ruh âleminden dünyaya gelmişlerdir”, “ölümsüz”dürler, “la-mekani”dirler ve “ruh âlemine dönmeyi dilerler”. Onun deyişiyle, “ölümsüz olan ruh parlak bir güneştir” ve “toprak bedenin içindeki mücevherdir”. Ayrıca bedeni idare eden de ruhtur: “Suyun kaynayışı nasıl ateşin eseri ise, dilin konuşması, gözün görmesi, kulağın işitmesi de ruhun ışığı, ruhun eseridir.”

Bergson’da ruh, bir yanıyla genel metafizik düzenin bir yanıyla da insan varlığının temel realitesidir. Çünkü varlığın temelinde Tanrısal bir güç ve hareket olan hayat hamlesi bulunmaktadır. Hayat hamlesi spiritüel/ruhsal bir realitedir. Böylece Bergson’a göre spiritüel / ruhsal bir güç ve yaratma isteği olarak betimlenen hayat hamlesi bütün varlığın temelinde yatan bir kaynak ve ilke durumundadır. Bu sistemde madde, hayat hamlesinin açılımı sürecinde geride bırakılan atık ve artıktır. Varlığın en alt katmanıdır ve eksik bir varlıktır.

“Madde”den “insan”a doğru geçilirken canlı türleri, bitki ve hayvan düzey ve düzlemlerinde çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu seviyede hayvanlarda içgüdü denilen, objesini doğrudan doğruya kavrayan ve çevreye kusursuz uyum sağlayan bir yeti gelişmiştir. Ancak bu yetinin kendisi hakkında bir bilinci yoktur. İçgüdünün bilinçli hale gelmesi, yaratıcı tekâmül neticesi insan varlığında sezgi şeklinde açığa çıkmasıyla mümkün olmuştur. İnsanda ayrıca analitik düşünmeyi, alet yapıp kullanmayı ve maddeye hâkim olmayı sağlayan zekâ da ruhun yetileri arasında yer almaktadır.

Zekâ madde üzerinde çalışmaya yönelmiş bir yeti olduğu için bütünü parçalara ayırmakta ve oluş, hayat ve yaratmaya yabancı kalmaktadır. Bergson ruhun yetilerinden saydığı zekâ ve sezgiyi birbirinden ayırarak insan bilgisi için iki meşru ve birbirine indirgenemez, birbirinden türetilemez iki alan tasarlamıştır. Bunlar “fizik” ve “metafizik”tir. Bu ayrımı destekler biçimde zamanı da saatin ölçtüğü objektif fizik zaman ve psikolojik sübjektif yaratıcı zaman yani süre olarak ikiye ayırmıştır. Burada ruhun yaşadığı zaman, hakiki zaman; yaratıcı, özgür ve sübjektif zaman olan süredir.

Sürenin yaşanması yine insanda ruhun kuvvetlerinden olan hafıza ile mümkündür. Bergson’a göre hafıza; ruhun, benliğin ve şahsiyetin en derin katmanıdır. Burada da tıpkı süre ve zaman arasında olduğu gibi kabuk hafıza ve asıl hafıza olmak üzere bir ayrım bulunmaktadır. Kabuk hafıza, gündelik hayatın rutin işlerini idare eder. Burada benliğin ve şahsiyetin kabuğu ve yüzeyinde kalınır. Asıl hafıza yaratıcı ve özgürdür orada gündelik hayatın yarı otomat mekanizmaları terkedilmiştir. Bu hafıza bir kaynaşma ve yaratma halindedir.

Hatırlama denilen şey geçmişin ihtiyaç duyulduğunda gelip hâl ile bütünleşmesidir. Böylece hafıza, sadece geçmiş hatıraların saklandığı nostaljik bir dolap olmaktan çıkar, insanın yaratıcı ve özgür olan derin benliğini ve ruhunu besleyen dinamik spiritüel bir varlık kazanır.

Bergson’da kişi, bu, derin ve yaratıcı hafıza ile tanımlansa yeridir. Çünkü kişilik ve benlik süre içerisinde şekillenmekte ve geçmiş yaşantılarımız hafıza sayesinde bu güne ve yarına taşınmaktadır. Böylece kazanılan bu manevi devamlılık duygusu kişinin kendisini bir “ben” ve “benlik” olarak idrak etmesini sağlamaktadır.

Bergson hafızaya bedende fizik olarak bir yer göstermediği gibi hafızayı beynin bir işlevi gibi gören psikofizik paralelizm ve lokalizasyon teorilerine de karşı çıkmıştır. Ona göre beyin bedenin işleyişinin komuta merkezi gibidir, hatıraların yüzeye ve benliğe çıkmasında rolü vardır ama onların korunup saklandığı yer değildir. Onun deyişiyle: “dimağımız, tasavvurumuzun ne yaratanı ne de saklayanıdır; onu sadece etkili kılacak şekilde sınırlar. O hayata dikkatin organıdır.” Ona göre hatıralar bütün bir insan ruhunda bulunmaktadır. Ayrıca ölüm de bedene ait bir fenomen olduğu için, ruh ve hatıraların kaybolması veya bir son bulması söz konusu değildir. Böylece Bergson, ruhu basit ve dağılmaz bir cevher olarak tasarlayan eski metafiziklerden ayrılmakta, ruhun ölümsüzlüğüne çağdaş bir yorum getirmektedir.

Mevlana ve Bergson’da ruh kavramı karşılaştırıldığında ona yüklenen işlevler açısından da bir benzerlik ve paralellik olduğu gözlenmektedir. Mevlana’da ruh, bedeni harekete getiren ilke, bedene hayat veren ilke olmanın yanında; görme, duyma ve konuşma gibi yetileri de kapsamakta ve bütün bunları idare eden bütünlük ve yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki düşünürde de ruh, kendi emellerini gerçekleştirmek için bedeni bir alet gibi kullanmakta ve ayrıca ruhun hem evrende hem de insanda yansımaları söz konusu edilmektedir. Evrendeki yansıması hayat ve canlılık, insandaki yansıması ise duygu, düşünce (maneviyat), benlik ve şahsiyettir.

Kaynak: Levent Bayraktar - “Mevlana ve Bergson’da Ruh Kavramı” Mevlana Mesnevi Mevlevihaneler Sempozyumu



Anarşizm; ideoloji mi metodoloji mi? - 1

Dave Neal


"Anarşist geleneğin uzun yıllardır sahip olduğu garip özelliklerinden biri de; sıklıkla yüksek derecede otoriter kişilik özellikleri gösterenleri, doktrinler oluşturanları, 'Gerçek İlkeler' diye tanımladıkları şeyden farklı düşünenlere ağır suçlamalar getirenleri, içeriyor olmasıdır. Anarşizmin tuhaf bir biçimi bu."

Noam Chomsky


Anarşist harekette çözümsüz kalan konulardan biri anarşistlerin doğasıyla doğrudan ilişkilidir. Anarşizm konusunda biraz malumatı olanlar bilirler ki, anarşistler arasındaki en açık ayrılık toplumsal anarşizm ile yaşam tarzı anarşizm üzerine yaşanmaktadır. Bir grup sınıf mücadelesini faydasız, amaçsız ve yersiz olarak görüp alay ederken; diğer grup ise geri kalanın anarşist olmadığını, daha çok sahte tavırlı burjuvalar olduğunu iddia etmektedir.


Sıradan bir okuyucu için bu tartışma önemsiz, hatta saçma olarak görülebilir ve bu birçok açıdan doğrudur da. Toplumsal anarşizm/yaşam tarzı anarşizmi tartışması ‘anarşist olmanın ne anlama geldiği’ düşüncesi etrafında dönmektedir.

Bununla beraber, bu tartışma pek de kesin çizgilere sahip değildir. Yani, ‘uyulması gereken kurallar ve gelenekler bütünü’ fikri çerçevesinde, anarşizm bir ideoloji mi, yoksa ‘bir hareket tarzı veya gayrı meşru otoriteye karşı tarihsel bir eğilim’ yaklaşımıyla metodoloji midir? Ben toplumsal anarşizm ve yaşam tarzı anarşizm arasındaki ikilemin temelini bu tartışmanın oluşturduğuna inanıyorum ve bunun üzerinde durmaya çalışacağım.

İdeolojik anarşistlere Anarşist -büyük ‘A’lı anarşistler-, metodolojik anarşistlere ise anarşist -küçük ‘a’lı anarşist adını veriyorum, böylece kimi kastettiğimi anlayacaksınız.

Anarşizmin net, belirli bir anlamı vardır. Örneğin, Amerikan Heritage Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmıştır:

1) Yönetimin her şeklinin baskıcı ve istenmeyen olduğunu ve de ortadan kaldırılması gerektiğini belirten teori.

2) Anarşistlerce, devlete karşı ortaya konan aktif direnç ve terörizm.

3) Tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerinin reddedilmesi.

Öyleyse bu bakış açısına göre anarşist; tüm yönetim şekillerini baskıcı ve istenmeyen olarak gören, tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerini reddeden kişi anlamına geliyor. Bu ölçütlere uymayan biri anarşist sayılamıyor.

Bu düşünce anarşizmin bir ideoloji olduğu görüşünü -ana bir ilkeyle temellendirilmiş tutarlı düşünceler bütünü- destekliyor. Eğer böyle bakılırsa, anarşist olduğunu ‘söyleyen’ herkese anarşist denilebilir mi?

Elbette hayır, yaşamtarzcılık tartışmasının temelini bu oluşturur, aynı entelektüel bir hakaret olan ‘anarko-kapitalizm’ konusundaki anarşist karşı duruşta olduğu gibi.

Ancak ideolojik ve metodolojik muhalefet arasında bir fark olduğu göz ardı edilemez. ‘A’narşistlere bakarsak, anarşizmin ne olduğunun sınırları çizilmiştir düşüncesine dayanarak ‘X anarşizm değildir’ derler. Onlar için bunu kanıtlamaya veya tatbik etmeye gerek yoktur, iddiaları başlı başına yeteri kadar gerçektir.

‘anarşiste göre ise, yaşamtarzcılık ve ‘anarko’-kapitalizm metodolojik olarak anarşizme giden yol olmadığından reddedilmiştir. Benzer sonuçlara ulaşmak için yanlış araçlar, örneğin insan mutluluğunu kullanırlar.

Yaklaşımlar arasındaki fark açık sanırım?


Delilik vs. metod


A’narşist, toplumsal devrim için ideolojik uygunluğu ön gereksinim olarak vurgular -başka bir deyişle, A, B ve C doktrinlerini yutarsınız artık bir Anarşistsinizdir. Hareket planları şu minvalde gerçekleşir: 1) merkezi bir Anarşist örgütlenme yaratmak 2) İşçi sınıfına Anarşizm ilkelerini öğretip, onları eğitmek (doktrini aşılamak) 3) bu suretle bir kitle hareketi oluşturmak 4) toplumsal bir devrim yaratmak.

Anarşist; “hakikati yaymak” adına manifesto, platform veya başka bir yol gösterici doktrinle uyuşur, düşünce ile hareketin birliği, ve ideolojik uygunluğun etkili örgütlenmenin temeli olduğuna vurgu yapar.

anarşist bunların hepsini reddeder. Bizim sıralamamızsa şöyledir:

1) anarşist örgütlenmeler, kendilerine yönelik bir talep olmadıkça yaratılamaz

2) doktrinin aşılandığı insanlar özgür değildirler

3) merkezi bir otoriteyle temellendirilen (örneğin, merkezi Anarşist örgütlenme) ve doktrinin aşılandığı bir kitleyle beslenen bir hareket genel ve toplumsal değil, elit ve politik bir hareket olacaktır

4) Böylesi bir çaba sonucu, toplumsal devrim, anarşistlerin iktidarı ele geçirdiği politik bir devrime dönüşecek ve ihanete uğrayacaktır.

Bu anlamsal bir farklılık değil; aksine hareketin tam kalbinde bulunuyor ve bu tartışmanın başlangıcı Bakunin’in denemelerinde de görüldüğü gibi Birinci Enternasyonel’in kuruluşuna kadar gidiyor.

Haklı olan kim? Ben anarşizmin metodik yanının, ideolojisinden çok daha önemli ve yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü dilin, bilhassa büyük emeller peşinde koşmaya hizmet ederken, her zaman olduğu gibi güç elitlerine hizmet ettiğine inanıyorum.

Bir grup kendini Anarşist olarak tanımlayabilir, ancak bu onları gerçekten anarşist yapmaz, değil mi? Sadece isimlerine bakıp fikir yürütmek yerine, kendi ölçütlerinizle değerlendirme yapmalısınız.

Toplumsal mücadelenin iki modelinden biri Marksist model -politik bir öncünün kitleleri sosyalist bir topluma yönlendirmesi düşüncesi- ve diğeri Bakuninist model- tüm politik otoritenin reddi ve genel bir doğrudan eylemliliğin, sosyalizmin tahmin edilemeyen bir fi tarih yerine ‘burada ve şimdi’ uygulanması düşüncesi.

Günümüze bakarsak, Marksist model bir yüzyılı aşkın bir süredir radikal solda baskın durumdaydı; lakin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, on yıllardan beri ilk kez ideolojik atmosfer soluk almaya başladı. Bu tartışma bu yüzden tam vaktinde ve kritik, çünkü anarşizmin büyümesi ve ilerlemesi bir ölçüde buna da bağlı.

İtirazımın asıl nedeni ideolojik anarşizmin serbest düşünmeye ve doğrudan harekete değil de itaate, pasifliğe ve dıştaki bir mekanizmaya (manifesto, platform veya diğer kontrol mekanizmaları) uygunluk zorunluluğuna dayanıyor olması. Bundan başka, Anarşizmi merkezden dışa yayma amacıyla üst-ast temelli merkezi bir örgütlenme izlenmesi de itirazımın gerekçelerinden biri.

Özgür bir topluma ulaşmak için, özgürlüğü kısıtlayan araçlar kullanmak gülünç olur. Arkanızda henüz bir kitle yokken, popüler ve özgürlükçü bir örgütlenme yaratmanız da bir o kadar saçmadır. Bunlardan size kalan, hiç de sürpriz diyemeyeceğimiz bir şekilde, radikal solun bugünkü haliyle paralellik gösteren, elit bir aktivist kadrosu olacaktır.

İdeologlar için doktrinin saflığı her şeyden önemli olduğu için kaçınılmaz olarak şu sonuçlara varırlar:

1) bitmek bilmeyen bir şekilde küçük, önemsiz konuları tartışmak

2) sürekli bir hain aramak ve ondan arınmak.

3) potansiyel yol arkadaşlarını bu elitizm yoluyla yabancılaştırmak.

Anarşizm “herşey mübah” türünden bir kavram değildir, bir anlamı vardır. Bununla beraber, bir emekçinin harekete “uygun” hale getirilmesi için ona bir doktrinin aşılanması zorunlu değildir. Noam Chomsky, anarşizmi “insanların gayrı meşru otoriteye karşı başkaldırmaya olan tarihsel eğilimi” olarak açıklarken metodolojik bakış açısını en iyi şekilde ifade etmiştir.

Örneğin; 1921’de, Kronştad denizcileri Bolşeviklere karşı başkaldırarak -gayrı meşru otoriteye karşı genel bir doğrudan eylemlilikle- metodolojik anarşizmi uygularken, Bolşevikler, aksi yöndeki iddialarına rağmen, kendilerini iktidarla güvenceye almak suretiyle Devrime ihanet ettiler.

1 - 2 - 3
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP